MÜSLÜMAN TOPLUMLAR VE NEFİSLERİN DEĞİŞMESİ
Bir defa daha, İsrail vahşeti ve yürekleri burkan Filistin dramı yaşanmaktadır. Ümmet, yine bu vahim gidişatı durdurmada bir çaresizlik içindedir; saldırgan İsrail’e ve arkasındaki Batı’ya lanetler okumaktadır. Elbette ki Müslümanlar, bu zalimler güruhu, katiller ordusunu telin edecek, kahrolmaları için dua ve niyazda bulunacaklardır. (Bakara, 2/193.)
Ne var ki yaşanan acıların bir muhasebesi için, Müslümanların kendi seyyiatları, sorumlulukları ve veballeri üzerinde pek de kafa yormadıkları anlaşılmaktadır. Çünkü eleştiri okları hep düşmanlara yöneltilmekte ve sorumlular hep uzaklarda aranmaktadır. Veya ümmeti esenliğe çıkaracak bir kurtarıcı beklenmektedir. Birileri gelecek, ümmetin önüne geçecek, onun sayesinde ümmet bütün bu musibetlerden kurtulacaktır. Diğer taraftan yaşanan musibetler karşısında “ahir zaman, zaten böyle olacaktı” veya “bunlar Allah’ın takdiri, ne yapalım” türünden yanlış anlayışlara sahip olanlar da vardır.
Dış saldırıların, siyasi ve sosyal buhranların yaşandığı zamanlarda Müslümanların birlikte hareket etmelerinin gerekliliği hep vurgulanmaktadır. Ancak kardeşliği başarmanın, birtakım manevi ve psikolojik yasalara bağlı olduğu göz ardı edilmektedir. Başka bir ifadeyle kalplerin darmadağın olduğu, çeşit çeşit dünyevi hırs ve tamahların iç dünyaları esir aldığı bir durumda bunun pek de gerçekçi olmadığı anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan sorumluluğu başkalarına havale etme türünden yanlış tutumlarla, tarihin ve toplumun aktör ve öznesinin insan olduğu, Allah’ın takdirinin de onun davranışlarına göre şekillendiği gerçeği unutulmaktadır. Kısaca Müslümanlar, duygu, düşünce, zihniyet ve amel planında kendilerini değiştirmeden, yaşadıkları talihsiz gidişatın olumluya, izzete ve iktidara dönüşmesini beklemektedirler.
Bugün sanki Müslümanlar, saldırganı ve onların destekçilerini kınamak ve telin etmekten, kendi durumlarını derinlemesine tahlil etmeye fırsat bulamamaktadır. Bu da olup bitenler karşısında önceki kitabi topluluklarda olduğu gibi, bir nevi kendini aklama sonucunu doğurmaktadır. (Maide, 5/18.) Oysa kendimizle yüzleşmemiz, en acı ve ağır eleştirileri Müslümanlar olarak kendimize yapmamız ve bunlara göre adımlar atmamız gerekmiyor mu? Çünkü yaşanan yanlış, ihmal ve sapmalardan kurtulmanın başka bir yolu yoktur. Nitekim Kur’an, başa gelenlerin, insanın bizzat kendi yaptıkları yüzünden olduğunu vurgular ve bizleri sadede gelmeye çağırır. (Şura, 42/30.)
Dış güçlerin müdahaleleri ile yaşanan olumsuzlukların baskısı altında, teknoloji, silah sanayi ve ekonomik gelişme gibi kazanımlarla her şeyin hallolacağı zannedilmektedir. Hemen belirtelim ki Kur’an’ın da ortaya koyduğu şekilde, bahsedilen bu güç kaynaklarının elde edilmesinin gerekli olduğunda şüphe yoktur. (Enfal, 8/60.) Ancak tarihsel misyonumuz, dinî kimliğimiz ve medeniyetimizin geleceği açısından bunların yeterli olmadıkları da bir gerçektir. Bahsedilen maddi güç ihtiyacı, son asırlarda bizim çokça tekrarladığımız ve çözüm olarak gördüğümüz bir anlayışı yansıtmaktadır. Burada sanki manevi yozlaşmanın dini bünyede açtığı yaralar, tahribatlar ve zafiyetler göz ardı edilmektedir. Sonuçta bizim değerler sistemimiz açısından sadece güç sahibi olmanın yeterli bir çözüm olamayacağı gerçeği anlaşılamamaktadır. Diğer taraftan bu anlayış, yaşadığımız sosyal ve siyasi buhranlar sebebiyle yeterli muhasebesini yapmadan aceleyle kapıldığımız seküler bir bakış açısını da yansıtmaktadır.
İslam ümmeti, geçen asra kıyasla iyi bir konumda olsa da yaklaşık iki asırdır bir badireden öbürüne sürüklenmekten kendini kurtaramamaktadır. Gözyaşı ve kan akmaya devam etmektedir. Anlık, duygusal, aşırı ve köktenci tepkiler ortaya koymanın ötesine geçilememektedir. Bir kısır döngü yaşanmaktadır. Toplantılar, kınamalar, tespit ve teklifler yapılmakta, ancak işe yarayan, geleceğe ümitle bakmamızı sağlayan kalıcı adımlar atılamamaktadır. Çünkü güzel temenni ve sözlerin Allah katında karşılık bulması için, beraberinde O’nun rızasına yönelik amellerin gerekli olduğu unutulmaktadır. (Fatır, 35/10.) Sonuçta ümmetin makûs talihini değiştirecek; eğitim, kültür, bilim, sanat, medya ve ekonomi alanlarında Müslüman toplumların ihtiyacı olan gelişmelere zemin hazırlayacak hamleler, ne yazık ki gerçekleştirilememektedir.
Belirtmek gerekir ki İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı meydan okumaların üstesinden gelebilmek için, kısa ve uzun vadeli çalışmalar yapılmalıdır. Kısa vadede Müslüman milletlerin, barbar dünya karşısında siyaset, hukuk, medya, ekonomi ve silah sanayi alanlarında acil adımlar atmaları gerekmektedir. Çünkü istila, kan ve gözyaşı akmaya devam etmektedir. Ancak bu durum, Müslüman toplulukların son asırlarda inanç, ibadet ve ahlak alanında yaşadıkları problemleri ve manevi yozlaşmayı görmezden gelme sonucunu doğurmamalıdır.
İki asırdır yaşadığımız durumun, belirttiğimiz şekilde, sadece bir maddi güç zafiyetinden kaynaklandığı zannedilmektedir. Oysa Kur’an’ın tarih felsefesi bizlere farklı bir şey söylemektedir. Şöyle ki milletlerin benimsedikleri değerler sistemi, dünya ve ahirete bakışları, yaşadıkları hayat tarzı, toplumların kaderini doğrudan etkileyen dinamikler olarak ortaya konmaktadır. Başka bir ifadeyle Müslüman toplulukların izzet ve onurlarını korumalarında, esenlik ve başarıya erişmelerinde; sağlam itikatları, takva duyarlıkları ve teslimiyet şuurları belirleyici olmaktadır. Bunlara ayrıca medeniyeti inşa edici değerler olarak çalışmak, cihat ve fedakârlık, vazife şuuru, sorumluluk duygusu, istişare, dayanışma bilinci, dinî, beşerî ilimler, sanat ve mimari alanlarında gelişme şartlarını da ilave edelim.
Allah Teâlâ, bahsedilen bütün bu değerleri kazanan Müslüman milletlerin, maddi ve manevi yönlerden yükselişe geçtiklerini, kaybedenlerin ise çöküşte olduklarını bizlere şöyle haber verir: “Bir toplum sahip olduğu dinî, ahlaki değerleri kötü yönde değiştirip dönüştürmedikçe Allah da o topluma nasip ettiği (esenlik, huzur, güç, iktidar, refah ve zenginlik gibi) nimetleri durduk yere geri almaz. Şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.” (Enfal, 8/53.) Ayette toplumun nefislerinde olanı değiştirmelerinden bahsedilmektedir. Bu olumsuz yönde olursa, toplumun gidişatı kötü yönde seyretmekte ve sosyal bir çözülme, hatta bir kaos baş gösterebilmektedir. Ancak bu değişim olumlu yönde ise, yani iman, itaat, vahdet ve adalet yönünde ise Allah’ın bahşettiği nimet, güç, kudret ve imkânlar o yönde artmaktadır. Nitekim Enbiya suresinde İsrailoğulları tarihinden bahsedilirken, vadedilen topraklara ancak tevhid, adalet ve hayır peşinde olan faziletli ve salih kulların varis olacakları anlatılmaktadır. (Enbiya, 21/105.)
Enfal suresinin 53. ayetinde geçen “nefislerde olanın değişmesi” ifadeleri olumlu yönde gerçekleşirse Müslümanların dinî hayatlarında bir diriliş, dayanışma ve buna bağlı olarak İslam medeniyetini inşa edecek dinamiklerin oluşması da mümkün olacaktır. Nitekim Nur suresinin 55. ayetinde imanla beraber zikredilen “salih amel” kavramının da bu muhtevayı içerdiği anlaşılmaktadır. Çünkü ayetin devamında Allah Teâlâ, amel-i salih işleyen müminler topluluğunun güç ve iktidara kavuşacakları, güvenlik ve esenliğe erişecekleri böylece İslam’ın yaygınlaşacağı vaadinde bulunmaktadır.
Şu hâlde Müslüman toplulukların, yaşadıkları badire ve buhranlardan çıkışları, nefislerin olumlu yönde değiştirilmesi yasasına bağlıdır. Bu içsel dönüşümü gerçekleştirmenin önündeki birçok engelden bahsedilebilir. Ancak bu başarılmadan da Müslüman toplulukların iç barışlarını sağlamaları ve insanlık çapında bir adalet ve denge unsuru olmaları mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla musibetlerden kurtulmaya yönelik çabalar, geçici, yüzeysel ve sonuçsuz kalmaktan öteye geçmeyecektir. Başka bir ifadeyle toplum, dini değerler etrafında kenetlenip oradan güç almadığı müddetçe, güven yoksunluğu, iç kargaşa ve zafiyetlerin devam edeceği anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan Yüce Yaratıcı, Kur’an’da dilediğini aziz, dilediğini de zelil kıldığını beyan etmektedir. (Âl-i İmran, 3/26.) Aslında bütün bu inişler çıkışlar, bahsedilen tarihsel yasa çerçevesinde ve dinin hem ferdî hem de toplumsal değerlerine bağlı kalıp kalmama ekseninde olmaktadır. Çünkü Allah (c.c.) tabiatta olduğu gibi toplumların hayatında da sebep sonuç yasasını koymuş, tarihin seyri de buna göre şekillenmektedir. Mesela Kur’an bizlere şu örneği verir: “…Vakti zamanında bir diyarda güvenlik ve huzur içinde yaşayan bir halk vardı. Bu halk alabildiğine bolluk ve refah içindeydi. Derken Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Allah da onlara işledikleri suçlar sebebiyle çok şiddetli bir kıtlık felaketi ve açlıktan helak olma korkusu yaşattı.” (Nahl, 16/112.)
Müslüman topluluklarda baş gösteren musibetlerin, bizim bilemediğimiz başka sebep ve hikmetleri de olabilir. Dolayısıyla siyasi kaosların yaşandığı belirli coğrafyaları nankör topluluklar olarak yaftalamamız doğru olmayacaktır. Ümmetin, insanlığın gidişatını okuyamama dolayısıyla medeniyetin ve izzetli olmanın gereklerini yerine getirememe gibi faktörler de burada rol oynamaktadır. Ancak Kur’an’ın burada, dini değerlerden uzaklaşmayı, bahsedilen kaotik ve kargaşa durumunun bir nedeni olarak ortaya koyduğu da unutulmamalıdır.
Öyle ise ümmetin düştüğü yerden kalkması gerekiyor. Tarihte vahye mensup toplulukların çöküşleri hep kalplerin katılaşması ve iç dünyaların çoraklaşması ile olmuştur. (Bakara, 2/74; Hadid, 57/16.) Bu sebeple ahir zaman ümmetinin kendine gelmesi ve kalbine dönmesi lazımdır. Çünkü kendi iç dünyalarında esenliğe erişemeyen toplumların dış dünyalarında barış ve güveni yakalamaları zordur. Dolayısıyla takva, tevekkül, tefekkür, tövbe, ihlas, huşu, sabır, şükür, zikir vb. erdemlerle iç dünyaların bezenmesi gerekiyor. Çünkü düşüşün başladığı yer orası, dolayısıyla Müslümanların kalkacağı yer de ancak orası olacaktır. Bu manada bizi ihya edecek kalbi değerleri yeniden bütün zenginliği ile geri almamız gerekiyor. Bu değerler, belirttiğimiz şekilde sadece inanç, ibadet ve ahlak gibi temel değerler değildir. Aynı zamanda bunlarla mayalanan, madde ve mana dengesini sağlayan ve medeniyetimizi inşa eden değerlerdir. Çünkü bu değerlerle beslenmeyen, düşünce, doktrin ve yapılanmalar, kendimize dönmemizi sağlamayacaktır. Aksine bizim yabancı dünyalara savrulmamız ve onların kötü bir kopyası ve yüklenicisi konumuna düşmekten bizleri kurtaramayacaktır.
Kur’an’da bizlere, “Ey iman edenler! Siz siz olun, sorumluluk ve takva bilincinizi her daim ayakta tutun. Zira siz Allah’ın gösterdiği yolda yürüdüğünüz müddetçe o sapkınlar size hiçbir şekilde zarar veremez.” (Maide, 5/105.) buyrulur. Şu hâlde mazlum ve mağdur Müslüman halkların kurtuluşu, ümmetin kendine gelmesi, takva ve teslimiyet duyarlılığı ile dirilmesine bağlıdır. Diğer taraftan Kur’an, kâfirlerin, zalimlerin ve hainlerin asla kurtuluş ve esenlik yüzü göremeyeceklerini bizlere bildirmektedir. (Yusuf, 12/23.) Kurdukları tuzaklar başlarına yıkılacaktır. (Fatır, 35/43.) Nitekim atasözünde, “Zulüm ile abat olanın akıbeti berbat olur.” denmiştir. Ancak unutmamak lazımdır ki zalimlerin sonu da Müslümanların kendi sorumluluklarını yüklenmeleri ve gereğini yapmalarına bağlıdır. (Tevbe, 9/14.) “Nereden başlamak lazımdır?” diye sorulacaksa bir Müslümanı gerçek manada Müslüman yapan iç dinamiklerden başlamak lazımdır. Yani Kur’an’ın ifadesiyle Allah’ın insanın tabiatına nakşettiği İslam boyasıyla boyanmak gerekiyor. (Bakara, 2/138.) Çünkü toplumları ayakta tutan dış dinamiklerin güçlü olması, ancak iç dinamiklerin sağlam olması ile mümkündür.
Batılı ülkelerin sahip oldukları maddi, askerî, teknolojik ve ekonomik güç, bazılarında bir umutsuzluğa sebep olabilir. Ancak belirtmek gerekir ki nice güçlü toplulukların, kale gibi imana sahip, az ama sabırlı ve gayretli müminler topluluğu karşısında mağlup oldukları da tarihî gerçeklerdendir. (Bakara, 2/249.) Bu bakımdan tarihin akışının nerede ve ne zaman olumluya inkılap edeceğini kestirmek zordur. Allah zalimlere mühlet verir ancak asla ihmal etmez. “O zalimler/kâfirler, nasıl tepetakla olacaklarını yarın bir gün göreceklerdir.” (Şuara, 26/226.) ayeti de bunu göstermektedir. Yine belirtmek gerekir ki Allah Teâlâ’nın mustazaflara, mazlumlara yardım sözü vardır. (Kasas, 28/5.) Ancak Müslüman toplulukların bunun şartlarını yerine getirmeleri, kıvama ermeleri, kıyamda olmaları, fedakârlık yapıp bedel ödemeleri gerekmektedir. Çünkü insan için çalıştığından başkası yoktur. (Necm 53/39.)
Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı