Kur’an’ı Nasıl Yaşayalım?

KUR’ÂN’I NASIL YAŞAYALIM?

Lafzı muhkem yalnız, anlaşılan, Kur’ân’ın,

Çünkü kaydında değil hiç birimiz mananın.

Ya açar Nazmr-ı Celil’in, bakarız yaprağına,

Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına,

 İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin!

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!

 Mehmed Âkif!

Kur’ân, bizim varlığımızın biricik şartıdır. Kur’ân’sız bir İslâmiyet düşünmek; ruhsuz bir beden düşünmek gibidir. Bizim hayat kaynağımız Kur’ân’dır. Biz ancak Kur’ân’ı yaşadığımız ve hayatımızı Kur’ân’a göre yönlendirdiğimiz zaman, gerçek anlamda Müslüman oluruz. Yoksa Müslümanlığımız isim olmaktan öteye geçemez.

Kur’ân, hayatın kitabıdır. Günlük hayatta yaşanmak için inmiştir, bütün emir ve yasaklarıyla eksiksiz yaşanmak için… Ne yazık ki, yüzyıllardır, biz – bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek – Kur’ân’ı hayatımızdan uzaklaştırdık. Bunun sonunda biz de hayattan uzaklaştık. Dünya milletlerine lider olmak üzere yeryüzüne gönderilmiş bir ümmetken,? Kur’ân’dan uzaklaşmamız sonucu yeryüzündeki ümmetlerin peşinden sürüklenen ölü bir kitle olduk.

Nasıl Müslümanlığımız sadece bir isimden ibaret hale gelmişse, elimizde bulunan Kur’ân da sadece klasik bir metin haline gelmiş bulunuyor. Biz bu metnin anlamını kavrayıp hayatımızda uygulamak yerine, onu; ölülerimiz için okunan bir dua ve hastalarımız için okunan bir şifâ kitabı haline getirdik.

Din bilginlerimiz; Kur’ân’dan, yaşanan pratik bir hayat nizâmı çıkaracaklarına, onun yalnızca dil ve üslup özellikleri üzerinde durdular. Fesahat ve belagat yönünden eşsiz bir eser olduğunu belirterek – ki bunda şüphe yoktur – daha çok gramer bakımından ondan yararlanma yoluna gittiler. Tefsirlerimizin büyük bir kısmı, onu metin çözümlemesi için bir malzeme olarak kullandı. Onun hayata uygulanmasından ibaret olan fıkıh. bir müddet sonra teferruat içinde kaybolup gitti.

Kısaca, elbirliğiyle, Kur’ân’ı hayatımızdan uzaklaştırdık. Kur’ân’dan uzaklaşınca da hayattan uzaklaştık.

Günümüzde büyük bir uyanış içinde bulunan Müslümanların tez elden, yeniden Kur’ân’a dönmeleri ve Kur’ân’ın ışığında yeni bir hayat tarzını tekrar ortaya koymaları zamanı gelmiş ve geçmektedir. Bunun için de Kur’ân’ı bir başucu kitabı haline getirmek ve onun buyruklarını sürekli olarak canlı ve gündemde tutmak zorundayız. Bunu yapabildiğimiz an; hayatımızın akışı değişeceği gibi, olayların peşinden sürüklenmek ve hep “antitez” olarak çıkmak yerine, olayları kendi doğtultumuzda yönlendirip “tez” şeklinde ortaya çıkmamız mümkün olacaktır.

Kur’ân, bize bir hayat tarzı takdim etmektedir. Bu hayat tarzının küçük ayrıntıları belirsiz olsa da temel çizgileri açıktır. Ve Kur’ân ile sürekli irtibat halinde bulunan kişi, bu ana çizgi nin dışına çıkamaz. Ne zaman, nerede ve nasıl davranacağını bilir.

Kur’ân bize kendi özel diyalektiğini verir. Biz olaylara, daha başlangıçta, Kur’ân’ın perspektifi ile bakar ve önceden değerlendiririz. Beklenen olay ortaya çıkınca da apışıp kalmayız. Her olaya, Kur’ân’ın koyduğu temel ölçüler içerisinde izah tarzı buluruz.

Kur’ân bize geniş ufuklar açar. Hayatı dar çerçeveden değil de geniş açılardan görmemizi sağlar. Meydana gelen şeylerin ardında Allah’ın gerçek gücünü görmemizi temin ederek basit gelişmelerle, kolay çözümlere gitmemizi önler. Bu sebeple, bazan aleyhimizdeymiş gibi görünen olaylarda bile bir hayrın sakı bulunduğunu ve bizim dar ufkumuzun bilgi vâsıtalarımızın bunu kavramaktan âciz olduğunu öğretir.

Kur’ân diyalektiğine sahip olan kişi, maddi değerlerin köleliğinden kurtulur ve gerçek anlamda özgürlüğe kavuşur. Hiçbir baskı onun hürriyetine engel olamaz.

Kur’ân’ı yaşayan kişi, eşsiz bir direnme gücü kazanır. Baski ve sıkıntılar karşısında eğilip bükülmez. Onun için sinir krizleri ve kararsızlık söz konusu değildir. Çünkü her şeyin ardında saklı duran ilâhi gücü bilir ve neticeyi ona havale eder.

Kur’ân’ı yaşayan kişide ihtiras olmaz. Çünkü hırs, aşırı isteklerin ve tükenmez emellerin mahsulüdür. Halbuki Kur’ân’ı yaşayan kişi için bir sonuç elde etme veya insanlara bir şey sahibi olduğunu isbat etme zarureti yoktur. O sürekli çalışmakla mükelleftir. Netice ise Allah’a havale edilmiştir. Neticeyi görmek ve herkese, “Ben şu sonucu aldım” diye caka satmak onun şiarı değildir. Çünkü neticeyi Allah’ın hâsıl ettiğini, kendisinin ise sadece bir vâsıta olduğunu bilir.

Kur’ân’ı yaşayan kişinin değersiz geçen bir ânı yoktur. O, her ânını değerlendirmek zorundadır. Sahibi olduğu en değerli şeylerin başında zaman gelir. Bu sebeple boş ve değersiz şeylerle uğraşmaz. Ömrünün her saniyesinden hesaba çekileceğini bilir. Ve bu nedenle değerli saniyelerini insanlığın ve dünyanın faydası için kullanır. Sonra da alnının akıyla emanetin sahibi olan yüce Allah’a kendini teslim eder.

Kur’ân’ı yaşayan kişi, ölümden korkmaz. Çünkü ölüm, onun için bir son değil, yepyeni bir başlangıçtır. Ebedi hayatın kapılarını önüne açan bir geçittir. Ölümle korkunç bir uçuruma yuvarlanmıyor, aksine huzur ve mutluluk dolu bir hayata koşuyor. Çünkü kendisine denir ki:

Selâm size, hoş geldiniz! Haydi temelli kalmak üzere girin ona! (Zümer/73)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, aşırı bir tutkuyla hayata sarılmaz. Çünkü bu dünyanın geçici olduğunu, her şeyin burada sonuçlanmayacağını, buranın âhirete giden yolda sadece bir durak olduğunu bilir:

Dünya [yakın/şimdiki] hayat, bir oyun ve eğlenceden başka birşey değildir. (En’âm/32)

Dünya [yakın/şimdiki] hayat, sadece bir oyun ve eğlencedir. (Muhammed/36)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, dünyada Allah’ın kendisine lütfettiği nimetleri iyi değerlendirir ve bunlardan yararlanmanın kendisi için bir vazife olduğunu bilir. Bunlardan yararlanırken egoistçe ve şuursuzca değil, kendi cinsinin ve tüm varlıkların yararını da gözelmeyi unutmaz:

Allah’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu gözet, dünyadan da payını unutma. Allah sana nasıl ihsan etti ise sen de öylece ihsan et. (Kasas/77)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, Allah’ın verdiği nimetleri yersiz şekilde israf edip enerji kaynaklarını boş ve lüzumsuz yere tüketmez. Bilir ki, bu nimetlerin hesabım verecektir. Nimetlerden yararlanırken de onları insanlığın ve varlıkların hayrına kullanmaya çalışır. Kendinden önce ve sonra, bu nimetlerin kıymetini bilmeyip onları yersiz şekilde tüketenlerin âkıbetlerinin kötü olduğunu bilir:

Andolsun ki, sizden önce nice nesilleri, zulmetmeleri sebebiyle helak ettik. Halbuki rasülleri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de onlar iman etmemişlerdi. İşte böyle cezalandırırız mücrimler kavmini. Sonra onların ardından, nasıl amel işleyeceğinizi görmek için sizi yeryüzünde halifeler kıldık. (Yünus/13-14)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerin bir bölümünü başkalarına vermenin kendisi için bir görev olduğunu bilir. Çünkü onun elinde bulunan şeylerin hiç birinin gerçek sahibi kendisi değildir. Gerçek mülk sahibi Allah’ur. O, verirken Allah’ın malından vermektedir. Allah kendisini böyle bir imkâna kavuşturmuş olduğu için bir yandan mutludur; diğer yandan da elinin altında bulunan şeylerin hakkını verip vermediğini, Allah’ın huzurunda bunların hesabı görülürken işin içinden alnının akıyla çıkıp çıkmayacağını düşünür:

Göklerin, yerin ve o ikisi arasında bulunanların mülkü/ hükümranlığı Allah’ındır. (Mâide/17)

Ve Allah’ın – size verdiği – malından onlara verin. (Nür/33)

Kur’ân’ı yaşayan kişi; sürekli çalışır, didinir, emek sarf eder. İnsanlara iyi örnek olabilmek için her alanda gayret içindedir. Tembellik yapmaz, verimsiz çalışmaz, değersiz şeyler için emek harcamaz;

İnsan için sa’yinden/çalışmasından başkası yoktur. Ve elbette onun sa’yi yakında görülecek. (Necm/40)

Erkek veya dişiden kim mümin olarak sâlih amel işlerse, ona güzel bir hayat yaşatırız. (Nahl 97)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, kimsenin çalışmasını karşılıksız bırakmaz. Kimsenin hakkını yemez ve çalışanın emeğini ânında değerlendirir. Bilir ki, emek kutsaldır ve onun eksiksiz değerlendirilmesi gerekir,

..Onun semeresinden ve ellerinin mâmulatından yemeleri için. Hâlâ şükretmezler mi? (Yâ-Sin 36)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, bütün canlılara karşı sevgi besler, onlarla dostluk ve samimiyet içerisinde olmaya çalışır. Kendisinin de bir bölümünü oluşturduğu evrendeki bütün varlıkların yaraucısının Allah olduğunu, dolayısıyla onlarla iyi geçinmek gerektiğini bilir ve ona göre davranır. Kendi Rabbi’nin bütün âlemlerin Rabbi olduğunu, bunun için de o Rabbe kulluk etmekten

başka birşey yapmak durumunda olmayan varlıklarla ahenk kurmak gerektiğini kabul eder. İ

Her türlü hamd, âlemlerin Rabbi olanAllah’a mahsustur; rahmândır, rahimdir. (Fatiha/1-2)

..ve rahmetim her şeyi kuşatmıştır. (A’râf/156)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, her şeyde hakka riâyet eder. Öncelikle yeryüzünde hakkın hâkim olmasını ve bâtılın yok olup gitmesini ister. Bunun için çalışır:

..Hakkı hak olarak yerleştirmek ve bâtılı ibtal etmek için… (Enfâl 8)

Bilakis hakkı bâtılın üzerine çarparız da o onun beynini parçalar. (Enbiyâ/18)

Kur’ân’ı yaşayan kişi bilir ki, hakkın bâtılı yok etmesi, hak ehlinin bâtıl taraftarlarını yok etmesi ile mümkündür. Hak taraftarları bâtılın üzerine yürüdüğü zaman, Allah yardım eder ve zafer hak ehlinin olur. Yoksa Allah, müşahhas olarak veya meleklerini göndererek onları yok edecek değildir. Fakat hak ehli yeterince imkâna sahip olmaz veya bütün çabasını sarf ettiği halde netice alamazsa, o zaman Hak Teâlâ bizzat müdahale ederek bâtılı yok eder.

Kur’ân’ı yaşayan kişi, her şeyin hakkını vermek zorunda olduğunu kabul eder. Nimetin de imkânsızlığın da, zaferin de, yenilginin de hakkını vermek gerektiğini bilir.

Kur’ân’ı yaşayan kişi bilir ki, bâtılı ve bilcümle şer güçleri ortadan kaldırmak için cihat etmek zorundadır. Cihat etmeyenlere Allah’ın gazabı ve bunun yanısıra da zillet vardır. Cihat gücünü yitiren kişi ve toplumlar hayat ve cemiyet içerisinde bir varlık gösteremezler. Bu sebeple, Kur’ân taraftarları, hayatlarının her ânını – geniş anlamıyla – cihat içerisinde geçirmek Zorundadırlar. Cihat olmadan hiçbir şey olmayacağını bilir ve ona göre sürekli olarak cihâda koşarlar:

Cihad edip Allah yolunda hicret edenler… İşte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler. (Bakara 218)

Bizim yolumuzda cihad edenleri, dosdoğru yollarımıza iletiriz. (Ankebüt 69)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, ruhunu ve bedenini her türlü pislik ve kirlilikten arıtır. Engin bir ruh yapısına ve tertemiz, sağlam bir bedene sahip olmaya çalışır. Bilir ki, bedenin sağlığı için ruh, ruhun sağlığı için de beden sıhhati şarttır. Biri olmadan diğeri olamaz:

Doğrusu Allah müminleri minnettar kıldı; zira içlerinde kendilerinden bir rasül gönderdi, O’nun âyetlerini tilavet ediyor, onları arındırıyor, onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor. (Âl-i İmrân 164)

Nitekim sizin içinizde sizden bir Rasul gönderdik; size âyetlerimizi tilavet ediyor, sizi arındırıyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor ve bilmediklerinizi öğretiyor. (Bakara/151)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, yalan söylemez. Çünkü Allah’ın şöyle buyurduğunu bilir: Muhakkak ki Allah, müsrif/hadd bilmez aşırı yalancıyı hidayete iletmez. (Mümin/28)

 Kur’ân’ı yaşayan kişi, münafıklık/ikiyüzlülük yapmaz. Çünkü Allah’ın şöyle buyurduğunu bilir: Allah şehâdet eder ki münafıklar muhakkak yalancıdırlar. (Münâfikün/1)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, gıybet etmez. Çünkü Allah’ın şöyle buyurduğunu bilir: Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının! Zira zannın bir kısmı günâhtır. Birbirinizin gıybetini yapmayın! Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Ondan tiksindiniz değil mi? (Hucurât/12)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, kimseyle alay etmez. Çünkü Allah’ın Şu buyruğunu her an hatırında bulundurur:

Ey iman edenler! Bir kavim, bir kavimle alay etmesin; belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınlarla alay etmesin; belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Birbirinizi ayıplamayın ve kötü lakaplarla çağırmayın! İmanın ardından fısk ne kötü isimdir! (Hucurât/11)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, iftira etmez. Çünkü Allah’ın şu buyruklarını her an hatırında bulundurur:

Allah’a yalan isnat edenden daha zâlim kim vardır? (Enam/21)

Tallâhi, iftiralarınızdan dolayı sorguya çekileceksiniz. (Nahl 50)

 Kur’ân’ı yaşayan kişi, zulmetmez. Çünkü Allah’ın şu buyruklarına inanır; Doğrusu zâlimler felah bulmazlar. (En’âm/21)

 Âyetlerimizi ancak zâlimler inkâr ederler. (Ankebüt/49)..

Zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur. (Bakara/193)

Allah zâlimleri sevmez. (Âl-i İmrân/57)

Derken bir müezzin, “Doğrusu Allah’ın laneti zâlimlerin üzerinedir” diye ezan verir. (A’râf/44)

Ve özellikle zulümlerin en büyüğü olan Allah’a şirk koşmaktan, büyük-küçük her nevi şirk belirtisi bulunan davranışlardan kaçınır. Çünkü Allah’ın şöyle buyurduğunu bilir:

Doğrusu şirk çok büyük bir zulümdür. (Lokmân/13)

 Kur’ân’ı yaşayan kişi, zulmetmeyeceği gibi, zulme rızâ da göstermez, zâlime yardımcı da olmaz. Hele hele en büyük zulüm olan şirkin, küfrün ve tâgütun hâkimiyetine asla rıza göstermez:

Hatırına gelmesinin ardından zâlimler güruhu ile beraber oturma! (En’âm/68)

O gün zâlimlere mazeretleri fayda vermez. Lanet onlaradır, yurdun kötüsü onlaradır. (Mümin/52)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, hâkimiyetin bütünüyle Allah’a ait olduğunu bilir ve Allah ile kul arasına aracılar koymaz. Allah ile kul arasına giren/sokulan aracıların – adları ne olursa olsun – şirki temsil ettiğini ve insanların hep bu yüzden doğru yoldan saparak küfre sürüklendiklerini bilir. Nitekim müşrik Arablar da putları için, Biz onlara, başka değil bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz (Zümer 3) diyorlardı.

Kur’ân’ı yaşayan kişi; fuhşun, ahlâksızlığın her türlüsünden kaçının. Sağlam karakter yapısına sahip kişi, şehvet düşkünlüğünün insan için bir eksiklik olduğunu bilir. İnsanlığın kumanda makamına talip olan bir kitlenin, basit, nefsâni isteklerinin bile henüz tatmin edilmemiş olmasının utanç verici birşey olduğunu kabul eder. Allah’ın helâl kıldığı yolların dışında tatmin aramanın hiçbir şekilde hoş karşılanmayacağını bilir. Çünkü Allah’ın şu buyruğunu okur;

Doğrusu müminler felaha erdi. Onlar ki, namazlarında huşü içindedirler. Onlar ki, boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekâtlarını verirler. Onlar ki, ırzlarını korurlar. (Müminün 1-5)

 Kur’ân’ı yaşayan kişi, hiçbir yaratığın canına kıymaz. Çünkü cana kıymanın insanlık için büyük bir felâket olduğunu, haksız yere bir insan öldürmenin bütün insanlığı öldürmek gibi olduğunu bilir:

Kim bir nefsi bir nefis karşılığında veya yeryüzünde bir fesadı olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. (Mâide 32)

 Kur’ân’ı yaşayan kişi, kötü yola düşmüş veya tehlikeyle yüz yüze gelmiş bir insanı kurtarmanın bütün insanlığı kurtarmak olduğunu bilir:

Kim de onu diriltirse bütün insanlığı diriltmiş gibi olur. (Mâide 32)

Kur’ân’ı yaşayan kişi; rüşvet almaz, başkasının malına göz dikmez, idareci ve sorumlulara para yedirerek haksız iş görmez. Çünkü Allah’ın şu buyruğunu okumaktadır:

İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile günah ile ele geçirmek için onu iş başındakilere yedirerek mallarınızı aranızda bâtıl ile yemeyin! (Bakara/ 188)

Kuran’ı yaşayan kişi, haksız kazanç sağlamaz. Özellikle toplumlar için en büyük felâket sebeplerinden biri olan ve insanın insanı sömürmesi esasına dayanan faize kesinlikle karşıdır, Faiz sistemini reddettiği gibi, faizin İslâm’a karşı açılmış bir savaş olduğunu da bilir;

Ey iman edenler! Kat kat katlayarak riba faiz yemeyin. Allah’a itika edin ki felaha eresiniz. Ve kâfirler için hazırlanmış olan ateşten korunun! (Âl-i İmrân 130-131)

Ey iman edenler! Allah’a ittika edin ve eğer mümin iseniz faizden arta kalanı bırakın. Şayet yapmazsanız, Allah ve O’nun Rasülü’nden bir harp açılacağını bilin. (Bakara 278-279)

Kur’ân’ı yaşayan kişi, keyif verici ve uyuşturucu maddeleri kesinlikle kullanmaz. Bunun insan sağlığına ters düşen bir davranış olduğunu, toplumun yüceltilmesi ve geliştirilmesi için harcanması gereken değerli ömrün boşa gitmesi anlamına geldiğini bilir. İçki ve kumarın salığa zararını, toplum yapısı için arz ettiği tehlikeyi kabul eder. Çünkü Allah’ın şu buyruğunu hiçbir zaman hatırdan uzak tutmaz:

Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, felaha eresiniz. (Mâide/90)

Kısacası, Kur’ân’ı yaşayan kişi, bütün davranışlarında kendini Allah’a ve O’nun Rasülü’ne teslim eder. Allah’ın hükmünü yerine getirir ve O’nun buyruklarına uyar. Ve bilir ki; bunda hayat vardır. Yaşamak; bir bitki, bir katı madde gibi belirli zaman dilimini doldurup gitmek değil, bir iz bırakmak ve Allah’ın

insana yüklediği hilafet görevini yerine getirmektir. Bu şuurla hayatını Allah’a ve O’nun Rasülü’ne adar:

Ey iman edenler! Allah ve O’nun Rasülü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman icabet edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Sonunda O’nun katında toplanacaksınız. (Enfâl/24)

Yoksa onlar câhiliye hükmünü mü istiyorlar? Halbuki yakin şanından olan bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır? (Mâide/50)

Kim de Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir. (Mâide/44)

Kur’ân’ı yaşayan insanlar, tarihin her devrinde eşine rastlanmayan örnek davranışlar sergilemişlerdir. İlimde, sanatta, kahramanlıkta ve hayatın her alanında erişilmez hârikalar meydana getirmişlerdir.

Daha sonra, Kur’ân’ı yaşadığını söyleyip de, bunu laftan öteye geçiremeyen nesiller gelmiş ve atalarının yaptıklarıyla övünmekten başka birşey yapmamışlardır. Onlarla bunlar arasında isim benzerliğinden başka ortak bir nokta bulmak mümrkün değildir.

Kur’ân’ı yaşamak, ne güzel sesli hafızların yanık, dâvüdi seslerini dinleyerek kendinden geçmektir, ne de Tevrat’ın kötü bir uyarlamasından ibaret olan İsrail mitlerine dayanarak Allah’ın son ve ebedi kitabını tefsir etmeye kalkışmaktır.

Kur’ân’ı yaşamak, onun yolunda olduğunu söyleyip de Kur’ân’ı sırf zevk için ve isteklerin tatmini için kullanmak değildir.

Kur’ân’ı, öğrenmek ve uygulamak için bir öğrenci titizliğiyle kendimizi ona vererek okumalıyız. Dikkatsiz ve haylaz bir öğrenci gibi değil de disiplinli ve zeki bir talebe gibi Kur’ân’ın önüne diz çökmeliyiz.

Kur’ân’ı okuyalım; ama sayısız sevap kazanıp cennette kendimize daha iyi bir köşk edinmeyi amaç edinerek değil, Güzel sesli hafızlar tarafından okunan Kur’ân’ı dinleyelim; ama ‘ müsiki zevkimizi gidermek için değil. Bahtsız insanlara şifa iksiri sunmak için okuyalım, Yanık bağrımıza bir anlık nefes olması için okuyalım. Ne buyurduğundan habersiz, sadece okumak için okumak yerine; öğrenmek, yaşamak ve yaşatmak için, bütün varlığımızla emirlerine riayet ederek, kendimizi ona adayarak okuyalım. Gözyaşı dökerek, için için ağlayarak kendimizden geçmek için değil, nefsimizi ve içinde yaşadığımız toplumu uyarmak, coşturmak ve Hz. Dâvüd gibi dağları çınlatmak için okuyalım.

 Öyle ki Kur’ân okuduğumuz zaman yer yerinden oynasın, tüm insanlık sesimize kulak versin.

Kur’ân okumalıyız. Evet, hem de sürekli okumalıyız. Ama okuduğumuz Kur’ân, bizi kendi içimize gömülmek yerine, cemiyet meydanına sürüklesin; hayata, azme, çalışmaya gayrete dinamizme, atılganlığa, ibda imkânlarına, âlemlerin keşfine götürsün; uyutmasın, uyandırsın; oturtmasın, koştursun; sömürmeye ve sömürtmeye değil, insanca yaşamaya götürsün; mala kul değil, mala hâkim kılsın; mal ve mülkü bir kenara itmeye değil, onu Allah yolunda kullanmaya sevk etsin; mücâdele azmi versin; direnmeyi, zorluklara göğüs germeyi, olmazları oldurmayı, yapılmazları yapmayı, aşılmazları aşmayı sağlayacak çarelere yönelisin.

Kısaca, Kur’ân’ı okuduktan sonra artık başkalarının kulu, kölesi, bağlısı, hizmetçisi ve emir eri olmak yerine, herkesin önderi, rehberi, örneği ve lideri olmalıyız.

 Başkalarına yalvarmak yerine, onların imdadına koşmalıyız. İçimizdeki kompleksleri dizginlemeli ve okuduğumuz Kur’ân’ın buyruklarına hep birlikte koşmalıyız.

Tek vücut halinde birleşmeli ve Allah’ın kelâmını sözlerin en Yücesi yapmalıyız, İşte o zaman, gönül huzuruyla ve tıpkı daha önceki İslam büyüklerinin yaptığı gibi Kur’ân’ın icâzı, müsikisi ve ahengi üzerinde çalışabilir, düşünme ve değerlendirme yollarını arayabiliriz. Ve o zaman güzel sesli hafızların yanık ve içli seslerinden apayrı bir haz duyabiliriz. Ama bunu yapmadan, Kur’ân’ın müsikisiyle yetinmek, anlamsız bir zevkin ötesine geçmez. Biz Kur’ân’ı, her şeyden önce yaşamak ve yaşatmak için ve yalnızca bunun için okumak zorundayız. Bu da Allah’ın ne buyurduğunu bilerek, anlayarak okumakla, kısaca Kur’ân’ı hayatımızın yegane kaynağı haline getirmekie mümkün olur. Günümüz Müslümanının en büyük ihtiyacı kanaatimce Kur’ân’a yeniden dönmek; yeniden, yepyeni bir ruh ve anlayışla onu yaşamaktır.

Kim de tevbe edip sâlih amel işlerse; şüphesiz o, Allah’a gereği gibi yönelmiş olur. Onlar ki yalan yere şâhitlik et- mezler, faydasız bir şeye rastladıkları zaman yüz çevirip vakarla geçerler. Onlar ki Rabb’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı kör ve sağır davranmazlar. Onlar ki, “Rabbimiz! Eşlerimiz ve çocuklarımız hususunda gözümüzü aydın kıl, bizi muttakilere önder yap” derler. İşte onlar, sabrettiklerinden ötürü cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfaatlandırılırlar. Orada tahiyye ve selâm ile karşılanırlar. Orada temelli kalırlar. Orası ne güzel bir durak ve ne güzel bir makamdır. (Furkân/71-76)

Biricik amacımız bu ilâhi buyruğa nâil olmaktır.

Prof. Dr. Bekir Karlığa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir