40 Sayısındaki Hikmet

40 Sayısındaki Hikmet – İbrahim Kalın

Hocam hoş geldiniz.

Hoş bulduk teşekkür ederim.

Ve geçmiş olsun. Sağ olun. Bir hafif böyle bir nezlemsi bir şey atlattık biz de. Biraz inatçı bu virüs bu sefer. Böyle 20-25 gündür bir türlü terk etmedi bizi. Ya bizi çok sevdi ya da bizde bir kusur var bilmiyorum ama.

Estağfurullah.

Herkes perişan ama. Yani normal bir grip gibi aslında ama. Dikkat etmek lazım. Şimdi biz tabii 2 yıllık bir salgın döneminden çıktık. Maske kullanıyorduk. O bizi korudu birçok şeyden. Covid’in yanında aslında nezle grip türü şeylerden de korudu farkında değildik. Ama şimdi enteresan bilim insanları şunu söylüyorlar. O 2 yıl boyunca maske taktığımız için bağışıklık eşiğimiz biraz düşmüş. Çünkü maskeyi çıkarır çıkarmaz her şeye expose hale geldik. Dolayısıyla en ufak bir grip nezle şeyinde bile. Hemen kapıyoruz. Dikkat etmek lazım. Tabii o uzun bir karantina dönemi oldu.

Onun da etkisi oldu. İçeride bahsettiğiniz çok hoşuma gitti. Dostlar da duysun isterim o kırk meselesi karantina. Ya ilginçtir bu biz tabii bu 2 yıl salgın döneminde karantina dönemleri de yaşadık. Yani hiçbir yere çıkmadığımız tamamen izole korunaklı bir şekilde olduğumuz günler de oldu. Ama karantinanın tam ne olduğunu ne kadar anladık ne kadar kavradık bilmiyorum ama kelimenin kendisi. Önce biliyorsunuz karantina 40 demek karantina ve bunun 40 sayısının 40 gününün de bir hikmeti var tabii aslında çok eski bir hikmeti var. 1340’lı yıllarda Avrupa’da bu siyah ölüm salgını binlerce insanın hayatına mal olduğu zaman onlar da çeşitli yerlerde tedbirler almaya başlıyorlar. Aldıkları tedbirlerden bir tanesi de İbn-i Sina’dan öğrendikleri bir yerde salgın varsa şehre giren çıkmasın şehirden çıkan da oraya girmesin salığıdır. Çünkü İbn-i Sina şeyi görüyor bir virüs var insanlar bunu taşıyorlar. O zaman diyor durduralım hareketliliği durdurursak en azından orada onu ihata etmiş ve yayılmasını önlemiş oluruz diye uyguladığı da bir şeydir bu. İbn-i Sina tıbbının tıbbı İbn-i Sina diye de zaten batıda da bilinen bir yöntem.

Böylece 1340’lı yıllarda bu siyah ölüm salgını yayılınca Avrupa’da Venedik şehrinin hemen böyle 8 kilometre dışında Poglevia diye bir ada var. İşte şehre girmeden önce 40 gün orada tutuyorlar. Önce bir karantinayı alıyorlar işte o 40 günlük bir orada bekleme süresi sağlıklı olanları şehre alıyorlar ve hatta o adayla ilgili bugün bile o ada hala var insanlar ziyaret ediyorlar. O adayla ilgili böyle efsaneler falan üretiliyor işte burada kötü ruhların olduğu, karanlık ruhların olduğu vesaireye dair böyle ilginç ilginç efsaneler falan da üretiliyor. Fakat ilginç olan 40 gün meselesi. Şimdi niye 40, niye 30 değil, niye 50 değil?

Aslında bunun sebebi tıbbı bilimsel olmaktan ziyade dini tarihe geri gidiyor. Yani Hz. Musa’nın 40 gün oruç tutması, Hz. İsa’nın 40 gün oruç tutması. Hristiyanlar Paskalya bayramından önce de 40 gün oruç tutarlardı aslında Hristiyan geleneğinde de oruç güçlü bir gelenekti. Unuttular onu maalesef zaman içerisinde. Yahudilerde de oruç vardır. Ama şekil değişti. Artık böyle bir öğün atlamak, su içmek ama yemek yememek, yemek ama et yememek gibi böyle değişik şekillere bürünmüş. Ama daha disiplinli oruç bizim gelenekte aynen devam etmiş bizim bildiğimiz şekliyle. Kırk sayısı peygamberlik sayısı nübüvvetin geldiği, vahyin geldiği yaş. Kırk yaşı olgunluk yaşıdır. Ve kırkın hani üçler yediler kırklar diye gider vesaire hani böyle çok kırk sayısının bir erbayın çıkartması. Bir erbayın çıkartmak vardır. Hatta Kemal Tahir devlet anada bir yerde bir kahramanına da şöyle söyletir. Bizde delikanlılık yaşla değil adamlıkla ölçülür.

Bir adamın yaşı sayıyla değil delikanlılığıyla ölçülür. Ve bir adam sakat makat hasta falan değilse savaşta şurada burada bir sakatlığı vesairesi yarası marası yoksa kırk yaşından sonra delikanlılığı başlar. Diye böyle bir karakterine de böyle bir şey söyletir. Anadolu geleneğinin irfanının bir şeyidir o. Mesela bu kırk sayısının hikmeti diyelim sırrı salgınla beraber tekrar geri geldi. Biz farkında olmadan karantina her karantina dediğimizde aslında bu kırk sayısını anmış olduk.

Eyvallah.

Oraya bir telme oldu geri dönüş oldu. Eyvallah. Tabi Allah muhafaza eylesin her tür hastalıktan salgından beladan musibetten. Ama bunlar olduğu zaman da tedbire tevessül etmek ve sonra da tevekkül etmektir esas olan.

Eyvallah. Peki şimdi buradan tekrar geçmiş olsun deyip sormaya geleyim. Gelirken dedim ki şunu mutlaka hocama sormam lazım. Çünkü yirmi yıla yakın zamandır bizzat siyasetin içinde olarak dünyayı gözlemliyorsunuz. Bürokrat bir entelektüel gözüyle bakıyorsunuz. Dünyada her birimizin gördüğü ve rahatsız olduğu bir takım şeyler var. Savaşlar var, adaletsizlikler var, gelir dağılımı, dijitalleşme bir ton problem var. Gördüğünüz. Mesela batı bu işe bir çözüm bulabilir mi? Bu dünyanın bu gidişine bir dur, bir teklifle gelebilir mi? Eğer gelemez diyecekseniz kim bu sözü söyleyebilir? Bir devamı da bu söz bizden çıkar mı? Biz o cesamette miyiz?

Şimdi meseleyi eğer doğru tanımlarsak ve sahiplenirsek buna çözüm üretiriz. Biz uzun süredir özne olma irademizi ve özgüvenimizi yitirdiğimiz için meseleleri uzaktan takip edip, tespitini yapıp, onu bir kenara bırakıp kendi dünyamıza çekiliyoruz. Halbuki bir meseleyi ortaya koyduysanız, yani bu küresel adalet meselesi olabilir, bu sağlıkla ilgili bir sorun olabilir, bu fakirlikle ilgili bir mesele olabilir yahut insanların hayatında başka bir mesele olabilir. Eğitimdir, bilimdir, seyahattir, güvenliktir neyse bununla ilgili bir mevzu olabilir.

Sorunu tanımladıktan sonra sahiplenip bir özne olma bilinciyle üzerebiliriz. Bu meselelerin içine gitmek işin sırrı, işin aslı burada. Bizim çarpık modernleşme tarihimizin geride bıraktığı tortulardan bir tanesi bizim özne olma bilincimizi ve özgüvenimizi elimizden aldı. Yani uzun süre bize yapamazsın, edemezsin, yaptırmazlar, bunlara bizim aklımız, gücümüz yetmez telkini yapıldı. Mesela Türkiye’de de uzun yıllar bize uçağınızı yapamazsınız, arabanızı yapamazsınız, altyapınızı kuramazsınız vs. vs. dendi ve yaptırmadılar da. Hani işin bir de böyle bir gerçek tarafı var, yaptırmadılar gerçekten. Yani bizim işte diyelim ki ağır sanayi hamlesini yapamayışımız, bizim kendi uçağımızı yapamayışımız, savunma sanayimizin bu kadar gecikmesi. E şimdi bunlar gerçekten yaşandı, bilinçli bir şekilde bunlar önlendi, engellendi. Farklı farklı siyasi ekonomik çıkarların, lobilerin etkisi neticesinde. Ama daha derinde ve benim üzerinde düşündüğüm zaman içimi acıtan, asıl mevzu ise sadece bize değil, sadece Müslüman dünyaya değil, Batı dışındaki, Avrupa dışındaki bütün dünyaya, Hind’e, Çin’de, Afrika’ya, Latin Amerika’ya da şu söylendi, siz zaten yapamazsınız. Buna aklınız yetmez, buna fikriniz yetmez, buna gücünüz yetmez, buna muhayyileniz yetmez diye. Bu telkin edildi. Afrika’da sömürgecilik üzerinden yaptırmadılar, fiili işgalle yaptırmadılar Afrikalıları. Asya’da ekonomik emperyalizm üzerinden yaptırmadılar. Ama sadece belli aktörleri seçerek orada Çin’e karşı siz bizim uydu güçlerimiz olacaksınız dediler. Belli ülkeleri kalkındırarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir güç dengesi çerçevesinde onlara müsaade ettiler. Şimdi bize de bu telkinler hep yapıldı. Yani sizin aklınız yetmez, sizin bilimsel zekanız yok. Enteresan, bu taa Renan’a kadar geri gidiyor. 1840’lı 50’li yıllarda Ernst Renan İslam düşüncesiyle ilgili, konferanslar vermeye başladığı zaman işte o meşhur İslam pozitivizm, İbn-i Rüşçülük vesaire tartışmalarının olduğu bir dönemde İslam ve Bilim adında meşhur bir konferans veriyor Sorbonne’da Ernst Renan. Ve orada İslam’ın inanç sistemi gereği bilimsel düşünceyi geliştirmesinin mümkün olmadığını iddia ediyor.

Ve İslam tarihinde bilim adına, teknoloji adına her ne gelişme olmuşsa bu İslam sayesinde değil, İslam’a rağmen olmuştur iddiasını ortaya atıyor. Ve hatta ortaçağ Hristiyan düşünürlerinin, mesela Roger Bacon gibi ortaya attığı meşhur bir iddiayı da tekrar ediyor. O iddiaya göre de Müslüman filozoflar, Farabi gibi, İbn-i Sina gibi, İbn-i Rüş gibi büyük, büyük felsefi zekalar bu büyük felsefi sistemlerini aslında İslam’dan çıktıktan sonra üretmişlerdir. Ama zahiren hayatlarını kurtarabilmek için Müslümanmış gibi davranmışlardır. Ama aklını kullanan adamın dinle bir işi olmaz varsayımından hareketle. Renan da o pozitivizmin ağır etkisi ve baskısı altında İslam medeniyetinde üretilen bilim, düşünce, sanat, felsefe adına ne varsa bu İslam’a rağmen üretilmiştir. Tezini ortaya atar. Kendince de işte İbn-i Rüş üzerinden bunu temellendirmeye çalışır. Ki o dönemde yazdığı İbn-i Rüş üzerine de kallavi bir kitap vardır.

Ama döneminin en büyük pozitivist düşünürlerinden birisi de olduğu için bunu sadece İslam’a uyarlamaz, Hristiyan düşüncesine de uyarlar. Hatta Hz. İsa diye tarihi bir figür gerçekten yaşadı mı, yaşamadı mı, yoksa sonraki nesiller mi bu figürü inşa etti tartışmalarını da tetikleyen, tartışmaların ortasında olan birisidir. Dolayısıyla sadece Müslümanlığa karşı değil, bütün dinlere karşı böyle bir yaklaşım içerisinde olan birisi.

Şunu sorabilir miyim? Mesela bulunduğu muhit, yaşadığı ortam, tedirginlik. Tecrübe ettiği din anlayışı göz önüne alındığında Hristiyanlıktan yola çıkarak böyle bir çıkarım yapmakta mazur görebilir miyiz onu? Çünkü onlar dine rağmen yapıyor.

Tabii mazur görülebileceği yerler var. Çünkü mesela aydınlanma düşüncesinin ortaya çıkışı da özünde Hristiyanlığa karşı bir başkaldırı. Ama bu bir adım sonra dinin tamamına karşı bir isyana dönüşüyor. Ve bizdeki çarpık modernleşme tarihi ve bizdeki yüzeysel, sathi modernleşmeciler ve batıcılar da aydınlanmanın Hristiyanlığa, özel olarak da Katolik Kilisesi’ne karşı geliştirdiği argümanları dinin özüne karşı, bütün dini inanç sistemlerine karşı bir argüman olarak alıp onu aynen buraya uyarlamaya çalışıyor.

O zaman da ortaya çok anomalik durumlar çıkıyor. Yani tehlifi mümkün olmayan, bizim gerçekliğimizle uzaktan yakından alakası olmayan garip durumlar çıkıyor. Mesela Katolik inancında Papa’nın masumiyeti diye bir figür var. Kilisenin masumiyeti. Verdiği hükümde yanılmaz. Şimdi bizde masumiyet ilkesi sadece peygamberler için geçerlidir. Peygamberler dışında hiç kimse masum değildir. Peygamberler de dini mevzuda biliyorsunuz, Cenab-ı Hakk’ın koruması altında oldukları için bu vasfa sahiptirler. Her biri emindir. Cenab-ı Hakk’ın onları koruduğu şekliyle vahiy gelir. Çünkü vahyin geldiği kişinin emin olması gerekir. Çünkü gelen emaneti aynen aktarabilmesi için. Dolayısıyla onlar ilahi koruma altındadırlar. Ve buradan hareketle de bir masumiyet karinesi vardır. Ama bizde hiçbir din adamına, alime, şeyhe, müfessire, fakihe vs. masumiyet ilkesi uygulanmaz. Beşerdir, şaşar insandır. Bilgisi ölçüsünde isabet de edebilir, hata da edebilir. Hep bir şey payı vardır.

O yüzden de bizim bütün dini, felsefi eserlerin hatta tarihi, sosyolojik eserlerin gelenekte son cümlesi Allah-u Alem’dir. En iyisini Cenab-ı Hak bilir. Adam 20 cilt kitap yazmış. Bir konuda. Yazdığı konuda illa dini bir konu olması gerekmiyor. Hayvanların tarihini yazmış. Taşların tarihini yazmış. Kozmolojik kitabı yazmış. Ağırlık ölçüleri üzerine kitap yazmış. Mantık kitabı yazmış. Son cümle, en iyisini Cenab-ı Hak bilir. Hep bir şey payı bırakır orada. Şimdi, tutuyor bunu, bizdeki bu sati modernleşmeciler, batıcılar, alıyorlar, sanki bizde böyle bir kurum varmış gibi, oradaki katoliklik ya da kilise, bizdeki Şeyhülislam, oradaki papa, bizdeki müftü ya da Şeyhülislam. Bu o kadar anomalik bir şey ki, elmalarla armutları toplamaya çalışmak gibi bir şey yok, olmuyor. Kategorik olarak uymuyor zaten. Dahası, tabii Hristiyan teolojisinin ürettiği bir takım aklın sınırlarını çok fazla zorlayan, rasyonel olarak kabulü, kalben ikna edilmesi mümkün olmayan bir takım argümanlar geliştiriyor.

İşte Teslis gibi vesaire. Bunlara karşı da, ya bunlar rasyonel değil, diyor. O yüzden aydınlanma düşünürleri, özellikle işte 18. yüzyılın ikinci yarısında, hatta Voltaire gibi isimlerde, farklı bir din tanımı yapmaya çalışıyorlar. Mesela Voltaire’in meşhur cümlelerinden birisidir, Hristiyanlıkla ilgili. Hristiyanlık özü itibariyle güzel ahlaktır. Onu metafizik meselelere, alanlara taşırsanız saçmalamaya başlar. Der. Şimdi bak çok enteresan, yani şimdi buradan Voltaire gibi birisi dahi bir ateizm üretmiyor, kendince Hristiyanlığı bile onun kendi aşırı uçlarından korumaya çalışıyor ve dinin özünde güzel ahlak olduğunu söylüyor. Şimdi bu bizim kulağımıza çok tanıdık geliyor değil mi? Bir Müslüman için çok normal bir cümle bu. Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildi. Gönderildi, oraya bağlıyorsun mu? Voltaire acaba bunu nereden okudu diyorsun ki? Voltaire gibi tabiri caizse sivri kalemini salmadığı, saldırtmadığı, hiçbir konunun olmadığı bir adamdan bahsediyoruz. Yani herhangi birisinden bahsetmiyoruz.

Hani bir ne bileyim Edmund Burke gibi bir muhafazakar düşüncenin önde gelen bir isminden bahsetmiyoruz. Ya da Pascal gibi her şeye rağmen sonuna kadar Hristiyan düşüncesini savunan, böyle samimi bir dindar düşünürden, matematikçiden bahsetmiyoruz. Baya eleştirel, her şeye mesafeli bakabilen bir adamdan bahsediyoruz. Voltaire dahi İslam’a bu noktada bir hayranlık duyuyor. Çünkü diyor İslam’da bizim o Katolik geleneğinden gelen bu ağır teoloji, kelami yükler yok diyor. Daha temiz, daha sade, daha anlaşılır, insan fıtratına daha yakın bir din anlayışı var diyor. Ve enteresandır. İnsan fıtratına, tabiatına uygun din anlayışı kavramı Avrupa’ya İslam üzerinden geliyor. Fakat bizimkiler bunu görmediği için, bizdeki sati batıcılar ve modernleşmeciler, onu yeni bir fikir gibi alıyorlar. Yani böyle dolanmak yerine, halbuki bir dönse kendi kaynaklarını okusa, Allah’ın yarattığı fıtrat ile gönderdiği vahyin birbirini tamamladığını açık net bir şekilde görecek.

Bunların çelişmesinin mümkün olmadığını görecek. Dolayısıyla diyelim ki işte Renan gibi düşünürler ya da onu o çağın, düşünürleri dine karşı böyle bir bayrak açtıkları zaman, bizimkiler, bazıları iyi görmüşler mevzuyu. Mesela Cemalettin Afgani cevap veriyor. Ama en önemli cevabı veren Namık Kemal’dir o dönemde. Renan müdafaa namesi diye çok önemli bir kitap yazıyor. Hem de bunu Malta’da sürgündeyken yazıyor. Hatta rahmetli diyor ki, ben bu Renan’ı bir güzel tokatlayacağım diyor bu resim. Aynen kendi ifadesiyle bir güzel tokatlayacağım diyor. Fakat bu risaleyi maalesef sadece hafızamdan yazmak zorundayım. Kitaplarım yanımda olmadığı için. Bunlara atıflarda bulunamayacağım. Ama hafızamda kaldığı kadarıyla yazacağım. Mübarek’in hafızasında yazdıklarını herhalde bugün kaç tane doktora tezi olarak yazarsınız onu da şeyini size bırakıyorum. Renan müdafaa namesinde yani Renan’a karşı müdafaa namedir onun manası.

Renan’a karşı Namık Kemal İslam’da bilimsel düşüncenin, felsefi düşüncenin, kozmolojiden mantığa, teknolojiden tabiat bilimlerine kadar her alandaki gelişmenin İslam’a rağmen değil İslam’ın açtığı akıl ve iman yoluyla mümkün olduğunu anlatır. O dönemi bir düşünürseniz 19. yüzyıl İslam dünyasının bir bozgun dönemi. Her yerde toprak kaybettiğimiz, siyaseten, ekonomik olarak, askeri olarak yenilgilere maruz kaldığımız, zihnen dağılmaya başladığımız bir yüzyıl olmasına rağmen öylesine bir özgüven, öylesine sağlam bir maya var ki Renan’ın bu saldırısına sürgünde hafızasından oturuyor koskoca bir risale yazıyor. Ve aslında şunu söylüyor özetle. Bizim gelişmemiz, bizim inkişafımız, bizim ilerlememiz bizim inancımıza rağmen değil inancımızla mümkün oldu. Bundan sonra da gene inancımızla, irfanımızla, kültürümüzle mümkün olacak. Dolayısıyla biz bu yeni cesur dünyaya ad-doks haslayın meşhur tabiriyle söyleyecek olursak bir şey söyleyeceksek bunu kendi özümüze, inancımıza, geleneğimize yabancılaşarak değil onu özümseyip o geleneği bugüne taşıyıp yarına ilişkin yeni cümleler kurarak yapacağız.

Bu özgüven yani özne olma bilinci belki o nesille birlikte bir miktar tatile çıktı. Bir dönem tatile çıktı. İslam dünyasında hani uyanış hareketleri işte nahta vesaire gibi intibah hareketleri, uyanma uyanış hareketleri arayışları diyelim bu sancının neticesinde ortaya çıktı. Ama çok uzun bir süre bu doğrudur bir kendi eyleminin öznesi olma bilincini kaybettiği için kanaat önderleri, siyasi liderler, dini liderler, manevi liderler ve diğerleri bir ricat dönemi yaşadık. Ama ben artık buradan çıkmaya başladığımızı düşünüyorum. Bugüne ve dünyaya, bugüne ve yarına ilişkin kendi cümlelerimizi kurmaya başladığımızı görüyorum. Bu arayışı görüyorum. Bu mutlaka bir şeye evrilecek. Bugün olmazsa 10 yıl sonra olacak. 10 yıl sonra olmazsa 20 yıl 30 yıl sonra olacak. Ve biz artık bir konuda ya biz de şöyle düşünüyoruz bizim de katkımız şu olsun aşamasından bu iş böyle yapılır. Aşamasına geleceğiz. Eyvallah. Burada bir virgül koyalım. Buraya dair soracaklarım var ama süremiz bitti. Bir sonraki bölüm buradan devam edelim lütfen. Teşekkür ederiz hocam.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir