KURAN’IN MUCİZEVİ ÖZELLİKLERİ
Kur’an’ı okuyan insan bir biyologsa, algıda seçiciliğin de etkisiyle, belki Nahl (arı) suresinin âyet numarasının 16 olması dikkatini çekecek. Sadece arıya özel bir durum olarak erkek arının kromozom sayısının 16 tek, dişi arının kromozom sayısının da 16 çiftten oluştuğunu bilen bir insan olarak büyülenecektir bu durumdan ve bunun rastlantı olma ihtimalinin ne kadar zor olduğunu da takdir edecektir.
Ya da yine benzer şekilde Kur’an’da adam anlamına gelen “Racul” kelimesinin tekil olarak 23, kadın anlamına gelen “mer’e” kelimesinin de 23 kere geçmesi, 46 kromozoma sahip olan insan türünün kromozomlarının 23”ünün erkekten 23*ünün de kadından geldiğini bilen biri olarak daha fazla çarpacaktır bir biyoloğu.
Ankebut (örümcek) suresinde bir örümceğin yuvasından bahsedilirken, yuvayı yapan örümceğin dişil olarak kullanılması da dikkat çekecektir. Örümcek ağını yapanın dişi örümcek olduğu bilgisi belki en fazla 50 yıllık bir bilgi iken, bunun 1400 küsur yıl önce yazılmış, hatta okuması yazması olmayan biri tarafından yazdırılmış bir kitapta bulunması hayret ettirmez mi bir biyoloğu?
Bu keşfin bu kitabı yazdıranın bir insan olması durumunun sorgulanmasına, bu bilgilerin örümceği de, arıyı da, kadını da, erkeği de, insanı da, hepsinin kromozomlarını da yaratan tarafından bildirilmiş olma ihtimalini düşünmesine sebep olmaz mı?
Eğer bir kimyacı ise Kur’an’ı okuyan, Hadid (demir) suresinin sure numarası olan 57’nin aynı zamanda demirin dünyadaki en kararlı izotopunun kütle numarasının da 57 oluşundan etkilenmez mi?
Yine aynı âyette demiri “indirdik” diye bahsedilir. Oysa artık bilim dünyası içinde hemen herkesin bilip kabul ettiği, demirin yeryüzünde yerkürenin varoluşundan beri bulunmayıp, başka süpernovalardan geldiği bilgisi henüz 1900’lü yıllarda ulaşılmış bir bilgidir. 1400 yıl önce yazdırılan bir kitapta bu bilginin bulunmasının, kitap insan eseri olsaydı, imkânsızlığı farkedilmez mi?
Eğer bir embriyolog ise Kur’an’ı okuyan, insan embriyosunun gelişim evrelerini; “atılmış bir sudan, sonra bir kan pıhtısından, sonra bir çiğnem etten, sonra kemiklerden” şeklindeki bir anlatıma hayret etmez mi?
Hele ultrasonun, röntgenin ve şimdiki görüntüleme cihazlarının hiç birinin olmadığı bir zamanda embriyonun durumunu bugünkü gerçeklere bu kadar uygun bir şekilde anlatan bir kitabın, ancak bir embriyolog ya da daha ötesi embriyoyu yaratan tarafından yazdırılmış olması gerektiğini düşünmez mi?
Arkeolog ise Kur’an’ı okuyan; helak edilen kavimlerle ilgili bulguların Kur’an’da bildirilen bilgilerle bu kadar uyuşması, Mekke’nin daha sonra da Medine’nin dışına çıkmamış bir peygamber tarafından bilinmesinin imkânsızlığını görmez mi?
Mısır hükümdarları için kullanılan “Firavun” lakabının ve yine firavunun yanında yer alan ve Kur’an’da 6 ayrı âyette bahsedilen “Haman”ın varlığından günümüz insanlarının ancak 1799 yılında bulunan “Rosetta taşı” adı verilen kitabenin çözümlenmesinden sonra haberdar olmuştur (Ayhan, 2018). Oysa bundan 600’lü yıllarda bahseden peygamberin hiyeroglif dilindeki bu kitabelerden, ya da Mısır’daki geçmiş iktidar ve yöneticilerden nerden haberi olduğuna akıl erdirmek imkânsız. Samimi bir insan ise Kur’an’ı okuyan, en azından Peygamberin peygamberlik iddiası ile ilgili olarak zihnine olumlu yönde bir şüphe, bir “acaba” düşmez mi?
Eğer bir astronom ise Kur’an’ı okuyan kişi, evrenin bir büyük patlama (big bang) şeklinde bir başlangıcı olup gittikçe genişlemekte ve soğumakta olduğu bilgisine bilim dünyası ancak 2013’te ulaşmış ve hatta bu tezi ispatlamak için yaptıkları Cem deneyi ile iki bilim adamı bu çalışmalarından dolayı Nobel fizik ödülünü kazanmışlar iken “Göğü Biz kurduk ve muhakkak onu genişletmekteyiz” (Zariyat, 47) âyetinin nerdeyse bin beş yüz yıl önce olsa olsa gerçekten göğü yaratan tarafından söylenmiş olma ihtimalini düşünebilecektir.
Ya da benzer şekilde atmosferin 7 tabakasından bilim dünyası ancak bu yüzyılda haberdar olmuşken, 1400 yıl önce inen Kur’an’da, göğün 7 kat olarak yaratıldığından bahseden âyetler olması dikkat çekici olacaktır.
Yine hem Furkan suresinde hem Rahman suresinde iki ayrı âyette (Rahman 19-20, Furkan 63), suları birbirine temas eden fakat aralarındaki bir engelden dolayı birbirine karışmayan iki denizden bahsedilir. Bir rivâyete göre ünlü Kaptan
Cousteau bu durumu keşfedip bunun Kur’an’da da var olduğunu öğrenince Müslüman olmuş, kimilerine göre önce Müslüman olup sonra yeniden kendi önceki dini olan Hıristiyanlığa dönmüş, başka bir rivâyete göre de bu durumdan etkilenmiş ama Müslüman olmamıştır. Cousteau’nun durumu her ne olursa olsun, onun Atlas Okyanusu ve Akdeniz’in Cebelitarık boğazında binlerce yıldır birbiriyle temas ettiği halde her iki su kütlesinin de sıcaklık, tuzluluk, yoğunluk gibi kendi özelliklerini koruduklarını ve birbirine dönüşmediklerini keşfetmesi birçok Müslüman için bu âyetlerin içinde bulunduğu kitabın Allah katından olduğunu bir kere daha ispatlamıştır. Ama bu durum, kuşkusuz Allah’ın her türlü mucizeyi görseler de onlar inanmazlar dediği (A’raf 146) insanlar için yeni bir inkâr vesilesi olmuştur.
Kur’an’ı okuyan kişi bir matematikçiyse, algıda seçiciliğin de etkisiyle, kendi alanındaki sıra dışılıklar daha çok ilgisini çekecektir. Mesela belki birçok başka insanın gözünden kaçan tekrarlara odaklanacak ve zaman ölçüsü olarak ay anlamına gelen “şehr” kelimesinin bütün Kur’an’da 12 kere, gün anlamına gelen “yevm” kelimesinin tekil olarak 365, çoğul olarak ise 30 defa geçmesi dikkatini çekecektir. Böylece bir yılın 365 gün ve 12 aydan, bir ayın ise ortalama 30 günden oluştuğunu bilen biri olarak, bir dini, yolu, inancı anlatmak için indirilmiş olup bir kitapta bu kelimelerin bu sayılarda geçmesinin olasılık ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu da görecektir.
Benzer şekilde dünya ve ahiret kelimelerinin her birinin 115’er defa, melek ve şeytan kelimelerinin her birinin 88”er defa, yakın ve uzak kelimelerinin her birinin 10’ar defa, sıkıntı ve huzur kelimelerinin her birinin 13’er defa, denge ve aşırılık kelimelerinin her birinin 23’er defa, boşanma ve evlenme kelimelerinin de yine her birinin 23’er defa, peygamber anlamına gelen “nebi” (haber veren) kelimesi ile haber anlamına gelen “nebe” kelimelerinin her birinin 80er defa 4 geçtiğini görmesi farklı bir etki yapacaktır.
Bunları hesapladığında bu kitabın bir insan tarafından, hele hele de okuma yazması olmayan bir insan tarafından oluşturulduğuna, bir yandan öğüt verirken bir yandan kelime sayısını böyle orantılı, birbiriyle denk ayarlamasının imkânsızlığını görecektir.
Alanı ne olursa olsun her ilim sahibine kitabın sahibinin Allah olduğunu düşündürecek birçok mucizesi vardır Kur’an’ın. Binlerce mucizeyi barındıran bir mucizedir Kur’an. Allah her kuluna onun anlayacağı, göreceği dilde deliller getirmiştir, bunların kimi keşfedilmiş, kimi de keşfedilmeyi beklemektedir.
Bu mucizeler ve farklı mucizelerden etkilenmek meselesi Gadamer”in Güzelin Güncelliği kitabında sembol kavramını anlatırken bahsettiği ev sahibi ve misafir örneğini çağrıştırır. Orada ev sahibi ilerde yeniden karşılaştıklarında birbirlerini tanısınlar diye misafire elindeki bir resmi yırtıp yarısını verir. Böylece yıllar sonra bir araya geldiklerinde bu yarım resmi birleştirip tanıyacaklardır birbirlerini (Gadamer, 2017).
Yeryüzünde her birimizin farklı hikâyelerden, farklı mucizelerden, farklı yöntemlerden etkilenip çarpılmamızın, her birimizin farklı olaylardan etkilenip Allah’ın hidâyetine ulaşmamızın sebebi, evin, evrenin sahibi olan Allah’ın ilerde, yeryüzüne geldikten sonra O’nu tanıyalım diye her birimizin eline farklı bir resmin yarısını vermesindendir bir bakıma. Ne zaman ki bizdeki resmin diğer yarısının Allah’ın elinde olduğunu görürsek biz de o zaman tanırız ev sahibimizi, Rabbimizi…
Henüz Allah’ı yeterince tanıyamadıysak, resmimizin yarım olmasındandır hâlâ. Ama bunun için de her yere bakmak lazım, aramak lazım. Akılcı biriysek, akla hitap eden âyetlerin içinde gizli olabilir bizdeki resmin diğer yarısı. Kıssacı biriysek en güzel kıssaları anlatan Kur’an’ın kıssalar kısmındadır diğer yarımız. Duygusal isek duygusal âyetlerin içinde saklıdır, edebiyatçıysak edebi yönünde…
Bulamadıysak yeteri kadar aramadığımızdandır, yoksa herkesin diğer yarısı, çok parçalıların bütün yarıları ordadır, yeter ki arayalım.
Mevlüde Aktay, Bir Müslüman Kuran ve Sünnete Nasıl Bakmalı