Hz. Muhammed (s.a) Cahiliye İnsanlarını Üstün İnsanlık Seviyesine Nasıl Yükseltti?

HZ. MUHAMMED (s.a) CAHİLİYE İNSANLARINI ÜSTÜN İNSANLIK SEVİYESİNE NASIL YÜKSELTTİ?
 
Hz. Muhammed (s.a.), bu köklü ve derin imanı, eşsiz ilahi talimatı, sarsılmaz terbiye sistemi, üstün şahsiyeti ve harikaları tükenmeyen yeniliği eskimeyen bu muciz kitapla, insanlığa yepyeni bir hayat şekli getirdi.
Hz. Muhammed (s.a.), cehalet ve küfrün saltanat devrinde, toprak altına atılarak kaybolan, yeri bilinmeyen, kıymet ve değeri kimse tarafından takdir edilmeyen, ham madde yığınlarını, yani beşeriyetin istidat ve kabiliyetlerini geliştirmeye çalıştı. Allah’ın yardımıyla, beşeriyetin kalbinde gizlenen iman ve akideyi bularak, oraya yepyeni bir ruh üfledi. Gizli hazineleri araştırdı. Allah’ın vermiş olduğu istidat ve kabiliyetleri bir meşale gibi tutuşturdu. Sonra herkesi yerli yerine yerleştirdi. Sanki insanlar o yerler için yaratılmışlardı. Mübarek! Sanki yerler boştu da herkes yerini gözlüyor ve bir an önce varmak için can atıyordu. Cansız varlık gibi duran insanlar bir anda dinamik bir vücut ve ele avuca sığmaz bir varlık haline geldiler. Hareketsiz bir ceset gibiydiler, kısa zamanda dünyaya hükmeden bir dinamizme kavuştular. Gidecekleri yolu göremeyecek derecede kördüler, fakat bir anda milletlere önderlik edecek basiretli bir kumandan seviyesine yükseldiler,
“Ölü iken bidayetle dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürüyecek bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi olur mu? Fakat kâfirlere, yaptıkları, böyle süslü gösterilir.” ( En’âm, 122)
Resulullah ( s.a.) gerek bütün varlığını kaybeden Arap milletinden ve gerekse diğer milletlerden, kısa zamanda, tarihin en seçkin şahsiyetlerini ve en üstün dehalarını yetiştirdi. Babası Hattab’ın develerini güden, cesaret ve metanet yönünden Kureyş’in sıradan bir ferdi olan, kavmi içinde yüksek bir mevkii bulunmayan ve akranları arasında herhangi bir üstünlüğü görülmeyen Hz. Ömer (r.a), bir anda dünyayı deha ve doğruluğuyla hayretler içinde bırakmış, Kisra ve Kayzer’i tahtlarından düşürerek İslâm devletinin sınırlarına katmıştır. Bir darbı mesel şeklinde dillerde destanlaşan adalet, takva ve ihlası bir tarafa, devlet idaresi ve disipliniyle Kisra ve Kayzer’e taş çıkartmıştır.
İşte Halid İbn Velid (r.a.)!
Halid İbn Velid (r.a.), Kureyş’in genç süvarilerinden biriydi. Savaş kabiliyeti de mahalli kalıplar dışına çıkamıyordu. Kureyş büyükleri, kendisini kabile savaşlarında yardıma çağırıyorlar ve böylece onların güven ve övgüsünü kazanıyordu. Bununla beraber, Arap yarımadasında üstün bir şöhrete sahip değildi. Fakat Halid İbn Velid (r.a.), bir anda ilahi bir kılıç gibi parladı. Karşısına dikilen her şeyi biçip geçiyordu. Böylece Roma İmparatorluğunun üstüne bir yıldırım gibi inerek, tarihe ebedi bir hatra bıraktı.
İşte Ebu Ubeyde (r.a)!
Ebu Ubeyde (r.a.) doğru, dürüst, emin ve temiz bir insandı, Müslümanların seriyelerini kumanda ediyordu. Fakat Ebu Ubeyde (r.a.) bir anda Müslümanların başkomutanlığın? yükseldi. Herakliyus’u, Şam’ın güzel bağlarından ve yeşil bahçele” çinden kovarak: “Elveda Suriye, ebediyen elveda” dedirtii.
İşte Amr b. As (ra)!
Amr b. As (ra. ), Kureyş’in ileri gelenlerindendi. Habeşistan’a hicret eden Müslümanları geri çevirmek için Kureyşliler tarafından Habeşistan’a elçi olarak gönderilmiş, hiçbir şey yapmadan geri dönmüştü. Müslüman olduktan sonra Mısır’ı fethetti. Bir anda zapt edilmez bir kuvvet haline geldi.
İşte Saad İbn Ebi Vakkas (r.a)
Müslüman olmadan önce Arap arihinde bir ordu Komutanı veya bir başkan olduğu bile işitilmemişken, Müslüman olduktan sonra Medain’in anahtarlarını eline almış, İran ve Irak’ın fatihi olarak ün yapmıştır.
İşe Selman-ı Farisi (r.a.)!
Selman-ı Farisi (r.a.), Müslüman olmadan önce İran köylerinden birinde, bir çobanın oğluydu. Kölelikten köleliğe, felaketten felakete yuvarlanıp duruyordu. Müslüman olduktan sonra daha dün vatandaşı olduğu İran İmparatorluğunun başkentine vali oldu. Üstelik Selman-ı Farisi (r.a.), valilik vazifesi boyunca zühd ve takvasından hiçbir şey kaybetmemiştir. Halk gene de onu fakir kulübesinde otururken veya başında ağır yükler taşırken görüyordu.
İşte Bilal-i Habeşi (r.a.)!
Bilal-i Habeşi (r.a), fazilet ve ihlasın zirvesine ulaşmış ve müminlerin emiri Hz. Ömer (r.a) tarafından ona “es-Seyyid” lakabı verilmiştir.
İşte Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Salim (r.a)!
Hz. Ömer (ra), Salim’i (r.a.) hilafet makamına layık görüyor ve “Eğer sağ olsaydı, onu halife ilan ederdim.” diyor.
Ve işte Mute harbinde Müslüman ordularının kumandanlık vazifesini deruhte eden Zeyd İbn Harise (r.a.)! Ve daha buna benzer Cafer İbn Ebi Talib (r.a.), Halid İbn Velid gibi nice kumandanlar… Aynı zamanda Zeyd’in oğlu Üsame (r.a.) de Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a) gibi ordu komutanlığı yapıyordu.
İşte Ebu Zer, Miktad, Ebu Derda, Ammar ibn Yasir, Muaz İbn Cebel ve Ubeyd İbn Ka’b. (r.anhum). Gönüllerine esen İslâm meltemiyle, sayılı zahitlerinden ve büyük âlimlerden olmuşlardır.
İşte Ali ibn ebi Talib, Âişe, Abdullah ibn Mes’ud, Zeyd ibn Sabit ve Abdullah ibn Abbas (Allah hepsinden razı olsun)… Evet, hepsi Resulullah’ın (s.a.) yanında, her taraflarından ilim fışkıran, dillerinden hikmetler dökülen, ünleri dünyayı saran, büyük âlimlerden oldular. Kalp, yönünden en hafif idiler. Konuştukları an, zaman sukut eder; hitap ettikleri an, tarih sözlerini kaydederdi.
Ahenkli-Uyumlu Bir İnsanlar Topluluğu
Daha sonra medeni dünya, çağdaş milletlerin küçümsediği ve komşu ülkelerin horladığı, oraya buraya saçılmış bu hammaddelerden insanlık tarihinde eşine rastlanmayan ölçüler üstü bir kitlenin çıktığını gördü. Bu kitle, başlangıcı meçhul bir daire veya önünün mü yoksa sonunun mu hayırlı olduğu bilinmeyen bir yağmur gibi oldu. Beşeri sahanın her yönünde yetkili ve salahiyetli bir kitleydi bu. Dünyaya ihtiyaç duymayan, fakat dünyanın onsuz yaşayamayacağı eşsiz bir kitle… Bu seçkin topluluk, medeniyet ve devletini bizzat kendi kurmuştur. Devlet idaresinde, herhangi bir milletten veya herhangi bir hükümetten medet ummadı. Sütunları uçsuz bucaksız iki büyük kıtaya uzanan güçlü bir devlet kurdu. Kuvvet, diyanet, salahiyet ve emanet gibi üstün vasıfları üzerlerinde toplayan mümtaz şahsiyetlerle, yoksulluğa set çekti ve bütün engelleri aştı. Böylece bütün kâinata meydan okuyan bir devlet kurdu. Bu eşsiz millet kısa zamanda, dört bir yana uzanan bu eşsiz cihangir hükümetin idaresi altında adil hükümdarlar, emin haznedarlar, adil hâkimler, Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmeyen kumandanlar, takva sahibi valiler ve ihlaslı askerler yetiştirdi. Bütün bunlar millete hâkim olan dini terbiyenin ve devam eden İslâm davasının eseridir. Fakat hemen belirtelim ki bu, kurumayan ve kesilmeyen İslâm kaynağıdır.
Bu devirde hükmedenler, hidayet üzere olmayı servet edinme ye tercih ederlerdi. Doğruluk ve takva sahibi olmalarının yanında dirayetli kimselerdi. İşte bu noktada İslâm medeniyeti, olanca üstünlüğüyle tecelli eder. Dini hayat, insanlık tarihinin hiçbir devrinde görülmeyen, hususiyetleriyle ortaya çıkar.
Hz. Muhammed (s.a.), Nübüvvet anahtarını, insanlık tabiatının kilidine sokarak, insan fıtratındaki hazineleri, harikaları, enerjileri, çeşitli kabiliyet ve istidatları gün yüzüne çıkarmış, cahiliyeti can evinden vurarak hedefine ulaşmış; buhranlar içinde kıvranan dünyayı, Allah’ın yardımıyla yeni bir hedefe yönelterek parlak bir çağ açmıştır. İşte bu, tarihin sayfalarında bir inci gibi parlayan İslâm çağıdır.
 
Müslümanların Gerilemesi ile Dünya Neler Kaybetti, Ebu’l Hasan Ali En-Nedvi s.147-151
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir