SAFVET KASRINDA BİR HASBÎ MÜNÂDİ
Yaşar BAYAR Kuşaktan Kuşağa Sendikal Hatıralar Yarışması Türkiye Birincisi
I/
İnsan; öteler ötesinin, ışıyan bir yansıması, bir izi, bir şavkıdır.”Kûn” sözüyle başlayan İlahi iradenin süratle tahakkuku; yokluğun bağrına atılan iki harf ve bir heceden ibaretti. Öyle ki, ana rahmine düşmekle somutlaşan, ölümle boyut değiştirerek ebedileşen bir yolculuktur bu… Aşk hem zamana hükmetmiştir hem de mekâna…
Eğitim-Bir-Sen’in üye kayıt ve kurumsallaşma çalışmalarının yoğunlaştığı 2003 yıllarıydı… Halini hatırını sormak için Ahmet Tevfik Hoca’yı ziyaret edecektim. Çok soğuk bir kış günüydü, kar taneleri bilinmeyen bir âlemden gelen sır dolu haberciler gibi beyaz gölgeler halinde uçuşuyordu. Mahviyetkâr ve ömrü Mushaf ışıltısında geçmiş Ahmet Tevfik Hoca, okulun bahçesinde o her zamanki nezaket ve zarafetiyle beni bekliyordu. Segâh ve kar, ikisi beraber iniyordu gökyüzünden. İkisini de sindire sindire yudumluydu sanki. Ola ki, sabahtan okula gelmiş, inceden inceye yağmaya başlayan karı görüp bahçeye koşmuş, sonra kar anîden bastırınca, burada tutuklu kalmıştı.
Öyle günler vardır ki, bizde onlardan belirgin çizgileriyle resimler kalır. Denilebilir ki, o resimler sadece çizgiler de değildir, yansıttıkları zamanın renklerini, kokularını, seslerini de korurlar. Rüyalarına gülsuyu yağan bu adamı, tanıdığım ve ideallerimizin el ele verdiği günden beri aklımda böyle bir resim kaldı ve hiç solmadı. Bunun bir sebebi belki de birbirimize el uzattığımız gün sıkıntılarımızın ikiye bölünmesi, sevincimizin iki kat artmasıydı.
Musafahadan sonra bahçe içinde yürümeye başladık. Yüzlerimiz ayrı yönlere dönük, koyu bir tipinin içinde gittikçe kaybolan manzaraya bakarak hastane de yatan çocuğunun durumunu sormuştum: “Şükürler olsun iyi sayılır” deyip, rahmetli kurucumuz Âkif İnan’ın ‘Umut Gazeli’nden mısralar okuyordu. Bu vakarlı insanın şükrünü; sadece nimeti görerek körleşmek yerine, nimeti vereni de görmek olduğunu, her geçen dakika biraz daha yoğunlaşan kar yağışının altında güçlükle de olsa anlamaya çalışıyordum.
Her neslin, temsil edicileri olduğu kadar yalnızları da vardır. Eğitim-Bir-Sen’in örgütlü gücüne inanmış, ortalarda hiç gözükmeyen mefkûre adamlarından biriydi Ahmet Tevfik Hoca. Hüzünlü çehresinde bir milletin terkibini gördüğüm bu idealist öğretmen, binlerce yıllık tarihimizin temeli olmuş, o uzun yolculuğun hatıralarından temiz ve şerefli izler taşıyordu.
Bir çocuk sahibi olduğunu ve okulundaki fakir öğrencilere de yardım ettiğini biliyordum.”Bu ne fedakârlık” demiştim titrek bir sesle. Dinlemiyordu beni sanki. Biliyordum ki, makine uygarlığının bütün bozucu, çürütücü, yıkıcı etkilerine rağmen bu toprakların unutulmuş insanlarında, kendileriyle omuz omuza yaşayanların bile tam anlamıyla acı bir gizlilikleri vardır. Birazcık olsun çözebilmek onların dokunulmamış yalnızlıklarının mutlu ülkesine birazcık olsun sızabilmek için, nereden ve nasıl başlayacağımı kestirmekte güçlük çekecektim. Uzun bir suskunluktan sonra:”Bizim mensuplarımız, mutlaka idealist olmak zorundadır. Biz, çile çekmek, hesap vermek ve çilekeş Anadolu insanının şahsında mazlum İslâm ümmetinin sesini haykırmak zorundayız. Biz, dilediğimiz gibi yaşayamayız” diyordu soğuktan üşümüş ellerini ovuşturarak.
İnanmışlığın gizli neşesi ve bir mukaddes davaya hizmeti huzurundan gayri, hangi ikbâl, hangi şöhret onun kapısını çaldı?.. Ahmet Tevfik Hoca’yı hangi nesle sokup, hangi neslin temsilcisi sayabilirsiniz? Hiç, hiçbir neslin. O da neslinin üstünde ve kendi mefkûreci yalnızlığı ile geleceğe uzanmış bir aydınlık olarak kalacaktır…
Durmak ve dinlenmek yoktu onun için. Her fırsatta Eğitim- Bir-Sen’in, düşünce ve kültür coğrafyamız ölçeğinde yaktığı yerli ve millî ateşi duyurmaya çalışıyordu. Biliyordu ki insanın ve insanlığın “mutlak kurtuluşu, ebedî esenliği”, beşerî sistemlere ümit bağlaması, eşyanın geçici ihtişamına aldanışı, küresel rüyaya kanışı ile değil; ilahî nizama dönüşü/ona teslim oluşuyla mümkündü. Bunun içindir ki ahir ömründe dünyevî endişeden, tebliğ endişesine doğru bir seyir çizmiş ve nihayetinde, artık isimsiz sendikacılığı hem onun için hem de O’nun izini sürenler için “muşamba dekor” olmaktan çıkmış ve “mutlak hakikati arama” arzusuna dönüşmüştü.
Ahmet Tevfik Hoca, Rahmetli kurucumuz Âkif İnan’ın aksiyonunu, dava ıstırabını mücâhede hattında sabitkadem olmasını, uğruna baş koyduğu davanın kara sevdalısı olarak çatlayıp kalmasını öğretmişti bana… Bütün tek başına olanlar gibi mağlup ve ümitsiz kalmamak için, en mukaddes sevgi ve inanç donanarak birbirimize kenetlenmeyi öğretmişti.
II/
Eşinin ölümünden sonra, çocuğunun da aynı hastalığa tutulması bitişinin acısını da bitirmişti. Yıllar yılı aynı odanın havasını teneffüs ettiği, aynı kaptan yemek yediği, aynı sokaklardan yürüdüğü ve oturup beraber ağladığı eşi, bir karanlık günde soğuk bir rüzgâr gibi yok olmuştu.
Şimdi çok uzaklardaydı her şey. Kaldı ki yaşıyor muydu sahiden? Yaşamak ne demekti? Solgun, neşesiz, yoğun sisler içinde sıkıntılı seneler gelip geçti gözlerinin önünden… Bir kozmik zaman kuşağının silik bir rengi olmak! Göğe baktı: Acının, dünyanın ve karların uzağına… Kendinin ve sevmenin uzağına…
Sanki bin yıl yaşamış kadar hatıraları olan, bir kaderin içine birçok alınyazısını sığdıran, yüzünüze kavislerin ordusunu sıkıştıran, sanki vücudunu örten derisinde ne kadar gözenek varsa, hepsinde birer dert saklayan; tepeden tırnağa dehliz kesilmiş bir adamla yan yanaydım.
Telefonu acı acı çaldı Hoca’nın… Oğlunun yattığı hastaneden arıyorlardı. Sanki ne diyeceklerini biliyordu. Solgun dudaklarında olmazlığa ağıtlanan çarpık bir gülümseme kıvılcımlanıp söndü. Neler söylediler bilmiyorum. Birden hatırlamışçasına sigara paketini aradı, bulamadı. Cepleri birer uçurum gibiydi. Bir yanardağ boşluğu gibi. Ellerine sürtünen şeyin sigara olabileceği ihtimali, alışkanlığı silinip gitmişti belleğinden. Belleği, ıslanmış bir suluboya resim gibiydi. Dağılıp akıyordu. Bilmek ve bilinç dengesi anlamsız, sisli bir boşluktu. Hatırlamak, hayal etmek, sevinmek, bir deli sayıklamasıydı… Algısı yüreğini sıkmakta olan dayanılmaz acıya ayarlanmıştı. Bilebildiği, hissedebildiği tek bir şey vardı şimdi: Yaşamak, var olmak acısı! Yüzüme donuk donuk baktı. O kadar baktığı halde, yüzüm ne bir adım ileri gitti ne bir adım beri geldi. Ne aşıldı ne yıkıldı… Anlamıştım, bir ümit güneşi daha batıp gitmişti… “Vakit tamam” demişti yine ölüm meleği…
Bağrına saplanmıştı artık firâk hançeri. Bir kurbanın tevekkülü vardı adımlarında. Ayakları kan kokan ankebût gibi ağır ağır örüyordu heyûlayı. Karlar, alabildiğine yağıyordu… Âdeme giden, encama koşan necm misali; bin yıllık açlığını gidermek telaşındaki bin bir başlı ejderhanın dibinde nöbet tuttuğu kör kuyular gibi yutuyor her şeyi. Gözlerinden sızan gözyaşları ıslık ıslık akan bir vedâ ayininin ser taksimiydi sanki. Vurgun yemişti üveyikler. Ötmüyordu hiçbiri. Lâl olmuştu yedi düvel, pürmelâl âlem-i seb’a…
Ceketinin yan cebinden çıkardığı kırışmış kâğıtları elime tutuşturarak: “Bunları sendikadaki arkadaşlara ulaştır! “diyerek aniden bahçenin dışına doğru koşmaya başladı. “Dur, beni bekle!”seslenişime hiç aldırış etmiyordu. Üzerindeki hayal kırıklığı tozlarını silkeleyerek, yalnızlığın ve ölümün teras katına çıkmıştı bir kere… Elime tutuşturduğu kâğıtlar, sendikaya yeni üye yaptığı öğretmenlerin üyelik formlarıydı. Bugün beş yüz binlere ulaşan üye sayısıyla genel yetkili sendika olmayı sağlayacak bu “emanet formlar”, benim o nankör hafızama karşın hücre hücre bir hafıza kesiliyor, bir kayıt ve sicil, vefa ve mürüvvet simgesine dönüşüyordu, gece gündüz, biteviye…
III/
Cenaze namazından sonra Ahmet Tevfik Hoca’yla bir daha yüz yüze gelmedim. Hoca, emekliliğini isteyerek hatıralarından uzakta bir başka şehre gitmişti. Bir üç asır kadar uzak, üç soluk kadar yakın bir zamandı bu. Belki de zaman üstü bir şeydi. Yahut hiçbir şey! Mutsuzluğu mutluluğa dönüştürecek kelimelerin söylenmesini engelleyen bir şey vardı… Ama neydi o? Hiç bilmiyordum. Şimdi sadece insan kimliğimle bütünleştirdiğim bir ‘kader Kesiti’ni doldurmaktaydım.
Onun yaşadığına dair tek kanıt oğlunun ve eşinin ölüm yıl dönümünde onların mezarlarına konulan ve sanki ‘ağlayan’ karanfillerdi…
Rahmetli Âkif İnan, Rahmetli Erol Battal, Ahmet Tevfik Hoca ve daha nice hâlis ve hasbî mânâ eri, bizim medeniyetimizin yaşayan ve yaşatan mümessilleri idiler, bu hal onların tabii hayatları idi; huzurları ve varlıkları, rasyonalist bir uygarlık karşısında bunalan ruhlarımız ve gönüllerimiz için vahiy medeniyetinin metin ve müstakim melceleri idiler; bundandır ki, melekler ile ülfet eden bu insanların varlığıyla bu sendika büyüdü, serpildi. Onlar; dava ıstırabını, mücâhede hattında sabitkadem olmasını, uğruna baş koyduğu davanın kara sevdalısı olarak çatlayıp kalmasını öğrettiler bizlere…
Bugün, onların yokluklarında eksikliklerini giderek daha derinden hissediyoruz. Anadolu’nun bu öz çocukları, özleriyle ve zâtî hususiyetleriyle her zaman kendilerini hissettiren ve gönüllerde yaşamasını bilen bir şahsiyet olarak bugün susmuşlar, ama onların susmaları bile bir çığlıktı.
Yûnus, “Her gün yeniden doğarız” diyor ve “Ba’sübâdel-mevt” bu dünyâda da her ân tecellîlerini gördüğümüz bir Allah kanunudur…