Skip to content
Çocuklarımızla Aynı Yaştayız
ÇOCUKLARIMIZLA AYNI YAŞTAYIZ
Çocuk kitaplarını insan olarak düşünelim. Elinde asası, uzun beyaz entarisi, ak sakalı göğsünde, çehresi ışıldayan bir ihtiyar yanımızda bitsin. Çocuk kitaplarını alan anne babalar, bu pir-i fâniyi, kitapçıdan alıp evine götürsün. Sonra da “Hadi bakalım hacı amca, şu bizim veledi adam ediver” desin. Maalesef günümüzdeki durum bu.
Aileler kitaplardan keramet bekliyor. Hırçın çocuğunun, öfke kontrolünü anlatan kitabı okuyunca düzeleceğine, namaz kılmayanının namazı anlatan bir kitapla beş vakit huşu ile namaza başlayacağına itimat ediyorlar.
“Yazar hanım, yazar bey, evladımız çok müsrif; hâlbuki ben ona tutumlulukla alakalı tüm kitap setlerini –ki bu da israf değil mi– aldım, yine değişmedi” yahut “Bu kitabı alırsam çocuğumun hangi davranışı düzelecek? Çocuğumun dersleri daha iyi olacak mı?” gibi sorularla karşılaşıyoruz.,
Ahalinin kitapları neden bu kadar kocaman bir koltuğa oturttuğunu anlamak mümkün değil. Sanki yetişkinler okudukları kitapla ışığı buluyorlar da çocuklarından da bunu bekliyorlar. Kur’an okuyan insanlar olarak bile değişmemek -dönüşmemek- için direndiğimiz hesaba katılırsa çocuklarla alakalı böyle bir beklentiye nasıl giriliyor acaba? Batıl inanç.
Üç kere tahtaya vurarak kötülüğü engellemek, kafana pisleyen kuşun şans getirdiğine inanmak, merdivenin altından geçmeyerek uğursuzluktan korunmak, çocuğa kitap okutarak onu dindar etmek…
Batıl inançlarda neden aranmaz ama biz yine de elimizi bu kaynar suya sokalım. Sanırım bunun iki sebebi var ama yan yana iki sebep değil. Merdiven gibi düşünün. Birinci basamak ilk neden, sonra ikinci basamak. İlki, tembellik.
Çocuğa dinini öğretmek zor. Uğraş, didin. Ahlakıydı, ibadetiydi, zarafetiydi… Bu görevi kitaplara devretmek ise çok konforlu. Tutuştur eline çocuğun birkaç cilt, okusun düzelsin. Düzelmiyor mu, olmuyor mu? O zaman veryansın et yazara. Yahut ikinci basamağa çık.
İkincisi yani merdivenin daha yukarıdaki basamağı ise daha sıkıntılı. İkinci basamak malum, birinci basamaktan daha yüksektedir. Daha cesur olmanız lazım oraya çıkmanız için.
Problemin kitapla, filmle halledilmediğini kabul etmemiz gerek. Kitap, film, musiki çocuğa bu yolda yürümesi için baston olurlar. Ama yürümek için öncelikle baston değil, bacak lazımdır. Çocuğun sizin dinî hassasiyetlerinizi görmesi lazımdır yani. Siz yaşayacaksınız ki çocuklarınız da o yaşayışın içinde bir tat bulacak. Sonra kitaplar arkadan gelir. Ama anne babaların bu yüzleşmeyi yapması çok zor. Kabul ediyorum.
İnsanoğlu genelde kendisini soru işaretleriyle kancalamayı sevmez. Çocuğunu düzeltmek, kocasını karısını adam etmek, patronunun / işçisinin hatasını fark etmek daha kolay. Bir nevi son ütücülük. Bastır kızgın ütüyü kırışıkların üstüne. Yaka yaka düzelt. Kendi üzerindeki elbise kırışık mı, kokuyor mu, yırtık mı önemli değil.
Benimle konuşan annelere bunu sık sık söylüyorum.
“Hocam, evladım şu şu korkunç dizileri izliyor.”
“Siz ne izliyorsunuz hanımefendi?”
“Ah ne kadar doğru bir söz hocam, haklısınız, benim oğluma, kızıma örnek olmam gerekiyor, değil mi?”
Ne münasebet? Örnek olmak değil ki mesele sadece. Senin çocuğun insan da, o korkunç şeyler onun zihnini lekeliyor da, seninkini lekelemiyor mu? Senin kalbin tunçtan mı? Şeytan sadece ona mı çalışıyor? Anne babaların günümüzdeki en büyük problemi bu sanırım. Kendi paçayı kurtarmış, çocuğunu da kurtaracak. Bu yüzden çoğunda bir kontrol manyaklığı var. Ne okuyacak, ne izleyecek, nasıl büyüyecek, hangi okula gidecek? Ve tabii nasıl inanacak? Şartsız inansın, tüm şüpheleri yok olsun. Biz bunun için tüm olanakları oluşturalım.
Örnek olmak değil ki mesele sadece. Senin çocuğun insan da, o korkunç şeyler onun zihnini lekeliyor da, seninkini lekelemiyor mu? Senin kalbin tunçtan mı? Şeytan sadece ona mı çalışıyor? Anne babaların günümüzdeki en büyük problemi bu sanırım.
Geçenlerde “Nasıl inanacak?” sorusunun nasıl feci bir şekilde tasarlandığını dinî içerikli bir anaokulunda gördüm.
Öğretmenler müfredatlarında olan bir deneyi 4-6 yaş grubuyla yapmışlardı. Deney bir zamanlar çok moda olan su deneyiydi. Hani suya kötü sözler söylüyorsun, molekülleri bozuluyor. İyi şeyler söylüyorsun şifalı hâle geliyor. Japonlar bu keşfi açıkladığında yer yerinden oynamıştı. Okuldakiler aynı mantığı pişirdikleri kurabiyelerde uygulamışlar. Unlardan birine çocuklarla korkunç sözler diğerine iyi şeyler söylemişler. Sonra kurabiyeleri pişirmişler sanıyorsunuz değil mi? Hayır. Çünkü öğretmenlerle veliler bu kadar mühim bir konuyu, çocukların din eğitimini şansa bırakamadıkları için işin içine dâhil olmuşlar. Bu nedenle kötü sözler söyledikleri un karışımına biber ve tuz eklemişler çocuklara çaktırmadan. Onlar şüphesiz inansın diye. Ya hu sen inanmıyorsun ki o nasıl inansın!
Hocalar bunu bana söylemekte çekinmediler çünkü iyi bir şey yaptıklarını düşünüyorlardı. İşin peşine düşünce bunun sadece bir okulun yaptığı bir şey olmadığını da öğrendik ne yazık ki. Müfredatta bu deney olduğu için pek çok 4-6 yaş mektebinde bu deney bu şekilde yapılıyor. Her şey çocuklarımız için tabii.
Kontrolle alakalı bir örnek daha vermek istiyorum. Geçen gün bir okur beni sıkıştırdı ve elindeki popüler bir kitabı gösterip “Hocam kızımın okulunda tüm sınıf bu kitabı okuyor, öğretmeni de izin vermiş, görüyorsunuz. Çok endişeliyim. Ben okuyamazsın, dedim kızıma. Ama onun yerine bir kitap vermeliyim, çocuğa ne tavsiye edersiniz?” dedi. Kitaba baktım. Sabun köpüğü.
Benim veletler de okumuştu. Kabul biraz da argo. Kadına “Lütfen bu kitabı okutun” dedim. Neden? Birincisi, tüm sınıfın esprilerine güldüğü, aralarında kitap alışverişi yaptığı, teneffüslerde aralarında bu kitaptan esinlenerek oyunlar oynadıkları bir ortamdan çocuğunuzu koparmamalısınız. Buna hakkımız yok. O çocuğun eline dinî bir kitap verdiğinizde, bir insan dinden nasıl nefret eder, sorusunu da cevaplamış olursunuz.
Kur’an öğrenememiş pek çok kişinin “çocukluğumda gittiğim korkunç cami hocaları” diye başladığı hikâyenin bir benzeridir bu. (Gerçi kırk yaşına gelmiş birinin dinle ilişkisini hâlâ yedi yaşındaki cami hocası üzerinden kurup anlatması saçma, o ayrı konu. O taraflara, bir türlü büyüyememek konusuna, kendi hatanı başkalarının bir zamanlar yaptığı şeylere yükleme fikrine girmeyelim.
Türkiyemiz büyümemiş yetişkinler memleketi zira. Gireriz yazının ekseni kayar.) Hâlbuki evde bir dinî atmosfer var ise, çocuk o kitabı okusa da, fark etmez. Biraz içine girer, o an arkadaşlarıyla güler, sonra biter. Çünkü çocukların ruhu var. Üstelik ruhları bizimle aynı yaşta. Hepimizin ruhu aynı anda yaratıldı, akranız. Büyüklük küçüklük bu dünyadaki görüntüler. Cennete de inşallah gittiğimizde hepimiz yine aynı yaşta, otuz üç yaşında olacağız.
Çocuklarımız bizim şekillendireceğimiz oyun hamurları değil, bizler kendimizi şekillendirmeliyiz. Kendimize güzel manevi kokular sürmeliyiz, o zaman yanında büyüyen çocuk da o kokuya alışır. Fena bir koku duyunca başta biraz merak edip koklasa da sonra burnunu kapatmasını bilir.
Ebu Talip’e “Oğlumuz Ali, Muhammed’le (s.a.v.) devamlı dip dibe, bir bak bu ne iştir” demişti eşi. Ebu Talip de bunun üzerine gizlice yeğeniyle oğlunu takip etti. Onları namaz kılarken gördü. Gidip yanlarına sordu.
Oğlu, Hz. Ali bir çocuktu ve Müslüman olduğunu söyledi. Müslümanlık? Ne düşündü Ebu Talip? “Daha on yaşında… Ali çok acı çekecek çünkü Mekkeliler bu dini asla kabul etmez. Oğlunun kariyeri bitti. Asla iyi bir mevkiye gelemeyecek, soylu bir kızla evlenemeyecek…” filan filan. Peki ne dedi? “Asla olmaz, sen benim dinimde kalacaksın” mı? Hayır, kabul etti. Çünkü oğlu güzel bir kokunun, Allah Resulü’nün (s.a.v.) yanındaydı. Çocuğunun kararına rıza gösterdi. Dedi ki, “Ahlakın en güzeline sahip olan yeğenimin yanında oğlum, yanlış bir tercih yapmış olamaz, şartlar ne kadar aksini söylese de!”
Çocuğun kimin yanında olduğu önemlidir. Hangi havada büyüdüğü. Kimin kokusunu kokladığı. Anne babanın manen nasıl koktuğu…Son cümlemiz şu olsun, kişi ahlakı kitaplardan değil, insandan öğrenir. Eğer öyle olsaydı bize Kur’an yeterdi. Fakat Rabbimiz bize dinimizi, Kur’an’ı, insanla Resulullah’la (s.a.v.) ile öğretti.
Ayşe Sevim