Skip to content
Batı, İslam’ı Hep Düşmanlarından Dinledi
BATI, İSLAM’I HEP DÜŞMANLARINDAN DİNLEDİ
“Her ne kadar her Müslüman terörist değilse de her terörist Müslümandır.”
Bu ifadenin Danimarka’da bir ders kitabında geçtiği ifade edilir. İfade sizce çok ürkütücü gelebilir. Oysa bu söz, Batı’da İslam lehindeki dönüşümü anlatmaktadır. Bu söz, 20. yüzyılda Müslümanları tanıyan Batılıların, bir ayrışma ihtiyacı duyduklarını gösterir.
Israrım karşısında şaşkınlığımızın arttığını düşünüyorum. Ama hakikat budur. Zira kadim, Batı’ya göre her Müslüman bir barbar, katil ve canavardır. Oysa bu söz, genellemeyi zayıflatarak Müslümanların tümünü terörist olmaktan beri kılarken bütün teröristlerin Müslümanların arasından çıktığı gibi geçmişe nispeten daha yumuşak bir yargı barındırıyor.
Biz, çağımızda Batı ve İslam deyince İslamofobi’yi konuşuyoruz. Bilindiği kadarıyla “İslamofobi” kavramı, en erken, Müslüman olan Fransız Etiene Diet ve Slima Ben İbrahim adlı yazarların 1918 veya 1925’te kaleme aldıkları “Acces De Delire İslamophobe (İslamofobi Hezeyanı)” adlı kitapta kullanılmıştır. Oysa “İslamofobi” dediğimiz Batı’nın İslam’a karşı inşa ettiği korku, nefret ve tiksinti duvarı, henüz İslam’ın ilk yüzyılında varlık bulmuştur. O günden bugüne kadar o duvar, sürekli onarılarak, boyanarak, yükseltilerek ayakta tutulmuştur.
İslam’ı Düşmanlarından Öğrenen Bir Toplum
Batı, bazı istisnalar dışında İslam’ı 20. yüzyıla kadar, hep İslam düşmanlarından tanıdı. İslam’ın dünyaya yayılması ile neredeyse paralel bir süreçte, Katoliklik Avrupa’ya yayıldı.
Katolik inancı, Batı’ya ruhsal tedavi ürünü gibi geldi. Bununla birlikte Batı’da ilk kez Hıristiyan cemaatleşme üzerinden birliği sağladı ve Batı’daki yaygın anarşizmin yerine, kurallı bir dünya inşa etti. Bu açıdan Katoliklik, geçmişin Batı toplumları için değer ifade etmektedir. Kilise, o toplumların gözünde kendilerini birey olarak paganlıktan, yani puta tapıcılıktan kurtarmış, coğrafya olarak bütünleştirmiştir. Dolayısıyla hem birey hem toplum için kurtarıcıdır.
Kilise, bu kurtarıcı rolüne karşı devlet idaresine ortak oldu ve böylece Batı’da Kral ve Kilise ortaklığı üzerinden bir devlet nizamı oluştu. Başka bir ifadeyle Kilise, toplumu tahakküm altına aldığı gibi devleti de tahakküm altına aldı.
İslam, Endülüs (İspanya) üzerinden Batı’ya ulaştığında karşısında hem toplum hem devlete hükmeden bu güçlü Katolik Kilisesini buldu.
Katolik Kilisesinin İslam’la ilgili bildikleri ise nefret etse ve lanet okusa da Bizans Ortodoks Kilisesi’ydi. Ortodoks Kilisesi’nin Şam’dan Kafkasya’ya yaşadıkları Katolik Kilisesine şu mutlak yargıyı fısıldamıyordu, ona bangır bangır bağırıyordu:
“Oku!” emri ile başlayan İslam, bir ilim dinidir. Sakın ha, İslam’la dosdoğru karşılaşmaya kalkışma! İslam’la ilmi münazaralarda yüzleşme! Bunu yaparsan en dindarların, en samimilerin ve en bilgelerin kim ise onları bütün dindarlık, samimiyet ve bilgelikleriyle İslam’a kaptırırsın! Ben, bunu yaşadım. Nice papazım, Müslüman oldu. Sen, sakın ola, bunu yapma, senin papazların dahi Müslüman olur!
Kadim Ortodoksluğa göre Katoliklik avamca bilgiler üzerine kurulmuştu. Daha çok cahil ama inancında samimi din adamlarına dayanıyordu. Bu yapısıyla, nice bilgine sahip Ortodoksluğun İslam karşısındaki acziyetini öğrenince dehşete kapılmıştır.
Katoliklik, İslam’la karşılaşan Ortodoks din adamlarının ilmi münazaralarına hiç yanaşmadı. Bunun yerine Avrupa’daki hakimiyetini sürdürmek için İslam’a karşı karalama, iftira ve hatta şeytanlaştırma üzerine bir söylem geliştirdi.
Katolikliğin geliştirdiği bu kara propaganda dili, tarihin en sürekli ve en başarılı propaganda türlerindendir. Ne yazık ki Batı, 20. Yüzyılda Müslüman işçilerle karşılaşıncaya kadar İslam’ı hep bu bile bile düşmanlık yapan, iflah olmaz din düşmanlarından tanıdı. Ne yazık ki Endülüs, İslam cihadından çok, İslam davetini ihmal ettiği için çöktü. Endülüs, Batı’ya İslam medeniyetini anlatabildi ama bir yolunu bulup kilisenin korku, nefret ve tiksintiyle ördüğü İslam düşmanlığı duvarını yıkacak bir davet dili geliştirmedi. Müslüman olarak Avrupa’da biricik kaldı. Oysa biricik kalmak yerine Avrupa’nın en kadim Müslümanı olabilseydi orada hem hep var olur hem Avrupa’yı da İslam’a düşmanlık gibi bir gazaptan kurtarır, hidayete erdirirdi.
Bu hakikati ifade ettikten sonra kilisenin İslam’a karşı nasıl bir dil geliştirdiğine geçelim:
Hz. Peygamber Odaklı Bir Düşmanlık
Katolik Kilisesi, teslis inancına tamamen mâhkum olmuş bir Hıristiyanlık türüne müpteladır. Kilise Hz. İsa aleyhi’s-selamı, Tanrı’nın yeryüzüne inmiş bir tür hâli gibi öğretmiştir. Kudüs için bile “Tanrı Mezarı” yani “Tanrı mezarının bulunduğu yer” deniyordu. Tanrılaştırılan Hz. İsa ile beşeri yön arasındaki ilişki tamamen koparılmıştı. Avrupa halkları da Allah’tan isteyeceklerini Hz. İsa’dan isterler, ona bağlanır, ona taparlardı.
Kilise, bu öğretiyi birkaç yönden Hz. Peygambere karşı düşmanlık için kullandı ve o düşmanlık üzerinden Avrupa halkları ile İslam’ın arasına girdi.
Kilise, Kur’an’ın Hz. İsa’yı insan olarak tarif etmesini saptırıp dehşet verici bir dille Batı halklarına aktardı. Tanrılarına insan denmesi, sıradan Avrupalıyı dehşete düşürdü. Diğer yandan kilise, Hz. Peygamberin beşer yanını, onun yemesini içmesini, evlenmesini, kılıç taşıyıp savaşmasını Onun peygamber olmadığına delil olarak Avrupalılara anlattı.
Peygamberlik kavramını ilk kez Katolik Kilisesi’nden duyan sıradan Batılı, bu anlatım karşısında bir daha dehşete kapıldı. Kilise bu dehşeti somutlaştırmak için, Hz. Peygamber için haşa Hz. İsa’nın en büyük düşmanı anlamında “Deccal” dedi.
Kilise, hiçbir zaman “İslam”, “Müslüman” kavramlarını kullanmadı. 1960’lı yıllarda Avrupa’ya giden Müslüman işçiler için bile “Muhammedan”, onların dini için ise “Muhammedanizm” dedi. Bununla haşa, İslam’ı Hz. Peygamber salalahü aleyhi vesellem’in İslam’ı uydurduğunu anlatmaya çalıştı ve ardından bu sapkın anlatım üzerinden Hz. Peygamberi hedefe koyarak zihinlerde İslam’a karşı korku, nefret ve tiksinti oluşturdu.
Irkçılık Üzerinden Düşmanlık
Avrupa’da Eski Yunan ve Roma günlerinden itibaren köklere sinmiş, sosyal ve siyasal yaşama bir dizi kural olarak yansımış bir ırkçılık vardı. Asiller, merkezde oturur, köleler onlara hizmet eder; şehrin dışında kalanlar Barbar nitelenirdi. Köleyi dilediğince kullanma hakkının yanında Barbarlara karşı her tür savaş da meşru görülürdü.
Katolik Kilisesi, bu ırkçı yaklaşımı İslam düşmanlığına uyarladı. Müslümanlar için “Hacer oğulları”, “İsmail oğulları” gibi kavramlar kullandı. Bununla Müslümanların esmerliğine dikkat çekerek onların Siyahi köklerden geldiğini dolayısıyla “asil” olmadıklarını, yönetmeyi hak etmediklerini anlattı. Ama aynı kilise, özellikle Bizans Ortodoks Kilisesi’nin verilerinden de yararlanarak Hz. Peygamberi “Arapların ilk kralı” olarak tanıttı.
Kilise, propaganda mantığı içinde tutarsızlığa düşmekten kaçınmadan, Müslümanlar için “Saracens (Sarazens)” kavramını özellikle Haçlı Seferlerinden sonra kullanmaya başladı ve hâlâ da kısmen kullanıyor.
Bir görüşe göre, Katolik Kilisesi Hz. Peygamberin Hz. Sara’nın soyundan geldiğine inanarak bu kavramı “Saranın çocukları” anlamında ve yine dışlama amaçlı kullanmıştır. Ama yaygın görüşe göre, kilise bu kavrama “Doğudan gelen Barbarlar” anlamı yüklemiş, Endülüs’ten günümüze bütün Müslümanları, Mısır’la Filistin arasında Sina Yarımadası’nda yaşayan Sarakenoi adlı bir Arap kabilesinin mensupları olarak tarif etmiştir.
Daha ilginç bir şekilde Katolik Kilisesi, Sarazen dediği Müslümanları aynı zamanda putperest olarak tarif etmiş, İslam yurdu için de putperestlerin yurdu demiştir. Dikkat edilirse kilisenin takındığı tutum, “Çamur at, izi kalsın!” bağlamında kalmıştır.
Bu yaklaşımla Katolik Kilisesi, Endülüs tarihi boyunca İslam’ı Arapların dini, Müslümanları da Araplar diye tanıttı. Henüz Haçlı Seferlerinden itibaren ama özellikle Osmanlı günlerinde ise İslam’ı Türklükle; Müslümanları da Türklerle özdeşleştirdi.
Bu ilk anda tabii gibi görünse de meseleye daha derinden bakıldığında kilisenin İslam’la etnik yapılar arasında bu ilişkilendirmeyi yapmakla bazı amaçlara sahip olduğu görülecektir.
Kilise, İslam’ı Araplar veya Türklerle özdeşleştirirken Batı insanına, “Bu, ülkenizi ele geçirmek isteyen Barbarların inancıdır. Asiller olarak size hitap etmez, sizi ilgilendirmez!” demiş; öte yandan Endülüs ve Osmanlı’da yaşanan her olumsuzluğu abartarak onun üzerinden İslam’ı karalamaya çalışmıştır. Galiba, Batı’nın Müslümanlaşmasını en çok bu propaganda engelledi.
Ne yazık ki günümüzde bu kez bazı Müslümanlar, kilisenin bu kadim oyununa gelerek, Avrupalıları Müslümanlaştırmaya çalışırken aslında onları kendi etnik dünyalarına çekmeye çalışmakta ve İslamlaşmayı geciktirmektedirler. Oysa olması gereken bir Almanın Müslümanlaşırken aynen bir Arabın Müslümanlaşırken Arap kalması gibi, bir Türkün Müslümanlaşırken Türk kalması gibi Alman olarak kalması, kendi kültür dünyasının İslam’a uygun yanlarını yaşamaya devam etmesidir. Endülüs’te bunu yapamadığımız için başarısız olduk.
İslam Karşıtı Propagandanın Modernleştirilmesi
Katolik Kilisesi, İslam karşısındaki büyük yenilgisini Haçlı Seferlerinde aldı. Doğu’dan gelen Moğol istilasına rağmen Eyyûbîlerin liderliğindeki Müslümanlar, kilisenin bütün kehanetlerini boşa çıkardılar. Böylece sadece Hıristiyanları değil, aynı zamanda Hıristiyanlığı da yendiler. Özellikle Eyyûbî hükümdarı Melikü’l-Kâmil’in Papalık vekili (legatı) liderliğindeki 1218-1221 Dimyat Savaşında Haçlıları yenmesi, Hıristiyanlığın tükenişi açısından çok önemlidir. Zira Papalık, İslam’ın 666 yaşından sonra yok olacağı kehanetinde bulunmuştu. Daha sonra Mekikü’l-Kâmil’in torunu Melikü’l-Muazzam Turan Şah’ın 1250’de Fransa Kralı Aziz Louis’i esir alması ise kilisenin bütün umutlarını bitirdi.
Kilise, bu sarsıntının ardından Moğolların İslam’ı imhasından da umut kesince Batı toplumları gözünde büyük bir itibar kaybına uğradı ama pes etmedi. Tam aksine İslam’a karşı bir dizi propaganda geliştirdi. İtalya’nın en önemli şairi Dante’nin ünlü İlahi Komedya’sında Hz. Peygambere yönelik hakaretleri bu propagandanın başlangıcı ve en azından önemli bir parçasıdır.
Katoliklik, daha fazla dayanamayıp çökme belirtileri gösterirken 16. Yüzyılda ona karşı mücadele eden Protestan liderler, yine Hz. Peygamberi merkeze alarak İslam düşmanlığı yaptılar. Bu bağlamda Martin Luther, İslam’dan etkilendiği ithamlarına maruz kaldıkça İslam aleyhindeki propagandasını daha da zifiri bir küfre büründürdü.
Kanuni Sultan Süleyman devrinde yaşayan Luther, İslam’ı Türklükle özdeşleştirerek o devirde Osmanlı’nın Batı Avrupa kapılarına dayanmış olmasının da etkisiyle İslam aleyhindeki en keskin dili geliştirdi.
Modern Avrupa’nın düşünürleri de bazı istisnalar dışında Luther’den geriye kalmadılar ve bugün hâlâ bütün dinlere karşı olduklarını söyleseler de din karşıtlıklarını hep İslam üzerinden sahaya yansıtıyorlar.
Günümüz Avrupa’sında İslam Düşmanlığı
Günümüz Avrupa’sında modern Avrupa’nın hem sosyalist hem faşist birikimi İslam aleyhinde yeni bir dalgaya dönüştürülmek isteniyor.
Bazı eski tüfek sosyalistlerin din karşıtlığı tamamen İslam karşıtlığına yönlendirilirken Avrupa’nın ırkçılarının nefreti de Yahudilikten İslam’a yöneltiliyor.
Kilisenin İslam “kılıç dinidir” söylemi modernleştirilerek “İslam, terörizmin kaynağıdır” şeklinde ifade edilmekte; şiddet ve katliamla İslam arasında doğrudan bir ilişki kurulmaktadır. Öte yandan çağdaş Avrupa; Katolik Avrupa gibi Hz. Peygambere hücuma devam ediyor. Ama Katolik Avrupa’nın aksine İslam’ı nefsani arzuları coşturan bir din olarak değil, tam aksine bu arzuları baskıyla engelleyen, dolayısıyla özgürlükleri kısıtlayan bir din olarak tanıtıyor.
Nedeni gayet açık: Çünkü dünün Katolik Avrupa’sında İslam’ın taaddüt-i zevcât, boşanma hakkı, cariye hukuku bağlamında arzuların gerçekleşmesi için açtığı geniş alan, halk tarafından anlaşılmıyordu. Bu mevzu, bağlamından koparıldığında halkın İslam’dan uzaklaşmasına yol açıyordu.
Bugünün çağdaş Avrupa’sına göre ise İslam, arzular konusunda kısıtlayıcı esaslara sahiptir. Arzuların kısıtlanması ise arzuları gerçekleştirmekte sınırsızlığa sürüklenmiş Batı toplumu tarafından anlaşılmıyor. Bu durum, aleyhte propaganda ile desteklendiğinde ise Batı toplumlarının İslam’a mesafeli durmalarına yol açıyor. Batı’daki seküler iktidarlar da geçmişin kilise destekli iktidarları gibi gerçeği bildikleri hâlde, toplumun anlayış durumunu fırsata çevirip İslam’ın aleyhine kullanıyorlar.
Batı’nın bu ilkesiz yaklaşımına karşı, Müslümanlara düşen,
-
İslam’la etnik yapılar arasında ilişkilendirme yapmaktan kesinlikle uzak durmak
-
İslam’ın merhamet, şefkat yanını, artık hem Kilise hem devletin etkisi dışına çıkan ve bir arayış içinde olan Avrupa insanına bıkmadan usanmadan anlatmak ve aynı zamanda bu yönde örnek olmak
-
Her aleyhteki propagandayı İslam’ı anlatmak için fırsata dönüştürmek
-
İslam’ın arzuların kısıtlanması ile ilgili dengeli, adil hükümlerinin hikmetini açıklamaktır.
Batı, tarihinde ilk kez İslam’ı Müslümanlardan dinleme imkânına kavuştu. Bugün o imkânı klasik propagandayı modernleştirerek etkisizleştirmek istiyorlar. İnşaallah bu kez başaramayacaklardır.
Dr. Abdülkadir Turan