Tevhidin Hakikatı Kitabı
Yusuf El Karadavi
ALLAH’A İMAN BÜTÜN İNANCIN TEMELİDİR
Şüphesiz ki, Allah’a, taat ve ibadete layık, kahhar, muhtar, yüce varlığa iman; dinin ruhu ve özüdür. Aynı zamanda Allah’ın Kitabı’nın ve Resûlü’nün (s.a.s.) sünnetinin belirttiği gibi İslâm’ın ruhu, bütün inancın temelidir.
Kur’an-ı Kerim, imanın rüknü ve ona bağlı konulardan bahsederken, şu ayette olduğu gibi, O’na imanı bunların ilki ve temeli olarak ortaya koyar: “Peygamber ve müminler, O’na Rabbinden indirilene inanırlar. Yine hepsi Allah’a, ahiret gününe, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inanırlar.(Bakara,285)Diğer bir ayette ise: “…Lakin iyi olan (el-birr), Allah’a ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanan kimsedir.-(Bakara, 177)Başka bir ayet şöyledir: “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin (imanınızda sabit olun). Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa dalmıştır.” (Nisa, 136)
Allah Resûlü de meşhur Cibril hadisinde, kendisine iman hakkında sorulduğunda şöyle demektedir: “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerre inanmaktır.”
Asıl olan Allah’a imandır. Akaidin diğer kısımları buna izafe edilmiş, buna bağlanmıştır. Allah’a iman ettikten sonra, sırasıyla, meleklerine, kitaplarına, resullerine, dirilmeye, hesap vermeye, kaza ve kaderin O’ndan geldiğine iman edilir. Bütün bunlara iman etmek, Allah’a iman etmenin bir parçasıdır, akide bunun üzerine bina edilmiştir. Resûle iman, ancak O’nu gönderene imandan sonra tasavvur edilebilir. Ceza ve hesaba iman da ancak cezalandıran ve hesaba çekene imandan sonra mümkündür.
Allah’a iman doğal olarak, onun varlığına ve rububiyet ve uluhiyetinde vahdaniyetine, esmâ-i hüsnâsına, kendisinin layık olduğu sıfatlarla sıfatlanması ve bütün eksikliklerden uzak olduğuna imanı beraberinde getirir.
Bizim için Allah’ın varlığı kesinlikle şüphe bulunmayan bir hakikattir. Daha da öte, hakikatların en aşikâr olanıdır. Buna sağlıklı bünyeler tanıklık etmektedir. Olgun akıllar buna yönelmektedir. İlimde rüsuh (derinlikli bilgi) sahibi olanlar iç ve dış dünyalarında gördükleri dehşetengiz ibda, düzen, takdir ve hidayetten dolayı bu görüşü desteklemektedirler.
Eğer bu büyük hakikat, bazı insanlara gizli kalmışsa, bu; denildiği gibi, varlığının ve gizliliğinin şiddetinden dolayıdır.
İnsanlığın ortak olduğu fıtratı reddedip, aklın ve mantığın yoluna direnenler, Allah’ı inkar ederek tevhidin dışına çıkmış kişilerdir.
İslâm Tevhid Üzerine Kurulur
Gerçek şu ki, İslâm’ın, Allah Teâlâ’nın varlığına iman üzerine kurulması, bunun fıtrî bir gereklilik oluşundan dolayı değildir. Çok önemle üzerinde durduğu, ancak insanların bunda gafil olduğu, İslâm akidesinin özü ve İslâmî varlığın ruhu olan tevhid akidesinden dolayıdır. Bu evren üzerinde yaratmanın, hükümranlığın, dönüşün kendisine olduğu, her-şeyin Rabbi olan, her işi evirip çeviren, inkar edilmeye değil, sadece O’na iman edilmeye, küfredip nankörlük edilmeye değil şükredilmeye, isyana değil itaata lâyık olan bir tanrıya imandır. “İşte, Rabbiniz, Allah budur. O’ndan başka tanrı yoktur, her şeyi yaratandır. O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. O latiftir, haberdardır.”(Enam, 102-103.)
İslâm geldiğinde, dünyanın her köşesinde şirk hakimdi. Arap yarımadasında, İbrahim’in (a.s.) dinine göre ibadet eden birkaç hanif ve semavî dinleri bozan putçu tahrifattan sağlam kalabilen ehli kitap kalıntılarından başka kimse yoktu. Arap toplumunun cahiliye döneminde boğazlarına kadar pulculuğa battıklarını bilmek bizim için yeterlidir. Bu o dereceye varmıştı ki, yalnızca Allah’a ibadet edilsin diye; Put kıran İbrahim (a.s.)’ın inşa ettiği Kabe’nin içinde ve çevresinde 360 tane put vardı. Bunun yanında, her evde, ev halkının taptığı bir put bulunuyordu.
İmam Buhari, Ebu Reca el-Hari’den şöyle rivayet etmektedir: Taşlara tapardık, ondan daha iyisini bulduğumuzda; onu atar, diğerini alırdık. Taş bulamadığımız zaman ise, bir avuç toprak alır, koyunu getirip üzerine sağar, sonra da onu yanımızda taşırdık.”
Bundan başka, yaptıkları, çoğu zaman yolculuklarında yanlarında acveden.(Bir çeşit hurma. (Çev.) tanrılar taşırlardı. Yiyecekleri bitip açlık bastırınca, başka yiyecek bir şey bulamazlarsa, onu yerlerdi. Bu türden bir ilaha Kur’an şu ayetiyle işaret etmektedir: “Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de aciz.” (Hacc, 73.)
Milâdî altıncı asırda Hindistan’da putçuluk o kadar artmıştı ki; o vakit 360 milyon tanrı vardı.
Semavi dinlere bile putçuluk girmiş, safiyetini bozmuş, arılığını yok etmişti. “Yahudiler ‘Üzeyr Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar, ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler” (Tevbe, 30) Hıristiyanlara göre; İsa, Hak ilahtan hak bir ilahtır.
Birçok toplumda yaygın bulunan şirk türlerinden biri de, Allah’tan başka veya O’nunla birlikte ibadet edilen Allah’ın kız ve erkek çocuklarının olduğudur. Eski Hintlilerin Kirişna ve Buda hakkındaki zanları gibi.
Araplar da melekler hakkında şöyle bir zanda bulunmuşlardır. Onlar, Allah’ın kızlarıdır. Bu konuda Kur’an şöyle der: “Rahman çocuk edindi, dediler. Hayır, onlar, ikramda bulunulan kullardır. Allah’tan önce söz söylemezler. Ancak O’nun emriyle davranırlar. Allah, onların yaptıklarım ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar, Allah’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat etmezler. O’nun korkusundan titrerler. ” (Enbiya, 26-28)
Bundan dolayı İslâm, büyük bir dikkat ve özenle ilim ve amel olarak Allah’ın birliğine davette bulunmaya, şirke karşı hem akide, hem de davranış noktasında direniş ve mücadeleye önem vermiştir: “Tanrınız, tek bir Tanrıdır. Rahman ve Rahim olandan başka tanrı yoktur. (Bakara, 163)
Fıtratın Allah’ın Birliğine Delalet Edişi
Fıtrî, aklî ve tarihî delillerin hepsi, ilahın bir ve tek olduğuna delalet etmektedir. İnsan, herhangi bir müdahale ve yönlendirme olmaksızın; fıtrat ve yaratılışı üzerine bırakıldığında, kendisinin, insan üstü, doğa üstü yüce bir güce yöneldiğini görür. İsteyerek ve korkarak ona duada bulunur. Özellikle; boğazına kadar battığında, nefes alması zorlaştığında, acı durumlarla yüz yüze geldiğinde, insanlar yardım elini çektiklerinde. İşte o zaman vehim, cehalet, heva ve çevre etkisiyle, kendisine yöneldiği, insan, hayvan, bitki ya da cansız sahte tanrılardan uzaklaşır, ihlasla Rabbine yönelir. Bu durum, batmak üzere olan gemi yolcularının kıssasına benzer. Kur’an şöyle buyurur: “Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken yolcular neşelenirler, bir fırtına çıkıp ta, onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise Allah’ın dinine sarılarak ‘bizi bu tehlikeden kurtarırsan andolsun ki şükredenlerden oluruz’ diye O’na yalvarırlar.”(Yunus, 20)
Bu örneği, Allah’ın varlığına delil olması nedeniyle zikrettik. Bu, aynı zamanda O’nun birliğine de delildir. Şüphesiz insan dış etkilerden soyutlandığında, özüne döndüğünde, zorluk ve darlık anında puta dua etmez. Tersine, Allah’ın müşriklerin psikolojik yapısını belirtirken dediği gibi, tek olan, kendisinin ve her şeyin Rabbi olan Allah’a yönelir. “Dini ihlasla O’na tahsis ederek dua ettiler.”
Aklî Deliller
Akıl da bu evrenin bir yaratıcısının bulunduğuna delalet eder. Bu koskoca evreni, içindeki küçük büyük, canlı cansız, dilli dilsiz, akıllı akılsız, değerli değersiz bütün varlıkları tek bir “yasa” düzenlemektedir. Bu yasa, hem atomu, hem saman yolunu düzenlemektedir. O kadar ki, fen bilgim atoma baktığında; yapısında güneş sisteminin yapısına benzer, farklı olmayan bir yapıyla karşılaşır. Bütün yaratıklarda çiftlik esastır. Eskiden insanlar bunu, insan ve hayvanda erkeklik ve dişilik olarak tanımlıyorlardı. Hurma gibi bazı bitkiler için de, aynı mülahazayı yaptılar. Daha sonra bilim, bütün bitkilerde erkeklik ve dişiliğin bulunduğunu keşfetti. Hatta elektrik gibi bazı cansız maddelerde de çiftliği eksi artı şeklinde buldular. Bütün evrensel yapının özü olan atom çekirdekle birlikte, bir eksi ve bir artı yükten oluşur. Bu yeni bilimsel buluş, ondört asır önce Kur’an’ın getirdiği şu hakikati tasdik etmekten ibarettir: “Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah münezzehtir.” (Yasin,36.)
“İbret alasınız diye her şeyi çift çift yarattık. “(Zariyat, 49.)Bu “her şey” genellemesi, mecaz ve çoğunluk değil, hakikattir.
Bu evrenin birliğinin delillerinden biri de onun parçaları ve bölümleri arasındaki yardımlaşma, düzen ve ahenktir. Her bir parça diğer parçalara çarpmaksızın, seyrine engel olmaksızın kendi görevini yerine getirmektedir. Bununla da kalmayıp, ihtiyaç içinde olana yardım elini uzatmakta, kendisinde yoksa başkasından almaktadır. Hayvanlar alemi ile bitkiler alemi arasındaki ilişkide bunu açıkça görmekteyiz. Onlar kendi aralarında, hayatlarını devam ettirmek için solunum konusunda bir anlaşma mı yaptılar? Yoksa, bu iki alem arasındaki ilişkiyi bu şekilde düzenleyen biri mi var?
Güneş ile ay arasındaki ilişkiyi düzenleyen kimdir? Dünya ile ayınkini, ay ile güneşinkini, güneş sistemindeki yıldızların birbiriyle olan ilişkilerini, şu koskoca gezegenimizdeki milyonlarca yıldız kümesinin güneş sistemiyle ilişkisini düzenleyen kimdir? Gezegenimizle, diğer milyonlarca gezegen arasındaki düzeni sağlayan kimdir? Öyle ki, çatışmayıp, yardımlaşmaktadırlar. Bütün bunlar, bir hesap ve ölçüye göre değil midir? “Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba göredir. Bitkiler ve ağaçlar onun buyruğuna boyun eğerler. O, göğü yükseltmiştir, tartıyı koymuştur. Artık tartıda tecavüz etmeyin. “(Rahman, 5-8).
“Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede seyrederler.(Yasin, 40)
Şüphesiz ki evrende, hem göz ile hem de basiret ile görülen bu birlik, hem Yaratıcının varlığının hem de O’nun birliğinin net bir delilidir. Eğer bu evrenin birden fazla yaratıcısı bulunsaydı, nizam bozulur, ölçüsü değişirdi. Her yaratıcının yarattığı ve hükümran olduğu şey üzerinde eserini görürdük. Böylece, yaratıcıların iradelerinin farklılığından dolayı yaratma kanun ve yöntemleri farklılaşır ve çatışırdı. Ve doğal olarak, evrenin toptan yok olmasına neden olurdu. Bu evrensel delile Kur’an gök ve yerden bahsederek şöyle işarette bulunur: “Eğer, yer ve gökte Allah’tan başka bir tanrı olsaydı, ikisi de fesada uğrardı. Arşın Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.’ (Enbiya, 22)
Diğer bir ayette ise şöyle der: “Allah çocuk edinmemiştir. O’nun yanında hiçbir tanrı yoktur. Olsaydı, her tanrı kendi yarattığı ile beraber gider ve birbirinden üstün olmaya çalışırlardı. Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.” (Müminun, 91)
Evrenin birliği delilinden yola çıkarak yüce Rabbin birliğine varma, sağlam insan aklının kabul ettiği bir şeydir. Akıl, çokluktan birliğe gitmeyi öngörür. Birçok nedenden bir nedene ulaşmaya çalışır. Nedenlerin nedeni O’dur. Bazı filozoflara evrenin yaratıcısına ilk illet dedirten de budur.
Naklî Deliller
Fıtrî ve aklî delillerden başka, naklî deliller de vardır. Bunlar, nesillerin Allah Teâlâ’nın kitap ve resullerinden çeşitli zaman ve mekanlarda, bir tek olan Allah’a (c.c.) imana, ortağı bulunmadığına, ibadetin yalnız O’na mahsus olduğuna ve Allah’ın, haklarında hiçbir delil indirmeksizin O’na şirk koşan kavimlerin inkarı hususunda edilen rivayetlerdir.
Yeryüzünün hidayeti için gökten indirilen, korunmuş (mahfuz) ilahî bir belge olan Kur’an bize; tevhid akidesiyle gönderilen bütün peygamberlerden haber vermektedir. Bu, Allah ile birlikte başkalarına ibadet ederek şirk koşanlara karşı onların ne aklî ne de naklî bir delillerinin olmadığının kanıtıdır. Gelin, Enbiya suresinin şu ayetlerine kulak verelim,Kur’an’ın onları nasıl azarladığını, nasıl meydan okuduğunu görelim: “Yeryüzünde edindikleri tanrılar mı ölüleri diriltecekler? Eğer yer ve gökte Allah’tan başka tanrı olsaydı, ikisi de fesada uğrardı. Yoksa, O’nu bırakıp tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin. İşte benim ve ümmetimin Kitabı ve benden öncekilerin kitabı.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler. Ey Muhammedi Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka tanrı yoktur. Bana kulluk edin’ diye vahy etmişizdir.” (Enbiya, 21-25.)
Ahkaf sûresinde ise; idraklarına nakli bir delille karşılık vermektedir: “Eğer doğru sözlü iseniz, size indirilmiş bir kitap ve intikal etmiş bir bilgi kırıntısı varsa; bana getirin.” (Ahkaf, 4.)
Tevhid Allah’a İmanın Özüdür
Kardeşim, Allah’a imanın bütün İslâm akaidinin özü olduğuna inandıktan sonraki vazifen, Allah’ı birlemenin (Tevhid) Allah Teâlâ’ya imanın özü olduğunu öğrenmektir. Hak Tevhid’den ayrılırsa küfür olur, şirk olur, pislik olur, günah olur, büyük bir zulüm ve apaçık bir sapıklık olur.
Müslüman! Bunun için, Allah’ın emir buyurduğu, dinini üzerine bina ettiği, onunla kitabını indirdiği, Resûlünü gönderdiği, dünya ve ahiret mutluluğunun varlığına ve yokluğuna bağlandığı, ehline ve yardımcılarına cennetin, düşmanlarına ise cehennemin vadedildiği tevhidin hakikatini öğrenmen gerekmektedir. Birçok grup, kendisini ona nispet etmekte, kendilerinin gerçek tevhid üzere olduklarını, diğerlerinin ise batıl üzere olduklarını iddia etmektedirler. Şair şöyle der:
Herkes Leyla’yı elde ettiğini sanıyor
Ancak Leyla ne onu, ne de bunu kabul ediyor.
Aristo felsefesi savunucuları ve onu izleyen müslüman felsefecilerde, tevhidi şu şekilde görmekteyiz: Mahiyet ve sıfattan soyutlanmış bir varlığın ispat edilmesi. Daha da ötesi O, hiçbir mahiyeti olmayan, hiçbir sıfatı bulunmayan mutlak bir varlıktır. Bütün sıfatları ilave ve izafidir. Bunlar o kadar ileri gittiler ki, semavî dinlerin davet ettiği Rabbin zatını, O’nun alemi yarattığını, onu yönettiğini, orada ne olup bitiyorsa bildiğim inkara yöneldiler. Yıldızlar aleminin kadim olduğunu, Allah’ın ölüleri diriltmeyeceğini, peygamberliğin müktesep olduğunu söylediler. Bu, bir hurafedir. Bununla da yetinmeyip şunları ileri sürdüler: Allah’ın (c.c.) kesinlikle bazı varlıkları bilmediğini, dünyadaki bazı şeyleri değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini, yıldızların ne yaratıldığını ne de yok olacağını, helalin ve haramın, emir ve nehyin, cennet ve cehennemin olmadığı. İşte bu, onların tevhididir.
Peki, ya vahdet-i vücutçular? Onları duydun mu? Onlar, sadece kendilerinin muvahhid (birleyen) olduklarını, başkalarının ise muaddid (çoklayan, Çoğaltıcı) olduklarını zannediyorlar. Onların tevhid zannettikleri şeyi biliyor musun? Şudur: Şüphesiz ki münezzeh olan Hak, yaratılanın kendisidir. O, yani Allah, bütün mahlukatın kendisi, hakikatin mahiyetidir. O, her şeyin ayeti (işareti)’dir. Orada buna delalet eden işaret vardır. Bu, onların araştırmacılarının üslup hatasındandır. Daha da ötesi: İşaretin kendisidir, delilin kendisidir. Delil ve delillendirilendir. Taaddüd (çokluk) vehmi değerlendirmelerin bulunmasındandır, hakikat ve varlıktan değil! Bu, onlara göre; hem nikahlayanın, hem de nikahlananın, hem kesenin hem de kesilenin, hem yiyenin hem de yenilenin kendisidir. Onlara göre bu, ilk devir kuruntularının bir kalıntısıdır. Muhakkikleri İbn-i Seb’in’in de dediği gibi; nebevi mesajın da anlatmak istediği buydu.
Bu tevhidin bölüm ve sonuçlarından biri de şudur: Firavun ve Nemrud gibiler, kamil iman sahibi müminlerdir. Gerçekten Allah’ı tanıyanlardır. Puta tapanlar, Allah’tan başkasına değil, yalnızca O’na tapınışlardır. Onlar, hak ve hakikat üzeredirler. Anne, kız kardeş ve yabancı kadın, su ve içki, nikahın helalliği ve haramlığı arasında fark yoktur.,Hepsi, bir tek şeydir ve o, her şeydir. Peygamberler insanlara yolu zorlaştırmışlar, hedefi uzaklaştırmışlardır. İş, onların getirdiklerinin ve davet ettiklerinin çok çok ötesindedir.
Kendilerini “tevhid ve adalet sahibi” olarak adlandıran mutezilenin tevhid anlayışına da bakalım. Onlar tevhidi, beş temel ilkelerinin ilki yaptılar.
Bu mutezilî tevhidin içeriği hakkında ne biliyorsun? Onlar, Allah’ın takdirini inkar etmektedir. Evrenle ilgili Allah’ın iradesini, gücünü reddederler. Mutezilenin müteahhirin alimleri buna Cehmiyye’nin tevhidini de eklemişler ve tevhid şu şekle bürünmüştür: Kaderin, Allah’ın yüce sıfatlarının, güzel isimlerinin (esmâ-i hüsnâ) inkar edilmesi.
Bu bozuk tevhid anlayışının karşısına Cebriyye’nin tevhid anlayışı çıkmaktadır. Bunun da içeriği sudur: Hem yaratma işinin, hem de diğer fiillerin yalnızca Allah tarafından yapılması. Gerçekte, kullar bir şey yapamazlar, fiillerini yaratmazlar, buna güçleri de yetmez, onların ihtiyarî hareketleri, esen rüzgarın önündeki ağacın hareketinden bir farkı yoktur. Mahlukatta, yeti, yetenek, iç güdü, sebep yoktur. Ne olursa, sadece Allah’ın dilemesiyle olmaktadır. Bu, hiçbir sebep, hikmet ve tercihin olmadığını kabul etmektir.
Basiret sahibi, avamdan bazı dalalet içindeki müslümanların ve kendilerine şeyh süsü verenlerin tevhidinden habersiz kalır mı? Onlar din kisvesine bürünmekte, salih insan pozlarına girmektedirler. Onlar Allah’ı bırakıp veli, kutub, evsat, abdal v.b. sıfatlarla anılan kişilere dua etmekte, onlardan fayda beklemekte, onlardan korkmaktadırlar. Kabirlerini tavaf ederler, Allah’tan istediklerinden daha fazlasını onlardan isterler. Allah’tan diledikleri yardımdan daha fazlasını onlardan dilerler. Zor durumlarda onlara sığınırlar. İhtiyaçlarının giderilmesini ve zorluklarının sona erdirilmesini onlardan beklerler. Bunu, Allah ile kendi aralarında onlar bir aracı olarak gördüklerinden dolayı yaparlar ve şöyle derler: Araç olmasaydı, amaç yok olurdu.
Her şeyden önce; Hristiyanlığın tevhid anlayışını unutmamalısın. Onlar dinlerini, tevhid dini sanmaktadırlar. Şu söz ve inançlarıyla tevhid dairesinden çıkmaktadırlar: Allah, üçün üçüncüsü. Yani, baba, oğul, Ruh-ul Kudüs. Bu, bir aile ya da kutsal bir ortaklıktır. İlah baba, ilah çocuk, üçüncü olarak ta Ruh-ul Kudüs.
Onlara, bu “üç” sözünüzle tevhid nasıl oluyor dediğinizde; üç bir, bir de üçtür, akide konusunda aklın ve mantığın yeri yoktur, derler. Ve buradaki sloganları şudur: Körü körüne inan!
Bundan dolayı İslâm, hakkı batıldan ayırıp ortaya çıkarmak için öncelikle davette bulunduğu, bütün öğretilerini üzerine bina ettiği tevhidin hakikatim açıklamaktadır.
Nasıl Bir Tevhid?
İlmî, itikadi bir tehviddir bu. İlmî ve davranışsal bir tevhid. Diğer bir deyişle bu iki tevhid birbirinden ayrılmaz. Bilgide, ispatta, itikadda tevhid. İstekte, maksatta ve iradede tevhid.
Allah katında, O’na, O’nun zatında, sıfatlarında, fiillerinde ortağı, benzeri olmadığına, doğmadığına ve doğurulmadığına, ilmen ve itikaden inanılmadan tevhid gerçekleşmez. Aynı şekilde, niyet ve amel olarak, ibadet ve taati yalnızca Allah için yapmadıkça, O’na boyun eğmedikçe, O’na yönelmedikçe, O’na tevekkül edip, O’ndan korkup, O’ndan beklemedikçe bu tevhid yine gerçekleşmez.
İlk anlamdaki tevhid, İhlas suresinin tamamında, Âl-i İmran, Tâhâ, Elif Lam, Secde, Hadid surelerinin baş tarafında ve Haşr suresinin son bölümünde açıklanan tevhiddir. ikinci anlamdaki tevhid ise; Kafirun ve En’am surelerinin bütününde, A’raf suresinin ilk ve son bölümlerinde Yunus suresinin ilk, orta ve son bölümlerinde, Zümer suresinin ilk ve son bölümlerinde v.d. surelerde anlatılan ve Kur’an’ın davette bulunduğu tevhiddir. İbn-ül Kayyım, Kur’an bütün sureleri ile tevhidin her türünü de kapsamaktadır diyor.
Eski ve yeni birçok yazar birinci tür tevhide (itikadî tevhid), Rububiyyet Tevhidi, ikinci türe (amelî tevhid) ise; Uluhiyyet Tevhidi adını vermektedir.
Sanırım ki aziz okuyucu, bu iki terimin anlamının, Rabbinden bir delil üzre bulunman ve basiret sahibi olman için biraz daha aydınlatılması gerekiyor. Böylece yok olan delili ile yok olsun, yaşayan da delili ile yaşasın. Öyleyse, Rububiyyet ve Uluhiyyet Tevhidlerinin anlamı nedir?
Rububiyyet Tevhidi
Bunun anlamı, Allah’ın (c.c.) göklerin ve yerin Rabbi, içindekilerinin Yaratıcısı olduğuna, bu alemin bütününün egemenliğinin O’nun olduğuna, tasarrufunda bir ortağı bulunmadığına, hükmünde hesap vermediğine, her şeyin Rabbinin O olduğuna, her canlıya O’nun rızık verdiğine, bütün işleri O’nun evirip çevirdiğine, yalnızca O’nun yükselttiğine ve alçalttığına, yalnızca O’nun verdiğine ve engel olduğuna, zarar ve yarar verdiğine, sadece O’nun izzetli ve zelil kıldığına, onun dışındaki her şeyin ne kendisi için ne de başkası için, ne bir hayra ne de bir şerre ancak Allah’ın dilemesi ve izniyle gücü yettiğine inanmaktır. Bu tür tevhidi, eskiden dehriyyun (zamana tapanlar) ve çağımızda da komünistler gibi materyalistler inkar etmişlerdir. Materyalistlerin, tipik örneği, alemin sakin olduğuna inanan seneviyyedir. Onlara göre, bir nur (ışık) tanrısı, bir de zulmet (karanlık) tanrısı vardır. Cahiliye arapları gibi birçok müşrik bu tür tevhidi kabul ediyor, inkar etmiyorlardı. Kur’an onlar hakkında da şöyle der: “And olsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?’ diye sorarsan, şüphesiz ‘Allah’tır’ derler.” (Ankebut, 61) “And olsun ki onlara, gökten su indirip onunla, ölümünden sonra tekrar dirilten kimdir, diye sorarsan, şüphesiz Allah’tır derler.” (Ankebut, 63) “Ey Muhammedi Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir, de. Allah’ındır, diyecekler. Öyleyse ibret almaz mısınız, de. Yedi göğün de Rabbi, yüce arşın da Rabbi kimdir, de. Allah’tır, diyecekler. Öyleyse, O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız, de. Biliyorsanız söyleyin her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir, de. Allah’tır, diyecekler. Öyleyse, nasıl aldanıyorsunuz, de.”( Müminun, 84-89)”
Bu müşriklerin cevabıdır. Allah’ın evrenin Rabbliğini, her işi O’nun yaptığını kabul ettiklerini göstermektedir. Bu imanlarının bir gereği olarak yalnız O’na ibadet etmeleri, Rablerine ibadette başka bir ortak koşmamalarıdır. Ancak onlar tevhidin diğer kısmım, uluhiyyet tevhidini inkar etmişlerdir.
Uluhiyyet Tevhidi
Bunun anlamı, ibadette, boyun eğmede, kesin itaatte, ne yerde, ne de gökte tek ve ortağı olmayan Allah’ı birlemektir. Tevhid, rububiyyet tevhidine, uluhiyyet tevhidi katılmadan kesinlikle gerçekleşmez. Bu, tek başına yeterli değildir. Müşrik araplar da rububiyeti kabul ediyorlardı. Bununla birlikte, Allah’a ortak koştuklarından dolayı bu onları, İslâm’a sokmadı. Allah ile birlikte başka tanrılar edindiler. Bunların, kendilerini Allah’a daha fazla yaklaştıracağını, Allah katında onlara şefaat edeceğini sanıyorlardı.
Hıristiyanlar, Allah’ın göklerin ve yerin Rabbi olduğunu inkar etmediler. Ancak, O’na Mesih İsa’yı ortak koştular. O’nu Allah’tan başka ilah edindiler. Kur’an onların kendilerine cennetin haram, cehenneme girecek kafirler olduğunu haber vermiştir.
Çok eskiden beri insanlar bu tevhidden sapmışlar, Allah’tan başka birçok tanrıya ibadette bulunmuşlardır. Nuh kavmi; ved, süva, yeğus, yeuk, nesraya; İbrahim (a.s.)’in kavmi putlara, sebeliler güneşe, sabiîler yıldızlara, mecusiler ateşe, araplar putlara ve taşlara, Hıristiyanlar mesih ve annesine, haham ve rahiplere tapınışlardır. Bunların hepsi müşriktir. Çünkü, Allah’tan başkasının hak etmediği ibadeti O’na tahsis etmediler.
Sadece Allah’a yapılan ibadetin anlamı nedir?
İbadet:
İbadet, birbirine girmiş iki anlamı ifade eden bir kelimedir. Bir durumalışı betimler. Bu, sonsuz bir sevgi ile sonsuz bir tevazudur. Kamil bir sevgiyle bütünleşen kamil bir tevazu. İşte; ibadet budur. Tevazusuz sevgi, ya da sevgisiz tevazu ibadetin anlamını gerçekleştirmez. Bir parça tevazu ile bir parça sevgi de ibadeti gerçekleştirmez. Bütün bir tevazu ve bütün bir sevgi zorunludur.
İbadetin Çeşitleri ve Türleri:
Birçok kişinin sandığı gibi, ibadetin bir tek şekli yoktur. Tersine çeşitli tür ve şekilleri vardır:
a) Dua: Allah’a, faydalı bir şey istemek ya da zararlı bir şeyden uzaklaştırması, koruması, belanın yok olması ya da düşmana karşı zafer elde etmek v.b. şeyler elde etmek için yönelmektir. Kalbten gelen bir istekle, Allah’a yönelme, ibadetin özü ve ruhudur. Hadiste dendiği gibi, “dua ibadettir. “( Tirmizi)”
b) Dinî yükümlülükleri yerine getirme: Namaz,oruç, sadaka, hac, adak, kurban v.b.gibi.Bu ibadetlerin Allah’tan başkası için yapılması caiz değildir. Allah’tan başkasına, ne namaz kılınır, ne oruç tutulur, ne sadaka verilir, ne adakta bulunulur, ne kurban kesilir, ne de başka bir ibadet yapılır.
c) Allah’ın hüküm olarak koyduğunu kabul etme, teslim olma: Helali helal, haramı haram, hadleri ve dünya işlerini düzenleyen hükümleri olduğu gibi kabul etmek. Allah’a Rabb olarak iman eden birisi için, insanlardan, boyun eğdiği, hayatını düzenlediği hüküm, değer ve kanunları alması caiz değildir. Bu da ibadetten bir türdür.
Uluhiyyet Tevhidinin Önemi
Tevhidin bu kısmı, kısımlarının en büyüğü ve en önemlisidir. Aşağıda görüleceği gibi, peygamberlerin bütün dikkatlerini yönelttikleri budur. Tevhid kelimesini telaffuz ettiğimizde de zihnimize geliveren odur. Peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi onun içindir. Ondan dolayı kıyamet kopacak, hesaplar dürülecek, cennet ve cehennem pazarları kurulacak, insanlar üzgün ve mutlu olarak ayrılarak bir bölümü cennete, bir bölümü cehenneme gidecektir.
TEVHİDİN ŞİARI LA İLAHE İLLALLAH’TIR
Peygamberlerin getirdiği tevhidin hakikatini öz bir şekilde ifade eden bir şiar vardır. Bu, tevhid kelimesi, ihlas kelimesi ya da takva kelimesi olarak isimlendirilen Lailahe İllallah sözüdür. Bu büyük kelime, uluhiyyeti Allah’tan başka her şeyden kaldırıp atmayı, ve uluhiyyeti sadece O’na has kılmayı içermektedir. Gerçek olan ilah, yalnızca O’dur. Çeşitli zaman dilimlerinde, insanların O’ndan başka ibadette bulundukları ilahlar, cehalet ve vehmin yarattığı batıl sahte ilahlardır. Allah şöyle buyurmaktadır: “Keza Hak yalnız Allah’tır. O’nu bırakıp ibadet ettikleri ise batılın tâ kendisidir. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.”(Hacc, 62)
İlah, gerçekten ibadet edilendir. Yani ibadet edilmeye, itaat edilmeye, sevilmeye layık olandır. Bu da, ibadetin anlamı olan; sonsuz sevgi ve tevazu ile bütünleşmeyi gerektirip kemal sıfatlarla sıfatlanmayla gerçekleşir. Şeyh-ul İslâm İbn-i Teymiyye’nin deyimiyle ilah şudur: Sevgisiyle kalp dolduğu, ona tevazuda bulunduğu, boyun eğdiği, korktuğu, beklediği, zor anlarda kendisine sığındığı, ihtiyaçları için dua ettiği, maslahat anlarında tevekkül ettiği, ona iltica zikriyle sükunet bulduğu ve sevgisiyle rahatladığıdır. Bu da Allah’tan başkası değildir. Bunun için, “Lailahe illallah” sözlerin en doğrusu ve en faziletlisidir. İşin başıdır. Güzellerin güzelidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s)den rivayet edilen sahih bir hadiste: “Ben ve benden önceki peygamberlerin söylediği en hayırlı söz, Lailahe illallah’tır” buyurulmuştur.
Tevhid Peygamberlerin İlk Görevidir
Bütün semavi dinlerde, tevhidin ayrı bir önemi ve yeri vardır. Nuh (a.s.)’dan Muhammed (s.a.s.)’e kadar bütün peygamberlerin davetlerinde ilk konu tevhid olmuştur. Allah’ın, kullarına hidayet rehberleri olarak gönderdiği peygamberlerin ilk görevleri, birbirinden ayrılmaz ve birbirini bütünleyen iki temel üzerinde yükselmektedir:
a- Sadece Allah’a ibadete davet.
b- Tağutlardan uzaklaşmaya davet.
Bu konuda Kur’an şöyle buyurur: “And olsun ki, her ümmete, Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının diye peygamber gönderdik.”(Nahl, 36) Peygambere hitaben de şöyle diyor: “Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her peygambere, benden korkun, bana ibadet edin, diye vahyettik.”
(Enbiya, 25)
Bundan dolayı, her peygamberin kavmine yönelttiği ilk çağrının şu olduğunu görüyoruz: “Ey kavmim! Kendisinden başka tanrı bulunmayan Allah’a ibadet edin.”(A’raf, 59)Nuh, Hud, Salih, Şuayb v.d. hakkında da Kur’an aynı şeyi zikretmiştir.
Müşriklere gönderilen ilk peygamber Nuh (a.s.)’un da kavmine şöyle dediğini görüyoruz: “Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik. Ben sizin için apaçık uyarayım, Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. “(Hud, 25-26.)
Sonradan kavminin kendisine Rabb olarak ibadet ettiği Meryem oğlu İsa da aynı şeyi diyor: “Ey İsrail oğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin, kim Allah’a ortak koşarsa; muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (Maide, 72)
Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tevhide ve tağuttan sakınmaya daveti en belirgin, en kuvvetli, en derin ve en sonsuz olanıdır. Kur’an ve Sünnette, apaçık görülen ve İslâm’ın ilkelerinde, şeriatında, adabında ve ahlâkında anıtlaşan da budur.
Tevhid İslâm’ın Şiarıdır
İslâm’ın tevhide verdiği önemin görüntülerinden biri de onu kendisine, diğer dinlerin hepsinden -ister putçu olsun, isterse bozulmuş ehli kitap- ayıran bir özellik, şiar kılmasıdır. İslâm’ın tanımlandığı en meşhur şey, onun bir tevhid dini olmasıdır. İslâm’ın adı, bu iki cümlede vücud bulmuş ve kim bunu söylerse, İslâm’ın kapısından girmiş olmaktadır. Bu iki cümlenin ilki “Allah’tan başka tanrı olmadığına şehadet” ikincisi ise “Muhammed’in Allah’ın elçisine şehadet’tir.
Bu tevhidin ilanı, büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü müslüman sadece farz namazlarda dokuz kez tekrar etmektedir bunu. Beş kez de kamet getirirken. İslâm bununla da yetinmemiştir. “Allah’tan başka bir tanrı olmadığına şehadet ederim” nidasının minarelerden bütün dünyaya yüksek bir sesle günde beş kez yapılmasını emretmiştir. İslâm’ın yüceliklerinden biri de, müslüman baba için yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan okumayı, sol kulağına kamet getirmeyi, çocuğun duyacağı ilk ses ezan olsun diye sünnet kılmıştır. Kendine takdir edilen ömrü noktalayıp ölüm geldiğinde; veli, dost ve akrabalarına düşen görev kelime-i tevhidi, Lailahe illalah’ı telkinde bulunmaktır.
Böylece, müslüman hayata adımını kelime-i tevhid ile atarken, hayata noktayı da kelime-i tevhid ile koymaktadır. Beşik ile ölüm döşeği arasında kalan zamandaki görevi, tevhidi ikame etmekten, ona davet etmekten başka bir şey değildir.
Tevhid Allah’ın Kullar Üzerindeki Hakkıdır!
Allah’ın Rasulü (s.a.s.) tevhidin, Allah’ın kullar üzerindeki hakkı olduğunu, ondan ayrılmanın ve gaflete düşmenin caiz olmadığını beyan etmesi bu ifadeyi desteklemektedir. Buhari ve Müslim’in Muaz b. Cebel’den rivayet ettiğine göre: Eşeğin üzerinde, peygamberin terkisindeydim. Bana dedi ki, Muaz, Allah’ın kullar üzerindeki, kulların da Allah üzerindeki hakkını biliyor musun? Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dedim. Allah’ın kullar üzerindeki hakkı ona ibadet etmeleri, hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise; şirk koşmayana Allah’ın azap etmemesidir, buyurdu. Ey Allah’ın Rasulü! İnsanlara müjde vereyim mi, dedim. Hayır, buna güvenip dururlar, buyurdu.
Bu haktaki sır, Allah’ın insanı yoktan yaratması, sayısız nimetlerle donatması, güneşi, ayı, geceyi, gündüzü emrine amade kılması, akıl vermesi, konuşmayı öğretmesidir. Bu, yaratıcının, rızık verenin, nimetlendirenin, öğretenin, esirgeyenin, bağışlayanın hakkıdır ki; kendisine nankörlük edilmeyip şükredilsin, unutulmayıp zikredilsin, isyan edilmeyip itaat edilsin.
Bunun için, bu hakkın açıklanması, tekid edilmesi hukuk-u aşere (on hak) olarak bilinen ayetin ilk tavsiyesidir. Şöyle buyuruluyor: “Allah’a ibadet edin, ona bir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilikte bulunun.” (Nisa, 36) En’am süresindeki on tavsiyeyi içeren ayette de aynı şey zikrediliyor: “De ki: ‘Gelin size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilikte bulunun. ” (Enam, 151)İsra süresindeki hikmet tavsiyeleri de bu kabildendir: “Allah ile beraber başka bir tanrı edinme, yoksa yerilmiş ve tek başına kalmış olursun. Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi ve ana-babaya iyilikte bulunmanızı emretmiştir.” (İsrâ, 22-23)
Tevhid Müslümanın Hayattaki Çağrısıdır
Müslüman, hayatına tevhidle başlayıp, tevhidle sona erdiriyorsa; beşik ile mezar arasındaki görevi, tevhidi hakim kılma, ona davette bulunma olur, Allah, insan ve cinlerden mükellef olarak yarattıklarının görevini açıklarken şöyle buyuruyor: “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlardan bir rızık istemem. Beni doyurmalarını da istemem. “( Zariyat, 56-57)
Ayet-i Kerime, Allah’ın (c.c.) onları, sadece ortağı olmayan Allah’a ibadet etmek için yarattığını açıklıyor. Bu, onların yaratılışlarındaki hikmet ve gayedir. Allah onları, kendisini tanımaksızın, kadrini bilmeksizin hayvanlar gibi yiyip içsinler diye değil, huşu ve tevazu içinde, ibadeti yalnızca O’nun için yapsınlar diye yaratmıştır.
Kim ki; varlığının amacını, hayattaki görevini ki, yalnızca Allah’a ibadettir- gerçekleştirmeksizin ömrünü geçirirse;akıl sahibi insanların düzeyinden hayvanların düzeyine -belki de onlardan daha aşağıya- düşmüş olur.
Tevhid İslâm Milletinin Diğer Milletlere Çağrısıdır
Tevhid, hayatta müslümanın mesajı olduğu gibi, müslüman ümmetin bütün milletlere de mesajıdır. Bunun için; Nebi (s.a.s.), kisraya, kaysere ve yeryüzünün diğer krallarına, şu ayetle davetini ulaştırmıştır: “Ey kendilerine kitap verilenler! Ancak Allah’a kulluk etmek, O’na bir şeyi eş koşmamak, Allah’ı bırakıp birbirinizi Rabb olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda ortak bir kelimeye gelin. Eğer, yüz çevirirlerse; bizim müslüman olduğumuza şahid olun, deyin.”(Al-i İmran, 64) Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) ve onların yolundan gidenler, bu mesajı ve ona karşı olan görevlerini biliyorlardı. Fars orduları komutanı Rüstem, Kadisiye savaşında, Rıb’î b. Amir’e, siz kimsiniz, amacınız nedir, diye sorduğunda şöyle cevap verir Amir: Biz, insanları kullara ibadetden sadece Allah’a ibadete, dünyanın darlığından genişliğine, dinlerin zulmünden İslâm’ın adaletine götürmek için Allah’ın gönderdiği bir milletiz.”
Tevhid Ne İle Gerçekleşir?
Peygamberlerin getirdiği, İslâm’ın kökleşmesine,desteklenmesine ve korunmasına büyük önem verdiği tevhid, şu unsurlar oluşmaksızın gerçekleşemez, kökleşemez, dallanıp budaklanamaz:
a- İhlasla sadece Allah’a ibadet etmek.
b- Bütün tağutları inkar etmek, bunlara ibadet edenlerden, onları dost edinenlerden uzaklaşmak.
c- Şirkin bütün derece ve türlerinden sakınmak, ona giden yolları tıkamak.
İhlasla Allah’a İbadet
Bunun anlamı şudur: ta’zimi, sevgiyi, kesin tevazuyu ve uluhiyyeti O’na has kılmaktır. Bu üç şeyle gerçekleşir:
1 insanın Allah’tan başkasını, Allah’a tazimde bulunduğu gibi tazimde bulunacağı bir rab olarak
benimsememesi. Allah şöyle buyurur: “De ki: ‘Allah her şeyin Rabbi iken O’ndan başka bir Rabb mi arayayım?(Enam, 164)İnsanların, Allah’tan başka, ister taştan,isterse insandan olsun, ibadet ettikleri, ta’zimde bulundukları rablerinin hepsini terk etmeleri, yok etmeleri gerekir. Bundan dolayı; Allah Rasûlü’nün (s.a.s.)kral ve başkanlara daveti şuydu: “Sadece; Allah’a ibadet edelim, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp birbirimizi rabler edinmeyelim.” (Âl-i İmran, 64)
2 Allah’tan başkasını, Allah’ı sever gibi severek dost edinmemek.Allah şöyle buyurur: “De ki: ‘Gökleri ve yeri yaratan, beslenmeyip besleyen Allah’tan başka bir dost mu edinirim?”
(Enam, 14.)Bir başka ayette: “İnsanlar arasında, Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları, Allah’ı severcesine sevenler vardır. Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” (Bakara, 165)Onlar hakkında şöyle der: “Böylece Allah onlara, hasretini çekecekleri amellerini gösterir. Onlar, cehennemden çıkmayacaklardır.”(Bakara, 167)Bunun anlamı şudur: onlar, dostlarını, velilerini, Allah’tan başkası için caiz olmayan saygı, korku ve ta’zimle karışık bir sevgiyle sevmektedirler.
Şeyhu’l-İslâm Muhammed b. Abdul vehhab şöyle der: “Onlar, Allah’a ortak koştukları eşlerini, O’nu sever gibi seviyorlar” ayeti, onların Allah’ı büyük bir sevgi ile sevdiklerini, ancak bunun onları, İslâm’a sokmadığını göstermektedir. Allah’a ortak koşulanı, Allah’tan daha fazla sevenin durumu ne olur? Allah’ı bırakıp, sadece ortak koşulanı sevenin durumu nedir?. “Tevhidin gerektirdiği, insanın sevgisini Allah’a halis kılmasıdır. Velayet (dostluk) hakkı yalnızca Allah’a aittir: “Demek onlar, Allah’tan başka dostlar edindiler. Halbuki dost (veli) ancak Allah’tır. O, ölüleri diriltir. Her şeye kadirdir.” (Şura, 9)
3- Hakem olarak Allah’tan başkasını kabul etmeme. Allah şöyle buyurur: “Allah size Kitab’ı açık açık indirmiş iken ondan başka bir hakem mi isteyeyim. (Enam, 114)Bu, kullarının işlerine hükmetme hakkının, onların dinî ve dünyevî işlerini düzenleme yetkisinin kendisinde olmasıdır. Bu da, ancak Allah’tır. O, yarattığım bilir, onlara acır, onlar için neyin yararlı, neyin de zararlı olduğunu bilir: “Yaratan bilmez mi? O, latiftir, haberdardır.” (Mülk, 14)
Bundan dolayı, Kur’an, yasamanın sadece Allah’a ait olduğunu belirtir: “Hükmetmek ancak Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil, sadece kendisine ibadet etmenizi emretmiştir. Bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”(Yusuf, 40)
Aynı şekilde Kur’an, Allah’ı ve Resûlünü bırakıp başkalarına muhakeme için gidenleri, imanın gerçeğinden uzaklaşmış, şeytana itaate başlamış olarak görür: “Ey Muhammedi Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Tağutların önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa onları, tanımamakla emr olunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister. Onlara, Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin, dendiğinde, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün. (Nisa, 60-61)
Tağutu Reddetmek
Tevhidin gerçekleşmesindeki ilk unsur, ibadetin ihlasla Allah’a yapılmasıydı. O’ndan başkasının layık olmadığı ta’zim, sevgi ve ibadetin, yani uluhiyyetin O’na has kılınmasıydı.ikinci unsur, tağutları inkar, onlara ibadet eden, onları dost edinen herkesten uzaklaşmaktır. Bu o kadar önemlidir ki; Kur’an bazen tağutları inkarı, Allah’a imandan önce zikretmiştir. Bu hususta, Allah’a (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Tağutları inkar edip Allah’a iman eden kimse kopmak bilmeyen sağlam bir ipe tutunmuştur.”(Bakara, 256)
Rasulullah Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Lailahe illallah deyip Allah’tan başkasına ibadet edilenleri inkar edenin malı ve kanı haramdır. Onun hesabı Allah’adır.” (Müslim)
Kanın ve malın korunmuş olması için kelime-i tevhidi söylemek yeterli değildir. Allah’tan başka ibadet edilenlerin inkar edilmesi buna ilave edilmelidir.
Bu, eşyanın zıddıyla bilinmesindedir. Hakk’a iman ancak küfür ve batıl ehlinden uzaklaşmakla açığa çıkar, belli olur. Bundan dolayı, muvahhidlerin imamı İbrahim (a.s.), kavminin tanrılarından, putlarından beraatini, onlara olan düşmanlığını ilan etmiştir. Allah, şöyle buyurur: “İbrahim, babasına ve milletine, beni yaratan hariç, sizin ibadet ettiklerinizden uzağım. Beni doğru yola eriştirecek olan şüphesiz O’dur, dedi.(Zuhruf, 26-27)Başka bir ayette: “İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için tabi olunacak güzel bir örnek vardır. Onlar milletlerine şöyle demişlerdi: Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız, sizin dininizi inkar ediyoruz, bizimle sizin aranızda yalnız Allah’a iman etmenize kadar ebedi düşmanlık ve öfke baş göstermiştir.” (Mumtahine, 4) Böylece öğreniyoruz ki gerçek tevhid, Allah’a iman ve O’na ibadete, tağutu inkar ve dostlarından uzaklaşma eklenmeyince tamam olmaz. Bundan dolayı,bütün peygamberlerin kavimlerine daveti,daha önce de belirttiğimiz gibi,”Allah’a ibadet,tağuttan kaçınmaktır.(Nahl, 36)
Tağut:
Tağut, tuğyan kelimesinden türemiştir. Haddi aşmak anlamınadır. Anlamının sınırları konusunda selefin görüşleri farklıdır. Hz. Ömer (r.a..) “Tağut şeytandır” demiştir. Cabir (r.a.), şeytan kılığındaki kahinlerdir, demiştir. Malik’e göre ise, tağut; Allah’tan başka ibadet edilen her şeydir.
Bu görüşler, bazı tağut tipleri hakkında belirtilmiştir. Ancak, bütün çeşitlerine hasredilemez. İbn-i Kayyımın (r.h.) tağut hakkında söylediği en güzel sözdür: “Tağut, kulun haddini aşarak, ibadet ettiği, tabi olduğu, itaat ettiği her şeydir. Her kavmin tağutu, Allah ve Rasûlü’nü bırakarak, muhakeme olmak istedikleri, Allah’tan başkasına ibadet ettikleri, Allah’tan bir delil olmaksızın izinden gittikleri, Allah’a itaat etmeleri gereken yerde, itaat ettikleri şeydir. Bunlar dünyanın tağutlarıdır. Onları ve onlarla birlikte insanların durumunu düşündüğün zaman, çoğunun Allah’a ibadetten uzak ve tağutlara ibadet etmekte olduklarını, Peygambere (s.a.s.) itaattan uzak, tağut ve izleyicilerine itaat ettiklerim görürsün.”
ŞİRKTEN KORUNMA VE SAKINMA
Bu, tevhidin gerçekleşmesi için gerekli üçüncü unsurdur. Bu, şirkin bütün çeşitlerini, büyüğünü küçüğünü, açığını gizlisini bilmeyi gerektirir. Şirkin bütün kirlerinden temizlenmek ve ona giden bütün yollardan kaçınmaktır.
Dediğimiz gibi eşya zıttıyla bilinir. Tevhidin de gerçek şekliyle bilinebilmesi için, şirkin tanınması gerekmektedir.
Şimdi de şirkin ne olduğuna bakalım.
Şirk
Şirk, insanın Allah’a ait olan hususlarda, O’na ortak koşmasıdır. Bu, bir tanrı edinerek ona ibadet etmesi, itaat etmesi, ondan yardım dilemesi, sevmesiyle olur. Bu kendisiyle birlikte, salih amelin kabul edilmediği büyük şirktir. Bundan da öte, şirkin olduğu yerde salih amel olmaz. Çünkü amelin kabul ve salih olması için ihlasla Allah için yapılmış olmalıdır.
Allah şöyle buyurur: “Rabbine kavuşmayı uman kimse, salih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç ortak koşmasın.” (Kehf,110) Bu affedilmeyen bir günah halidir: “Allah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını (günah) dilediğine bağışlar. ” (Nisa, 48) Müşriklere cennet haramdır. Onun yeri cehennemdir: “Kim Allah’a ortak koşarsa, kesinlikle Allah ona cenneti haram eder, onun yeri cehennemdir. Zalimlerin yardımcıları yoktur.”
Şirkin Çeşitleri
Şirk iki çeşittir: büyük şirk, küçük şirk.
Büyük şirk, Allah’ın affetmediği, sahibinin kesinlikle cennete giremeyeceği şirktir. Küçük şirk ise, eğer Allah’ın rahmeti olmaz ve insan ölümünden önce tevbe etmezse, kendisine yaklaşanın ve üzerinde ısrar edenin kafir olarak ölmesinden korkulan büyük günahlardır.
Büyük Şirk
Büyük şirkte iki çeşittir: açık ve görünür; kapalı ve örtülü.
Açık büyük şirk, Allah’la birlikte bir ilaha -ki bu güneş ve ay gibi bir gök cismi, put ve taş gibi cansız bir varlık, buzağı ve inek gibi bir hayvan, kendilerinin tanrı olduğunu iddia eden veya onlar için bu tür iddiada bulunulan ve bazı insanların da tasdik ettiği -Firavun gibi- ibadet etmektir. Mesih, Meryem oğlu İsa’ya, bizce bilinmeyen cin, şeytan ve melek gibi mahlukata ibadet edenler de bu cümledendir. Çeşitli milletlerde onlara tapan kullar buluna gelmiştir.
Gizli büyük şirk: Bunu çoğu insan bilmez. Ölülere ve makamat sahibi kabirlere dua etmek, onlardan yardım dilemek, hastalara şifa, zorlukların giderilmesi, darda kalanlara yardım elinin uzatılması, düşmana karşı yardım gibi ihtiyaçların giderilmesini onlardan istemektir. Ki bunlara; ancak Allah’ın gücü yeter. Onların zarar ve yarar verdiklerine inanmaları da böyledir. İbnü’l-Kayyım’ın dediği gibi dünya şirkinin aslı budur. Bu şirkin gizli olmasının iki nedeni vardır:
a- İnsanlar yaptıkları bu duayı, yardım dilemeyi ibadet olarak isimlendirmiyorlar. İbadeti sadece rükuya, secdeye, namaz ve oruca hasrediyorlar. Gerçek olan şu ki, daha önce de açıkladığımız üzre, ibadetin ruhu duadır. Bir hadiste şöyle buyurulur: Dua ibadettir.
b- Onlar, bizim kendilerine dua ettiklerimizin, yardım dilediklerimizin bir ilah ya da rab olduklarına inanmıyoruz, diyorlar. Tersine, bizim gibi yaratık olduklarına inanıyoruz, ancak onlar, bizimle Allah arasında aracıdırlar, katında bize şefaat edicidirler, diyorlar.
Bu, Allah’ı (c.c.) bilmemekten dolayıdır. O’nu zorba bir hükümdar, müstebid bir yönetici gibi kendisine ancak aracı ve şefaatçılarla ulaşılabileceğini sanmalarından dolayıdır. Bu, eskiden müşriklerin de kapıldığı bir vehimdir. Tanrı ve putları hakkında şöyle diyorlardı: “Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz” (Zümer, 3) “Onlar, Allah’ı bırakarak kendilerine fayda da zarar da vermeyen putlara ibadet ederler; bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır derler.”(Yunus, 18)Hiç bir zaman tanrılarının ve putlarının yarattığına, rızık verdiğine, dirilttiğine, öldürdüğüne inanmadılar. Allah şöyle buyurur: “Ey Muhammed! And olsun ki, onlara, gökleri ve yeri kim yarattı, diye sorsan, onları güçlü olan, her şeyi bilen yaratmıştır, derler.” (Zuhruf, 9) “De ki, gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi kimdir? Diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran kimdir? Her işi düzenleyen kimdir? Allah’tır, diyecekler. O zaman O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız? de. (Yunus, 31).Allah katındaki bu inançlarıyla, Allah’ın göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık veren, her şeyi yöneten, dirilten ve öldüren olduğu; putların ise sadece Allah katından şefaatçi ve aracı oldukları inancıyla birlikte; Kur’an onları şirkle nitelendirmiş, müşrik olarak isimlendirmiştir. Şirkten dönünceye, Lailahe illallah deyinceye kadar, öldürülmelerini emretmiştir. Kim bunu derse, İslâm’ın hakkı dışında kanı ve malı korunmuş olur. Allah Teâlâ, aracı ve şefaatçiden müstağnidir. O, kuluna şah damarından daha yakındır.Şöyle buyurmaktadır: “Kullarım, sana beni sorarlarsa; bilsinler ki, ben onlara yakınım.”(Bakara, 186) “Rabbiniz, bana kulluk edin ki, size karşılığını vereyim, buyurmuştur. ” (Mümin, 60)
Girmek isteyen herkese Allah’ın kapısı açıktır. Ne kapıcısı vardır ne de örtüsü.
Allah’tan Başkasını Kanun Koyucu Olarak Kabul Etmek
Çoğu insana gizli kalan, bilinmeyen büyük şirkin başka bir çeşidi de, Allah’tan başkasını kanun koyucu olarak ve hakem olarak kabul etmektir. Diğer bir deyişle, bazı insanlara, fert veya grup olarak, kendileri veya başka birilerine kesin bir kanun koyma hakkı vermektir. Onlar dilediklerini helal, dilediklerini de haram kılarlar. Onlar, Allah’ın izin vermediği ve onun şeriatına zıt olan yöntem ve düşünce koyarlar. Diğerleri de onların koydukları bu yasalara, sanki isyan edilmeyip itaat edilen bir ilahi yasa, bir semavî hüküm imiş gibi itaat ederler.
Şüphesiz ki yaratıklar hakkında yasamada bulunmak sadece Allah’ın hakkıdır. Onları yaratan, rızıklandıran, her türlü nimeti onlara bahşeden O’dur. Onları sorumlu kılmak, emretmek, nehy etmek, helal ve haramı belirlemek te O’nun hakkıdır. Çünkü O insanların rabbi, meliki, ilahıdır. O’ndan başkasının rububiyet, mülkiyyet ve uluhiyyet hakkı yok ki, hüküm ve teşrii hakkı bulunsun. Dünya O’nun mülküdür. Allah’ın mülkündeki insanlar, onun kullarıdır. O, bu ülkenin efendisi ve hakimidir, hükmetmek, yasa koymak helal ve haram kılmak O’na, dinlemek ve itaat etmek ise kullarına düşer. Bu ülke vatandaşlarından biri, bu ülkenin efendisinin izni olmaksızın orada bazılarının emir ve nehiy, helal ve haram kılmak, hükmetmek ve yasa koyma hakkının bulunduğunu iddia ederse; Hakimin kullarının bazısı O’nun mülkünde O’na ortak koşmuş, yalnızca O’na ait olan yönetim ve yasama konusunda, O’nunla çatışmış olur. Bundan, Kur’an, ehl-i kitabın şirk içinde olduğuna hükmetmiştir. onları, müşrikler olarak adlandırmıştır. Çünkü onlar yasama hakkını, haham ve rahiplere vermişler, onların belirledikleri haram ve helallere itaat etmişler. Kur’an bunu, Meryem oğlu Mesih’e yapılan ibadete denk saymıştır. Allah şöyle buyurur: “Onlar Allah’ı bırakıp hahamları, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa, tek tanrıdan başkasına ibadet etmemekle emr olunmuşlardı. Ondan başka tanrı yoktur. Allah koştukları eşlerden münezzehtir.” (Tevbe, 31) Nebi (a.s.) bu ayeti, cahiliye günlerinde hristiyan olan Adiy b. Hatem et-Taî’ye şöyle tefsir etmiştir: Müslüman olup Peygamberin yanına gelen Adiy’e, Efendimiz bu ayeti okudu. Adiy diyor ki; hristiyanların onlara (hahamlara) ibadet etmediklerini söyledim. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Elbette, onların haram kıldıklarını haram, helal kıldıklarını da helal kabul ettiler ve onlara tabi oldular. Bu onların, onlara ibadetidir. (Ahmed,Tirmizi) Bu ayet ve Rasûlullah’ın hadisinin bunu tefsiri, kim Allah’tan başkasına kötülükte itaat eder, ya da Allah’ın izin vermediği bir konuda ittiba ederse; onu bir rabb ve mabud edinmiş, Allah’a ortak koşmuş olur. Bu da Allah’ın dini olan tevhide terstir. İhlas kelimesinin, Lailahe illallah’ın delalet ettiği; ilahın, kendisine ibadet edilen olduğudur. Allah, onların haham ve papazlarına olan itaatini, ibadet olarak isimlendirmektedir. Ve onları, erbab, yani ibadette Allah’ın ortaklan olarak adlandırmaktadır. İşte bu, büyük şirktir. Bir mahluka itaat eden, Allah ve Rasûlü’nün koyduğu hükümden başkasına tabi olan herkes, onu böylece adlandırmasa bile, onu bir rab ve mabud edinmiştir. Bir ayette Allah şöyle buyurur: “Eğer onlara itaat ederseniz, müşrik olursunuz.” (Enam, 121) Aynı anlamda başka bir ayet ise şöyledir: “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır? (Şura, 21)Kur’an ve sünnetin, Allah’tan başkasını kanun koyucu olarak kabul edip Allah’ın izni olmadığı konularda tabi olan hakkında hükmü buysa; kendisini Allah’a denk tutan, uluhiyyetin özelliklerinden olan hükmetme, kanun koyma, helal ve haram kılma hakkını ona veren hakkındaki hükmü nasıl olur?
Küçük Şirkin Çeşitleri
Büyük şirkin dışında şirkin başka tür ve çeşitleri de vardır. Küçük şirk olarak adlandırılan bu şeyler, büyük günahlardandır. Belki de, Allah katında diğer büyük günahlardan daha büyüktür. Bunlardan bazıları:
Allah ‘tan başkası adına yemin etmek
Bu, küçük şirktir. Peygamber adına, Kâbe-i şerif adına, evliyadan biri adına, büyüklerden biri adına, vatan adına, baba, dede, v.d. mahlukat adına yemin etmektir. Bunların hepsi şirktir. Hadis’te şöyle buyurulur: “Kim Allah’tan başkası adına yemin ederse kafir olur, ya da müşrik olur.” (Tirmizi)
Bu, yeminde, yemin edilene tazimin bulunmasından dolayıdır. Oysa; tazim ve takdise layık olan sadece Allah’tır. Bundan dolayı, başkası adına yemin nehy edilmiştir. Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Babalarınız adına yemin etmeyin.” “Kim yemin ederse, Allah adına yemin etsin veya terk etsin.”
İbn-i Mesud (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: Allah adına yalan yere yemin etmek, başkası adına doğru yere yemin etmekten daha iyidir. Dindeki bilinen gerçeklerden biri de, Allah adına yalan yere yemin etmek büyük günahtır. Ancak, şirkin hem büyüğü,hem küçüğü sahabenin fakihlerine göre; en büyük günahtır.(Allah’tan başkası adına yemin edene, ne bunu yerine getirmesi gerekir, ne de bunun bir kefareti vardır. Çünkü bu, şirktir. Ve şirkin, bir değeri yoktur. Ona düşen ancak şudur: Allah’tan istiğfar dilemesi, Resulullah’ın (s.a.s.) dediğini demesidir: “Kim Lat ve Uzza adına yemin ederse, Lailahe illallah desin.”(Buhari) Bu hadisin belirttiğine göre; şirkin kefareti yedirmek içirmek değil, tevhidi yenilemektir.)
Halka ve ip Takmak:
Tevhid, Allah’ın kainatta koyduğu sebeplere sarılmaya karşı çıkmaz. Açlığı gidermek için yemek, susuzluğa karşı su, tedavi için ilaç, savunma için silah gereklidir. İnsan hastalığında doktora gider. Doktor da ona bir ilaç verir ya da ameliyat veya başka bir şeyi uygun görür. O da bunlara kulak verir, yerine getirir. Bu, tevhidden dışarı çıkmak değildir. Tevhidin karşı çıktığı, meydana gelen veya meydana geleceği sanılan bir belayı defetmek için, Allah’ın meşru kılmadığı gizli sebeplere sarılmaktır.
Madeni halkalar takmak, kollara ip bağlamak bu türdendir. İmam Ahmed, İmran b. Husayn’den şöyle rivayet etmiştir: Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir adamın kolunda halka gördü. Sende tunçtan bir şey görüyorum, yazıklar olsun, nedir bu, dedi. Zayıflıktan deyince, o, senin ancak zayıflığını artırır, çıkar onu, üzerinde iken ölürsen, kesinlikle kurtuluşa eremezsin, buyurdu.
Peygamber (s.a.s.)’in, bunun üzerinde bu derecede durmasının nedeni, şirkin türlerinden sakınmak, sahabeye bu kapının tamamen kapatılmasını öğretmek içindir. Bundan dolayı, Huzeyfe b. Yemame ziyaretine gittiği bir hastanın yanma girdiğinde kolunda sıtmayı önlediği söylenen bir ip görünce; onun kesilmesini istedi ve şu ayeti okudu: “Onların çoğu, ortak koşmadan Allah’a inanmazlar.” (Yusuf, 106)
Nazar Boncuğu, Muska Takmak:
Bu da, şirkin bir çeşitidir. Arapların, özellikle çocuklara taktığı bir boncuk ve muskadır. Bunun onları, cinlerden koruduğu, nazar değmesini önlediğini sanıyorlardı. İslâm bunu ortadan kaldırdı, koruyucu ve engelleyici olmadığım öğretti.
Ahmed, Ukbe b. Amir’den merfu olarak rivayet etmiştir: “Kim boncuk asarsa, Allah onun işini bitirmez: Kim katır boncuğu takarsa Allah onu korumaz.” Diğer bir rivayette ise, “Boncuk takan şirk koşmuş olur.” Boncuk takmanın anlamı, bunun bir hayrı celb ettiğine veya bir şerri defettiğine kalbin inanmasıdır. Bu, kesinlikle şirktir. Çünkü, bu işte, Allah’tan başkasından zararın defedilmesini istemek vardır. Allah şöyle buyurur: “Allah sana bir sıkıntı verirse; O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik verirse başkası onu engelleyemez. O, her şeye gücü yetendir. “(Enam, 17)
Bu boncuk türleri, camia, haraz, hicab olarak adlandırılan eşyalardır. Bunları kullanmak büyük günahlardandır. Gücü yeten herkesin, bunu yok etmesi vacibtir. Said b. Cübeyr’den rivayet edilmiştir: “Kim bir insanın boncuk ve muska takmasını engellerse, bir köle azad etmiş gibi sevaba girer.”
Eğer bu muska, Kur’an ayetlerinden bir ayet veya Allah’ın isim ve sıfatlarından biri olursa, bu durumda bunu kullanmak nehy kapsamına girer mi? Yoksa; istisna edilip takılması caiz olur mu? Selef bu hususta ihtilaf etmiştir. Bazıları ruhsat vermiş, bazıları ise menetmiştir. Şu delillerden dolayı, Kur’an’dan bile olsa; her türlü muskanın kullanılmasının caiz olmadığı görüşünü tercih ediyoruz:
1-Muska,boncuk konusundaki nehyin genel olması.Bu konudaki hadisler,hiçbir istisnaî durum belirtmemektedir.
2-Seddüzzeria (Şerre giden yolun kapatılması).Kur’an’dan olan muskanın takılmasına ruhsat verildiğinde başka şeylerin takılmasına kapı aralanmış olur. Şer kapısı açıldığında, bir daha kapanmaz.
3-Bu, Kur’an’ın pisliklerle karşı karşıya gelmesine neden olur. Çünkü, bunu takan defi hacet, cünüplük v.b. durumlarda bunu üzerinde bulundurur.
4-Bu işte, Kur’an’ı hafife alma, getirdiklerine muhalif bir tavır sergileme vardır. Dosdoğru olan bu kitabı Allah, insanlara hidayet rehberi olsun, karanlıklardan nura çıkarsın diye indirmiştir, kadınlara ve çocuklara muska ve boncuk olsun diye değil.
Üfürükçülük
Bu da tevhide zıt olan şeylerdendir. Üfürükçülük, cahiliye araplarının kendilerinden afetleri koruduğu inancıyla; cinlerden yardım dileyerek söyledikleri bazı yabancı ve anlamsız ifadelerdir. İslâm gelince bunu kaldırmıştır. Bir hadis şöyledir: “Üfürükçülük, muska, boncuk ve sihir şirktir.” Sahabeden şöyle rivayet edilmiştir: Abdullah b. Mesud (r.a.) hanımının boynunda bir ip görünce bunun ne olduğunu sordu. Beni sıtmadan koruyan okunmuş bir iptir, cevabını verdi. Çekip kopardı ve attı. Sonra şöyle dedi: “Abdullah’ın ailesi şirkten uzaktır. Rasulullah’ın şöyle dediğini işittim: Üfürükçülük, muskacılık ve sihir şirktir.” Kadın “gözüm seyriyordu, falan yahudiye gittim, üfürünce geçti” dedi. Abdullah, bu şeytanın işidir, karşılığını verdi. Şeytan bunu eliyle yapıyor. Okuyup üflediğinde şunu söyleseydin sana yeterdi: “Ey insanların Rabbi! Bu darlığı kaldır, şifa ver, şifa veren sensin. Şifan öyle bir şifadır ki, ondan başka şifa yoktur. Ve o hiçbir hastalığın izini bırakmaz.”
Haram olan okuyup üfleme, içinde Allah’tan başkasından yardım isteme bulunan veya küfür ya da şirk bulunan, arap dilinden başka bir dilde yapılmış olanıdır. Bunun dışındaki okuyup üflemenin bir zararı yoktur. Sahih-i Müslim’de, Avf b. Malik’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Cahiliyyede üfürükçülük yapıyorduk. Rasulullah’a, bunun hakkında ne diyorsun, dedik. Yaptığınızı bana gösterin, şirk bulunmayan okuyup üflemede bir beis yoktur.” Suyutî diyor ki, şu üç şart bulunursa, okuyup üflemenin caiz olduğu hususunda ulemanın ittifakı vardır:
1 Allah’ın kelamı, isimleri veya sıfatlarıyla olması.
2 Arapça ve anlaşılır bir şekilde olması.
3 Gerçekte bunun bir etkisinin bulunmadığına,bunun Allah’ın takdiriyle olduğuna inanılması.
Hadiste zikredilen sihir, erkeğin kadını, kadının da erkeği sevmesi için yapılan sihirdir.
Büyücülük:
İslâm’ın yasakladığı şirkin başka bir çeşidi de büyüdür. Büyü, hayal ve vehmin bir türüdür. Büyü, üfürükçülük, düğüm bağlama bu türdendir. Allah’ı bırakıp, cin, şeytan ve yıldızlardan yardım dileme bulunduğundan dolayı şirktir. Hadiste şöyle buyurulu yor: “Kim bir düğüm bağlar ve üfürürse; sihir yapmıştır. Kim de sihir yaparsa, şirk koşmuş olur.”
Bu İslâm’da ve diğer semavî dinlerde büyük günahlardandır. Musa’nın (a.s.) diliyle Kur’an’da şöyle denilmektedir: “Sihirbaz nereden gelirse gelsin başarı kazanamaz.”(Taha, 69)”Yaptığınız sihirdir. Ancak Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah fesad edenlerin işini elbette düzeltmez.”
(Yunus, 81)Peygamber Efendimiz bunu, şirkten sonra, helak edici yedi şeyden biri olarak saymıştır.
Kur’an bize, sihrin ve onu yapanların şerrinden Allah’a sığınmayı öğretmektedir:”Düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden (Allah’a sığınırım).”(Felak, 4) Büyücüler, büyü yapmak istedikleri zaman ip bağlarlar, her düğüme üflerler, ki istedikleri olsun.
Selef imamların çoğu, büyü yapanın kafir, büyünün de küfür olduğu görüşündedir. Malik, Ebu Hanife, Ahmed bu görüşte olanlardandır.Birçok sahabeden rivayet edildiğine göre; büyücünün cezası kılıçla öldürülmektir. Buhari’de, Bicale b. Abde’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ömer b. Hattab, büyücü kadın ve erkeklerin öldürülmelerini emretti. Biz de üç tanesini öldürdük.” Müminlerin annesi Hafsa (r.a.) ve sahabeden Cendeb (r.a.) den büyücünün öldürülmesi hakkında sahih rivayet vardır. Sihrin kendisinin haram olduğu gibi, bunu tasdik eden, bu işte çalışan ve katkısı bulunan bu günaha ortaktır. Efendimiz (s.a.s.) buyurmuştur: “Üç kişi cennete girmeyecektir: Sürekli içki içen, sihri teyid eden, sılayı rahmi kesen. “( Ahmed ve İbn-i Hibban.)
Müneccimlik:
Büyünün bir çeşidi de müneccimlik diye bilinen şeydir. Burada kastedilen ve bunu yapanların da zannettikleri şey, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olayları yıldız aracılığıyla, onlara bakarak haber vermektir. Bu büyünün bir çeşitidir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, büyüyle haber vermiş olur(Ebu Davud.)
Bu hadis, astronomi ilmi, yıldızların uzaklığını, yerlerini, yörüngelerini, gözlem ve araçlarla inceleyen ilim, hakkında değildir. Bu, ilm-i felek (astronomi)tir. Bu, ilkeleri, kuralları ve araçları olan bir ilimdir. Ancak bu hadis, bu ilmi küfre götürecek şekilde, gaybı bildiğini iddiasıyla -ki, gayb bilgisine sadece Allah’ın sahip olmasından dolayı şirke düşülmüş olmaktadır- öğrenen hakkındadır.
Tivele, Büyü ve Şirktir:
Bu, eskiden büyücüler arasında yaygın olan bir büyü türüdür. Harf, kelime v.b. bazı şeyleri yorumlamaktan ibarettir. Bununla kadının erkeği, erkeğin de kadını sevdirilmesi hedeflenmektedir. Daha önce şöyle bir hadis zikretmiştik: “Okuyup üfleme, muska ve sihir şirktir.”
Kahin ve Falcılar:
Kahin ve falcı, müneccim gibidir. Kahin gelecekte olacak ve insanın içindekilerden haber veren kişidir. Falcı da, kahin, müneccim ve rammel gibi gaybı bildiğini iddia eden kimsedir. İster gelecek için kehanette bulunsun, isterse insanın içindekiler için..İsterse de cinlerle ilişki kurarak, bakarak, kumu çiziktirerek, fincana bakarak..
Müslim, Sahihinde Nebi’nin (s.a.s.) şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Kim bir falcıya gidip bir şey sorar ve ona inanırsa, kırk namazı kabul olmaz.” Ebu Davud’un rivayet ettiği bir hadiste ise; “kim bir kahine gider ve onun söylediklerini tasdik ederse, Muhammed’e indirileni inkar etmiş olur.” Bunun nedeni, Muhammed (s.a.s.)’e indirildiğine göre; gaybı Allah’tan başkasının bilemeyeceğidir. Allah şöyle buyurur: “Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka bilen yoktur, de.”(Neml, 65)”Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. “(Enam, 59)”Gaybı bilen Allah, gayba kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır.(Cin, 26-27)O kadar ki; Peygamber Efendimiz, vahiy aracılığıyla, Allah’ın kendisine bildirdiğinin dışında, gaybı bilmiyordu. Bundan dolayı, ona şöyle hitap etmektedir: “De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Gaybı bilseydim daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece, inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim.” (A’raf, 188)Büyücü ve kahinlerin yardım istedikleri cinler, gayb bilgisini elde etmeye güçleri yetmez. Kur’an, Süleyman’ın (a.s.) ölümünü, cinlerin bilmediklerini zikretmektedir: “O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı, alçak düşüren bir azab içinde kalmazlardı.-“( Sebe, 14) kahin ve falcıları, gaybı bildikleri zannıyla tasdik etmek, Allah’ın açık ayetlerle indirdiğini inkardır. Onlara gitmenin, din adına yaptıkları fecaati tasdik etmenin hükmü bu ise; kahin ve falcıların kendi durumları ne olur? Din onlardan uzak olduğu gibi, onlar da dinden uzaktır. Bir hadis şöyledir: “Uğursuzluk yapan, uğursuzluğa yol açan, kahinlik yapan ve buna neden olan, büyü yapan ve büyüye yol açan bizden değildir.” (Bezzar.)
Allah’tan Başkasına Adakta Bulunmak:
Bu da bir şirktir. Kabir ve ölülere adakta bulunmak gibi. Bu, adağın ibadet ve kurbet (yakınlık) olmasından dolayıdır İbadetin ise, Allah’tan başkasına yapılması caiz değildir. Allah şöyle buyurur: “Sarfettiğiniz harcı ve adadığınız adağı şüphesiz Allah bilir. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.”(Bakara, 270.)Ayetteki zalimlerden maksat, müşriklerdir. Şirk, büyük bir zulümdür. Allah’tan başkasına ibadete yönelen kesinlikle şirke düşmüş olur.
Bazı alimler şöyle diyor: Çoğu avamda gördüğümüz adak, kaybolan bir insan, bir hasta veya bir ihtiyaç içinde olanın bazı salih insanların kabirlerine gitmesi şeklinde yapılan adaktır. Orada şöyle der: “Ey falan efendi! Eğer Allah kaybolanı geri döndürürse veya hastam şifa bulursa ya da ihtiyacım giderilirse, sana bu kadar altın veya bu kadar yiyecek ya da şu kadar mum ve yağ!..”
Şu delillerden dolayı bu adak batıldır:
1 Çünkü bu, bir mahluka yapılan adaktır. Bu ise; caiz değildir. Bu ibadettir. İbadet mahluka yapılmaz.
2 Adakta bulunulan ölüdür. Ölünün yapabileceği bir şey yoktur.
3 Bunu yapan, Allah’tan başkasının, ölünün, hayata yaptırımı olduğunu zannetmektedir. Bu inanç küfürdür.
Görüldüğü gibi, para, mum, yağ v.b. şeyler alıp bunları evliyanın mezarlarına yakınlık olsun diye götürmek müslümanların icmasıyla haramdır. Bu tür adak, haram olduğuna göre, bunun yerine getirilmesi gerekmez. Üstelik, şu üç delilden dolayı caiz olmaz:
1- Yapılan bu iş, Peygamberimizin emrine muhaliftir. Şöyle buyurur:”Kim, bizde olmayan bir iş yaparsa, bu merduddur (reddedilir).” (Müslim.)
2- Allah’tan başkasına adakta bulunmak şirktir.Şirkin bir değeri yoktur. Bu, yaratıklar adına yemin etmek gibidir. Yerine getirilmesi gerekmez. Kefareti de yoktur. Şeyhu’l-İslâm İbn-i Teymiyye’nin dediği gibi, ancak istiğfar gerekir.
3-Temelinde günah bulunan bir adaktır. Sünnetin belirttiğine göre, içinde günah ve şirk bulunan adağın yerine getirilmesi gerekmez. Tersine yerine getirilmemesi gerekir. Sahih-i Buhari de Hz. Aişe’den (r.a.) merfu olarak rivayet edilmiştir: “Kim Allah’a itaat etmek için adakta bulunmuşsa, itaat etsin, kim de Allah’a isyan etmek için adakta bulunmuşsa, isyan etmesin.”
Sabit b. Dahhak’tan rivayet edilmiştir: Bir adam, Buvane’de bir deve kesmeyi adamıştı. Bunu, Efendimize sordu. Şöyle dedi: “Orada ibadet edilen bir cahiliye putu var mı? Hayır, dediler. Orada, bayram yapıyorlar mı? diye sorduğunda, yine hayır, dediler. O zaman, Peygamber (s.a.s.) buyurdu: Adağını yerine getir. Allah’a isyanda ve hiçbir şeye güç yetiremeyen insanoğluna yapılan adak yerine getirilemez.
Allah’tan Başkasına Kurban Kesmek:
Şirkin başka bir çeşidi de Allah’tan başkası için kurban kesmektir. Tanrılarına ve putlarına kurban kesmek bütün arap toplumunun adetiydi. İslâm, bunu kaldırdı. “Allah’tan başkası adına kesilenler haram kılındı.”(Maide, 30)” Yani, Allah’ın ismi dışında put v.b. şeylerin ismi anılarak kesilen hayvanlar, ibadet, tazim ve kutsamak için taş, ağaç v.b. putlara kesilen hayvanlar haramdır. Çünkü kesme işi ancak Allah için olur. Bundan dolayı Allah, Resûlüne namazını Allah için kılmasını,kurbanı da yine Allah için kesmesini emreder:”Allah için namaz kıl ve kurban kes.”(Kevser, 2)Aynı şekilde, O’nun yolunun namazında ve ibadetinde, onlarınkine zıt olduğunu müşriklere ilan etmesini emreder: “De ki namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi içindir. O’nun hiç bir ortağı yoktur, böyle emrolundum.” (Enam, 162-163)Buradaki ibadet, yakınlık niyeti ile kurban kesmektir.
Hz. Ali’den rivayet edilmiştir: “Rasulullah (s.a.s.) bana dört şey söyledi: “Allah’tan başkasına kurban kesene Allah lanet etsin, anne babasına lanet edene Allah lanet etsin, bir suçlu saklayıp koruyana Allah lanet etsin, tarla, arsa v.b. şeylerin sınırını değiştirene de Allah lanet etsin.” (Müslim)
Tarık b. Şihab’dan rivayet edilmiştir. Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurdu: Bir insan cennete bir sinekten dolayı girdi. Başka biri de cehenneme, sinekten dolayı girdi. Bu nasıl olur, ey Allah’ın Rasûlü dediler. İki adam, putu bulunan bir millete uğradılar. Bu puta bir şeyin kurban edilmesi gerekiyordu. Biri diğerine, benim keseceğim bir şey yok, dedi. Ona sinek bile olsa bir şey kes dediler. O da tuttu bir sinek kesti. Cehennemlik oldu. Diğerine de, bir kurban kes, dediler. Ben Allah’tan başkasına kurban kesmem, dedi. Başım vurdular. Ve cennetlik oldu.” (Ahmed)
Peygamber (s.a.s.), bu mümin kişiyi övdü. Cennete girdiğini haber verdi. Çünkü o, ölüme sabretmiş, Allah’tan başkasına kurban kesmeye razı olmamıştı. Çünkü sorun, çok boyutluydu. Bugün Allah’tan başkasına sineği kurban eden, yarın da deveyi kurban edebilirdi.
İslâm tevhide ve şirkten kaçınmaya o kadar önem vermiştir ki; Allah’tan başkasına kurban kesilen bir yerde, Allah (c.c.) için kurban kesilmesini yasaklamıştır. Sabit b. Dahhak’ın Buvane’de bir deve kesmeyi adayan adam hakkında rivayet ettiği hadis bunu göstermektedir.
Uğursuzluğa İnanma Şirktir:
Şirkin bir başka çeşidi de uğursuzluğa inanmaktır. Bu, duyulan ve görülen bazı şeyleri uğursuz saymaktır. Niyet ettiği yolculuk, evlenme, ticaret v.b. şeylerden, bundan dolayı vazgeçmektir. İhlasla Allah’a (c.c.) tevekkül etmediği, O’ndan başkasına yöneldiği ve kalbinde uğursuzluğa itikad bulunduğundan dolayı şirke düşmüş olur.
İmam Ahmed, Peygamber’in (s.a.s.) şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kim, uğursuzluğa inandığından dolayı, işinden vazgeçerse, şirk koşmuş olur. Bunun kefareti nedir, dediklerinde, şöyle söylemendir buyurdu: “Allah’ım! Senin hayrından başka hayır yoktur. Senin uğursuzluk olarak bildirdiğinden başka da uğursuzluk yoktur. Senden başka tanrı da yoktur.”
İnsanın nefsindeki bazı tedirginlik ve tereddütlerin bir zararı yoktur. Allah’a tevekkül ederek onun yolunda yürürse; uğursuzluk onu, niyet ve amacından alıkoyamaz. Ebu Davud ve Tirmizi, İbn-i Mesud’dan (r.a.) merfu olarak rivayet etmişlerdir. Uğursuzluk şirktir, uğursuzluk şirktir. Bizden değildir. Bunu ancak Allah’a tevekkül yok edebilir.”
“Bizden değildir, ancak”ın anlamı, beşerî zayıflığın gereği olarak kalbinde bir şey kalırsa, bu istisnadır. Allah, kendisine yapılan tevekkülden dolayı, bunları onun kalbinden söküp alır. “Allah’a tevekkül eden kimseye, O yeter.” (Talak, 3)
Uğursuzluğun karşıtı, fe’l uğura inanmakdır. İnsanın duyduğu bir söze, gördüğü bir şeye binaen, hayırlı bir şeyin olacağını sanmasıdır. Efendimiz (s.a.s.) güzel uğuru severdi. Şöyle buyurdu: Uğur (fe’l) hoşuma gidiyor. O nedir, diye sorulduğunda, güzel sözdür, karşılığını verdi.
Buna bir örnek verelim: Hasta bir adamın, başka birini şöyle derken duymasıdır: Ey sağlam kişi. Bundan dolayı, bu insan bir hayır umar. Bu, güzel bir şeydir. Çünkü geniş emel ve Allah hakkında hüsnü zan beslemeye çağrıdır. Uğursuzluk ise, Allah (c.c.) hakkında suizan ve boşu boşuna başkasından bir şey beklemektir.
İSLAM ŞİRKE GİDEN YOLLARI KAPAR
İslâm, halis bir tevhid getirmiştir. Şirkin, büyük ve küçüğüyle savaşmıştır. Şiddetle, ondan sakındırmıştır. Bunun için çeşitli araçlar ortaya koymuştur. Şirk rüzgarlarının girdiği bütün kapılan kapamıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Peygamber’e Ta’zimde Aşırılık:
Peygamber (s.a.s.) kendisine aşırı derecede ta’zimde bulunulmasını, saygı gösterilmesini nehy etmiştir. Şöyle buyurur: “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi, beni övmeyin. Ben, bir kulum. Allah’ın kulu ve Rasûlüdür, deyin. (Müttefekun aleyh)
Kur’an, O’nun kulluğunu, bu anlamı destekleyerek, O’nun yüce makamı olarak övmüştür: “Kuluna, içinde hiçbir eğrilik bulunmayan kitabı indiren Allah’a hamd olsun.” (Kehf, 1) Diğer bir ayette; “Geceleyin kulunu (Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya) yürütenin şanı yücedir.”(İsra, 3)Başka bir ayet:”Allah, kuluna vahy edeceğini vahy etti.”( Necm, 4)
Efendimiz (s.a.s.), kendi şahsında bu tür aşırılığa gidenleri gördüğü ve duyduğu zaman, bunu söyleyeni veya yapanı men eder, hak ve doğru olanı gösterirdi.
İyi bir senedle Ebu Davud Abdullah b. Şehiyr (r.a.)’den rivayet etmiştir. Beni Amir heyetiyle Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim. Sen Efendimizsin, dedik. Efendi, Allah’tır, buyurdu. Enes (r.a.) rivayet etmiştir: Bazı insanlar şöyle dedi: Ey Allah’ın elçisi, ey hayırlımız, ey hayırlımızın oğlu, ey efendimiz, ey efendimizin oğlu! Şöyle buyurdu: Ey insanlar! Sözlerinize dikkat edin. Şeytan sizi aldatmasın. Ben, Allah’ın kulu ve Resûlüyüm. Allah’ın bana verdiği makamın üzerine çıkarılmayı sevmem.(Nesei)Bir adam, O’na, Allah ve sen dilerse (dilediğinde) deyince, beni, Allah’a ortak mı koşuyorsun? Sadece, Allah dilerse de.” (Nesei)
Salih İnsanlar Hakkında Aşırılık:
İslâm’ın nehy ettiği, sakındırdığı şeylerden biri de salihler hakkında aşın gitmektir. Mesih (a.s.) hakkında bazıları o kadar aşırı gittiler ki; O’nu Allah’ın oğlu, üçün üçüncüsü yaptılar. Bazıları ise, Allah, Meryem oğlu İsa’dır, dediler. Bazıları da, bilginleri ve din adamları hakkında aşırılığa gittiler. Allah’ı bırakıp onları rab edindiler. Bundan dolayı, Allah ehl-i kitabı aşırılıktan sakındırdı, takbih etti: “Ey kitab ehli! Dininizde aşırılık etmeyin. Allah hakkında sadece gerçeği söyleyin.”(Nisa, 171)”Ey kitab ehli! Haksız yere dininizde aşırılık etmeyin. Daha önce sapıtan, çoğunu saptıran ve doğru yoldan ayrılan bir milletin heveslerine uymayın, de.”(Maide, 77)
Yeryüzünde ilk şirke düşen millet, Nuh (a.s.)’un milletidir. Bunun nedeni, salih insanlara olan aşın saygı ve sevgileridir. Sahih-i Buhari’de, tanrıları Ved, Süva, Yağus, Yeuk ve Nesr ile ilgili İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet edilmiştir: Bunlar, Nuh (a.s.)’un milletinden bazı salihlerin isimleridir. Öldüklerinde şeytan onlara şöyle dedi: Onların oturdukları yerlere, onların putlarını ve heykellerini yapın. İsimleriyle isimlendirin. Ve böyle yaptılar. Fakat ibadet edilmedi. Ne zamanki onlar öldü ve bu unutuldu. Sonraki nesiller onlara ibadet etmeye başladı.
Seleften bazısı şöyle demiştir: Öldükleri zaman halk, kabirlerini terk etmedi. Heykellerini yaptılar. Belki bir zaman sonra da ibadet etmeye başladılar.
Buradan anlıyoruz ki, bazı müslümanların Allah’ın salih ve veli kullarına, özellikle türbe ve kabirleri bulunanlar hakkındaki aşırılıkları onları şirke götürebilir. Onlara adakta bulunmak, onlar için kurban kesmek, onlardan yardım dilemek, Allah’tan başkası adına yemin v.b. şeyler, bu babtandır. Onların evrende, sebeplerin ardında, doğa kanunlarında bir gücü ve etkisi olduğuna inanmak ise, insanı büyük şirke götürür. Allah’ın dışında veya Allah’la birlikte bir şeye dua etmek büyük bir günah, derin bir sapıklıktır.
Kabirlere Tazim:
İslâm’ın kesin bir şekilde sakındırdığı şeylerden biri de başta peygamber ve salihlerin kabirleri olmak üzere; kabirlere ta’zimde bulunmaktır. Bundan dolayı kabirlerde ta’zime yol açan bazı şeyler yasaklanmıştır.
Onları Mescid Edinmek:
Müslim’in Sahih’inde rivayet ettiğine göre, Efendimiz (s.a.s.) ölmeden beş gün önce, şöyle buyurmuştur: Dikkat edin! sizden öncekiler, peygamberlerinin kabirlerini mescid ediniyorlardı. Dikkat edin! Kabirleri mescid edinmeyin. Sizi bundan nehy ediyorum.
Hz. Aişe ve İbn-i Abbas’tan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.s.) son anlarında yüzüne bir kumaş parçası koyuyordu. Sıkılınca bunu bıraktı. Şöyle buyurdu: “Yahudi ve hristiyanlara lanet olsun! Peygamberlerin kabirlerini mescid edindiler. (Onların yaptıklarından sakındırıyordu)”(Müttefekun aleyh)
Kabirlere Doğru Namaz Kılmak:
Bir hadiste şöyle buyurulur: “Kabirlerin üzerine oturmayın. Onlara doğru namaz kılmayın.”(Müslim)Yani, kabirleri kıble yönünde yapmayın.
Kabirlerin ışıklandırılması, Kandil Yakılması:
Hadis: Kabirleri ziyaret edenlere, üzerlerine mescid inşa edenlere, kandil yakanlara Allah lanet etsin.
Kabirlere Kubbe Yapılması, Kireçlenmesi:
Müslim, Cabir’den (r.a.) rivayet etmiştir: Efendimiz (s.a.s.) kabirlerin kireçlenmesini, üzerinde oturulmasını, bina yapılmasını yasaklamıştır.
Üzerine Yazı Yazmak:
Cabir’den (r.a.):Efendimiz (s.a.s.), kabirlerin kireçlenmesini üzerine yazı yazılmasını yasaklamıştır.(Ebu Davud, Tirmizi.)
Yükseltilmesi:
Hz. Ali’den rivayet edilmiştir. “Efendimiz (s.a.s.) ona (Ali’ye) kabrin kendisinden başka, hiçbir yüksekliği bırakmamasını (yani yükseklikleri yok etmesini) emretti. “(Ebu Davud, Tirmizi.)
Ebu Davud’un Sünen’inde rivayet edildiğine göre, toprağın üzerine, taş, tuğla v.b. şeyler eklenmesini yasaklamıştır. Bundan dolayı, selef, kabirlerine tuğla konulmasını kerih görüyordu.
Kabirleri Bayram Yerine Çevirme:
Ebu Davud, Ebu Hureyre’den merfu olarak rivayet etmiştir. “Evlerinizi kabre, kabirlerinizi de bayram yerine çevirmeyin. Bana salât ve selâm getirin. Nerede olursanız olun, salâtınız bana ulaşır.”
Ebu Ya’la senediyle, Ali b. el-Hüseyn’den rivayet etmiştir: Peygamberin (s.a.s.) kabrinin yakınındaki aralığa gelen bir adam gördü. Oraya girip dua ediyordu. Onu bundan nehyetti. Size babamdan, onun da dedemden, onun da Rasulullah’tan duyduğu şeyi size haber vereyim mi? dedi. Şöyle buyurdu: Kabrimi bayram yerine, evlerinizi de kabre çevirmeyin. Nerede olursanız olun, selâmınız bana ulaşır. “Kabri bayram yerine çevirmenin” anlamı, orada toplanmak ve oturmaktır.
Rasulullah’ın (s.a.s.) kabri, yeryüzündeki kabirlerin en faziletlisidir. Eğer O, kabrini bayram yerine dönüştürmeyi yasaklıyorsa, kimin olursa olsun, diğer kabirlerin yasaklanması daha evladır, mantıklıdır.O’na salât ve selâmda bulunmak yeterlidir. İnsan nerede olursa olsun salât ve selâm O’na ulaşır.
Sakındırmadaki Hikmet:
İslâm’ın, kabirlere yapılan tazimi yasaklamasındaki hikmet, Nuh kavminde ve bugün de gördüğümüz, büyük ve küçük şirke giden yolları kapamaktır. Salihlerin kabirlerine aşırı ihtimamları, onları putlara tapmaya götürmüştür. Bundan dolayı, Efendimiz buyurmuştur: “Ey Allah’ım! Kabrimi ibadet edilen bir put haline getirme. Peygamberlerinin kabirlerini mescid edinen kavme Allah’ın gazabı artar. “(Malik)
Dinine tutkun her müslümana üzüntü veren şey, Rasulullah’ın (s.a.s.) sakındırdığı hususların bugün toplumun çoğu kesiminde bulunuyor olmasıdır. Salihlerin kabirlerini bayram yerine çevirdiler, onları yükselttiler, süslediler. Bunlara ta’zim ve adakta bulundular, Kabe gibi çevresini tavaf ettiler, Hacer-i Esved gibi bunlara selâma durdular. Duvarlarını genişlettiler. Onların kimi secde etmekte, kimi de toprağına yüz sürmektedir. Korkuyla onlardan medet umarlar, onlardan borçlarının ödenmesini, zorluklarının giderilmesini, yardım elinin uzatılmasını isterler. Kimi isteklerini yazılı olarak ölüye sunar. Bu, apaçık şirktir. Vela havle vela kuvvete illa billah!
Ağaç, Taş vb. Şeylerden Hayır Ummak:
Peygamberin (s.a.s.) savaş açtığı şirk türlerinden biri de budur. Orayı tavaf edenin, dokunanın, ziyaret edenin, oturanın özel bir sır ve berekete ulaşacağına inanmaktır. Bu, devamlı yapıldığında insanı şirke götürecek bir şeydir. Arapların büyük putları, ya Lat gibi kayadan, ya Uzza gibi ağaçtan, ya da Menat gibi taştandı. Bunun için Nebi (s.a.s.) bundan sakındırdı veya uyardı.
Tirmizi, Ebu Vakıd Elleysi’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Rasûlullah’la (s.a.s) Huneyn savaşına gitmiştik. Yeni müslümandık. Müşriklerin, Zat-ı En-vat adı verilen çevresinde toplandıkları, silahlarını astıkları bir ağaçları vardı. Bunun yanından geçerken; Ey Allah’ın Rasûlü dedik, onlarınki gibi bize bir zat-ı envat yap. Allah Rasûlü buyurdu: Allah’u Ekber! İşte bu, sünnetullahtır. Nefsimin elinde bulunduğu Allah’a yemin ederim ki, Benî İsrail’in Musa’ya dediğini dediniz: “Onların tanrıları gibi bize bir tanrı yap. Şüphesiz, sizden öncekilerin yolundan gideceksiniz.”(Tirmizi.)
Görünen o ki, onlar sadece, bu ağaçtan hayır ummayı ve silahlarını asmak istiyorlardı. Efendimiz’in (s.a.s.) onlara bu uyarısı, şirke giden yolu kapamak içindi.
Esef verici olan şey, müslümanların çoğunun Allah Rasûlünün yolundan ayrılmış, kendilerinden öncekilerin yoluna uymuş olmalarıdır. Hayır umdukları putlar, heykeller edinmişlerdir. Onlara dokunmakta, onların yanında dua etmekte, onları vesile kılmakta, müşriklerin putlara olan sevgisi gibi bir sevgiyle onları sevmektedirler. Bugün müslümanların topraklarında, Efendimiz’in (s.a.s.) sakındırdığı zat-ı envatlar vardır.
Müslümanlara, yöneticilere ve özellikle alimlere bu konuda üzerlerine düşen,kötülüğü ortadan kaldırmalarıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) nasıl Hz. Ali’yi (r.a.) gönderip yüksek kabirleri yıkmasını, yerle bir etmesini emretmişse, bu yolu izleyerek ağaç, direk, kabir, odun, taş v.b. şeylerden mamul putları yıkmaları ve yok etmeleri gerekmektedir.
Sahih-i Müslim’de, Ebu’l Hayyac el-Esedî’den rivayet edilmiştir. Bana, Ali (r.a.) şöyle dedi: “Seni, beni Allah’ın Rasûlü’nün gönderdiği şeyle, bütün putları ve yüksek kabirleri düzleme emriyle, göndereyim mi?”
İmam Ebu Bekir el-Tartusî der ki: Hz. Ömer’e, insanların, sahabenin Rasûlullah’a biat ettiği ağacın altına gittiği, orada namaz kıldıkları haberi gelince, müslümanların fitneye düşeceği korkusuyla ağacı kestirdi.
Hz. Ömer’in, Kur’an’da zikredilen ve sahabenin Rasûlullah’a (s.a.s.) altında biat ettiği ağaca uyguladığı hüküm buysa, bunun dışındaki fitneyi artıran, bela ve musibeti çoğaltan putlara uygulanacak hüküm ne olacaktır?
İmam Tartusi şöyle der: Bakın, Allah size rahmet etsin, nerede insanların gittikleri, tazimde bulundukları, şifa ve iyilik bekledikleri, çaput ve bez bağladıkları birini görürseniz, o zat-ı envattır, kesin.
Müberrir b. Süveyd’den: Şöyle diyor: Mekke’ye giderken, Ömer b. Hattab’la sabah namazını kıldım. Namazda Fil ve Kureyş surelerini okudu. Sonra insanların etrafa dağıldıklarını görünce, nereye gittiklerini sordu. Ey müminlerin emiri! Şurada, Allah Rasûlü’nün namaz kıldığı bir mescid var. Orada namaz kılıyorlar, denildi. Sizden öncekiler, bu .tür şeylerden dolayı helak oldular. Peygamberlerinden kalan şeylere sahip çıkıyorlardı. onları kilise ve havraya çevirdiler. Kim namaz vaktinde bu mescidlere kavuşursa namazını kılsın, namaz vakti girmemişse yoluna devam etsin, namaz kılmak için beklemesin.”
İşte bu Hz. Ömer’in fıkhıdır, İslâm akidesine olan ihtimamından, aşırılığa ve sapıklığa düşecekleri korkusundandır.
Şirke Düşüren Lafızlar
Efendimiz’in (s.a.s.) sakındırdığı şeylerden biri de, içinde şirke düşme korkusu ve Allah’a karşı edebe zarar veren lafızlardır. Bu, tevhidi korumak içindir. O şöyle diyen gibi: Allah ve falan dilerse, Allah ve başkanın veya halkın adıyla. Nebi’nin (s.a.s.) kendisi için, bu tür şey söyleyeni inkar ettiğini daha önce gördük. Huzeyfe (r.a.) O’ndan şöyle rivayet etmiştir: “Allah ve falan dilerse, demeyin. Şöyle deyin: Allah dilerse, sonra da falan dilerse.
(Ebu Davud.)
Başka bir söz de şudur: Allah ve falan olmasaydı, veya Allah’a ve sana güveniyorum. İbn-i Abbas (r.a.) der ki: “Allah’a eşler koşmayın’-(Bakara, 22)ayetindeki “endad” şirktir. Bu, karanlık gecede, siyah kaya üzerindeki karıncanın yürüyüşünden daha gizlidir.
Bu tür sözlerden bazıları şunlardır: Allah’a, ey falan hayatına ve hayatıma yemin olsun, onun köpekleri olmasaydı hırsızlar gelmişti. İnsanın arkadaşına, Allah ve sen dilersen, demesi; şu ve falan olmasaydı… Bütün bunlar şirktir.’ (İbn-Ebi Hatim)
Allah’ın (c.c.) isimleriyle veya ondan başkasının layık olmadığı şeyle isimlendirmek: Ebu Davud’un, Ebu Şurayh’tan rivayet ettiğine göre, onun Ebu’l-Hakem diye künyesi vardı. Peygamber (s.a.s.) ona şöyle dedi: Hakem yalnızca Allah’tır. Ve hüküm O’na aittir. Sonra, en büyük oğluyla, Şurayh ile künyelendi.
Sahih bir hadiste Ebu Hureyre’nin Peygamberden rivayet ettiğine göre: Allah katındaki en kötü insan melikü’l-emlak (mülklerin sahibi) olarak adlandırılandır. Allah’tan (c.c.) başka melik yoktur. Süfyan b. Uyeyne, acemlerin kullandığı şehinşah da aynı konumdadır, demiştir. Çünkü, aynı anlama gelmektedir. Bir rivayette, kıyamet günü Allah katında en çok gazaba uğrayacak kişi, bu tür biridir.
İnsanın, Allah’tan başka bir mabudun adıyla isimlendirilmesidir. Abdulkabe, Abdunnebi, Abdulhuseyn, Abdulmesih v.b. gibi. İbn-i Hazm, Abdulmuttalib’in dışında bu tür isimlendirmenin haram olduğunu nakletmiştir.
İnsanın başına gelen zorluk ve darlık anlarında zamana sövmektir. Zamana sövmek, bir tür Allah’a şikayette bulunmak, O’na kızmaktır. İşleri evirip çeviren O’dur. Geceyi, gündüzü düzenleyen O’dur. Evrende bütün olup biteni O yapar. Bundan dolayı, sahih bir hadiste şöyle denmektedir: “Allah (c.c.) şöyle buyurur: Adem oğlu zamana sövmekle bana eziyet eder. Çünkü zaman benim. Geceyi ve gündüzü ben düzenlerim.”
TEVHİDİN HAYATA ETKİLERİ
Şirkin kirlerinden arınmış tevhid, birey hayatında veya bunun üzerine kurulduğu bir ümmetin hayatında en olgun meyvelerini verir. Hayatta en yararlı sonuçlan doğurur. İşte bunlardan bazıları:
İnsanın Hürriyete Kavuşması:
Şirk, bütün çeşit ve görüntüleriyle, insanın alçaltılmasından başka bir şey değildir. Çünkü, o, yaratılanlara boyun eğmeyi, yaratılan hiçbir şeyi yaratamayan, kendilerine bile bir yaran olmayan, öldürme, yaşatma ve diriltmeye gücü yetmeyen insan ve eşyalara ibadeti gerektirir.
Tevhid ise; gerçekten insanı yaratan Rabbinden başkasına ibadet etmekten, aklını hurafe ve vehimlerden kurtarır. Tevhid, insanın firavunların, rablerin, Allah’a karşı ilahlık iddiasında bulunanların sultasından kurtulması, sadece Allah’a boyun eğmesi, tevazu göstermesi, teslim olmasıdır.
Bunun için şirkin önderleri ve cahiliyenin muhafızları genel olarak peygamberlerin davetine, özellikle Rasûlullah’ın davetine karşı çıkmışlardır. Çünkü onlar, Lailahe illallah’ın anlamının insan özgürlüğünün bir anlatımı; bütün zorbaların, sahte ilahlık koltuklarından indirilmesi, müminlerin hayatının yüceltilmesi ve Allah’tan başkasına boyun eğmeme olduğunu biliyorlardı.
Dengeli Bir Kişiliğin Oluşması:
Tevhid, hayatta yönü belli, amacı net, yolu çizilmiş olan dengeli bir kişiliğin oluşmasına yardım eder. Onun için yalnız ve toplu durumda, sevinçli ve üzüntülü anında kendisine dua ettiği, onu razı edecek, küçük ya da büyük amellerde bulunduğu yalnızca tek bir ilah vardır. Kalbini çeşitli tanrılara taksim eden, hayatını mabudlara dağıtan, bazen Allah’a bazen de putlara, bir vakit şu puta başka bir vakitte diğer puta yönelen müşriğin halinden farklı bir durumdur bu.
Bundan dolayı Yusuf (a.s.) şöyle diyor: “Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü sahte rabler mi iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı?”(Yusuf, 39) Başka bir ayet: “Allah geçimsiz efendileri olan bir adamla,yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir.( Zümer, 29)
Müminin misali, bir tek efendisi olan ve onu neyin razı ettiğini ve neyin kızdırdığım bilen, onu razı eden şeyin yanında duran ve bununla yetinen köle gibidir. Müşriğin misali ise, birçok efendisi olan köle gibidir. Biri doğuya yöneltir, diğeri ise batıya. Biri onu sağa çevirirken, diğeri sola çevirmeye çalışır. Onlar birbirleriyle çelişen ortaklardır. O, onların arasında ufalanır, dağılır. Ne sebat vardır, ne de karar.
Tevhid, İnsanın Güvenliğinin Kaynağıdır.
Tevhid, insanın nefsini güvenle doldurur. Şirk ehlinin içinde bulunduğu korkulardan uzaklaştırır. Rızık, ölüm, nefs, çoluk çocuk, cin, ölüm, ölümden sonraki hayat v.b. korkulara giden yolu kapar.
Muvahhid mümin, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmaz. Bundan dolayı, insanlar korktuğu zaman onu korkar göremezsin. İnsanlar endişelendiğinde onu güven içinde; heyecanlandıklarında onu sükun içinde bulursun. Bu konuda Kur’an, İbrahim’in (a.s.) müşrik kavmîyle olan konuşmasını zikreder. Onu, batıl tanrı ve putlarıyla korkutmaya çalıştıklarında, onları hayrete düşürecek bir şekilde şöyle karşılık veriyor: “Allah’a ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Oysa siz, Allah’ın hakkında size bir delil indirmediği bir şeyi O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. İki taraftan hangisine güvenmek daha gereklidir, bir bilseniz.”(Enam, 81)Sonra Cenab-ı Allah hangi topluluğun güven içinde bulunmaya hakkı bulunduğunu haber verir: “İşte güven, onlara, inanıp imanlarına zulüm (şirk) karıştırmayanlaradır. Onlar hidayete erenlerdir.”(Enam, 82.)
Bu emniyet, polisin korumasından değil, insanın içinden kaynaklanmaktadır. Bu dünya emniyetidir, güvenidir. Ahiretteki ise daha büyük, daha kalıcıdır. Çünkü onlar, Allah için ihlasla yapmışlardır. Tevhid akidesine şirk bulaştırmamışlardır.
Buharı İbn-i Mesud’dan (r.a.) rivayet etmiştir: “Onlar inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlardır” ayeti indiğinde, ey Allah’ın Rasûlü, hangimiz kendisine zulmetmez, dendi. Sizin anladığınız gibi değil, buyurdu. Lokmanın oğluna söylediğini duymadınız mı? “Ey oğulcuğum, Allah’a ortak (şirk) koşma. Şirk büyük bir zulümdür.”(Lokman, 13.)
“İmanlarına zulüm karıştırmadılar ın” anlamı, “onlar dinlerini ihlasla Allah’a tahsis ettiler; tevhidi düşüncelerini şirkle pisletmediler”dir.
Tevhid, Psikolojik Kuvvetin Kaynağıdır
Tevhid, sahibine psikolojik bir kuvvet verir. Nefsi, Allah’a umut, güven, tevekkül, kazasına boyun eğmek, musibetlere karşı sabır, yaratıklardan müstağni olmakla dolar. O, olaylardan etkilenmeyen, felaketler karşısında sarsılmayan bir dağdır.
Başına her ne bela gelirse, her ne zorlukla yüz-yüze gelirse gelsin, yaratıcısına sığınır. Kalbiyle O’na yönelir. O’ndan ister, O’ndan yardım bekler, O’na dayanır, zararın telafisinde, hayrın gelmesinde, O’ndan başkasından bir şey beklemez. O’ndan başkasına niyaz ederek, dua ederek yardım dilemez.
Peygamber’in (s.a.s.) İbn-i Abbas’a (r.a.) şu sözü, şiarıdır: “İstediğin zaman Allah’tan iste. Yardım dilediğinde Allah’tan dile. Allah şöyle buyurur: “Allah, sana bir sıkıntı verirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O’nun nimetini engelleyecek yoktur. O’nu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir.” (Yunus, 107.)
Hud (a.s.)’ı, kavmi putları ile korkutmaya yeltendiğinde ne dediğini duymadın mı? “Doğrusu ben Allah’ı şahid tutuyorum. Siz de şahid olun ki, ben O’nu bırakıp koştuğunuz ortaklardan uzağım. Hepiniz bana tuzak kurun ve ertelemeyin. Ben, yalnızca benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ederim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış olsun. Rabbim elbette doğru yoldadır. “(Hud, 54-56.)
Kuvvetli bir mantığı içeren bu ayet güvenli bir nefis, kararlı bir azim, gevşemeyen ve boyun eğmeyen bir iman, korku ve zayıflık tanımayan bir ruhtan bahsediyor. Çünkü o, gücünü Allah’a tevekkülden alıyor: “Kim Allah’a tevekkül ederse, bilsin ki, Allah güçlüdür, hakimdir.”(Enfal, 49.)
Tevhid, Kardeşliğin ve Eşitliğin Temelidir
Tevhid, insanın özgürlüğünün, izzet ve şerefinin korunmasında bir temel olduğu gibi; insanî kardeşliğin, beşerî eşitliğin de temelidir. Çünkü, kardeşlik ve eşitlik, kimileri kimilerin rableri olduğunda insan hayatında gerçekleşmez. Ama hepsi Allah’ın kullan olursa, işte bu, insanlar arasındaki eşitliğin ve kardeşliğin temeli olur. Bunun için, Rasulullah’ın yeryüzü krallarına, ülke başkanlarına daveti şu ayet ile idi: “Ancak Allah’a ibadet etmek, O’na bir şeyi ortak koşmamak Allah’ı bırakıp birbirimizi rabler olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin.”(Al-i İmran, 64.)
Efendimiz’in (s.a.s.) namazların ardından yaptığı muhteşem dualardan birkaç örnek:
“Ey Allah’ım! Rabbimiz, her şeyin Rabbi ve sahibi! Senin tek olduğuna, ortağın bulunmadığına şehadet ederim.”
“Ey Allah’ım! Rabbimiz, her şeyin Rabbi ve sahibi! Muhammed’in kulun ve Rasûlün olduğuna şehadet ederim.”
“Ey Allah’ım! Rabbimiz, her şeyin Rabbi ve sahibi! Kulların hepsinin kardeş olduğuna şehadet ederim.”
Peygamber’den (s.a.s.) rivayet edilen bu üç şehadet birbiriyle bağlantılıdır. Genel anlamdaki, insanî kardeşliğe şehadet -kulların hepsi kardeştir- ilk iki şehadete bağlıdır. Uluhiyyette Allah Teâlâ’nın tek olması, ortağının bulunmaması, onunla birlikte rablerin bulunmaması, O’ndan başkasının tevazu ve ibadete layık olmamasıdır. Muhammed (s.a.s.)’in kulluğu, Allah (c.c.)’dan tebliğde bulunması O’nun (Muhammed -s.a.s.-‘in) ilahlığıyla ilgili bütün şüphe ve korkuları kaldırıyor. O, ilah değildir. O, Allah’ın oğlu da değildir. Hristiyanların Mesih (a.s.) hakkında zannettikleri gibi, üçün üçüncüsü de değildir.
Bu iki hakikat, uluhiyyetin yalnızca Allah’a ait oluşu ve başta Muhammed (s.a.s.) olmak üzere; bütün insanların O’nun kulu oluşu, üçüncü bir hakikati zorunlu kılar: Allah (c.c.)’ın kulları eşittir ve kardeştir. Milletin, rengin, soyun bir üstünlüğü yoktur: “Allah katında en değerli olanınız, takvaca en üstün olanınızdır.”(Hucurat, 13.)
ŞİRKİN ZARARLARI
Şirkin, birey ve toplum yaşamında birçok kötülük ve zararı vardır:
Şirk, İnsanlık İçin Bir Zillettir…
İnsanın değerinin ve yerinin düşmesidir. Allah, onu yeryüzünde halifesi kılmış, onu şerefli kılmış, bütün isimleri öğretmiş yer ve gökte bulunan her şeyi onun hizmetine vermiş, ona bütün bu evrenin yönetimini vermiştir. Ancak o değerim bilememiş, evrendeki bazı yaratıkları, ibadet ettiği, boyun eğdiği, secde ettiği bir ilah kılmıştır. Halbuki o, yani insan, bu yaratıkların efendisidir. Allah buyurur ki: “Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah’ın varlığının belgelerin-dendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer Allah’a ibadet etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin. (Fussilet, 37)
Bugün insanlığın içinde bulunduğu zillet, görüldüğünden daha fazladır. Milyonlarca insan, canlı iken insana hizmet etsin, kesildiğinde de yenilsin diye yaratılan ineğe tapmaktadırlar. Bu, nasıl kutsal bir mabud olabilir? Bunun için Kur’an-ı Kerim, şirkin, ehlini nasıl ezdiğim şöyle anlatır: “Allah’a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgarın bir uçuruma attığı şeye benzer.'(Hacc, 31)’
Şirk, Hurafelerin Yuvasıdır…
Şirk, hurafe ve batıl inançların yuvasıdır. Evrende Allah’tan başka güç sahibi yıldız, cin, şahıs ve ruhların bulunduğuna inanmaktır. İnsan aklını, her türlü hurafeyi kabul etmeye, deccali tasdik etmeye hazırlar. Bundan dolayı, toplumda kahin, falcı, büyücü, müneccim gibi gayb bilgisine sahip olduğunu, evrendeki birtakım gizli güçlerle ilişkisi bulunduğunu iddia edenlerin değeri artmaktadır.
Bu tür toplumda sebeplere tevessül etmek, sünnetullaha (tabiat kanunlarına) sarılmak ihmal edilmekte, muska, boncuk, büyü, efsun v.b. şeyler gittikçe yaygınlaşmaktadır.
Şirk, Büyük Bir Zulümdür…
Şirk zulümdür. Gerçeğe zulümdür. Nefse zulümdür. Başkasına zulümdür. Gerçeğe zulümdür, çünkü gerçeklerin en büyüğü kendisinden başka tanrının bulunmadığı, O’ndan başka Rabbin olmadığı, O’ndan başka Hakem’in bulunmadığı Allah’tır. Müşrik; Allah’tan başkasını tanrı edinen, Allah’tan başkasını Rabb, O’ndan başkasını hakem kabul edendir.
Nefse zulümdür. Çünkü müşrik, kendisi gibi ya da başka bir yaratığa kendini köleleştirmektedir. Halbuki Allah onu hür yaratmıştır.
Başkasına zulümdür. Çünkü başkasına, onu Allah’a ortak koşmakla zulmetmektedir. Çünkü ona hak etmediği şeyi vermektedir.
Şirk, Korkuların Kaynağıdır…
Tevhid, güven ve huzurun kaynağı olduğu gibi şirk de korku ve vehimlerin kaynağıdır. Aklı, hurafeleri kabul eden, batıl inanç ve saçmalıkları benimseyen kimse, sahte tanrılar ve onların hizmetçilerinden, bu hizmetçilerin, kahinlerin ve onların izleyicilerinin yaydıkları, insanlar arasında değer bulan bu vehimlerden korkar. Bunun için, açık bir sebep olmaksızın şirkin bulunduğu yerde, uğursuzluk, korku yaygınlaşmaktadır. Allah şöyle buyurur: “Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmalarından ötürü, inkar edenlerin kalbine korku salacağız.” (Âl-i İmran, 151.)
Şirk, İnsanın Hareketliliğini Yok Eder…
Şirk, insanı hayırlı işlerden alıkoyar. İnsanın hareketini, kendisine güvenini yok eder. Bu, müşrikle’rin şefaatçılara, aracılara yaslanmalarından dolayıdır. Büyük günah işlemektedirler. Allah katından tanrılarının kendilerine şefaat edeceğine inanarak günaha düşüyorlar. Müşrik arapların, tanrı ve ilahları hakkında inandıkları şudur: “Onlar, Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar. ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır’ derler.”(Yunus, 18.)
Onların bir örneği de, nefislerinin istediği kötülüğü yapan hristiyanlardır. Onlar bunu yaparken; rableri -Mesih- insanlar için kendini feda ederek çarmıha gerildiğinde, onların günahlarına kefaret olduğuna inanmaktadır.
Şirkin Ahiretteki Sonuçları:
Bunlar, şirkin dünyadaki sonuçlarıdır. Ahirete gelince; hiçbir durumda Allah’ın onları affetmemesi, günahın boyutlarını göstermesi açısından yeterlidir. “Allah, kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağlı..