FATİHA SURESİNİN TEFSİRİ (DERLEME)

FATİHA SURESİNİN TEFSİRİ (DERLEME)

 

Bismillahirrahmanirrahim.

Alemlerin Rabbi olan, Rabliğini insana gönderdiği vahiyle ispat eden, şefkat ve merhametinin bir ifadesi olarak insanı terbiye eden Allah’a hamdolsun.

Onun gönderdiği vahyi, ondan aldığı gibi hiç bozmadan değiştirmeden, eklemeden, çıkartmadan aynen olduğu gibi insanlığa ileten, o vahyin başöğretmeni olan, o vahyi tebliğ ve beyan eden sevgili peygamberimize salât olsun.

Onun getirdiği vahyi yaşamaya çalışan, hayatın düsturu olarak o vahyi bir hayat nizamına dönüştüren siz değerli Müminlere selâm olsun. Bereket olsun, hidayet olsun.

 

1. “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”

Fâtiha sûresinin birinci âyeti besmeledir. Âlimlerimizin ekseri­ye­tinin görüşü budur. Kur’an-ı Kerim’de 114 yerde besmele vardır. Bunlardan 113 tanesi sûre başlarında, bir tanesi de Neml sûresinde, sûre ortasındadır.

“Süleyman’dan bana Rahmân ve Rahîm olan Al­lah’ın adıyla bir mektup bırakıldı.” (Neml 30)

Kur’an ı bir siteye benzetirseniz, muhteşem bir siteye bu sitenin kapısı, portalı fatiha diyebiliriz. Sitelerin, evlerin, konakların, sarayların kapısı insanın yüzüne benzer. İnsanın tüm tavırlarını, insanın korkusunu hüznünü, acısını, elemini yüzünden okuyabilirsiniz. İşte aynen öyle bir konağın, bir sarayın, bir sitenin içinin nasıl olduğunu kapısından anlayabilirsiniz. Onun için Kur’an ın da tüm özelliklerini, fatihaya bakarak anlayabilirsiniz.

Fatiha eğer Kur’an sitesinin kapısı ise, bu kapının anahtarı da Besmeledir.

Besmele hayatı Allah’a bağlayan bir köprüdür. Besmele eşyayı kutsala bağlayan bir bağdır. Besmele Yüreği rabbine bağlayan bir kablodur. Besmele; Dünyayı ukbaya bağlayan, geçiciliği kalıcılığa bağlayan, eşyayı yaratana bağlayan, mahluku Halık’a bağlayan muazzam bir bağ.

Besmele bu anlamıyla bir hayat felsefesidir. Besmeleli insan Allahlı insandır. Bir işe başlarken efendimiz, Onun için besmele çeker ve bize de çekilmesini tavsiye ederdi. Niçin? Çünkü besmele bir hayat felsefesidir. Besmele ile başladığınız bir iş, Allah’a ısmarladığınız bir iştir.

Bir işe başlarken besmele çekmenizle siz şunu söylemiş oluyorsunuz.

1 – Ben bu işi Allahlı yapıyorum. Allahsız düşünmüyorum ben bu işi, Ben bu işime Rabbimi karıştırıyorum.

2 – Ben bu işi Allah sayesinde yapıyorum, ondan aldığım güç, ondan aldığım akıl, ondan aldığım nimet, ondan aldığım beden sayesinde yapıyorum. Yani o bana rahmet etmemiş olsaydı ben bu işi yaparken kullandığım el, ayak, göz, kulak, dil dudak, zihin, eşya, para her ne ise kullandığınız her bir şey, eğer o vermemiş olsaydı ben yapamazdım demektir. Onun için besmele bu manada bir teşekkürdür. Allah’a teşekkür.

Yine besmele bir başka anlamıyla “Ya Rabbi..! Senin yardımını istiyorum.” duasıdır aynı zamanda. “Yarabbi ben bu işi yapıyorum, sana da haber veriyorum ki sen yardım edesin, sen yetişesin, sen bu işe el katasın.” Demektir.

Görüyorsunuz Besmelenin nasıl bir hayat felsefesi, bir bakış açısı demeye geldiğini. Onun için bu anlamıyla besmele sekülerizmi reddetmektedir, yani Allah’ın karışmadığı hiçbir iş yoktur demektir. Onun için günaha besmele çekilmez. Niçin? Allah’ın razı olmadığı şeye, Allah’ın adı ile başlanmaz.

İşte hayatı besmeleli olan bir insan, hesabı verilecek bir hayat yaşamış demektir aynı zamanda.

 

2- Hamd, tüm alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Allah’a hamd etmek, mü’min bir kulun Allah’ı anar-anmaz kalbinden taşan duygularının ifadesidir. Çünkü en başta bu kulun varoluşu bile yaratıcısına karşı hamd ve övgüyü gerektiren ilâhi bir lütuftur. Her an, her saniye ve her adım başında yüce Allah’ın sayısız nimeti ardarda sıralanmakta, birbirini izlemekte ve başta insan olmak üzere bütün yaratıkları kapsamına almaktadır. Bundan dolayı her işin başında ve sonunda Allah’a hamd etmek İslâm düşüncesinin temel kurallarından biridir; “O, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır. En başta da en sonda da hamd O’na mahsustur.” (Kasas Suresi, 70)

 Hamd; hamd etmek, tam ve mükemmel kabul etmek demektir. Eksiksiz ve kusursuz kabul etmek demektir. Bu mânâda hamd yalnız Allah’a aittir. Zira tam ve mü­kemmel olan, eksiksiz ve kusursuz olan sadece Allah’tır. Allah dı­şında herkes ve her şey eksiktir, nâkıs­tır, kusurludur, mükemmel değildir.

– Hamd övmek, methetmek, senâ etmek demektir. Bu mânâda da övgü sadece Allah’a aittir. Bizler günde en az kırk defa namazlarımızda Rabbimize bu ahitte bulunuyoruz. Diyoruz ki; “Ya Rabbi! Hamdimiz, övgümüz, senâmız sadece sanadır. Sadece sana hamd eder, sadece seni överiz.” 

Eğer günde kırk defa namazları­mız­da; “Ya Rabbi, biz sadece seni ve senin övdüklerini överiz” dediğimiz halde, namaz sonrası hayatımızda Allah’ın övmediklerini övmeye, Al­lah’ın övdüklerini de övmemeye kalkışırsak, bilelim ki bu halimizle Al­lah’a verdiğimiz bu sözü nakzedmiş yalanlamış oluruz.

Meselâ Allah’ın övmediği bir yaşam biçimini, bir ha­yat tarzını Allah’ın övmediği bir eğitim sistemini, ekonomik anlayışı, Allah’ın övmediği bir hukuk sistemini översek Allah korusun günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz sözümüzü bozuyor ve başkala­rını hamd ederek, başkalarının yasalarını, başkalarının ürünlerini öve­rek, kabullenerek şirk içine düşmüş oluyo­ruz.

 Demek ki bu mânâda hamd, hayatın İslâmlaşmasının adıdır. Hayatı İslâmlaşan bir Müslüman, İslâmlaşan hayatına “Elhamdülil­lah” demeye hak kazanıyor demektir. Çünkü hamd Müslümanca bir haya­tın sonucudur. 

Allah’ın mümin kuluna karşı olan bağış ve fazileti o derece yüksektir ki, bu kul “Elhamdülillah (Hamd Allah’a mahsustur)” dediğinde, ona bütün ölçülere baskın gelen ağırlıkta sevap yazar. Nitekim Sünen-i ibn-i Mace’de, Abdullah bin Ömer’e dayanarak kaydedildiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: “Allah’ın kullarından biri “Ya Rabbi, sana zatının ululuğuna, saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim” dedi. Bu sözün değerini ölçemeyen kulun amellerini yazmakla görevli melekler ne yazacaklarını bilemediler. Bunun üzerine Allah’ın huzuruna çıkarak: “Ya Rabbi! Senin kullarından biri öyle bir söz söyledi ki, onu nasıl değerlendirip yazacağımızı bilemiyoruz” dediler. Yüce Allah, -kulunun ne dediğini daha iyi bildiği halde- meleklere: “Kulum ne dedi?” diye sordu. Melekler: “Ya Rabbi! O, `Ey Rabbim! Sana zatının ululuğuna ve saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim’ dedi” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah o meleklere: “Kulumun o sözünü ağzından çıktığı gibi yazın. O sözün karşılığını, kulum kıyamet günü huzuruma geldiğinde bizzat ben kararlaştırıp veririm..” buyurdu

 

3. O Rahman ve Rahimdir.

Kur’an dilinde rahman sıfat-ismi de Allah’a mahsustur, başka hiçbir varlık İçin kullanılmamıştır. Rahman “en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara son­suz ve sınırsız lütuf, ihsan, rahmet bahşeden” demektir. Rahman, rahmetiyle mu­amele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır.

Rahim “çok merhametli, rahmeti bol” demek olup bu sıfatla kullar da nite­lenebilir. Allah’ın rahîm sıfat-ismi O’nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lütuf ve merhametini ifade etmektedir. “Esirgemek” ve “bağışlamak” bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.

 

4 .“Maliki yevmiddin Din Gününün sahibidir.

Din gününün maliki” Din gününden kasıt nedir? Kuşkusuz hesap günüdür.

Arap dilinde meşhur olan bir söz vardır ki hadis olarak ta nakledilir; “Kema tedinu tüdan” (hadis) Yani nasıl yargılarsanız öyle yargılanırsınız. Siz başkalarına nasıl davranırsanız, başkaları size öyle davranır. Ne ederseniz onu bulursunuz. Yuvarlak anlamı ile bu anlamlara gelen bu söz meşhurdur. Yani burada “Din” Tamamen hesap günü anlamına gelir. “Din günü” Onun için “Malik” bir okunuşta “melik” te okunur. Din gününün hakimi. Hesap günü varsa bir yerde, o hesap gününün de bir hakim’i olması gerekir. Bir mahkeme varsa o mahkemenin hakimi olması lazım. “Maliki yevmiddin”; hesap gününün hakimi olan Allah’a delalet eder. İşaret eder.

Bu ayet, insan hayatı üzerinde derin etkisi olan önemli bir ilkeyi ifade eder. “Malik (sahip) olmak” el altında tutmanın ve egemenliğin en üst derecesidir. “Din Günü” de Ahiretteki ceza günü demektir.

İnsanlar çoğu zaman, yüce Allah’ın ilâhlığına ve evrenin yaratıcısı olduğuna inanmışlar, fakat bununla birlikte ceza gününe inanmamışlardır. Kur’an-ı Kerim bu gibilerin bir kısmı hakkında şöyle diyor:

“Eğer onlara “Gökleri ve yeryüzünü kim yarattı?” diye soracak olursan kesinlikle “Allah” derler.” (Zümer Suresi, 38)

Yine Kur’an-ı Kerim’in başka bir yerinde onlar hakkında şöyle deniyor:

“Onlar kendilerinden olan bir uyarıcının gelmesini şaşkınlıkla karşıladılar ve kâfirler; “Bu şaşılacak bir şeydir. Bizler ölüp toprak olduktan sonra yeniden mi dirileceğiz? Bu uzak ihtimalli bir dönüştür” dediler.” (Kaf Suresi, 2-3)

 

5. “Ancak sana kulluk eder ve ancak yardımı sen­den dileriz.”

Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!). (Elmalı)

Fâtiha’nın bu bölümünde Rabbimiz bizim yalnız olmadığımızı, bizim gibi inanan, bizim gibi düşünen bir İslâm ümmetinin üyesi oldu­ğumuz şuurunu veriyor bize. “Ancak sana ibâdet eder ve ancak sen­den yardım dileriz.” 

Yardımı da sadece senden bekleriz. Yalnız seni dinleriz, yalnız senin çektiğin yere gideriz ve sadece sen­den yardım umarız. Evet burada bizden kendisine bu sözü vermemizi istiyor Rabbimiz. 

Nasıl davranmam gerekir? Yahutta insan; Ya Rabbi tamam. Seni şimdi tanıdım, Sen Allah’sın, Sen “Rab”’sın, Sen “Rabbül alemin”’sin. Sen “Rahman”’sın, Sen “Rahim”’sin, Sen din gününün, hesap gününün tek hakimisin. Peki ne yapayım ya rabbi diye sormuş gibi adeta; Şunu söyle kulum; “İyyake na’büdü ve iyyake nestaıyn”

Yalnız sana ibadet ederiz. Yalnız sana kulluk ederiz, Yalnız senden yardım isteriz.

Bu tevhidin özünü ifade eden bir ayettir. Adeta; “La ilahe illallah” kelime i tevhidinin tefsiri gibidir bu. İyyake na’büdü ve iyyake nestaıyn. İşte tevhit kelimesi aslında bu ayetin bir devamı olarak söylenmelidir. Yalnız sana tapar kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz. Çünkü; “Lâ ilâhe illallah” Allahtan başka ilah yoktur. Birbirini bütünler. Onun için Tevhidin özünü açıklayan bir tefsirdir. Şerh dir bu ayet.

Şirk sadece putlara tapmak anlamına gelmez. Allah’a verdiğiniz, Allah’a karşı sorumlu olduğunuz, Allah’a karşı yapmanız gereken bir şeyi, ondan başka birine karşı yaparsanız. onu o konuda Allah’a ortak koşmuş olursunuz. Allah’ın her isim ve sıfatında bu tevhidi, insanın bizatihi hem fikri hem fiili hem kavli hem kalbi olarak yaşaması gerekiyor ki. Muvahhit bir Müslüman olsun.

Muvahhit bir Müslüman tevhidi sadece kalbinde değil, hayatında, eyleminde ve her bir işinde, düşüncesinde duygusunda gösteren, yaşayan bir insandır. Onun için tevhit komple bir hayat biçimidir. Bir yaşam tarzıdır. Bir yaşam standardı dır. Onun için tevhidi sadece “Lâ ilâhe İllallah” olarak adlandırmak, şirki de sadece putlara tapmak olarak adlandırmak kadar sakattır. 

İslâm inanç sisteminin bu temel ilkesi, bu surede ifade edilen daha önceki ilkelerden kaynaklanır. Buna göre, kulluk yalnız Allah’a yöneltilir ve yalnız O’ndan yardım dilenir.

Burada da bir yol ayrımı vardır. Her türlü kölelikten mutlak anlamda kurtuluş ile, mutlak anlamda kullara kul olmak arasındaki yol ayrımı!..

Bu ilke, insanlığın topyekün kurtuluşunun ilanını müjdeler; kuruntulara, çeşitli sosyal sistemlere ve yeryüzü gereklerinin zorlayıcı baskısına bağımlılıktan kurtuluşun ilanını… Sebebine gelince, kulluk yalnız Allah’a yöneltileceğine ve yalnız O’ndan yardım isteneceğine göre insan öncelikle yaşamın zorlayıcı ihtiyaç ve baskılarından, çeşitli ideolojik sistem ve güçlerin boyunduruğundan, asılsız kuruntu ve hurafelerden kendini kurtarmak zorundadır.

 

6.Bizi dosdoğ­ru yola ilet.

İnsanlar maddî ve manevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yan­lış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Al­lah’a yönelmeyi reddetmesidir. “Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli göre­rek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız Rabbine aittir (O’na dönecektir)”  “Bize doğru yolu göster” duası aynı zamanda Rabbin, kullarına bir irşad ve uyarışıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu gör­mesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu talimatı verdiğine göre kuta düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması İçin O’nun tarafından sağlanan İmkânları gerektiği gibi kullanmaktır. “Doğru yol” (sırât-ı müstakim) İslâm’dır. Allah’ın peygamberleri ile kullanna gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm’dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü… ancak İslâm’da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve denge­ler kurulmuş, kurulma yollan gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklana­cak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış per­deli kapılar ve yolun başında da bir çağına var ve o, “Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!” diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: “Sakın o perde­yi kaldırma! Kaldınrsan girer gidersin!”  Bu örnekteki yol İslâm’dır, duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haram­lardır, yolun başjndaki çağına Allah’ın kitabıdır, yukandaki çağına ve uyana, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm’da vahiy, vicdan ve akıl birlikte İşletilerek doğru yol bulunmaktadır.

“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.” 

 

7.Nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!

“Bizleri doğru yola ilet.” Yani “Bizleri, hedefe ulaştırıcı doğru yolu tanımaya ve bu yolu tanıdıktan sonra onun sebatlı izleyicisi olmaya, ondan hiç ayrılmamaya muvaffak eyle”. Çünkü doğru yolu tanımak ve bu yolun kararlı izleyicisi olmak, bunların her ikisi de Allah’ın hidayetinin, gözetiminin ve rahmetinin ürünü olduğu gibi, bu konuda Allah’a yönelmek de yardım kaynağının yalnız Allah olduğu inancının doğal bir sonucudur. Mümin kulun, hakkında Allah’dan yardım dileyeceği ilk ve en önemli şey budur. Sebebine gelince, doğru yola iletilmiş olmak, bu yolu bulmak, kesinlikle hem dünya ve hem de Ahiret mutluluğunun garantisidir. Aslında bu yaklaşım, insan ile varlık bütününün, alemlerin Rabbi olan Allah’a yönelik hareketlerini koordine eden genel ilâhî kanuna insan fıtratının uyum sağlaması, bu genel ilkeyi algılayıp benimsemesi olayıdır.

Bu sure, namazların her rekâtında okunmak üzere belirlenen ve onsuz kılınacak namazın kabul olunmadığı bir suredir. Kısa olmasına rağmen bu sure, İslâm düşünce sisteminin sözünü ettiğimiz temel ilkelerini ve bu düşünce sisteminden kaynaklanan insan bilincine yön verici ana prensipleri içerir.

Müslim’in, Alâ b. Abdurrahman yolu ile Hz. Ebu Hureyre’ye dayandırarak bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:

“Yüce Allah şöyle buyurur: “Ben namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm. Yarısı bana ve öbür yarısı kuluma aittir. Kulum istediğine kavuşacaktır.”

Kul, “Elhamdü lillâhi rabbilalemin” dediği zaman, Allah, “Kulum bana hamd etti” der. Kul, “Errahmanirrahim” dediği zaman, Allah, “Kulum, bana övgü sundu” der. Namaz kılan kul, “Maliki yevmiddin” dediği zaman, Allah “Kulum benim şanımın yüceliğini ifade etti” der.

Namaz kılan kul, “İyyake na’budu veiyyake nesteın” dediği zaman, Allah, “Bu söz hem bana ve hem de kuluma aittir. Kuluma istediği verilecektir” der. Kul, “İhdinessıratal müstakim, sıratallezine en’amte aleyhim, gayrilmağdubi aleyhim veleddallin” dediği zaman, Allah, “Bu söz tamamen kulumla ilgilidir, ona istediği verilecektir” der.”

Umarım, bu sahih hadis, yaptığımız açıklamalara ek olarak, Fatiha suresinin günde en az onyedi kez ya da kıldığımız her rekâtta okunmasının zorunlu olmasında gizli olan sırların anlaşılmasına yardım eder.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir