AHLAK İSYANI
“Şüphe yok ki, Allah adaleti ve iyilik yapmayı, yakınlara karşı cömert olmayı emredip; çirkin işleri, haksızlığı ve taşkınlığı yasaklıyor ve size düşünesiniz diye öğüt veriyor. Sözleşme yaptığınızda Allah’ın sözleşmesini yerine getirin. Sağlama bağladıktan sonra, yeminlerinizi bozmayın. Nasıl bozarsınız ki, Allah’ı kendinize kefil kılmışsınız. Şüphesiz ki Allah, ne yaparsınız hepsini bilir. İpliğini sağlamca büktükten sonra, onu söküp dağıtan kadına benzemeyin. Bir topluluk diğer bir topluluktan daha çok ve üstün diye yeminlerinizi bozup, hileli hareket etmeyin. Allah bütün bunlarla sizi imtihandan geçiriyor ve üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri, kıyamet gününde size açıklayıp bildirecek.” (Nahl süresi, 16:90-92)
İslâm davetini durdurmak için birbirleriyle görüşüp-konuşan ve verdikleri kararlarla amaçlarına ulaşmaya çalışan Mekke eşrafı, önceki bölümde geçtiği üzere, bu toplantıların bir kısmında, Resulüllah’ın şahsıyla ilgili olumsuz haberler yayarak insanları Resulüllah’tan uzaklaştırmayı planladılar. Haberin konusunun ne olacağını düşünüp, tartıştılar. Onun kâhin, şair veya sihirbaz olduğunu ilan etmeyi düşündüler. Fakat hiçbirisinde karar kılamadılar. Çünkü bunların hiçbirisinin Resulüllah için geçerli olmadığını biliyorlardı. Ancak buna rağmen O’nun insanı derinden etkileyen sözlere sahip olduğunu dile getirip; “O’nun sözlerinde sanki bir sihir var, O’nu dinlemeyin” propagandasını yürütmeye karar verdiler.
Mekke ileri gelenleri, İslam davetini durdurmak için çareler düşünürlerken Resulüllah’ın şahsıyla ilgili, insanları kendisinden uzak tutacak ahlâki bir zaafı hiçbir şekilde gündeme getiremediler. O’nun çıkarcı olduğunu; kişisel veya ailevi çıkarları hedefleyen gizli niyetlere sahip olduğunu; yalancı, ikiyüzlü, güvenilmez, zorba, cimri, nankör… Olduğunu dile getirmediler, getiremediler. İftira niteliğinde bile olsa böylesi bir şeyi gündeme taşımayı akıllarından dahi geçirmediler, geçiremediler. Üstelik bunu yapmaya hazır bir ruh haline sahip olmalarına rağmen. Çünkü İslâm davetinin daha ilk yıllarında vahyolunun birçok ayetle, Mekke eşrafının kişiliği ve karakteri ortaya dökülmüş, onların insanlara karşı zorba, saldırgan, kibirli, bencil, kaba, günahkâr, hayra engel olan, yetime, fakire, yardımcı olmayan, mal düşkünü, cimri, boş işlerle uğraşmayı seven, nankör, kimseler oldukları gözler önüne serilerek; tüm toplumun gözünde rezil-rüsvay olmaları sağlanmıştı. Onlar, değişik gerekçelerle gizledikleri veya üstünü örttükleri ahlâksızlıklarının, problemli kişiliklerinin, düşük karakterlerinin deşifre olmasının verdiği intikam duygusuyla, Resulüllah’a yönelik benzer bir saldırıya geçebilirlerdi. O’nun için bazı ahlâki zaafları gündeme taşıyabilirlerdi. Ancak, olumsuz sıfatları nedeniyle ağır bir şekilde eleştirilen ve bu nedenle öfkeden gözleri dönmüş halde bulunan Mekke eşrafından hiç kimse, Resulüllah’ın karşısına geçerek kendisinin de bu özelliklerin tamamına veya en azından birisine sahip olduğunu ifade etmedi, edemedi. Resulüllah’ı hiçbir şekilde böylesi kötü, aşağılık özellik ve sıfatlarla eleştirmediler, eleştiremediler. Daha da önemlisi, düşmanlıktan akıllarının başlarından gittiği anlarda dahi Resulüllah’ın ahlâki erdemlerini ifade etmekten kendilerini alamadılar. Zira olumlu özelliklerinin, erdemlerinin Mekke’deki herkes tarafından bilinmesi nedeniyle, Resulüllah’ın şahsıyla ilgili olumsuz bir haberin hiç kimseyi etkilemeyeceğinin farkındaydılar. Resulüllah’ın kişiliğiyle ilgili başlatacakları iftira kampanyasının İslâm davetine değil; iftiraları nedeniyle kendilerine zarar vereceğini biliyorlardı.
Resulüllah açısından durum böyleydi. Kolaylıkla ifade edileceği üzere, Resulüllah özel birisiydi. O sadece peygamberlik döneminde değil, peygamber olmadan önce de, ilahi iradenin müdahaleleri ile temiz kalmış birisiydi. O, dürüstlüğün, doğruluğun, doğru sözlüğün, sözüne sadık kalmanın, hakkı ve adaleti gözetmenin ulaşılamaz yüksek erdemler olarak algılandığı ve bu nedenle söz konusu erdemlere aykırı durumların yaygınlık kazandığı bir toplumda, bu erdemlerin canlı bir tanığı ve temsilcisi olmayı başarmış bir şahsiyetti. Risâlet öncesinde, kendisinin de farkında olmadığı dolaylı ilâhi müdahalelerle, risâlet döneminde ise vahiyle gerçekleşen doğrudan müdahalelerle hep “temiz” olması sağlanmıştı. Bu nedenledir ki, kendisini bütün özellikleriyle çok yakından tanıyan Mekkelilerce ‘Muhammed’ ismiyle değil, ahlâki erdemlerinin ifadesi olarak ‘en güvenilir kişi’ sıfatıyla tanınıp, anılmıştı. O’nun en katı düşmanları en kızgın anlarında bile, O’nun kişiliği, karakteri, ahlâkı ile ilgili konularda ifade edilecek bir iftiranın işe yaramayacağını düşünebilmişlerdi; akılları duygularına teslim olmamıştı. İslâm davetini durdurma çabaları sırasında yararlanmalarını sağlayacak bir eksiklik veya kusuru Resulüllah’ın kişiliği, karakteri ve ahlâkı için söz konusu edememişlerdi. Fakat ya diğer müminler? Onlar dün denecek yakınlıkta bir zamana kadar; İslâm’a girdikleri dakikaya kadar, şirk toplumunun bir üyesi olarak o toplumda bulunan ahlâki zaaflara sahip kimselerdi. İslâm’a girdikleri zaman toplumlarındaki birçok olumsuz özelliği üzerlerinde bulunduruyorlardı. Bundan Hz. Ebü Bekir başta olmak üzere, sadece birkaç mümin istisna edilebilecek durumdaydı. Diğerleri, herhangi bir Mekkeli gibi yaşamıştı; zorba, saldırgan, kibirli, bencil, kaba, günahkâr olmak; hayra engel olmak; yetime, fakire, yardımcı olmamak; mal düşkünlüğü, cimrilik, boş işlerle uğraşmayı seven birisi olmak, nankör olmak gibi özellikler yabancısı olmadıkları özelliklerdi. Müşrik Mekke ileri gelenleri işte bu özellikleri İslâm’a yönelik girişimlerinin malzemesi olarak kullanabilirlerdi. Resulüllah’ın hakkında iftirada dahi bulunamamalarına karşılık, Resulüllah’ın davetini kabul etmiş kişilerin olumsuz özelliklerini gayelerine ulaşmada araç olarak kullanabilirlerdi. Müşrik önderler, İslâm davetini durdurmak için, Resulüllah’ın çevresindeki insanların bazı ahlâki eksiklik ve kusurlara sahip olduklarını belirterek, kendilerini haklı çıkarabilirlerdi. Yoksul ve köle olanların iktidarı ele geçirip insanlar üzerinde otorite kurmak istediklerini, güçlenince insanlara zulmedeceklerini, yoksulluklarının ve köleliklerinin intikamını almak isteyeceklerini dile getirebilirlerdi. Ahlâki eksiklik ve kusurları dillerine dolayıp bu iddialarını pekiştirebilirlerdi. Fakat bunu da yapmadılar; daha doğrusu yapamadılar. Çünkü daha düne kadar her türlü ahlâki kusur veya eksikliği ile kendilerinden birisi olan bu bazı kimselerin İslâm’a girince köklü, kapsamlı bir değişime sahip olduklarını görmüşler ve görmeye de devam ediyorlardı. O müminler ‘Allah’tan başka ilâh yoktur deyip eski dinlerini, bir başka söyleyişle inançlarını ve hayat tarzlarını terk edip, vahiyle bildirilenlere mensup oldukları andan itibaren, bütün ahlâki kusur ve eksiklikleri üzerlerinden silkeleyip atmışlardı. Her biri güzel ahlâkın en güzel örnekleri haline gelmişler veya gözle görünür bir hızla bu süreci yaşamaya devam ediyorlardı. Bu şartlarda, yeni durumlarından hareketle, onların ahlâki bir eksiklik veya kusurlarından bahsetmek, bunu İslâm davetini durdurmada araç olarak kullanmak mümkün değildi. Bazı küçük eksikleri veya kusurları İslâm davetine yönelik karşıt propagandanın aracı olarak dile getirilse bile, işe yaramayacağı kesindi. Çünkü onlardaki olumlu değişimi herkes olanca açıklığıyla görüyordu. Zira onlar İslâm’a girerken, sadece bir isim değişikliği gerçekleştirmemişler; bir ahlâk isyanı başlatmışlardı. Hem kendi hâl ve gidişatlarını olması gereken en güzel biçime dönüştürmüşler ve hem de herkesi bu sürece katılmaya davet ediyorlardı. Onların şahsında yaşanan süreç, en kısa ifadesiyle ahlâksızlıktan ahlâka, bazı ahlâki ilkelerden ahlâkın en güzel ilkelerine dönüşümdü. Onların şahsında gerçekleşen, güzel ahlâkın yaşayan bedenlere dönüşmesiydi. Bundan dolayıdır ki müşriklerin ileri gelenleri Resulüllah’ı veya İslâm’ı suçlamaya, aşağılamaya çalışırlarken; bu müminlerle ilgili bir eksiklik veya kusur olarak onların fakir, köle olduklarını ileri sürmekten başka iddialarına dayanak olacak bir şey bulamadılar.
Risâlet döneminin müminleri ve özellikle de risâletin Mekke yıllarında İslâm davetini kabul eden müminler için şirkten tevhide geçiş, herhangi bir inanç veya hayat tarzından, başka herhangi birisine geçiş türü bir değişim değildi. Gerçekleşen değişim, sadece veya daha çok bir isim değişikliği, muhit değişikliği, arkadaş değişikliği, lider değişikliği, ideoloji değişikliği, siyasal tercih değişikliği… Değildi. Gerçekleşen, elbette ki bunları da kapsayan bir değişimdi; ama daha çok ve hatta en önemlisi ahlâk değişimiydi. Zira İslam daveti, risâlet sürecinin hiçbir aşamasında, hiçbir zaman, ahlâkı arka plana atan, ahlâki değişimi geciktiren bir yaklaşıma ve eğilime sahip olmadı. Bunun en küçük bir örneğini bulmak mümkün değildir. Risalet sürecinde, iman etmenin olmazsa olmaz şartlarından Allah’ı tek ilâh olarak bilmek, bilmekten daha çok, O’nun tek ilâh olduğu bilinciyle O’nun emir ve yasaklarına itaat anlamına geldi. Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu kabul etmek, sadece kabul etmekten çok, O’nun bildirdiği ilke ve şartlara teslim olmayı, onlara göre yaşamayı ifade etti. Ahireti, kıyameti, hesap gününü, cenneti, cehennemi tasdik etmek, sadece tasdik etmekten çok; dünyadayken yapılan tüm işlerden hesaba çekilme bilinciyle sorumlu ve bilinçli yaşamak, davranmak demekti. Kuran’ın vahiy olduğunu kabul etmek, Kur’an’ı kutsal bir metin kabul etmek değil, Kur’an’ı inancın ve hayatın kitabı kılmak demekti. Namaz kılmak bir tapınma eylemi değil, “kötülüklerden uzak durmaktı. Mümin olmak, sadece isim değişikliği değil; hakkın şahidi olmak, hakkı insanlar arasında temsil eden olmaktı…
İlk müminlerin şahsında yaşanan bu büyük değişimin mahiyetini anlamak için, değişimin rehberini incelemekte yarar var. Konuyla ilgili olmak üzere Kur’an’a bakıldığında ilk dikkat çeken özelliklerden birisi, vahyolunan ilk ayetlerle birlikte bir ahlâk isyanının başlatıldığıdır; en güzel ahlâkı hayatın yaşanan gerçeği kılma sürecinin inşa edilmeye başlandığıdır. Daha önce üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulduğu üzere ‘Elbiseni temiz tut. Pis şeylerden uzak dur” (Müddessir, 74:4,5) emri, sürecin ilk, önemli ve kapsamlı adımını teşkil etmiştir. Bu ayetle, başta Resulüllah olmak üzere, tüm müminler bu emirle kişiliklerini, karakterlerini, ahlâklarını, onurlarını, yaşantılarını… Her türlü yanlışlıktan, ahlâksızlıktan, kötülükten temizlemeye davet edilmişlerdir. Takip eden ayetlerde de bu davetin ayrıntıları bildirilmiş ve en güzel ahlâkın bedenleşme süreci devam ettirilmiştir. Üstelik doğrudan müminlere hitap eden ayetlerin yanı sıra, müşriklerin olumsuz özelliklerinden bahseden ayetler de müminler için birer emirdi, açıklamaydı; hatırlatmaydı, uyarıydı. Doğrudan kendilerine emreden ayetlerle nasıl olmaları gerektiğini öğrenirlerken; müşriklerin olumsuz özelliklerinden bahseden ayetler de nasıl olmamaları gerektiğini öğreniyorlardı.
İlk andan itibaren vahyolunan ayetlerden başlayarak risâlet sürecinde vahyolunan ayetlerle bildirildi ki, her mümin, Allah’ın razı olduğu yegâne dinin temsilcisi sıfatıyla yoluna devam etmek ve bütün engellemelere rağmen yeryüzünde hakkın temsilcisi olmak zorundadır. Hakkın temsilcisi olmak ise sadece söylemle gerçekleşecek veya sadece isim değişikliğiyle olacak bir şey değildir. Hakkın temsilcisi olmak tamamen yaşantıyla, hâl ve hareketlerle bağlantılıdır. Bu nedenle bir müminin nasıl “hakkın şahidi olacağı”, her seferinde farklı bir tutum veya davranış örnek verilerek gösterildi, bildirildi, emredildi. Örneğin her müminin, çevresindeki yetime, öksüze, düşküne, yoksula yardımcı olması, onların ihtiyaçlarını imkânları nispetinde gidermeye çalışması gerektiği açıklandı. Bildirildi ki, her mümin ekonomik gücü dâhilinde infakta bulunmalı, kendisini bütün kötülüklerden alıkoyan namazını ikame etmede ihmalkâr davranmamalı, kulluğunu sadece Allah’a yöneltmelidir. Kâfirlerin, müşriklerin yaptığı gibi insanları ırklarına, cinslerine, sahip oldukları imkânlara göre ayırıp bunlara göre değerlendirmek, insanları aşağılamak bir müminin yapabileceği şeyler değildir. Gurur! , cimrilik! mal makam tamahkârlığı, nankörlük!, boş işlerle uğraşmak? Bir müminde bulunmaması gereken özelliklerdir. Her mümin bu ve benzeri her türlü körü, yanlış özelliklere, tutum ve davranışlara sahip olmaktan özenle kaçınmalıdır. Bir mümin olumlu, güzel şeylerin yaşayan bedeni olurken, bu özelliklere niçin sahip olduğunun bilincinde olmalı, kendisini böyle davranmaya sevk eden İslâm’ı uygun dille başkalarına anlatmalıdır. Kötülüklerin sonunun ne olduğunu hatırlatmalı, açıklamalıdır. Fakat bunları da kendi kafasından yöntemler geliştirerek değil, bizzat Kur’an’a göre davranarak yerine getirmelidir. Kur’an, her zaman başucu kitabı olmalı, onunla olan irtibatını hiç kesmemelidir. Şu bazı ayetler konunun örneklerindendir:
Şüphe yok ki, Allah adaleti ve iyilik yapmayı, yakınlara karşı cömert olmayı emredip, çirkin işleri, haksızlığı ve taşkınlığı yasaklıyor ve size düşünesiniz diye öğüt veriyor. Sözleşme yaptığınızda Allah’ın sözleşmesini yerine getirin. Sağlama bağladıktan sonra, yeminlerinizi bozmayın. Nasıl bozarsınız ki, Allah’ı kendinize kefil kılmışsınız. Şüphesiz ki Allah, ne yaparsınız hepsini bilir. İpliğini sağlamca büktükten sonra, onu söküp dağıtan kadına benzemeyin. Bir topluluk diğer bir topluluktan daha çok ve üstün diye yeminlerinizi bozup, hileli hareket etmeyin. Allah bütün, bunlarla sizi imtihandan geçiriyor ve üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri, kıyamet gününde size açıklayıp bildirecek. (Nahl, 16:90-92) Sen kullarıma söyle, her zaman sözün en güzelini söylesinler. Şüphe yok ki şeytan, insanların arasını açmak için fırsat kollamaktadır. Şüphe yok ki şeytan, gözle görülmese de insana apaçık bir düşmandır. (Isra, 17:53) De ki: “Gelin Allah’ın gerçekten neyi yasakladığını size anlatayım: O’ndan başka şeylere asla ilâhlık yakıştırmayın; anne-babanıza iyilik yapın ve onlara karşı saygısızlıkta bulunmayın; çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin; çünkü sizin de, onların da rızıklarını sağlayacak olan biziz. Açık veya gizli hiçbir utanç verici fil işlemeyin ve adaleti yerine getirmek dışında, Allah’ın kutsal saydığı insan hayatına haksızca kıymayın. Allah size aklınızı başınıza alasınız diye bunları emrediyor. Ergenlik çağına erişinceye kadar, yetimin mal varlığına, onun iyiliği için olmadıkça dokunmayın. Bütün alışverişlerinizde ölçü ve tartıyı tam olarak, adaletle yapın. Biz hiçbir insana, taşıyabileceğinden daha fazla yük yüklemeyiz. Ve bir görüş belirttiğinizde, yakın akrabanıza karşı olsa da, adaletli olun. Allah’a karşı verdiğiniz sözlere daima riayet edin. Allah bunu düşünüp öğüt alırsınız diye emretti.” Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, diğer yollardan gitmeyin ki, sizi O’nun yolundan ayırıp saptırmış olurlar. Allah bütün bunları size emretti ki, yolunuzu Allah’ın kitabıyla bulmuş olasınız. (En’am, 6:151-153)
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse: Kur’an, elçisini, risâlet sürecinin ilk anından itibaren kalbiyle, kafasıyla ve yaşantısıyla eğitip, olgunlaştırdı. O’nu bütün özellikleriyle insanlık için “en güzel örnek” (Ahzâb, 33:21), ‘âlemlere rahmet (Enbiya, 21:107) bir şahsiyet kıldı. Dosdoğru bir inanç sisteminin ve hayat tarzının kitabı olan Kur’an’ın “ete-kemiğe bürünmesi” için bu önemli ve gerekliydi. Zira Kur’an’ın ebedi ilkeleri, elçisi ile insanlık için kusursuz ve eksiksiz modeline kavuşacaktı. O kutlu elçi yaşayan Kur’an olarak tüm insanlık için hakikate tanıklık edecekti. Fakat İslâm’ın bireysel ve toplumsal modelini somut şekilde ortaya koymak, onun evrensel ilkelerini yaşayan boyutuna kavuşturmak için sadece Hz. Peygamber’in değil, başkalarının da eğitilip yetiştirilmesi gerekiyordu. Zamanlar ve toplumlar üstü kılınan Kur’an’ın sunduğu birey ve toplum modelinin, ahlâki yapının tarihsel bir gerçeğe dönüşmesi, insanlığın her zaman hayalini kurduğu ‘altın çağ’ın yaşanan bir gerçek olması için başkalarının da zihniyetleriyle, düşünceleriyle, hayat tarzlarıyla eğitilip, olgunlaştırılması gerekiyordu. Sadece hakikatin elçisi değil, örnek bir nesil de, ebedi hakikatin bireysel ve toplumsal yapıdaki tanıkları, modelleri olacaklardı.
Celalettin Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslâm Daveti 1. Cilt, s. 323-328