İŞTE İSLAM – Prof. SEYYİD KUTUB

İŞTE İSLAM

Prof. SEYYİD KUTUB

 

İNSANI İLGİLENDİREN YOL

Burada bu dinin mahiyetine, niteliğine ve insan hayatındaki aktif metoduna ilişkin bir ön gerçeği belirteceğiz. Hem, apaçık ve anlaşılabilir bir gerçektir bu. Fakat basit olduğu halde çoğu zaman unutulur veya başlangıçta kavranmaz. Bu gerçeği kavramak ya da unutmaktan dolayı, bu din hakkında yanlış bakış ve anlayışlar doğar. Söz konusu ön gerçek, mahiyeti, tarihi, şimdiki durumu ve geleceğinin bilinmesiyle ortaya çıkar.

Bazı insanlar bu dinin -Madem ki Allah tarafından indirilmiştir. İnsanların hayatında olağanüstü, sihirli ve mahiyeti anlışalmaz araçlara sahip bir metodla gerçekleşmesini, insanların ve toplumların gelişme sahalarını insan tabiatının maddi gerçekliği ve yaratılıştan verilen yetenekleri gözönünde tutmadan pratik hayatta uygulanmasını beklemektedirler.

Onlar dinin gerçekleşme ve uygulanma metodunu bekledikleri gibi görmeyince ve insanlığı sınırlı gücüyle insan hayatının maddi gerçekliğinin bu dinle uyuşmasını ve -bazı dönemlerde geniş bir şekilde- etkisi altına almasını, bazı dönemlerde ise insanlığın sınırlı gücüyle insan hayatının maddi gerçekliğinin dinin tersi yönde etkiler yaptığını görünce bu insanlar, kendi arzu, hırs, zaaf ve eksiklerinin etkisi altında kalarak bu dinin çağrısına uymamakta ve teklif ettiği yola yönelmemektedirler.

Bu olayı görünce -Madem ki bu din Allah tarafından indirilmiştir. Büyük bir umutsuzluğa kapılırlar. Dinin hayattaki ağırlığı ve gerçekliği konusunda itimatları sarsılır ve mutlak olarak dinden şüpheye düşerler.

Bu seri hatalar, temel ve tek bir yanlışlıktan doğmaktadır. O da dinin metodunu anlamamak ve geerçeği unutmaktır.

Bu din insan hayatını düzenleyen ilahi bir nizamdır. Bunun gerçekleşmesi, insanların kendi çabaları sayesinde, yaratılışta verilen yeteneklerinin sınırı içinde ve hangi toplumda olursa olsun o toplumun gerçek maddi durumunun çerçevesinde olur. İnsanların yönetimi ona bırakılınca, ulaştıkları noktadan itibaren çalışmaya başlar. Onları, doğuştanlık güçlerinin sınırı içinde bu güçleri harcadıkları oranda asıl amaca ulaştırır.Temel özelliklerinden biri onun hiçbir anda, hiçbir safhada insan yaratılışına, yeteneklerinin sınırına ve hayatın maddi gerçeklerine göz yummamasıdır. Ve aynı anda insan -kolay, rahat, aşırılığa kaçmadan- öyle yüksek bir noktaya ulaştırabiliyor ki, insan tarafından hayat nizamı olarak ortaya konanlardan hiçbirinin bunu yapmalarına imkan yoktur. Bu bazı dönemlerde gerçekleşmiş ve her zaman da ciddi teşebbüsler sonucu gerçekleşebilir. Fakat bütün hata-başta belirttiğimiz gibi- bu dinin mahiyetini anlamamak ve unutmakla birlikte, ondan insan yaratılışını değiştirecek, onun sınırlı gücünü gözönünüde tutmayacak ve içinde, yaşadığı toplumun maddi yapısına aldırmayacak biçimde, nedenleri anlaşılmayan olağanüstü mucizeler beklemekten doğmaktadır.

Bu din Allah tarafından indirilmiş değil midir?… Allah her şeyi yapabilecek olan değil midir?… Öyleyse neden bu din -yalnız- insanın sınırlı yetenekleri çerçevesinde etkisini ve işleyinişi gösteriyor?…

Ve bu etki ile işleyişinin sonuçları, neden insan zaafının etkisi altında düşüyor? Daha doğrusu, neden bu dinin egemen duruma geçmesi, insanın yeteneklerine ve gücüne bağlıdır? Sonra neden sürekli olarak zafer kazanmamaktadır? ve mensupları daima hakim değiller?Bazen de neden maddi arzu ve zaafların ağırlığı, dinin parlaklığı, genişlemesi ve özgürce ilerlemesine engel olmaktadır?Neden vahiy karşısındaki sistemlerin savunucuları galip geliyorlar? Bütün bunlar, -gördüğünüz gibi- çeşitli kuşkular ve sorulardır. işte bu kuşku ve sorular, dinin mahiyeti ve metoduna ilişkin ön gerçeği anlamamak ya da unutmaktan doğmaktadır.

…O…

Allah, insan yaratılışını bu din aracılığı ile veya başka bir yolla değiştirebilir. Fakat O, insanı bu şekilde yaratmıştır ve bu şekilde yaratışının hikmetini de yalnız kendisi bilir. Hidayete erişmeyi de çabaların ve hidayeti istemenin sonucu yapmıştır…

“Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette, yollarımıza eriştireceğiz. Allah, şüphesiz, iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebut: 19/69)

Allah insan fıtratını, sürekli olarak çalışabilir bir şekilde yaratmış ve hiçbir zaman fıtratın durgun, etkisiz kalmasını istememiştir…

“Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene anolsun ki kendini arıtan saadete ermiştir, kendisini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems:91/7-10)

Allah, ilahi nizamı, insan hayatında, insanın çabaları sonucunda ve insan gücünün sınırı içinde tümüyle gerçekleşmesini istemiştir.

“Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez.”(Rad: 13/11)

“Allah insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu.”(Bakara: 2/251)

İnsan, gösterdiği çabalar, harcadığı güçler ve ilahi nizamın gerçekleşmesi, kötülüğün ve bozukluğun hem kendisinden ve hem de hayattan uzaklaştırılması yolunda gösterdiği sabır oranında Allah’ın istediği seviyeye ulaşabilir.

“Andolsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, inandık deyince imtahana çekilmeyeceklerini mi sandılar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve yalancıları da meydana çıkaracaktır.” (Ankebut: 29/2-3)

Allah’ın yarattıklarından hiçbirinin “neden Alah bütün bunları bu şekilde yaratmıştır ki böyle olmuşlardır sorusunu sormaya hakkı yoktur. Ve yaratılanlardan hiçbiri -madem ilah değildir?- Allah’dan hiçbir şey soramaz. Çünkü hiçbir yaratılan, bu kainatın düzenini, bu düzenin kainattaki varlıkların tabiatlarında gerektirdiği özellikleri tam olarak ne bilebilir ve ne de bilme imkanına sahiptir. Bu durumda, “neden” “niçin” sorularını ne ciddi bir mü’min, ne de ciddi bir kafir sorar. Mü’min sormaz. ÇünküAllah’a karşı -Allah’ın sıfatlarını, zatını ve yetkilerini bildikten sonra- saygısızlıktan uzak bir huşu içindedir. Böylece mü’min, düşüncesinin tabiatını, sınırını ve böyle alanlarda işleme imkanına sahip olmadığı bilen insandır. Ciddi kafir de bu soruları sormaz, çünkü başlangıçta Allah’ın varlığına inanmamaktadır. Eğer Allah’ın varlığına insansa, bunların Allah’a ait uluhiyetin gerektirdiği şeyler olduğunu da bilir.

“O, yaptıklarından sorumli değildir, onlar ise sorumlu tutulacaklardır.”(Enbiya:21/23)

Çünkü yalnız O, gözetici, koruyucu ve yaptıklarını mutlak bilendir.İşte bu tip acaip soruları soranlar ne ciddi mü’minler, ne de ciddi kafirlerdir. Ancak gülünç ve inancında sabit olmayan zavalılardır. Onun için böyle saçma sorulara önem vermemek ve ciddi bir şekilde ele almamak gerekir. Belki Allah’ın uluhiyetinin mahiyetini ve gereklerini bilmeyen cahiller de bu soruları sorar. Bu cahile işin aslını öğretmek için izlenecek yol da, ona direk cevaplar vermek değil, uluhiyyyetin gerçeğini vegereklerini bildirme yoludur. Bundan sonra ya buna inanır ve mü’min olur, ya da kabul etmez ve inkar ederek kafir olur. Böylece tartışma da son bulmuş olur. -Tartışmanın amacı basit bir gösterişten ibaretdeğilse- müslüman yaptığı tartışmalrı -içine gösteriş girdiği anda- derhal bırakmalıdır.

Bu bölümde vardığım sonuç şudur:Hiç kimse, Allah’dan neden insanı bu fıtratta yarattığını sorma hakkına sahip değildir. Neden, insan yaratılışının yorulmayan, durmayan ve çalışan bir nitelikte olmasını istemiştir? Neden ilahi nizamın insan hayatında gerçekleşmesini, uygulanmasını, insanın çabalarına, gücüne ve hayatın madi gerçeklerinin sınırına bağlamıştır?Neden bu ilahi nizamın uygulanmasını olağanüstü, gizli – kapalı araçlara bağlamamıştır?… V.S. İşte bu gibi sorular sormak hakıkna sahip değildir insan…

Fakat Allah’ın kullarından herbiri, yukarıda sıraladığımız gerçekleri anlama, öğrenme, insanın pratik hayatındaki işleme ve etkilemelerini görme hakkına sahiptir. Ve bu gerçekleri ışığı altında, insan, tarihi olayları yorumlayacak ki, bir yandan bunların tarihsel gelişme çizgisini anlayabilsin, öte yandan bu çizgiyi nasıl takib edeceğini, nasıl yöneleceğini ve yöneteceğini araştırsın. Ve nihayet Allah’ın hikmeti ve kaderi çerçevesinde yaşamak ve onları da bu çerçeveye sokmak için çalışmalar yapsın…

…O…

Bu ilahi nizamın -Hz. Muhammed’in getirdiği ve onun son şekli olan İslam dini- yeryüzünde, insan hayatında gerçekleşmesi, uygulanması hemen Allah katından gelmesiyle, anında olmaz. Allah’ın “Ol” emriyle de uygulanmaz, uygulanmamıştır. Yalnız tebliğ ve açıklamakla da olmaz… Bunun insan hayatında gerçekleşmesi, gezegenlerin zaruri olarak bağlı bulunduğu tabii kanunların işleyişi gibi değildir, olamaz. Ancak bir gurub insanın onu taşıması, tam bir imanla sanılması, gücüyettiği kadar onun doğruları üzerinde kalması, başkalarının kalbine, hayatına girmesi için de çaba harcaması, ellerinde bulunan bütün imkanları kullanarak savaşması sonucunda uygulanır. Ancak insandaki hırs ve zaaf duygularına karşı durarak, bu duyguların etkisiyle hidayetin yayılışını engellemeye çalışanlarla savaşarak gerçekleşir bu düzen… işte bütün bunları yaptıktan sonradır ki ilahi nizam -insan yaratılışının imkanları ve hayatın maddi sınrıları çerçevesinde- ancak uygulamak ve gerçekleşme düzeyine kavuşur.

Bu toplum, insanların ulaştıkları noktadan, içinde bulundukları hayat şartlarına göz yummadan ve ilahi nizamın uygulama aşamalarını gereği gibi anlayarak çalışmaya başlaması gerekir. Bu mü’min toplum, fedakırlık yaptığı ve içinde bulunduğu zaman ve zemin şartlarına uygun düşecek araçları kullandığı oranda, kendi işlerinde ve başkalarında var olan engelleri aşacak, ya da yenilgiye uğrayacaktır. Ve her şeyden önce bu düzen, onu gerçeketn temsil ettikleri, kendi hayatlarında yaşadıkları kadarıyla gerçekleşir.

…O…

İşte bu dininmahiyeti, metodu, hareket planı ve gerçekleşme yolları bunlardır. Allah bu gerçeği şu ayetlerle müslüman topluma öğretmek istemiştir:

“Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir miletin cezalandırmasını isteyince de artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah’dan başka hami de bulunmaz.”(Rad: 13/11)

“Allah’ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah alemlere lütufkardır.” (Bakara: 2/251)

“Ama bizim uğurumuzda cihat edenleri elbete yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz iyi davrananlarla beraberdir.”(Ankebut: 29/69)

Uhut savaşında müslümanlar, bu savaşın bazı aşamalarında savaşa uygun tedbirler almayı ihmal ettikleri, dinin gerçek yapısını anlayamadıkları veya unuttukları için, aynı zamanda müslüman toplumunun mutlaka yeneceği duygusuna kapıldıklarından, Allah, bu savaşta dinin mahiyetini, uygulama safhasında izlenecek metodu öğretmek istedi:

“Başkalarını iki misline uğrattığımız bir müsibette kendiniz uğrayınca mı “bu nereden?” dersiniz. De ki:O kendi tarafınızdandır.”(A’li İmran: 3/165)

“Andolsun ki Allah size verdiği sözde durdu. O’nun izniyle kafirleri biçiyordunuz ki, içinde dünyayı isteyenler ve ahireti isteyenler bulunduğundan, sevdiğiniz zaferi size gösterdikten sonra başkaldırdığınız, verilen buyruk hakkında çekiştiğiniz ve yıldığınız zaman sizi denemek için Allah mağlubiyete uğrattı. Andolsun ki, O sizi bağışladı. Allah’ın insanlara nimeti boldur.”(A’li İmran: 3/152)

İnsan toplumu, bu gerçeği sözle ve azarlanarak değil, kan ve acılarla öğrenmiş, bu uğurda büyük kayıplara uğramıştır. Zaferden sora yenilgiye, kazançtan sonra zarara ve kayıplara uğramış, toplumun hiçbir ferdi kurtulamamıştır. Bununla beraber -aralarında Hamza’nın da olduğu- büyük şehirler vermişlerdir. Bütün bu acılardan daha büyüğü ve müslümanları en fazla etkiliyeni, Rasulullah’ın, yüzünden ve diğer yerlerinden yaralanması, dişlerinin kırılması, Kureyşlilerden Ebu Amr tarafından kazılan kuyuya düşmesi, meydanda yalnız bir kaç müslümanla kalarak müşriklerin saldırılarına uğraması, etrafındaki müslümanların birer birer şehit olması, Ebu Ducana’nın, sırtıyla peygamberi müşriklerin oklarından koruması gibi olaylar olmuştur. Bu zor ve acı dersi aldıktan sonra Müslümanlar peygamberimizin etrafında bu gerçeği öğrenerek toplandılar.

…O…

Fakat şunu belirtmek gerekir ki, ilahi nizamın insan gücünün sınırları çerçevesinde gerçekleşeğini, insan hayatını ve toplumları doğruya yöneltmesinin insanın çabalarına bağlı olduğunu söylerken Allah’ın bu konudaki amacını açıklamak gayretinde değilim. Sadece Allah’ın iradesinin insan hayatındaki etkileri ve belirtilerini ortaya koymak istedim.Çünkü insan kalbinde imanın sağlamlaşması, pekişmesi, ancak O’nun uğrunda, diğer insanlara karşı bütün varlığını ortaya koyacak, onların içinde bulundukları cahiliyye düzenini ve kapıldıkları yanlışları sevmeyecek, diliyle, onları, bulundukları cahiliyye düzeninden kurtulmaya çağıracak, doğruyu hakkı onlara anlatacak, tebliğ edecek, kafirler hidayet yolunu kapayıp kuvvete ve öldürmeye başvurduklarında, müslüman da onları kuvvet kullanarak bu yoldan uzaklaştırmaya, hidayet yolunu açmaya çalışacaktır. Bu yolda savaşırken belki zulme ve eziyete uğrayacak fakat bunlara karşı direnecek, sabredecektir. Hatta zaferde de sabredecek. Çünkü zaferde sabretmek yenilgide sabretmekten daha zordur. Sonra şüpheye düşmede bu yolda devam edecek, ilerleyecek ve hidayete kavuşacaktır.

İman, uğrunda, baskıya ve zulme karşı direnme hali olmadan kalbde kökleşmez. Çünkü mü’min başkalarına karşı direnirken kendi nefsiyle savaşır… Böylece imanında yeni ufuklar açılır ki, kendi halinde, sükunet içinde kalsaydı bu sevgiye ulaşamazdı. Bununla birlikte hayat ve insanlar hakkında öylesine doğru ve derin gerçeklerle karşılaşır ki, başka şekilde hareket etseydi bu gerçekleri görmez, kavrayamaz. Ayrıca davranışları, düşünceleri, bilinci, alışkanlıkları, tepkileri, öylesine doğru gelişir ki, bu acı ve zor deneylere girmemiş olsaydı bu seviyeye gelemezdi. Aşağıdaki ayet bu gerçekleri belgelemektedir:

“… Allah’ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün dengesi bozulurdu. Fakat Allah alemle lütufkardır.” (Bakara: 2/251).

Durgun bir hayat içinde bulunan insan kişiliği bozulur, azim ve hamle gücü gevşer, bu da ruhu bozar, gevşetir. Sonunda hayat bütün yönleriyle, durgunluktan ve gevşemekten dolayı kokuşmaya başlar. Bu da en çok insanların refaha daldıkları zamanda kendisini gösterir. Bunlar, Allah’ın yarattığı insan fıtratının gerçekleridir. Bu fıtratın bozulmaması, insan için konulan ilahi nizamın insan gücü sayesinde ve bu gücün sınırları çerçevesinde gerçekleşmesiyle mümkün olur.

Öte yandan mücadele sırasında, mücadele edilirken uğranılan eziyet ve baskılar katlanılan çileler hem insan şahsiyetini kötü, bozucu etkilerden kurtarır, hem de samimi, doğru insanları dener ve toplumu, çalışmayan engelleyen, zayıf ruhlu insanlardan, münafık iki yüzlülerden kurtarır. İşte İslam toplumunu sınava çekerken, mü’minler çeşitli bela ve acıların etkisi altında, tecrübenin zorluğu karşısında kalırken Allah’ın müslümanlara öğretmek istediği gerçekler bunlardır.

Uhud olayından sonra müslümanlar tarafından “bu nereden geldi?” şeklinde sorular sorulmaya başlandı. Bunun üzerine Allah “o, sizin kendinizdendir” diyerek yukarıdaki gerçekleri öğretmek istemiştir.Sonra Uhud olayına ait şu ayetler inmiştir:

“Başkalarını iki misline uğrattığımız bu musibete kendiniz uğrayınca mı “bu nereden?” dersiniz. (Ey Muhammed) de ki “o, kendi tarafınızdandır. Doğrusu Allah her şeye kadirdir.” (A’li-İmran:3/165)

İki topluluğun karşılaştırdığı günde başınıza gelen, Allahın izniyledir. Bu insanları da, münafıklık edenleri de belirtmesi içindir. Münafıklık edenlere:”Gelin, Allah yolunda savaşın, veya hiç olmaz sa kalabalık edin”dediği zaman”Eğer savaşmayı bilseydik ardınızdan gelirdik”dediler. O gün onlar, imandan çok inkara yakındırlar.Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlar. Allah gizlediklerini onlardan iyi bilir.” (A’li-İmran: 3/166-167)

Eğer siz bar yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da benzeri bir yara almıştır. Allah inananları belirtmesi ve içinizden şahitler edinmesi için insanlar arasnda bu günleri (bazen lehe, bazen aleyhde) döndürür dururuz. Allah Zulmedenleri sevmez.” (A’li-İmran: 3/140)

“Allah inananları sizin durumunuzda bırakacak değildir, temizi pisten ayırackatır. Allah’ın peygamberinden dilediğini seçmesi müstesna, Allah size gaybı bildirecek değildir. Artık Allah’a ve peygamberlerine inanın, inanır sakınırsanız size büyük ecir vardır.” (A’li- İmran: 3/179)

Bütün bunlar, Uhud savaşında uğradıkları yenilginin, bilinç ve davranışlarında imanı gerçekten tam olarak temsil etmekte gösterdikleri ihmal nedeni ile olduğunu müslümanlara anlatmak için buyrulmuştur. Fakat sonradan bu durum, Allah’ın keremi ve kusurlarnı affetmesiyle onların lehlerine dönüşmüştür. Bu dersi ve sonuçlarını, onları eğitmek, temizlemek ve saflarını zayıflardan kurtarmak için kullanılmış ve bu durumu, kendileri ve hayatları için hayırlı bir şekilde sonuçlandırmıştır.

Bu dinin mahiyeti ve metodu hakkında yukarda gerekli açıklamaları yaptığımızı umuyorum. Fakat önemli gördüğüm bir konuyu daha açıklığa kavuşturmam gerekiyor.

Bu ilahi nizamın gerçekleşmesinin insan gücüne bağlı olarak bu gücün sınırları içinde olması çeşitli koşullarda, çeşitli aşamalarda insan hayatının maddi temelinin söz konusu olması ve insanın çabalarıyla gerçekleşmesi, bunu insanın yalnızca kendi başına yapması, Allah’ın kaderi, tedbiri, yardımı ve başarıyı etkilemesi gibietkenlerden kopması demek değildir. Bu gerçeği böylece düşünmemek, temelinde islami düşüncenin tabiatına aykırı bir öz taşır ve yanlış bir anlayışın uzantısı olur.

Daha önce açıkladığımız gibi Allah, doğruyu bulmak için çalışana yardım eder.

“Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz, iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebut: 29/69)

İnsanlar kendilerini değiştirdikleri zaman Allah da onların durumlarını değiştirir.

“Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir milletin fenalığını dileyince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah’dan başka hami de bulunmaz.” (Rad: 13/11)

İşte bu iki ayet, insanların çabalarıyla onların kurtulmasında, uğrunda çalıştıkları doğrulara ulaşmasında Allah’ın yardım ve desteği arasındaki ilişkiyi gösterir. Yani, son etken gene Allah’ın iradesidir. İnsan ona dayanmadan kendiliğinden hiç bir şey yapamaz. Fakat bu ilahi irade, bunu bilene, yardım isteyene ve Allah’ın rızasına kavuşmak için Allah yoluna çalışana yardım eder.

Ve Allah’ın kaderi -bununla birlikte- insanlarla olayları kuşatır, meydana gelen zorluklar ve imtihanla bunları aşabilenlerin elde edecekleri hayır, bu kadere hayır, bu kadere uygun birşeklide oluşur. Uhud savaşında Allah, zaferin ve yenilginin insan çabasıyla ilgili olduğunu bildirmek ve bütün bu olayların, zafer ve yenilgilerin arkasında da gezi hikmetinin olduğunu açıklamak istemiştir.

“Andolsun ki Allah, size verdiği sözde durdu, O’nun izniyle kafirleri biçiyordunuz ki, içinizde dünyayı isteyenler ve ahireti isteyenler bulunduğundan, sevdiğiniz zaferi size gösterdikten sonra başkaldırdığınız, verilen buyruk hakkında çekiştiğiniz ve yıldığınız zaman sizi denemek için Allah mağlubiyete uğrattı. Andolsun ki O’sizi bağışladı. Allah’ın inananlara nimeti boldur.” (A’li-İmran: 3/152)

Sonuç olarak bütün olayların ve nedenlerin arkasında Allah’ın düzenleyiş yetkisi, iradesi ve koyduğu doğal ölçü hakimdir. Bu da Allah’ın zatına ait bir tasarruf olduğu için hakkında sorular sorulamaz. Bu gerçek aynı zamanda imanın hakikatıdır. Bu hakikat kalbde köklü yer etmezse ne ona şüphe etmeden inanılmaz ise iman tamamlanmış olmaz, olamaz…

Bu bölümden, bu dinin gerçek niteliğini ve metodunu anlatırken açıklanması zorunlu olan bir gerçeği de bildirmiş olduk. Düşünen müslüman, bu gerçeğin Allah taraından konduğuna kalbiyle inanır ve ona karşı Allah’ın kitabında alınmamış düşünce ve yargılarla çıkmaz.

ORİJİNAL YOL

Şimdi birisi şunları söyleyebilir: “Madem ki insanlar için konulmuş bir nizam olan ilahi nizamın yeryüzünde gerçekleşmesi, çeşitli ortamlardaki hayatın maddi gerçeklerinin sınırı içinde, insan güç ve çabasına bağlı olarak oluşuyorsa insanlar tarafından ortaya konan nizamların gerçekleşmesi ve yine insanların kendi durumları ve güçlerine bağlı ise bu ikisi arasındaki ayırım nedir? Neden bu ilahi nizamın gerçekleşmesi bizim çabalarımıza bağlıdır ve neden olağanüstü güçler sayesin de veya ilahi bir kuvvete bağlı olarak gerçekleşmiyor da insan yaratılışının çerçevesi içinde uygulama sahasına aktarılabiliyor?…

…O…

Biz müslüman adını kazanabilmek ve onunsıfatlarına sahip olabilmek için bu ilahi nizamın gerçekleşmesi uğrunda çalşımaya mecburuz. Bilindiği gibiİslamın ilk şartı, Allah’dan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun Resulü olduğuna inanmaktır. Bu şahadeti en uygun anlamı, yalnız Allah’ın uluhiyetine inanmak, Allah’ın sıfatlarından hiçbirini Allah’ın yarattıklarına izafe etmemektir. Uluhiyetin ilk özelliklerinden biri, mutlak hakimiyet hakkıdır. Bu özellikten insanlar için kanun koyma hakkı, insan hayatını düzenleme, yaşama biçimleri, ahlaki değerler koyma hakları doğmaktadır. Ne zaman bu şahadet gerçek olarak kabul edilmiş olur? Ancak insanların doğrultusunda gidecekleri düzen koyma ve bağlı olacakları kanunlar koyma hakkının Allah’a ait olduğunu kabul ettikten ve yalnız bu ilahi düzenin hayatta gerçekleşmesi için çalıştıktan sonra bu şahadet gerçekten kabul edilmiş ve pratik bir değer kazanmış olur.

Her hangi bir kişi, bir toplum için düzen koyma hakkının kendisine ait olduğunu iddia ediyorsa o insan, kendini toplumun ilahi sayıyor demektir. Çünkü uluhiyetin en büyük özelliklerinin kendisine ait olduğunu söylemektedir. Kim de o kişinin iddiasını haklı görürse onu ilah kabul etmiş olur. Çünkü uluhiyyetin en büyük özelliklerinin onda olduğunu söylemiş ve inanmış olur.

Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahadetin yakın anlamı: Bize sunduğu düzenin Allah tarafından konulmuş ve hayatımızı düzenleyecek ilahi bir düzen olduğunu doğrulamak demektir. Buna göre, yalnız bu düzenin hayatımıza egemen olması için çalışmak zorundayız.

Sonra iddia ettiğimiz müslümanlık sıfatlarına sahip olabilmemiz için o ilahi nizamın uygulanması uğrunda çalışmaya mecburuz. Bu da ancak Allah’ın tek olduğuna ve Muhammed’in O’nun Resulü olduğuna şahadetle olur. Ancak bu şahadet de uluhiyetin ve yaşama düzeni koyma hakkının Allah’a ait olduğunu kabul ettikten ve Muhammed’in bize tebliğ ettiği Allah tarafından indirilmiş ilahi nizamı gerçekleştirmek için çalılştıktan sonra doğruluk ve değer kazanır.

Bu düzeni, yapısıyla ilgli bir çok nedenlerden dolayı gerçekleştirmek zorundayız. İnsanın değerini yücelten, mutlak özgürlüğünü kazandıran ve köleliğin her türlüsünden kurtaran yalnız bu düzendir. Öyle ki, kulluğun yallnızca Allah’a kulluğunun sınırı içinde mutlak, kapsamlı ve geniş, mükemmel bir özgürlüğe kavuşturur. Günümüzde -islam dışında- hiçbir düzen bunu gerçekleştirememiştir.

Çünkü bu düzen -kökeni ilahi olduğundan- uluhiyyetin yalnız Allah’a ait olduğunu ve -bundandoğan insan hayatını düzenleyecek kurallar koyma hakkının ve egemenliğin Allah’a aitliğini benimsemekle yalnız Allah’ın insanlar üzerinde tek ilah ve hakim olacağını ilan etmiş olur. Yine ilahi kökenli oluşu nedeniyle insanlardan hiçbirine -kesinlikle-diğerleri üzerinde egemenlik kurma yetkisi vermemesi ve bazı insanların diğerlerine “efendi” olmasını, buna karşı bazılarının da başkalarına kulluk yapmasını istemesi yollarıyla insanları birbirlerine ilah veya kul olmaktan kurtarmşıtır. İşte bu ilahi düzen, bu eşsiz özellikleri ile diğer bütün düzenlerden ayrılır. Bunları söz ve iddia planında bırakmayıp gerçekleştirerek, hayatın içine sokarak, haytı etkileyerek belgelemiştir. İşte bundan dolayı tüm peygamberlerin davası, uluhiyyetin yalnız Allah’a ait olduğunu ve uluhiyyetin hiçbir özelliğinin diğer yaratılmışlara hiçbir zaman verilemiyeceğini kesinlikle bildirmek olmuştur.

Allah’ın kulları için yaşama düzeni koymaya kalkışan bu yetkiyi kendilerinde gören, böylece kendilerini ilahlaştınan insanların davalarına bütün peygamberler reddetmişler ve bu insanlara uyanların Allahın uluhiyyetine inanmadıklarını söylemişlerdir.

Allah, Kur’anda Yahudi ve Hiristiyanlar için şunları söylemiştir:

“Onlar Allahı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu Mesih’i rabler olarak kabul ettiler. Oysa tek ilahdan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı.Ondan başka ilah yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.” (Tevbe:9/31)

Oysa onlar -klasik anlamda-din adamlarına, pazarlarına tapmıyorlardı. Fakat Allaha ait olan kanun koyma ve yaşama biçimini belirleme hakkını bilgin ve papazlarına tanıdıkları için Allah onları, kendilerine Allah’dan başka sınırab edinmişlelrdir, saymıştır. Onlar böylece “tevhid” in dışında çıkmış ve müşrik olmuşlardır.

İmam Ahmed, Tirmizi ve İbn-Cerir çeşitli yollardan Hatemoğlu Adiyy’den şu rivayeti naklatmişlerdir.

Cahiliyye döneminde Hiristiyanlığı din olarak kabul etmiş olan Adiyy’e peygamberin daveti erişince kendisi Şam’a göç etmiş; kızkardeşi ile kavminden peygamberin daveti erişince Şam’a göç etmiş; kızkardeşi ile kavminden bir gurup da müslümanlara esir düşmüşlerdi. Fakat Resulullah, kızkardeşine bazı hediyeler vererek serbest bırakmıştı. Kız, Şam’da bulunan kardeşinin yanına gitmiş, onu İslama ve medine’de yerleşen Resulullaha gitmeye davet etmişti.

Adiyy Medine’ye geldiğinde -Adiyy, kavminin başkanı idi. Babası da cömertlik ve mertlikle şöhret yapmış olan ELFAİ idi- Medine halkı arasında bir hayli kızgınlar oldu. Adiyy peygamberimizin yanına girdiğinde -boynunda gümüşten yapılmış bir haç vardı- Peygamberimiz yukarıdaki (TEVBE-31) ayeti okuyordu. Adiyy bu ayeti işitince. “Hayır, onlar bilginlerine tapmıyorlardı” dedi. Resulullah: “Evet, onlar ‘yani bilginler ve papazlar) kavimlerine helalı haram, haramı da helal yaptılar ve kavimleri de bunu kabul edip onlara uydular. Böylece onlara ibadet etmiş oldular” buyurdu.

Hadis bilginlerinden Essudi diyor ki:

“Yahudi ve Hiristiyanlar, helalı ve haramı bilmek ve birbirinden ayırmak için Allah’ın kitabını arkalarına atıp insanlara başvurduklarından Allah onlar hakkında Tevbe suresinin 31. ayetini indirdi. Yani, Allah bir şeyi haram kılarsa, o, kesinlikle haram, helal kılarsa da kesinlikle helal olur. Yalnız O’nun hükümleri uygulanır ve yalnız o’nun buyrukları yerine getirilir.”

İslam, egemenliğin ve yaşama biçimi koyma hakkının yalnız Allah’a ait olduğunu duyurmakla ibadet ve k ulluğun yalnız Allah’a ait olacağının, böylece insanların insanlara tapmaktan kurtularak özgürleşeceklerini bildirmiştir. Bunun için biz, yallnız bu düzeni gerçekleştirmek zorundayız.

…O…

Bu düzenin bizim tarafımızdan gerçekleştirilmesini zorunlu kılan nedenlerden biri de bu düzenin, kişisel hırs, zaaf ve kişisel çıkarları düşünme gibi durumlardan uzak oluşudur. insanların koyduğu düzenlerde, insan kişisel çıkarını düşünmekten vazgeçemez ve çıkarını kanun koyma yoluyla sağlamaya çalışır. Bu düzenlerde, kanun koyucu, kişisel çıkarlarına, ailesine, sınıfına, ırkına ve soyuna faydalı kanunlar koyar. Ama ilahi düzende bunlar söz konusu olamaz. Çünkü bu düzeni koyan bizzat Allah’dır. Ve o, bütün alemlerin Rabbıdır. O, bu düzeni koyarken ne kendisinin, ne de bir sınıfın, milletin veya cinsin çıkarlarını kaale almaz, ön görmez.

Kanun koyucu, ister bir kişi, isterse bir aile, sınıf millet, yada bir cins olsun, hiçbir şekilde hırstan, kanun koyma yoluyla çıkarlarını gerçekleştirme isteğinden uzak olamaz. Ama ne zaman ki insan hayatında ilahi düzen egemen olursa bu nitelikler kalkar, kapsamlı, gerçek, mükemmel bir adalet gerçekleşmiş olur. Bu adaleti, bundan başka bir düzen bu şekilde gerçekleştiremez. Çünkü İslamın dışındaki hiçbir düzen, kişisel – insani hırs, zaaf ve kişisel çıkarları herhangi bir yolla sağlama gibi durumlardan kurtulmuş değildir.

Hergangi bir kişinin aklına -hırs, taassub ve akrabalık ilişlkileri gibi durumların etkisi altında kalmadan- kapsamlı ve mükemmel adaletin gerçekleştirilmesini teşvik eden:

“Ey insanlar! Allah için adaleti gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun, bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır, Allah’dan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden haberdardır.” (Maide: 5/8)

Gibi, ilahi uyarıları duyunca, şu sorular gelebilir akla:

Allah’ın istediği ve buyurduğu adaletin islam toplumu tarafından gerçekleştireceğine ait teminatlar nelerdir?”

İslam toplumunun gerçek teminatı müslümanın imanından,vicdanından doğar. Bu dine ğerçekten iman edildiği zaman en güçlü teminatta sağlanmış olur. Çünkü müslümanlar şunu bilmektedirler.

“Ey inananlar Allah için adaleti gözeten şahitler olun.Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizlige sürüklemesin,adil olun, bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya (takvaya) daha yakındır. Allah’tan sakının, doğrusu Allah işlediklelriniziden haberdardır.” (Maide: 5/8)

Yeryüzünde kendilerinin egemenliğinin devamı, yerleşmesi ve zafere ulaşması, bu ilahi düzene bağlı kalmaları süresince devam edecektir. Yoksa hakimiyeti kaybeder ve zaferden sonra yenilgiye uğrayarak güçsüz ve zavallı olurlar.

“Olar haksız yere ve “Rabbimiz Allah’dır” dediler diye yurtlarından çıkarımışlardır. Allah insanlardan bir kısmını diğeriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. Andolsun ki Allah’a yardım edenlere O’da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür,” (Hac: 22/40)

“Onları biz yeryüzüne yerleştirirsek namaz kılarlar, zekat verirler, uygun olanı emrederler, fenalığı yasak ederler. işlerin sonucu Allah’a aittir.” (Hac: 22/41)

Müslümanlar bu ilahi uyarıları dinleyince şu gerçeğe inanırlar. Eğer Allah yolundan uzaklaşıp saparlarsa Allah onları affetmez, cezalandırır.

İlahi emirlerin gerçekleştirilmesindesağlam teminatlardan biri de İslam toplumudur. Çünkü bu toplum islami düşünce temeli üzerine kurulur ve Allah’ın buyruklarına uygun hareket eder. Her türlü ihmal ve aşırılıkta bulunanın değil, tüm toplumun başına bir felaketin geleceğini bilirler.

İşte biz bu düzenin gölgesinde var olan mükemmel ve kapsamlı adaletin gerçekleşmesi için bu düzeni hakim duruma geçirmek zorundayız.

…O…

Bizler bu dini insan hayatında gerçekleştirmek için çalışmak zorundayız. Çünkü bu din, insan zaafının sonuçlarından uzak olduğu gibi, insanların cehalet ve kusurlarının sonuçlarındanda uzaktır. O, kanunları koyan, insanla birlikte bütün bir kainatın yaratıcısıdır. Bu insanı düzeltici ve ona uygun şeyleri bilen, yapısının niteliklerinen haberi olan ve yerkürenin, tüm kainatın insanlarca bilinmiyen yönlerini, ilşkilerini ilen Allah buyurmuştur bu düzeni. Bütün bu durumlar bu düzende göz önüne alınmıştır.

İnsanların hayatını düzenleyici kurallar koyarken göz önüne alınması gereken bu faktörleri ne toplumlar ve ne de kişiler bilemezler, ayrıca hiç bir dönemde de bilmelerine imkan yoktur. Çünkü bunların bililnebilmesi için insan tarihinin geçmiş ve gelecek, ve şimdiki durumunun bilinmesi, insanlığın bütün deneylerinin ve olayların göz önünde tutulması gerekir ki, bu da insan için imkansız bir şeydir. Bu faktörlerden bir kısmının bilinebilmesi için de insanı kuşatan bu kainatın gizliliklerinin bilinmesi gerekir ki, bu da imkansız bir durumdur. Çünkü insanın anlayış gücü sınırlıdır. Öte yandan insanın -kainatın gizliliklerini bilmek şöyle dursun- göz önünde tutulan olaylar ve deneylerden kesin sonuçlar çıkarması da düşünülemez. Çünkü mutlak manada eksiksiz bir kişiliğe sahip değildir, hırs ve zaaafların etkisi altında kalmaya mahkumdur. İşte insan bu faktörleri bilemediği için hayatı düzenleyen kurallar koyma yetkisine sahip olamaz. Bunun için Allah bu konuda şunları söylemiştir.

“Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi. Onlara, kendilerine öğüt veren bir şey getirdik. Onlar ise öğütlerinden yüz çevirirler.” (Mü’minun: 23/71)

“Sonra ey Muhammed! Seni de din konusunda bir şeriat sahibi kıldık, ona uy, bilmeyenlerin heveslerine uyma.” (Casiye: 45/18)

İnsan için düzen koymanın gerek duyduğu mutlak ilme hiç bir insan sahip olmadığı için, kendi ihtisas alanı dışında olan bir işe karıştığından ancak cehalet ve hırsını göstermiş olur. Bununla birlikte uluhiyyetin özelliklerinden birine de ortak olmuş olur ki, bu da büyük bir yanlışlık ve şerdir.

…O…

Bizler bu düzeni gerçekleştirmeye çalışmakla yükümlüyüz. Çünkü ancak bu düzende insan hayatının bağlı olduğu kurallar, kainatı, kainattaki insanın yerini ve insan varlığının amacını -gerçek biçimde- açıklayan kapsamlı bir düşünce temeline dayanırlar. Diğer insan düşüncelerinde olduğu gibi cehalet, zaaf, hırsın çizdiği bir temele değil…

İnsanın yaşama düzüninin,doğal kaynakları üzerinde yürüyesilmesi için bu tek ve dosdoğru temel üzerinde kurulması gerekir. Her hangi bir yaşama biçimi, kapsamlı bir düşünceyle temellendirilmezse doğal kaynaklara dayanan bir düzen olamaz. Yapay bir düzendir ve uzun süre yaşaması mümkün değildir. Bu doğal kaynaklı olmayan düzenler yaşadıkları sürece insanları acılara sürüklerler. İnsan fıtratının, güçlü ve doğru bir temele oturmuş olan düzene dönebilmesi için bu tür düzenlerin yıkılması gerekir.

Bu düzenin kapsadığı genel düşünce ve yorum gerçektir. Çünkü kainatı ve insanı yaratan, kainatın ve insanın sorularını bilen Allah tarafından konulmuştur.

Bunun dışında insan tarafından bu kainatı ve kainattaki insanın yerini insan varlığının amaçlarını açıklamaya girişen herhangi bir düşünce eksiktir.Çünkü kainat, insandan daha büyüktür. İnsanın onu yorumlaması imkansızdır. Öte yandan insan varlığının amacını belirlemek için insanı yaratanın ilmini, yaratılmasındaki amacın ne olduğun bilmek gerekir. Bununla birlilkte bu amacı tespit için insanın elinde olmayan imkansız bir şeydir. İşte bütün bunlardan dolayı insanın duyduğu bütün düzenler eksiktir.

Kainatın, kainattan insanın yerini, insan varlığının amacını yorumlamaya girişen feslefenin tarihine bakacak olursak acaib bir yığınla karşılaşırız. bu yığın gülünç olduğu kadar boş ve saçma sapan bir çok düşüncelerle doludur. Hatta bu, insanı hayrete düşürür, fakat filozofun insan olduğu, sadece akıl aracına sahip bulunduğu ve bu alanın aklın işleyiş alanı olmadığı bilinince bu hayret kaybolur. Filozoflar kendilerine verilmiş olan akıl oracılığı ile bu geniş ve karanlık alana atladılar. Oysa insan aklı bu alanda işlemez. Çünkü ödevleri ve işleyiş alanları başkadır. Aklın alanı pratik hayat ve yeryüzünde halifelik alanıdır. Yalnız bu alanda, ilahi düzene ve genel düşünceye uygun davranıldığı oranda, akıl, aydınlatıcı bir etken olabilir.

Bu din güçlü bir insanı düşünce ve yaşama biçiminin doğal temelleri üzerinde kurduğu genel bir yorumu kapsamaktadır. Hayatımızı düzenleyecek kurallar sisteminin doğal kaynakları üzerinde kurulabilmesi için bu ilahi düzeni gerçeklelştirmeyi çalışmak zorundayız.

…O…

Bilindiği gibi, insan kainatta yaşamak ve onunla ilişkiler kurmak zorundadır. içinde yaşadığı kainat düzenine karşı gelmemesi için bu kainat düzeniyle uyuşan ilahi düzeni gerçekleştirmek zorundadır.

İnsanın hayat düzeniyle kainatın hayat düzeni arasında uyuşumun sağlanması, insanın çeşitli doğal güçlerden yararlanması ve onlara karşı gelmemesini sağlamış olur. İnsan bu güçlere karşı çıktığı anda ezilir ve çöker. Yeryüzünde Allah’ın istediği biçimde halifelik görevini yerine getiremez olur. Fakat kainat kanunlarına uygun davranırsa, kainatın gizliliklerine kavrar ve istediği biçimde bu kanunlardan hayatının çeşitli yönlerinde faydalanır.

İnsan fıtratıyla kainat kanunları uyuşum halindedir. İnsan, yaşayışıyla bu kainat düzeninin dışına çıktığı zaman yalnız kainat kanunlarına karşı gelmiş olmaz aynı zamanda özündeki fıtrata da karşı çıkmış olur. Böylece şaşkınlığa, bitkinliğe ve acılara düşer. Tıpkı bu günkü insanlığın içinde bulunduğu -bütün teknik zaferlere ve maddi kolaylıklara rağmen- acılı, zor hayat benzer bir yaşama düzeyini seçmiş olur.

Bugün insanlık -maddi refah, verimli üretim ve kolay yaşama şartlarına rağmen- acı, ızdırap ve şaşkınlıktan şikayetçidir. Afyon, eroin, içki…delice hız, ahmakça maceralar, boş modalarla, ruhsal bunalımlara düşer. Bütünlük ekonomik refah ve teknik başarılara rağmen bir ruhsal boşluk içindedir. Bu boşluk acı, şaşkınlık,uygarlık nimetleri ve ekonomik refah arttıkça daha fazla olur. Bu acıklı boşluk insanlığı korkunç bir şekilde tehdid eder. İnsanlık ondan kaçmaya çalışır. Fakat her kaçışında daha derin ac-ılar ve bunalımlarla karşılaşır.

Bu acı gerçeği, zengin, refaha kavuşmuş, uygarlığın kolaylıklarından yararlanmada zirveye yükselmiş toplumlardan birini gezen her insan görür. Bu devletlerin başında Amerika ve İsviçre gelir ve şu izlenimlere sahip olur: Bu toplumların insanları, bir gölge tarafından izlenen insanlar gibi kendilerinden kaçarlar. ekonomik refah, cinsel ve duygusal sapıklıkların gerisinde ruh ve sinir hastalıkları, acı, hastalık, delilik, cinsel sapmalar, cinayet gibi durumlar yaygındır. Toplumun hiç bir ferdi, belli bir düşünceye sahip değildir…

Evet, insanlık, ilim sayesinde tedavi ve sağlık alanında hastalıklara karşı büyük başarılar kazanmıştır. Bulunan ilaçlar, hastalığı teşhis ve tedavi araçları gerçekten büyük başarılar kazanmıştır. Bulunan ilaçlar, hastalığı teşhis ve tedavi araçları gerçekten büyük bir başarı düzeyindedir. Sanayi ve üretim alanında da insanlık, olağanostü birçok aşamalar yapmıştır. Ve bu yolda süratle büyük atılımlara girişmektedir… İnsanlık, uzayın keşfi, füze yapımı ve uzay ilminin bütün dallarında büyük gelişmeler sağlamış ve bunları sürdürmeye çalışmaktadır… Fakat bütün bunların insan hayatındaki etkileri nelerdir? İnsanlığın ruhsal haytını etkiledi mi, insanı mutluluğa kavuşturdu mu? Barışı ve selameti gerçekleştirdi mi? Hayır, insanlık, acı ve korku dolu işkenceli bir hayat içinde kalmıştır. İnsan varlığının amaçlarını ve insan hayatının hedeflerini gerçekleştirme yolunda bir adım yolunda bir adım bile ileri gidilmemeştir. Hatta çağdaş insanın insan varlığının amacı konusundaki düşüncesiyle islamın bu konudaki düşüncsi karşılaştırılırsa, çağdaş uygarlığın (!) insan bilincini bataklığa düşüren, insanın değerini, amaçlarınıküçülten bir lanet şey olduğu görülecektir. Örneğin Amerika’da insanlar, yeni ilahlara tapmaktadırlar. Mal, zevk, şöhret ve üretim ilahları gibi… Bu ilahları insan varlığının amacını gerçekleştiremez, böylece kendini de yitirir. Amerikan cahiliyyetinde durum böyledir. Diğer cemiyetlerdeki cahiliyyet şartları da değeşik değildir. Çünkü gerçek ilaha tapmadıktan sonra mutlaka başka tanrılara tapılacaktır.

İnsanlığı tek ilahına, varlığının amacına, kainatı ve insanlığı kapsayan genel kanuna yeniden ulaştırmak için insan hayatındaki ilahi düzenin gerçekleşmesi yolunda çalışmakla emrolunduk.

Kur’an bazı insanların Allah’ın koyduğu yaşama düzeni ve kuralları dışındaki düzen ve kurallara baş vurma isteklerini iptal etmiştir. Çünkü onlar bu istekleriyle kainattaki bütün gerçeklere karşı gelmiş olurlar.

“Allah’ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez o’na teslim olmuştur. Ona döneckelerdir.” (A’li-İmran: 3/83)

KOLAY YOL

Bundan sonra, her hangi birisi şunları söyleyebilir: İnsanlık bu tek ve üstün düzenin gölgesinde uzun bir sure sabredememiştir. Bu düzeni yeryüzünde bir süre gerçekleştiren islam toplum daha sonra bu düzenden uzaklaşmış ve başka düzenlere yönelmiştir. Gerçekten bu düzenler, ilahi düzenin üstünlüğüne ulaşmazlar ama insanlıktan yorucu ve büyük çalışmalar da beklemezler.

Bu anlayış ilk bakışta doğru görülebilir. Bir çok yazarlar da bu anlamı zihinlere yerleştirmek isterler. Bu düzenin pratik bir değeri olmadığını, insan fıtrıtının uzun süre ona dayanamıcağını ve ulaşılmaz bir ufka çağıran utopik bir davadan başka bir şey olmadığını ispat için bu tür çabalarda bulunurlar.

Bu tür çalışmaların gerisinde sinsi bir amaç yatmaktadır. O da bu düzenin hayata yeniden hakim olmaması için bunun imkansız bir şey olduğu ümitsizliğini yaymak ve insanı bu üstün, doğru düzene çağırmak için gösterilen çabaları gevşetmektir. bu fırsatçılar, Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayan fıtne ve bundan sonra, Hz. Ali ile Muaviye arasında ortaya çıkan, ayrılık ve bunu izleyen olaylar hakkında söylenen doğru ve yanlış haberleri de istismar ettiler. Bazen gizli – kapaklı, bazen de apaçık bir şeklide -yani durumlara göre – o çirkin anlamı zihinlere yerleştirmeye çalıştılar.

İslam tarihinin en parlak k döneminde bu fitnenin çıkması ve İslamın ilerleyişini birsüre engellemesi, Peygamber, Hz. Ebu bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde izlenen devlet politikasında bir değişmenin olması, bazı devlet başkanlarının davranışlarıyla İslama aykırı bir tutum içinegirmeleri, müslümanların bir kısmını etkileyerek kısa süren bir dönemden sonra, islamın başlattığı gelişmenin ve islamın zirveye çıktığı dönemleri şiddetle arzulayan müslümanlar bilmeden o fırsatçılaradestek oluyorlardı.

Yukarıda geçen olaylar hakkıda kesin bir görüşe sahip olabilmek için, onlara yeniden ve dikkatlice bakmak gerekir. Yeniden bakılırken de insani faktörleri bu dinin yapısı ve niteliklerini, insan hayatını -çeşitli zaman ve ortamarda – çeşitli zaman ve ortamlarda – geliştirmek için koyduğu düzenin tabiatını gözönünde tutmak gerekir.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: bu ilahi düzenin -denildiği gibi -uygulanabilmesi için insanlıktan, katlanamıyacağı ve uzun süre dayanamıyacağı yorucu bir çalışma istediği doğru değildir. Bu düzen gerçekten üstün bir düzen veaynı zamanda fıtri, fıtrata uygundur. Çünkü fıtratın kaynaklarına dayanır. Ve bu kaynaklardan yararlanır. Başlıca özelliklerinden biri de ilk anda, fıtratın bu derin kaynaklarına inmek, inebilmek için izliyeceği yolu iyice bilmesidir.

O, insan fıtratına varan yolu – başlangıçta – bilir. Fıtratı, geçitleri ve dönemeçlerini bildiği için de kolayca ulaşır. Giriş ve çıkışlarını bildiği iş için sapmadan, doğruca varır. Fıtratın güçlerini, sınırların bildiği için onları aşmaz. İsteklerini, ihtiyaçlarını bildiği için onları tümüyle karşılar. Yapıcı ögelerini bildiği için, onları, çalışmak ve ilerlemeyi gerçekleştirmekte serbest bıkakır.

Bu düzen, üstün, değerli bir düzen olduğu kadar insan için bir düzendir de. Bu yeryüzünde yaşayan insanların düzenidir. insan yaratılışını bütün yönleriyle, insan yapısının ve bileşiminin gerektirdiği bütün şartları göz önünde tutan ve ona büyük önem veren bir düzendir. İnsan, ruhu fıtrata uygun olunca, fıtratın bütün ihtiyaç ve istekleri karşılaşınca, fıtratın güçleri çalışmak ve ilerlemeyi gerçekleştirmek için serbest bırakılınca hayatta kolaylıkla yürür. Fıtratın zirveye tırmanın çizgisi ile, uzun yolunda -yakın, rahatlık ve güven içinde – yürümeye devam eder.

…O…

Bu düzenin gerçekleşmesinde şüphneye düşenleri ve başkalarını da şüpheye düşürenleri korkutan şey, bu düzenin ahlaki yönü ve yapısında ahlak unsurunun taşıdığı ağırlık ve soyluluktur. Bunlar, bu düzenin ahlak i yasalarının, insan isteklerini yerine getirmesi için çalışmasına ve onu iten, fıtratın özlem ve arzularına engel olduğunu zannederler.

Bu bir kuruntudur. bu dinin yapısını anlayamamaktan ileri gelmektedir. İslam ahlaki, bağlar, engeller ve insanı zorlayan yasalar demeti değildir. Ancak özünde yapıcı bir güç taşıyor, sürekli büyümeyi doğuran bir hareket ve bu hareketi, soylu bir biçimde, insanın kişiliğini kabul ettirmeye yönelten bir ahlak düzenidir.Çalışma ve aktiflik, bu düzende ahlakın bir biçimi olduğu halde, boş durma ve pasifliğin bununla hiç bir ilgisi yoktur.Çünkü insan varlığının amaçlarına-İslamın belirttiği biçimde ters düşmektedir. Yani insanın yeryüzündeki halifelik ödevleriyle ve yerlerinin çeşitli güç ve kaynaklarından – ilerleme ve uygarlaşma yolunda -yararlanma görevleriyle uyuşmamaktadır.

Şer güçlerle savaşmak ve hayrı gerçekleştirmek için cihad etmek de bu düzendeki ahlakın bir biçimidir. Bu cihad, insandaki temel güçlerin özgürleşmesini sağlar. Cihadda ahlak unsuru parlak bir şekilde belirgin olduğundan islam, bunu ibaret saymıştır. Hatta bağ ve engel görünüşündeki ahlak unsurları ele alınırsa bunların aslında özgürleşme ve aktifliğin görüntüleri olduğu görülecektir. Örneğin ‘yasalanan cinsel arzulara başvurmaktan kendini alakoyma” biçimi ele alınırsa, dış görünüşüyle insan kişiliğini ezmek, nefsi dağıtmak olarak görünür. Oysa aslında bu arzulara insanı kulluk yapmaktan kurtarma, tuzaklarına düşmekten koruma ve insan iradesinin gelişmesini, yükselmesini sağlama gibi önemli fonksiyonlar vardır. Çünkü insan iradesi -islamın doyduğu temizlik sınırı içinde ve Allah’ın helal kıldığı lezzetler çevresinde – temiz yerleri seçer.1

(1) Bu konuya ait bilgiler almak isteyenler “İslami Topluma Doğru” isimli kitabımı “Ahlaki Tohplum” başlığı altındaki bölüme ve Muhammed Kutub’un “Ruh ve eTopum Üzerine İncelemeler” adlı kitabına bakabilir. S.K.

Başka birahlak kuralını ele alalım: Başkalarını hor görmeme, üstün tutma kuralı… Bu aslında zor bir ahlak kuralı ve insan için zor bir istek olarak görünür. Çünkü bu suretle insan, kendi elindeki malından yararlanmadan -kullanması için – başkasına verir. Bu istek gerçekten zor bir istektir. Fakat cimrilikten kurtuluş, hırsa karşı insanın ütünlüğü ve genel yararı düşünme bilinci gibierdemler taşır. Onun için bu istek aslında insanın özgürlüğünü istemekten başka bir şey değildir. Daha fazla örnek vermeyelim. Yukarıda verdiğmiz örnekler, İslam düzenindeki ahlak kurallarının niteliğini göstermeye yeterlidir.

İslam, işlenen günah ve kötülükleri, insan ruhuna yönelmiş engeller ve ağır zincirler olarak kabul eder. Bunlar insan ruhunu çeker,ağırlaştırır ve çirkefe batırır. Buna karşılık kötü arzuların etkilerinden kurtulmayı insan ruhu için özgürlük sayar. İslamın bütün ahlak kuralları bu temel üzerinde durmaktadır.

İslam, insan fıtratının aslında iyiliğe daha fazla elverişli olduğunu kabul eder. Çünkü insan en güzel bir biçimde yaratılmış, anck Allah’ın düzenini bırakıp insanların koyduğu düzenlere boyun eğince aşağıların aşağısına düşmüştür.

“Biz insanı engüzel şekilde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısı kıldık. Yalnız inanıp yararlı iş işleyenlerbunun dışındadır. Onlara kesintisiz ecir vardır.” (Tin: 95/4-6)

Bunun için, fıtrata uygun nizamı, fıtratın, üzerine yüklenen ağırlıklardan ve dışındaki bağlardan kurtulmasına yardımcı olan nizamdır.

İslam, insan topluluğunu yönetmeyi ve egemenliğini kurmayı amaçlayan bir dindir. Bu din topluma hakim olduğunda, insanın, fıtratını kaplayan arızalardan kurtarılmasına, fıtrattaki yapıcı, hayır güçlerin belirmesine, özgürleşmesine, başarısına ve fıtratın, üzerinde yaratılmış olduğu hayra yönelmesini önleyen engelerin kaldırılmasına uygun şartları ve elverişli ortamı hazırlar.

İslamın taşıdığı ahlak kurallarını, insanlar için ağır bir yük olduğu ve islamın gerçekleşmesine engel teşkil ettiği zannına kapılan kimseler bu zanna, islamın egemenliğinde bulunmayan toplumlarda yaşayan müslümanların çektiği zorluklardan dolayı kapılmaktadırlar. Durum böyle olunca, gerçekten; islamın ahlak kuralları bu pis cahiliyye düzenlerinde yaşayan kimseler için ağır bir yük, zor ve ezici bir durum alır. Fakat şunu bilmemiz gerekir ki islam, üstün, temiz ahlak kurallarını korken durumu bu şekilde kabul etmemiştir. İslam, gerçekçi bir dindir. Bunun için islamı yaşayan insanların, islamın hakim olduğu bir toplumda yaşamalarını sürdürmekte olduklarını farzetmiştir. Bu toplumdaki hayır, fazilet, temizlik gibi ahlaki unsurlar, sorumlulukların bildikleri ve savundukları “Maruf” yani iyilikler halini alacaklardır. Öteyandan şer, kötülük, pislik gibi ahlaksızlıklar da toplumda egemenliği oluşturan bütün güçlerin savaşacakları “münker” yanikötülükler olacaklardır. Toplum, bu doğrultuda ve bu yapıda olunca islami düzen, hayat için en kolay en uygun düzen halini alacak ve toplumda yaşayan fertlerin bu düzene karşı gelmeleri, aşağılayıcı bir hırsla hareket etmeleri, şer ve rezalet çıkarmaları mümkün olmayacaktır. Çünkü bu toplumda egemenliği elinde bulunduran güçler ile fıtratın doğru ve sağlam güçleri, onların karşısında duracak ve izlediklerini sapık yolu, dikenli, zor bir yol yapacaklardır. Bu nedenlerle islam, insan toplumunda egemenliğin Allah’a ve Allah’ın düzenine ait olmasını şart kılmış, hiç bir şekilde egemenliğin ne bir yaratığa ne de Allah’ın düzenine ait olmasını şart kılmış, hiç bir şekilede egemenliğin ne bir yaratığa ne de Allah’ın nizamı dışında bir nizama ait olmasını kabul etmemiştir. İslam, bu egemenlik başkasına verildiği zaman -bu bölümün başlarında belirttiğimiz- bunun tam bir ŞİRK ve KÜFÜR olduğunu söylemiştir. İslamın tek bir yolu ve kabul etmiştir. O da uluhiyyetin yalnız Allah’a ait oluşudur. Yani insanlığın hayatı üzerinde kurulan bu egemenliğin Allah’ın nizamına ait olması gerekir. Çünkü ŞEHADETİN gerçek anlamı -daha önce belirttiğimiz gibi- bunu gerektirmektedir.

Bunların yanında, İslam dini de İslami bir toplumun kurulması ve müslümanın dinini, dininin ahlakını bu toplum içinde yaşamasını söyler. Çünkü islami düşüncenin kainata ve insan varlığının amaçlarına ilişkin görüşü, cahiliye düşüncelerinin bu konulardaki görüşlerinden temelde ayrılır. Bu düşünceler, insanın, hangi yer ve zamanda olursa olsun Allah’ın hidayetine dayanmadan ortaya attığı düşüncelerdir. Aralarındaki uyuşmazlık ve ayrılık, temelden, öz cevherden geldiği için iksinin yol ortasında birleşmelerine imkan yoktur. Onun için İslami düşünceye ve özel değerlerine uygun bir toplum kurulursa ancak içinde insanca yaşanabilir. Bu toplum da bu günkülerden tamamen farklı bir toplum olacaktır… Bu toplum, islami düşünceyi ve bundan doğan yaşama biçimini benimseyecek, normal gelişmesini rahatlık ve özgürlük içinde sağlayacaktır. gelişmesini geciktirecek ve karşı koyacak engeller çıkarmaksızın sağlanacak ve dıştan gelecek ezici baskılardan kendini koruyacak ve hayatnı sürdürecektir. Bu ortam içinde ancak, müslüman rahat ve tabi bir hayat yaşayabilecek, çünkü ancak bu nizam içinde normal şahsiyetini kazanabilecektir. bu toplumda hayırlı işler yaparken yardım görecek ve İslam ahlakını yaşamakla duygusal ve toplumsal bir rahatlık bulacaktır.

Bu özlenen düzeni kurmadan, müslümanın hayatı imkansız veya en azında zor bir hayat olur. Bunun için müslümanın, islam hakimiyeti altında bir toplum kurmadan dinini yaşamayacağını bilmesi gerekir. Bu cahiliyyet düzenlerinde kaybolan ve her an gözetlenen müslümanlar, bu şartlar altında islamı yaşayabileceklerini sanıyorlarsa büyük bir aldanma içinde bulunurlar. İslamı yaşama, ancak kendi toplumunda kolaydır. Bunun için de bu düzenin kurulması en baş ödev kılınmış, bütün yasa ve yargılar da bu temel üzerinde kurulmuştur.

… O …

İslamın uygulanmasında insanın uğrayacağı zorluklar vegöstereceği çabaların, bugün içinde yaşanılan cahili düzenlerde yaşarken gösterilen çabalar ve katlanılan zorluklardan fazla olduğu iddiaları gerçekler ilgili değildir.

Bu cahili düzenler -cahiliyye düzeni, hangi yer ve zamanda olursa olsun insanın, Allah’ın dininin dışında kendi kurduğu yaşama biçimidir -en az kötü olanlarında bile insan, cehaletinin, zaaflarının, hırsının sonuçlarından etkilencektir. Böylece insan Fıtratıyla tüm olarak veya kısmen çalışacaktır. Bu çatışma oranında insan şahsiyeti acı ve çilelerle karşı karşıya kalacaktır. Bu düzenler, insan problemlerine kısmi çözümler getirmektedirler. Ancak çoğu zaman bir problemi çözümlerken başka bir takım problemlerin ortaya çıkmasına sebep olurlar. Bu şekil çözüm, aynı anda problemin bütün yönlerini kapsayamayan eksik görüşlerin ilk sonucudur. Bu düzen ilk problemlere bir çözüm getirdiğinde yeni bir problem daha doğar ve böylece problemlerin oluşumu sürüp gider. Bunu cahiliyye insanının meydanagetirdiği çağ ve bu çağın olayları belgelemektedir. Bütün bunlar, bu fıtrata uygun, kapsamlı, mükemmel düzenin, insanın problemlerini bütün yönleriyle ele alan ve bu problemlere kapsamlı ve geniş bir bakış açısında doğan, yine kapsamlı ve mükemmel çözümler getiren düzenin uğrunda insanın göstereceği çabaların, bu düzenin -yaniİslamın- dışındaki düzenler uğrunda göstereceği çabalardan daha zor olmadığını göstermektedir.

Bu cahiliyye düzenlerinde doğan insani felaketlerin tarihini bilen bir kimse, bu düzenin ilkelerinin ve ahlak yönünde gerçeklemşemesi için insanın harcayacağı emeğin, cahiliyye düzenlerinin gerçekleştirilmesinde harcayacağı emekten daha fazla veya zor olduğunu söyleyemez. Bu düzenin en belirgin tarafı -üst seviyelere ulaşmayı hesap ederken- yolundan sapıp meşru olmayan amaçlara başvurmaması, ilerleyişinde acele etmemesi ve geçilmesi gereken aşamaları atlamamasıdır. Onu amacına ulaştıran yol o kadar uzun ve geniştir ki, bir ömür bile yetmez. O, bu cahiliyye düzeni insanların yaptıkları gibi, ani bir ölümden korkarak, uzak amaca ulaşmak için elindeki fırsatları yitirmeme duygusuna kapılmaz bu kuşakta ve acele bir şekide amacına ulaşma isteğine kapılan bu cahiliyye düzenlerinin insanları, amaçlarına ulaşmak için doğru yoldan saparlar ve meşru olmayan araçlara başvururlar.

Bu yürüyüşlerinde fıtratın dengeli adımlarını aşarar, hayallerindeki parlak şekillerin gerçekleşmesi için sesizce, normal şartlar altında atılan adımlara sabretmeyerek amaçlarına ulaşmak isterler. İzledikleri bu sapık yolda şiddetli çarpışmalar olur. Kanlar dökülür, insani değerler yıkılır, ölçüler sarsılır. Sonunda fıtratın güçleri, baskıları altında bu zalim düzenler de yıkılıp giderler.

İlahi nizam ise insan fıtratına uygun, yumuşak ve sakin yoluna devam eder. Bir yandan fıdratı doğru yola yöneltir, bir yandanda korur. Eğildiği zaman, onu kırmadan, yıkmadan ve yormadan doğrultur. Bu din ilerdeki amcına mutlaka ulaşacaığnı bidiği için, bilen ve sabreden insanlar gibi bu fıtrarata sabrederek ve çile çekerek amacına ulaştırır.Bir atılımıda erişilemeyen amacına, ikinci atılımda erişilir. İkincide erişemezse üçüncüde, onda da erişilmezse bir sonraki atılımda ve ilanihaye atılımlar yaparak mutlaka amaca erişilir. Burda istenen çaba harcamak ve sabırla yoluna devam etmektir.

Yerin derinliklerine kök salan, uzun ve birbirine karışmış dallarıyla gökyüzünü tutan büyük bir ağaç gibi bu düzen de hayat içinde yetişir yavaş yavaş kök salar, güven ve emniyet içinde ilerler. Sonunda da Allah’ın istediği şey olur. İslam, tohumlarını saçıp başına beklerler. Sonra amacına ulaşmada büyük bir güven duyarak saçtığı tohumları normal gelişimine bırakır. Gerilmeler, yavaşlamalar olmasına rağmen güvenini yitirmez. Çünkü bunun fıtratın bir gereği olduğunu bilir. Fide belki toprak altında kaybolur, belki bir kısmını kurtlar yer, susuzluktan ölür, su bastırır, çeşitli hastalıklara tutulur. Fakat bütün bunlara rağmen, tecrübeli bahçivan, bu fidanın kalmak ve büyümek için dikildiğini, zamanla bu engelleri yeneceğini bildiği için kolay ve sakin olan fıtri araçlardan başkasına-fidan yetiştirmekte- baş vurmaz ve hiç bir zaman üzüntüye kapılmaz.Böylece fidan, büyümesine kolaylıkla devam eder ve yükü de hafif olur.

Artık biz, bugün cahiliyye düzenlerinden ve bu düzenleri koyanlardan insanlığın gördüğü zulümden söz açmaya gerek görmüyoruz. Bize bugün insanlığın içinde bulunduğu güçlük ve umutsuzluktan kurtulma çağrılarına kulak vermek yeterlidir.

…O…

Son olarak bazı kimseler kurnazlıkla, bazılarıda gayret ve çoşkunlukla “bu düzen uzun bir süre yaşamamıştır”derler.Aslında bu, hiç bir şekilde doğru değildir. Bu düzenin temelleri üzerlerinde bir çağ, daha doğrusu yarım çağda kurulmuş olan siyasal, toplumsal ve bilinçsel yapı, içine girmiş bütün afetlere, düşmanlıklara, dışarıdan gelen bütün saldırılara karşı bin senelik bir direnme göstermiştir.Bu korkunç etkenler sürekli olarak ve ısrarla saldırmaya, temellerine girerek onu yıkamaya devam ettikleri ve dünyanın tüm cahili güçlerinden destek gördükleri halde, onu temelinden kaldırmaya başaramamışlardır.Ama zamanla, bu güçlerin toplanıp kuvvetlenmesi ve ısrarla, devamlı olarak çalışmalarıyla bu dini yavaş yavaş asıl temellerinden saptırıp uzaklaştırmışlardır.Onu yaralamış ve varlığına korkunç şekilde tehdid etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen bu etkenler, dinin temelleri- bütünüyle- sarsamamışdır.Ve bu temellere dayanan yeni bir kuşak, yeniden bir diriliş hareketini gerçekleştirebilir.

Bu tarihsel gerçeğin düzenini anlayabilmemiş için başka bir yapıya bakmamız gerekir.Bu yapı Roma İmparatorluğu’dur. Bu yapının oluşumu bin yıllık bir süre içinde olduğu halde bir çağlık kısa bir müddet içinde yıkılmış, o zamandan bu zamana kadar da ayağa kalkamamış ve temelleri üzerinde yeni bir dirilişe taban görevi yapacak bir küçük kısım bile fark budur.

Bu düzenin tarihinde ve bütün insanlığın tarihinda bir parlak dönem vardır. Bu dönem, bütün bir insanlık tarihinde bir zirve olarak parlamaktadır. Bütün gözler ona dikilmekte, külliyen boyunlar ona uzanmaktadır.O, hala yüce yerinde durmaktadır… Ve o dönem, gerçekten de çok kısa bir dönemdir… Fakat bütün bir islam tarihi değildir.Ancak Allah’ın, insanların hep onu izlemesi, onun seviyesine gelmek için çaba göstermesi ve o yüce zirveye ulaşan yolda ilerlerken zirveye ulaşma umutlarının yenilenmesi için koyduğu bir işaret taşı gibidir.

Gerçekten parlak olan o dönem , olağanüstü bir olayın sonucu değildir. Ancak ilk müslüman toplamın gösterdiği çabaların bir karşılığı idi. Onun gibi, yeni çabalar gösterilirse, o dönem gibi bir dönem de yeniden oluşa bilir.

İnsanların en seçkini olan- ilk islam toplumunun o dönemde gösterdiği çabalar ve yaptığı çabalar- tek bir kuşak için değil- gelecek bütün kuşlar için bir kaynak ve bir hazine niteliğindedir. Belki de tek parlak dönemin o kuşak zamanında gerçekleşmesi, gelecek insan kuşaklarına, nitelikleri belirli ve gerçekleşmesi kolay bir örnek niteliğinde görünmektedir.İnsanlık- Allah, o örneği gösterdikten sonra- ondan faydalanmakta ve o zirveye yükselmekte özgür bırakılmıştır.

Bu ilahi nizam- o dönemden sonra- hayatın çeşitli alanlarında geniş bir biçimde etki yapmaya devam etmiştir.İnsanın düşüncelerinde, tarihinde , yaşayışında uzun süre bir etken olmuş ve insanlığın hayatında büyük etki ve akımları görünce, yeniden o zirveye yükselmek için gerekli imkanlara bugünkü insanlığın saip olduğunu daha iyi anlayacağız…

ETKİLEYEN YOL

İslamın o parlak dönemi üstünlüge, yüceligi erdiği kadar insan hayatını etkilemiş, insanlık tarihinde derin izler bırakmıştır. Bu izler sayesinde bugünkü insanlık- ilk dönemin seçilmiş müslümanlarından sonra- gelip geçmiş kuşaklarından yeni bir dirilişe yönelmesi bakımından daha geniş imkanlara sahiptir. Çünkü bu günün kuşağı, o parlak dönemin düşünceleri, değerleri, düzeni, hayata bıraktığı izler ve başladığı akımlardan yararlanarak yeni bir atılıma girişecektir.

Bu bölümde- bu kısa araştırmaya uygun bir biçimde- islamın o parlak döneminin yalnız islam tarihinde değil, bütün insanliğın tarihinde bıraktığı izleri genel olarak inceleyeceğiz.

…O…

O dönem, insanlığın hayatında örnek olan çok sayıda insanlar yetiştirmiştir.Bunlarda üstün insan kişiliği öylesine belirdi ki, ne onlardan önce, ne de onlardan sonra gelen insanlarda böyle kişiliklere sahip insanların bir arada bulunduğu görülmüştür. Diğer düzenlerin yetiştirdiği insanlar bunların yanında küçücük cüceler, varlığını tamamlayamamış canlılar veya uyuşmazlık içinde olan varlıklar görünümündedirler. Bu düzenin o dönemde yetiştirdiği örnek insanlar, parmakla sayılan bir kaç kişiden ibaret değil, büyük sayıda bir topluluk idiler.

O kısa dönemde böyle dev kişiliklere sahip insanların yetişmesi ve üstün bir olgunluk seviyesine ulaşmaları her araştırmayıcı hayretler içinde bırakır. Bu büyük olayı, geniş çapta, üstün seviyede, eşsiz özelliklere saip örnek insanların ortaya çıkması olayını araştıran kişi onu, bu eşsiz nizamın etkisine bağlamazsa bu fevkalade olayın nedenlerini açıklayamaz. Bizce başta bilinmesi gerekli olan şey, bu kişilerde üstün insanlık kişiliği belirmiş ve üstünlükte tek misal olarak kamışardır. Yanlarında ise çağlar boyunca yetişen cüce şahsiyetler ve varlığı eksik yaratıklar bulunmaktadır.

Evet, bizce başlangıçta bilinmesi lazım gelen, bu üstün insanların kendi hayatında ilahi nizamı eksiksiz bir şekilde yaşadıkları halde insan olarak kalmaları, yapıcı güçlerinin hiçbirini etkisiz bırakmamaları ve güçlerinin üstünde olan bir işe de karışmamalıdır. Bütün insani işlemlerde bulundular. Kendi zamanlarında ve içinde toplumda bulunan nimetlerden mümkün olduğu kadar faydalandılar. Hatta çok kere düşüp kalktılar. Bazen de bütün insanlar gibi zaaflarına kapıldılar ve gene bu zaaflarını savaşarak yenmeye çalıştılar ve yendiler.

Bu gerçeğin bilnmesi büyük bir önem taşımaktadır. Bu gerçeğin bilinmesi insanı yeniden bir diriliş yapma doğrultusunda çalışmaya yöneltmekte, büyük ve güçlü bir diriliş umudu kazandırmaktadır. Bu gerçek, insanın onu izlemesi ve onu kendine örnek almasının, bir ödevi veya daha doğru bir deyimle hakkı olduğunu göstermektedir.

Bu gerçek, insanlığın kendi kişiliğine, fıtratına, saklı güçlerine güven kazandırmakla birlikte, -doğru bir yaşama biçimi gerçekleştiğinde – onun sayesinde daha önce erişilen üstün insanlık seviyesine yeniden erişebilme umudu da kazandırmaktadır. O üstün düzeye insanlığın yükselmesi, bir daha dönmez, bulunmaz, yakalanmaz olağanüstü bir takım kuvvetlerin varlığından dolayı olmamaştır. Ancak insanların güçleri, çabaları ve kabiliyet şartları çerçevesinde gerçekleştirilen bu düzen sayesenide olmuştur.

Yüksek zirveye erişen o eşsiz nesil, kaynakları az, tabii, ekonomik ve ilmi güçleri sınırlı olan bir çölün ortasından çıkp yükseltmişlerdir. O zaman da bu hayat verici, büyü yükselişin oluşumuna uygun düşen ve onu oluşturmada rol oynamış olan az imkanları buulunmasına rağmen, insanlık -bugün veya yarın – bu nizamı kendi hayatında kabul edip yeni bir dirilişe kalkarsa fıtratıyla ve ellerindeki olanaklara dirilişi gerçekleştirebilecektir.

Nizam – zaman boyunca etrafını saran sapıklıklara, çatışmalara, yapılan saldırılara rağmen – büyük insanlar yetiştirmeye devam etmiştir. Bu insanlar da, o ilk nesilden benzerlikler, etkiler ve belirtiler bulunuyordu. Bununla birlikte o insanlar, insanlık hayatında büyük etkiler yapmışlar ve insanlık tarihini yöneltmekte büyük roller oynamışlardır. İçinde yetiştikleri ortama ve toplumların hayatına damga ve renklerini vurmuşlardır.

Bugün bu düzen, karşı etkilere, etrafında ve yolunda bulunan engellere rağmen, uğrunda ve onu gerçekleştirmek, egemenliğini kurmak amacıyla yeni girişimler olursa büyük insanları yeşirtirmek gücündedir. Bu düzenin başlıca özelliği ve en önemli yanı, fıtratla doğrudan doğruya ilişki kurması ve bu fıtratın kaynaklarından yararlanmasıdır. Fıtratın bililnmeyen kaynakları bu düzenle birleştiği zaman, büyüklük süreklilik niteliklerine sahip olan bu kaynaklar çeşmelerini akıtmaya başlarlar.

…O…

Bu kısa dönem insan hayatında, insanlık tarihinin hiç bir safhasında rastlanmayacak açıklıkta, derinlikte ve insanın bütün çalışma alanlarını kapsayan ilkeler, düşünceler, değerler, ölçüler bırakmıştır. Sonra bu dinin gerçekleştirildiği bu ilkeler, düşünceler, değerler, ölçüler, yeryüzünün başka hiç bir düzeninde, insan hayatında onların açıklığı, derinliği ve insanın bütün çalışma alanlarını kapsayan niteliğine sahip bir biçimde uygulanması görülmemiştir. Hem de – en önemli nokta burasıdır – doğruluk, ciddiyet, samimiyet ve menfaattan uzak bir şekilde uygulanmasına rastlanmamıştır. Bu ilke, düşünce,değer ve ölçüler insan hayatının bütünalanlarını, Allah’a ve onunla ilişkilerine, kendi varlığının amaçlarına, bu kainat içindeki yeri ve ödevine ait tüm düşünceleri kapsar. Yukardakileri kapsadığından dollayı insanın gerçek haklarını onun tarafından yapılması gereken şartları ve tekliflerini, onlarla hayatını çalışmalarını, yerini ölçecek olan değerleri, insanın akrabasıyle, ayni cinsten olan insanlarla, kainata, canlılarla, eşyalarla olan ilişkileri ve ilişkilere temel olacak değerleri de kapsar.

Bunun yanında sosyal, ekonomik ve siyasal hak ve ödevleri, bu hak ve ödevleri düzenleyen kurallarla yasaları da kapsamıştır. Bütün bunlarda bu dinin eşsizliğini, diğer düzenlere benzemdiğini, kökeninde ilahi menba olduğunu apaçık bir şekilde bulunuruz. Bütün bu ilkeler, düşünceler, değerler; bunlara karşı düşmanlık besleyen bir ortamda, bunların tegarlığın tüm alanlarına etkisi sürdürmekte ve bu melinin inkar edildiği bir dünyada gerçekleşmişlerdir. İlk defa islam, başlattığı bu evrensel ekonomik, sosyal, siyasal, kişisel engellerin bulunduğu bir ortamda gerçekleşmiştir.

Bu din, bu başarının sağlanmasında, -her şeyden önce – fıtratın güç ve yeteneklerine, ve bu yeteneklerin fıtrata uygun olan bu dinle çeşitli önleyici etkenlerden sıyrılarak verimli ilişkiler kurulabilmesine ve fıtratı kaplaya, fıtratın dışından gelen örtüleri kaldırarak, tübi güç ve yeteneklerini ortaya çıkarmaya dayanmıştır. Fıtratın bizce bilinmeyen güç ve yetenekleri büyük bir hazinedir.

İslam bu önleyici etkileri unutmaz, hayattaki izlerine göz yummaz, fakat onlardan kurtulmayı da imkansız bir şey sayarak teslim olmaz. Fıtratın güçlerini uyandırır, toplar, hayatı düzeltmeye, düzenlemeye – örnek bölümde belirttiğimiz hareket metoduna uygun biçimde – yöneltir. Ve ilk dönemde ulaştığı yere yeniden ulaşır. O dönemde kendisine karşı çıkmış yerli ve evrensel güçleri -gerek Arap yarımadasında, gerekse başka yerlerde – lehine dönüştürdüğü gibi bugün de aynı şeyi yapabilir. Bu din geldiği zaman insanlık bugüne oranla daha üz imkanlara sahihpti. Buna rağmen kısa bir dönemde o kapsamlı devrim, o büyük değişme, kolaylık, yumuşalık ve sessizlik içinde gerçekleştirilmiş oldu. Ama bugünkü insanlık bazı yönlerden daha elverişli ve – bundan sonraki bölümde anlatacağım nedenlerden dolayı – islami yaşama biçimi için gerekli olan güçlere sahiptir. Özellikle fıtratın bilinmeyen güçlerinin, Allah’ın yarattığı kainat fıtratın uygun olarak bu düzen tarafından toparlanıp işletilmesi sağlanınca – her zaman dirilme, toparlanma ve ilerleme gücüne sahiptir. Bu bilinmeyen güçler sahip oldukları soyluluk, derinlik ve büyüklük sayesinde – bugün bir vakıa durumundan olan – karşı güçlerden daha etkili ve onları yenebilecek yapıdadır. Fıtratın karşısında sayısız engel varken yine kazanmıştır. Ama bugün fıtratın yanında ve onunla uyuşan etkenler vardır. Bunun için de fıtrat yine kazanacaktır.

Bu dinin espirisini kavrayamamış olanlar, bugünkü durumun değiştirilmesini, sarsılmasını ve ona karşı direnmeyi imkasız görürler. Bu görüş, büyük bir kuruntudan başka bir şey değildir. Çünkü insan fıtratı da bir gerçektir ve bu karşı etkenlerden daha güçlüdür.

Fıtrat bugün kendi doğrultusunda değildir. Saptırılmıştır. Bunu, yeryüzünün doğu ve batısında insanın içinde bulunduğu bunalımlar, duyduğu acı ve üzüntüler belgelemektedir. Fıtrat, bir karşı yaşama biçimiyle, bir düzenle çalştığında başlangıçta yenilgiye uğrayabilir. Çünkü bunların arkasında fizik güçleri bulunmaktadır. Fakat şüphesiz fıtrat, bu etkenlerden ve güçlerden daha dayanıklı, daha güçlüdür. Çatışma da sonunda mutlaka fıtratın kazanmasıyla bitecektir. Bu çatışmada, özellikle ona uygun bir düzen bulunursa fıtratın kazanma olanağında Arap yarımadasındaki ve bütündünyadaki düzenlere karşı bir zafer kazanmış, bu düzenlerin düşünce ve yaşama temellerini değiştirerek verdiği yeni ilkeler üzerine kurmuştur. Bu da tekrarı imkansız, olağanüstü bir olayla meydana gelmemiş, insan gücünün sınırı içinde – Allah’ın kanunlarına uygun olarak – gerçekleşmiştir. Bu tarihsel bir gerçektir ve yeniden dirilişin imkansız olmadığnı belgelemektedir. Hele o dönemin, insan hayatında ve tarihinde başlattığı akımlarla bıraktığı izler yeni dirilişe yarıdımcı etkenler olursa – ki mutlaka yardımcıdırlar – diriliş daha kolay ve çabuk olur.

…O…

Bu dönem, insan hyatında – yukarıda söz konusu ettiğimiz ilkeler, değerler ve ölçülere dayanan pratik yaşama biçimleri ve elverişli davranış kuralları o dönemin bitmesiyle ölmemişlerdir. Hareketli, dinamik bir akım şeklinde yeryüzünün uzak olanlarına kadar uzanmış, çağlar boyunca kökleşmişlerdir. İnsanlık hayatı, bütün alanlarında onların etkisi altında kalmış, yıllarca o kaynaklardan beslenmiştir. Hala da insan düşüncelerine, yaşayışları, alışkanlıkları ve geleneklerine, bilgisine, ekonomik kalkınmasına ve uygarlığın tüm alanlarına etkisini sürdürmekte ve bu etki yeryüzünün her köşesindesürekli bir işleyiş halinde bulunmaktadır. Bu dinin başlattığı akımı etkilerinden bir kısmı, bugüne kadar bu akımın yolunu kapayan bütün engellere, batı dünyasınınRoma ve Yunan cahiliyye kaynaklarına dönmesine ve uzun zamandan beri dünyaya egemen olmalarına rağmen insan hayatında işlemeye devaam etmektedir.

Bu etkilerle yeni ilkeler, değerler, düzenler ve teoriler insanlığın hayatında oluşmuştur. Bugün insanlık, bunların asıl kaynağını bilmemekte, belki debu etkileri başka bir düzene dayanmaktadır. Fakat bu etkilerin asıl kaynağını bilmek ve bu etkilerin, ilahi nizamın insan hayatında meydana getirdiği akımlardan oluştuğunu kabul etmek yanlış birşey değildir. Gelecek bölümlerin birinde, bundan binüçyüz yıl kadar önce bu dinin getirdiği ilkelerin ve yapdığı etkilerin o zamanın insanları tarafından kabul edilmediği halde bugün kabul edildiğini belirteceğiz.

İslamın getirdiği ilkelerin o zamanki insalık tarafından reddedilişi, bugün ise aynı insanlık tarafından kabul edilişi ve insanlığın hayatında o ilkelerin etkilerinin yerleşmesi ve derinleşmesi, bugünkü insanlığın bu nizama anlamasının ve yüklenmesinin daha kolay olduğunu göstermektedir. Çünkü bugünkü insanın elinde, bu düzeni kabul etmesine ve bu yolda sabretmesine yardımcı olacak bir çok etkenler vardır.İnsanlığın yeni bir atılımda dayanacağı etkenler şunlardır: İlk dönemin getirdiği ilkelerin etkileri ve bu etkilerin insanlığın hayatında belirtilerini açık bir şekilde göstermesi, insanlığı o zaman o ilkeleri reddetiği halde bugün kabul etmesi, bu dinden uzaklaşma ve sapma dönemlerinde elde edilen özel tecrübeler ve uzaklaşmadan, sapmadan doğan buhranlar ve etkileri…Bu etkenlerden faydalanarak insanlık, Allah’ın izniyle bu dini yeniden gerçekleştirmekte daha başarılı olacaktır.

…O…

Bundan sonraki bölümlerde, buraya kadar genel bir şekilde tesbit ettiğimiz etkenlerin, insan hayatının çeşitli sahalarındaki pratik anlamlarını geniş olarak açıklayacak ve islam dininin karşısındaki ortamı değiştirerek kendi düzenimizi gerçekleştirmekte başarı kazanmanın dayanağı olan fıtrat kaynağı hakkında açıklamlar yapacağız…

FITRAT YOLU

İslam, ilk geldiği gün korkunç bir buhranla karşılaşmıştı. Arab yarımadasının ve yer küresinin geçerli düzeni, bu dinin önüne inanç ve düşünceler, değer ve ölçüler, düzen ve düzensizlikler, çıkar tartışmaları ve ırkçılık gibi çeşitli engeller çıkarmıştı. İslamla -geldiği gün – Arap yarımadasında ve tüm yeryüzünde inançların içinde bulundukları buhran arasında derin, korkçun bir uçurum vardır. İslamın insanlığı ulaştırmak istediği hedef olan için çok uzaklardaydı.

Bu buhranı, yalnız inançları, düşünceleri, ahlak ve duyguları değiştirmekle yetinip, düzeni, ortamı, kanunları, hukuku dağıtarak dünya ögemenliğini cahiliyye’den alıp Allah’a vermek isteyen bu dine karşı destekleyen ve bu yeni din karşısında bir baraj gibi duran bir sürü tarihi olay, çeşitli çıkar güçleri vardı. O zaman birisine o gün bütün dünya güçlerinin desteklediği buhranı bu yeni dinin değiştirerek zafere ulaşacağı, bu korkunç buhranların yarım asırdan az bir sürede temelden kaldırılacağı söylenseydi bu söz, gülünç bir olay konusu olur, inkar edilmekten başka bir neticeyle karşılanmazdı.

Fakat bu büyük, korkunç buhran kısa süre içinde yerini bu yeni dine bırakmıştı. Bu yeni din de yine kısa süre içinde insanlığı – islamın bayrağı altında ve Allah’ın hukukuylakaranlıktan aydınlığa kavuşturmaya çalışmıştır…

Durum ve olayları hesaplayanların, buhranın ağırlığı ve etkisi altında ezilen insanların düşüncelerinde imkansız görünümünde olan bu değişim nasıl olmuştur bu? Tek başıa bir adam, Muhammed Resulullah, bütün dünyaya karşı nasıl durabilmiştir? Veya en azından Arap yarımadasına hakim olan batıl nizamlara nasıl çıkmış, davetinin başlangıcında bütün Arapların efendileri olan Kureş kabilesine ve hislerine nasıl saygı göstermemiş, tanrıları ve kumandanlarıyla düşüncelerin, değer ve ölçülerin, düzen ve şartların, çıkar çatışmaları ve faşist duyguların tümüne karşı çıkmış, galip gelmiş ve o durumları değiştirerek bu yeni düzenve düşüncenin temelleri üzerine yönetimi ve toplumu nasıl kurmuştur? Bazı kimseler tarafından imkansız görülen bu büyük değişim nasıl olmuştur? Ayrıca, onların inanç ve düşüncelerine iltifat etmemiş, hisleri ne saygı göstermemiş, tanrıları ve kumandanlarıyla anlaşma masasına oturmamış ve başa geçebilmek için davasından kıl payı bile taviz vermemişti. Ona, Mekke’de, bütün şer güçler tarafından sarılmışken şunları söylemesi kendisine emrolunmuştu:

“Ey Muhammed, deki: “Ey insanlar! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Benim ibadet ettiğime de sizler etmezsiniz. Ben de sizin ibadet ettiklerinize ibaret edecek değilim. Benim ibadet ettiğime de sizler etmiyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim ise banadır.” (Kafirun: 109/1-6)

Kendi dininin, onların dininden, kendi ibadetlerinin de onların ibadetlerinden ayrı olduğunu ve onlarla kesin bir şeklilde birleşmeyeceğini söylemekle de yetinmemiş, gelecekte de bu birleşmenin imkansız olduğunu ilan etmiş ve şu ayeti tekrarlamıştır:

“Ben de sizin itaat ettikerinize itaat edecek değilim.” (Kafirun: 109/4)

Aralarındaki bu ayrılığın ebedi olduğunu ve Allah’ın davasından en küçük bir taviz verilmiyeceğini kesin bir şekilde buyurmuştur.

“Sizin dininiz size, benimkisi ise banadır” (Kafirun:109/6)

Gizli bir güce, normal insan yeteneklerinden üstün bir yeteneğe ve gizli kaynaklara sahip olduğunu iddia ederek onları aldatmaya kalkmamış ve onlara şunlarısöylemekle emrolunmuştur:

“Deki: Size Allah’ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolana uyuyorum. Deki: Görenle görmeyen bir midir? Düşünüyor musunuz?” (En’am: 6/50)

Düşmanlara galip geldiği takdirde dine uyanlara ganimet ve çeşitli mevkiler vereceğini de söylememiştir.

Tarihçi İbn-i İshak der ki : “Peygamber hac mevsiminde, kendini kabilelere takdim eder ve derdi: “Ey falanoğulları! ben size gönderilenAllah’ın Resuluyum? Yalnız O’na ibadet etmenizi, O’na eş koymamanızı, ondan başka itaat ettiğiniz meevcut tanrılarınızı terketmenizi, bana inanarak bu dini kabul etmenizi, Allah’ın benim aracılığımla gönderdiği dinini tebliğ edinceye kadar beni desteklemenizi istiyorum” İbn-i İshak devam ederek der ki: El Zuhri bana nakletti: Resulullah Sa’saa oğlu Amir oğullarına gelerek onları Allah’a inanmaya çağırdı ve kendini onlara takdim etti. Onlardan Beynere İBN-İ Ferras adında biri şunları söyledi: Allah’a yemin olsun ki, benbu genci Kureyş’den alabilsem onunla bütün Arapları yenilgiye uğratırım. “Sonra Resulullah’a dönerek: “Bize haber ver,davetine uyup sana biad etsek, sonra da Allah seni düşmanlarına muzaffer kılsa, bu üstünlük sonra bizim de olmuş olur mu?” Resulullah şunları söyledi: “Hüküm Allah’ındır. Onu istediğine verir.” Bunun üzerine Beycere, “Demek ki boyunlarımızı Araplara hedef yapacaksın ve Allah seni muzaffer kılıncada hüküm bizden başkalarının olacak?.. Bizim senin dinine ihtiyacımız yok” diyerek sağrıyı reddettiler. “O halde bu değişim nasıl olmuştu? Tek başına bir insan o korkunç düzeni nasıl değiştirebildi? Resul onlara tekrarlanması mümkün olmayan olağanüstü güçlerle gelip gelmemiş ve bu alanda olağan üstü güçlerle çalışmadığını söylemişti. Kendisinden mucize istedikleri halde, onların bu isteklerini reddetmişti. O değişim, Allah’ın tekrarlanan kanunlarına uygun birbiçimde olmuştu ve insanlarbu kanunun kabul eder, izlerlerse, aynı değişimi yeniden gerçekleştirebilirler…

O değişim, bu düzenin – görünürdeki durumların gerisindeki – fıtratın gizli kaynaklarıyla ilişki kurması sayesinde gerçekleşmiştir. Fıtratın bu kaynakları da -daha önce belirttiğimiz gibi – güçlüdürler. Önleyici etkenler, – o kaynakları toplayıp belirli bir yöne aktardıktan sonra – fıtrata galib gelemezler.

…O…

Bozulmuş ve saptırılmış inançlar insanlığın vicdanını örtüyordu. Yapmacık tanrılar, Kabe’nin etrafına yerleştikleri gibi, insanların düşüncelerine beyinlerine, kalplerine de yerleşltikleri gibi, insanların düşüncelerine beyinlerine, kalplerine de yerleşmişlerdi. Kabile ve ekonomik çıkarları, yapmacık tanrıları ve onların arkasına gözlenen kahinler ve yardımcıları aracılığıyla uluhiyyet özelliklerinin insanlara dağıtılılmasından doğan farklı durumlar sayesinde sağlanırdı. Kanun koyma ve insanların yaşama biçimini düzenleme hakkı kahinlere ve putların hizmetçilrene verilirdi… İslam geldiğinde durum böyleydi. Bu durumda islam, “Allah’dan başka ilah yoktur” ilkesiyle karşı çıkmış ve Allah’dan başkasını ilah olarak tanımayan fıtratla diyalog kurmuştu. İnsanlara, fıtratlarının bütün yığınlara ve kalıntılara rağmen kolayca bildiği gerçek rabbi, rabbin nitelik ve özelliklerini anlatmıştı…

“Gökleri, yeri yaratan, beslenmeyip besleyen Allah’dan başka bir dost mu edinirim?” de. “Doğrusu ben ilk müslüman olmakla emrolundum” de, asla müşriklerden olma.”“Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım” de. “Ogün kim azabdan alıkonulursa, şüphesiz o kimse rahmete erişmiştir. Bu apaçık bir kurtuluştur. Allah sana bir sıkıntı verirse O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik verirse başkası onu engelleyemez. O her şeye kadirdir. O, kullarının üstünde yegane tasarruf sahibidir, hakimdir, haberdardır. “Şahit olarak hangi şey büyüktür” de.

“Allah benimle sizin aranızda şahittir. Bu Kur’an bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu.”Allah’la beraber başka tanrılar bulunduğuna siz mi şahitlik ediyor sunuz?” de. “Ben şehadet etmem” de. “O ancak tek bir ilahdır. Doğrusu bir ortak koşmanızdan uzağım” de. (En’am: 6/14-19)

De ki:“Allah’dan başka yalvardıklarınıza kulluk etmekten menolundum. sizin heveslerinize uymayacağım, yoksa sapıtmış, doğru yola gidenlerden olmamış olurum, de. De ki: “Ben rabbimden bir belgeye dayanmaktayım. Halbuki siz onu yalanladınız acele isteğiniz de elimde değilidir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, hükmedenlerin en iyisi olarak gerçeği anlatır.”

De ki: “Acele istediğiniz şey elimde olsaydı, benimle aranızdaki iş bitmiş olurdu.”Allah zulmedenleri en iyi bilendir. Gaybın anahtarları onun katındadır, onları ancak o bilir. karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı, kuruyu -ki apaçık kitaptadır- ancak O bilir. Geceleyin sizi ölü gibi uyutan, gündüzün yaptıklarnızı bilen, ecelinize kadar gündüzleri sizi tekrar kaldıran O’dur. Sonra dönüşünüz O’nadır, işlediklerinizi size bildirecektir. O, kulların üstünde yegane hakimdir, size koruyucular gönderir. Artık birinize ölüm gelince elçilerimiz bir eksiklik yapmaksızın onun canını alırlar, sonra gerçek mevlalarına döndürürler. Doğrusu hüküm O’nundur. O, hesap görenlerin en süratlisidir. De ki: “Kara ve denizin karanlıklarından bizi kim kurtarır.”Bundan bizi kurtarırsan şükkredenlerden olacağız diye ona gizli gizli yalvarır, yakarırsınız. De ki:“Allah sizi ondan ve her sıkıntıdan kurtarır, sonra da O’na ortak koşarsınız. Deki:“Üstünüzden ve altınızıdan size azab göndermeye, sizi fırka fırka yapıp kiminizle kiminizin hıncını tattırmaya kadir olan O’dur.” “Anlasınlar diye ayetleri nasıl yerli yerince açıkladığımıza bak.” (En’am: 6/58-65)

İnsan fıtratı, bu derin uçurum içinden ve bu ağır yığınlar arkasından kendisine seslenen çağrıyı dinlemiş ve tek izahına dönmüş, böylece bu yeni çağrı yoğun buhranı dağıtmıştır.

…O…

İnsanlar tek ilaha dönünce birbirlerine tapmaktan kurtuldular, tümün birbirlerinin önünde başı dik durmaya başladılar. Bütün başlar, güçlü, tek, ilahın önünde eğildi. Böylece üstün kan, üstün ırk, şeref, otorite, saltanat, veraseti gibi masallar sona ermiş oldu.

Fakat bu nasıl olmuştu?

Bu sosyal düzenin arasında çok güçler vardı. Sınıf ve ırk çıkarları, maddi ve manevi çıkarlar bulunuyordu. bu durum Arap yarımadasına ve tüm dünya insanlarına hakimdi. Bu durumu benimsemeyen de hemen hemen hiç yoktu. Çünkü bundan yararlananlar sömürülerini hiç usanmadan sürdürüyorlar ezilen ve sömürülenlerse, bunu inkar etmiyor, karşı çıkmıyorlardı.

Kureyş, kendisine “el-hams” adını tıkmıştı. (“El Hams”, dine dahil olan ve savaşta sabır gösteren kimseye denir.) Kendini, hukuk ve yaşama seviyesi açısından diğer Araplardan sütün sayıyordu. Hacc mevsiminde herkes Arafat’da dururken, onlar Müsdelife’de dururlardı. Bu ayrıcalıklar yüzünden Kureyş, diğer Araplardan çok daha fazla ekonomik çıkar sağlıyordu. mesela; Kabe’yi tavaf etmek isteyen herkesin Kureyş’den tavaf elbisesi satın almasını şart koşmuştu. Yoksa tavafı çıplak yapmak zorunda kalırdı.

Ada dışındaki yeryüzünün her köşesinde kan ve ırk ayrılığı üzerine kurulan ayrılıklar ve sınıflamalar yerleşmişti. İran toplumu, soy ve meslek farklılığı üzerine kurulmuştu Sosyal sınıflar arasında geniş ve derin uçurumlar vardı. Aralarıda hiç bir bağ yoktu. Devlet, halkın prenselere ve büyük varlıklaraait emlaki satın almasını yasak etmişti. Sasani politikasının temel ilkelerinden biri de, herkesin soyuna göre kazandığı statüyü benimsemesi ve daha üst bir statüye göz dikmemesi ilkesiydi. Tanrı her insanı belirli bir meslek için yarattığından, hiç kimsenin mesleğini değiştirme yetkisi, hakkı yoktur. İran krallar, kendilerine ait işler için alt sınıflardan hiç kimseyi görevlendirmezlerdi. Hatta, alt sınıflar da kendi aralarında ayrılmışlardı ve her birine toplumda özel bir görev yüklenmiştir.”1

(1) Ebul Hasan En-Nedvi’nin (Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti” adlı kitabından.)

İran kralları, kisralar, damarlarında tanrısal bir kan dolaştığı iddiasındaydılar. İranlılar, onlara tanrı gözüyle bakıyorlar, yaratılışlarında üstün ve kutsal bir şeyin bulunduğuna inanıyorlardı. Onların tanrılıklarına ait kasideler okurlardı savaşlarda. Onlar, insanüstü oldukları için kanun üstüydüler de. Eleştirilmezler, adları anılamaz ve yanlarında oturulumazdı. Herkesin üzerinde hakları vardı, fakat kimsenin onlar üzerinde bir hakkı yoktu. Mallarında kimsenin hakkı olmadığı için halka bağışladıkları mallar az olsa bile, halk tarafından bir lütuf, sadaka ve yardım olarak kabul edilirdi. Onların önünde insanların görevi, ancak dinlemek ve buyruklarına uymaktı. İranlılar, özellikle Keydani ailesini tanrılıkla nitelendirirler ve yalnız bu ailenin çocuklarına krallık tacınılayık görürlerdi. Haraç toplanması ancak onlar tarafından yapılır ve toplanan haraçlar kendilerinin olurdu. Bu hak, ailenin çocukları arasında büyükten küçüğe irsi olarak geçerdi. Bu hakkı onlardan almayı düşünen ve onlarla çatışmaya giren herhangi biri, zalim ve adi bir insandan başka bir şey değildi. Krallığın bu aileye özgü olduğuna ve irsi olarak kendi aralarında geçtiğine inanırlar ve onlardan başka kimseyi krallığa kabul etmezlerdi. Ve krallık görevini bunların yerine getirmesine gerekli olduğuna inanırlardı. Bu aile krallık görevini yapacak bir büyük bulunmazsa bir çocuğun, erkek bulunmazsa bir kadının da bu görevi yerine getirmeleri gerekti.

Şirevehy’den sonra yedi yaşındaki oğlunun kral yaptılar. Kisre Ebebeyz’in oğlu Ferahzad Hüsrev daha çocukken kral oldu. Yine Kisranın Ezrem-i deht adlı ikinci kızı da kraliçi olmuşti. Rüstem ve Caban gibi kumandan ve şahsiyetlerden hiçbirine krallık görev vermeyi akıllarına getirmezlerdi, çünkü bunlar kral ailesinden değillerdi.

Hindistan’daki toplumsal sınıflar düzeni, bir insanın başkasına yapabileceği kötülüğün, zulmün en iğrenç biçimi niteliğinde idi. Milattan üçyüzyıl önce Hindistan’da Brahman dini gelişmişti Hindistan toplumu için yeni bir tasarı hazırlanmış, medeni ve siyasal bakımdan benimsenmiş, resmi ve dini kanun olarak devlet düzeninde ve heyette uygulanmaya başlanmıştı. bugün “Manu Sahster” diye bilenen kanun budur.Bu kanun halkı birbirinden ayrı dört sınıfa ayırmaktadır.

1-Barhmanlar: Kahin ve din adamları sınıfı.

2-Shatri’ler: Savaşçılar.

3-Vaish’lar: Ticaret ve ziraat adamları.

4- Shoder’ler: Hizmetçiler.

Bu kanunu koyan Manu, der ki: “Mutlak tanrı, dünyanınyararı için Brahmanları ağzından, Shatrileri kollarından, Valsh’ları bacaklarından,Shoderleri ise ayaklarında yaratmış, dünyayı düzene sokmak için herbirine ayrı görevler vermiştir. Barhmanların ödevi “Vahy” isimli kutsal kitabı öğretmek, tanrılara adaklar sunup sadakalar toplamaktı. Shotrilerin ödevi, halkı koruma, sadaka ve adaklar verme, kutsal kitabı okuma ve nefsi arzularından vazgeçmedir. Vaishların ödevi, çobanlık yapmak, hayvanlar beslemek, kutsal kitabı okumak, ziraat ve ticaretle uğraşmaktır. Shoderlerin görevi ise, yukarıda sayılan üç sınıfa hizmet etmektir. Bu kanun, Brahman sınıfına haklar ve ayrıcalıklar tanıyarak, tanrılar düzeyine yakselmiştir. Barhmanlar Allah’ın seçkin kulları ve insanların krallarıdır. dünyada ne varsa onlarındır Dünyanın efendileri ve yaratılmışların en üstün olanlarıdır.Kölenin hiç bir malı olmadığına ve bütün mallar o efendilere ait olduğuna göre, Brahmanlar kölelerinden, Shoder sınıfından istedikleri mallar serbestçe alabiliyorlardı. Kutsal kitabı ezberleyen bir Brahman, yaptıkları ve günaharıyla üç dünyayı yıksa bile suçlu sayılamaz, affedilmiştir. kral devletin en muhtaç olduğu zamanlarda bile Brahmanlardan vergi ve haraç alamaz. Bir Brahmanın kendi devletinde açlıktan ölmesi affedilmez bir suçtur. Brahman ölüm cezası ile cezalanan bir suç işlese bile, kral onu öldürmez, ancak saçını traş edebilir. Başka biri o suçu işlerse o kişiyi ise öldürebilir. Sharti sınıf Vaish ve Shoder’in üstünde, Brahmanların ise altındadır.

Manu der ki: “Nasıl ki bir baba çocuğunun üstündedir. On yaşında bir Brahman da yüz yaşını geçmiş bir Shatrinin üstündedir.1

(1) Aynı kitabtan.

Terketdilmiş Shoder sınıfı ise, Hindistan toplumunda – bu toplumun dini ve siyasi kanunları gereğince, hayvandan daha aşağı ve köpeklerden daha zelildirler.

Bu kanun apaçık der ki: (Shoder sınıfın Brahman sınıfına hizmet etmesi onlar için büyük bir mutluluktur. Bu mutluluğun dışında bir ücret ve karşılık yoktur. Mal kazanmaları ve biriktirmeleri, Brahmanlara zarar vereceğinden yasaklanmıştır. Bu terkedilmişlerden biri birBrahmana el veya sopa ile taarruz ettiği takdirde elleri kesilir. Öfkelenerek ayağı ile vurduğunda, ayağı bükülerek çalışmaz duruma getirilir. Bunlardan biri bir Brahmanla oturmak istediğinde kral tarafından arkası dağlanır, ya da sürgün edilir. Eiyle dokunsa veya dili uzatsa dili kesilir. Bir Brahmana bazı şeyler öğrettiğini iddia ettiğinde kaynar yağ içirilir. Bu sınıfdan birerkeğin diyeti, köpek, kedi, kurbağa, ördek, karga ve baykuşun diyetlerine eşittir.”

Meşhur Roma uygarlığı (!) ise rafah üzerine kurulmuştur. Bu refah,dörtte üçü köle olan halkın refahtan yararlanan azınlığa sağladığıdır. Bu uygarlığın temel ilkelerinden biri, halkın kanuna göre,köleler ve efendiler, aşağılar ve üstünler diye iki sınıfa ayrılmalıdır. Jüstinyen denilen ünlü kanun kitabında şöyle bir ifade bulunmaktadır: “Namuslu bir dul veya bir kızı arzulayan bir kimsenin, yüksek sınıftan ise, malının yarısı alınır. Aşağı sınıftan ise, değnekle dayak atılır ve sürgün cezasına çarptırılır.”

Bu acıklı durum, yeryüzünün her tarafında egemen durumdayken, İslam dini bu durumun ve yığının altında kalan fıtratla karşı karşıya geldi. Bu durumu bütünüyle inkar eden ve bozulmayan fıtratla diyaloğ kurdu. Onun için fıtratın, İslamın çağrısına seslenmesi ve onu benimsemesi, bu zor durumda daha güçlü ve dirençliydi. Fıtrat, Allah bütün insanlara seslenirken onu duyuyordu.

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler halinde koyduk ki birbirknizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah bilendir, haberdardır” (Hucurat: 49/13)

Allah Kureyş’e şunları söylerken dinliyordu fıtrat:

“Sonra, insanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de akın edin. Allah’dan mağfiret dileyin. Allah bağışlar ve merhamet eder” (Bakara: 3/188)

Allah’ın Resulü bütün insanlara şunları söylerken işitiyordu:

“Ey insanlar! Rabbiniz birdir, atanız birdir. Hepiniz Adem’den’siniz. Adem ise topraktandır. Allah katında en şerefliniz, en çok takva sahibi olanınızdır. Arabın Aceme, Acemin Araba, kızılın beyaza, beyazın kızıla üstünlüğü ancak takva iledir.” (Müttefikun aleyh)

Kureyş’e şunları söylerken denliyordu bozulmamış fıtrat:

“Ey Kureş! Nefislerinizi kurtarınız. Sizi Allah’ın azabından kurtarmak için hiç bir şey yapamam. Ey Abd-i Menaf oğulları, Allah’ın cezasından kurtulmanız çin size hiç bir yardımda bulunamam. Ey Abdulmuttalib oğlu Abbas, seniazabdan kurtamak için elimden hiç bir şey gelmez. Ey Muhammed’in kızı Fatma Malımdan ne istersen vereyim, Allah’ın azabından seni kurtarmak için hiç bir şey yapamam” (Müttefikun aleyh)

Bu ilahi uyarıları dinleyen fıtrat uyandı ve üzerine yığılan sapıklıkları kaldırarak bu ilahi nizamla yürümeye başladı. Ve Allah’ın kanunlarına uygun olarak o büyük değişim gerçekleşti, her zaman da gerçekleşebilir.

Arap yarımadasının ekonomik düzeni faiz üzerine kurulmuştu. Faiz onun esas temelini oluşturmaktaydı. Kimsenin faizin yalnız kişisel işlemlerde ve sınırlı bir şekilde uygulandığını sanmaması gerekir. Kureyş, geniş çapta ticaretle uğraşırdı. Yaz mevsiminde Şam’la kış mevsiminde Yemen’le ticari ililşkilerini sürdürüyordu. Bu tiicarette Kureyş’in bütün sermayesi sömürülürdü. Burada, müslümanların Bedir savaşında ellerine geçirmek istedikleri Ebu Süfyan kafilesinin – fakat Allah müslümanlara ondan daha hayırlısını takdir ettiğinden kurtulmayı başardı – mallarla ylüklü bir kervan olduğunu unutmamamız gerekir.

Faiz ilkesi, ekonomik hayatta genel bir kural olmayıp yalnız kişisel işlemlerle sınırlı olsaydı, Allah Kur’an’da faiz aleyhinde -çok kere tekrarlanan – müthiş hameleler yaptı sıfatı kullanılmış, Resulullah da hadislerinde aynı hamleyi sürdürmezdi.

Bu işlemler, bu ticarethareketi ve bunlara dayanan ekonmik düzen, faiz ilkesi üzerine kurulmuştu. Bi’setten önce bütün ekonomik ilişiler, faiz sınırı içinde yürütülüyordu. Medine’de durum aynıydı. Çünkü orada ekonomik hayat yahudilerin elindeydi. Faiz de yahudinin temel ilkelerinden biridir. Yahudilerin hakim olduğu ekonomik düzen bun menhus kaide üzerinde kurulmuştur. daima… islam, bu zalim düzeni yıkarak, yerine zekat, karz-ı hasen, karşılıklı yardımlaşma ve sosyal dayanışma kurumlarını getirmiştir.

“Gece gündüz, açıkgizli, mallarını sarfedenlerin mükafatlarını rableri verilecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyceklerdir.”

“Faiz yiyenler, mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların “zaten alış veriş, faiz demektir” demelerindendir. oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kıldı. Kime rabbinden biröğüt gelir de faizcilikten geri durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah’a aittir. Kim faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacklardır.”

“Allah,faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir, Allah, pek nankör hiç bir günahkarı sevmez.”

“İnanıp yararlı işleri işleyenlerin, namaz kılıp zekat verenlerin rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur, ve onlar için üzüntü de yoktur.”

“Ey inananlar! Allah’tan sakının, inanmışsanız faizden arta kalmış hesabdan vazgeçiniz.”

“Böyle yapmamzsanız, bunun Allah’a peygambere karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa da uğramamış olursunuz.”

“Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar beklemelidir. Bilmiş olsanız bunu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.”

“Allah’a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine verileceği günden korkunuz” (Bakara: 3/274-281)

Yukarıdaki örneklerle, fıtratın her duruma galip gelmesi, yığıntıların ve kalıntıların altından dirilebilmesi, cahiliyyenin meydana getirdiği buhranlara, inanç ve düşünce,davranış ve düzen, ekonomik ilişkiler gibi alanlardaki buhranlara karşı başarıya ulaşlmasını gösteren ve fıtratın, imanın gücünü görmeyerek bu buhranların giderilmesini imkansız görenler için, verilen bu örneklerle l yetineceğiz.

İslam, bu durumlara karşı elleri bağlı, aciz durumda teslim olmamıştır. Düzeni ve bütün temellerini değiştirmiş yerine kendi üstün prensipleri derin ve güvenilir temeller üzerine kurmuştur.

Bir kere meydana gelen olay, bir kere daha meydana gelebilir. O büyük değişim, olağanüstü bir biçimde değil, değişmez bir kanuna göre gerçekleşmişti. Ve bu yapı fıtratın güçleri üzerine oturtulmuştu. Fıtrıtın bu güçlerini toplayarak, fıtrata uygun bir yöne yöneltmek, yine aynı sonucu verecektir

İslamın illk döneminde rastlandığı bütün engelre rağmen yayılması ve hayatta derin izler bırakması yardımıyla bugünkü insanlık, bu doğru yöne daha kolay yöneleblir…

TECRÜBE YOLU

İslam (ilk defa) insanlığın bu durumuyla karşılaşırken, bu duruma karşı çıkınca yalnız fıtratın gücüne dayanmıştı. Geçmiş çağlara ve bu çağlar cahiliyesinin fıtrat üzerine bıraktığı yığınlara rağmen fıtrat bu dinin yanında idi ve dirilişi bu yığınlarda daha güçlü idi. Fıtratın bu dine yönelişi, yığınları kaldırıp atmaya yetti.

Bu müthiş dönemi, bu şahikayı, bu eşsiz nesli, bu meşaleyi, bu dinin hayatın gerçek ve pratik alanlarında gerçekleşmesinden sonraki dönemlerde insanlara bir örnek ve dirilmek için bir gerçek etken olsun diye Allah takdir etmiştir. Bu dönem, o zaman toplumun temelini oluşturan şartların bir sonucu değil, ancak islam nizamının önderliği, eğitimi, hareketi ele geçirerek fıtratın güçleri toplaması ve ileriye doğru yöneltmeseydi. Yani, fıtratın bir sonucuydu. Çünkü fıtrat, kendisine uygun bir düzen bulmuştu.

O dönemde insanlık, Allah’ın yardımıyla seçkin toplumun ulaştıkları zirvede uzun süre durabilmesi için gereken şartlara sahip değildir. İslam dini tarihte eşi görülmemiş bir hızla doğu ve batıda yayılırken gruplar halinde bu dine katılan insanların çoğu, seçilmiş toplumun safhalar halinde gördüğü derin, eşsiz eğitim görmemişti. Böyle olunca kalabalık halk kitlelerinin islam dinine katılan milletlerin çoğunun beyinlerinde kalan cahiliyye tortuları ağır basmaya başlamış ve yüksek zirveden aşağılara düşmeye başlamıştı. Çünkü o yüksek zirveye çıkmak ancak, büyük dirilmeyle, seçilmiş toplumun gördüğü, fıtratın güçlerini toplayan ve doğru bir yöne aktaran, safhalar halinde derin ve eşsiz eğitimle olur.

Bunun içindir ki islam toplumu bir yıla yakın birsüredir o yüksek zirvede değil. Ondan çeşitli derecelerde aşağı düzeylerde bulunmaktadır. Bununla birlikte yine de yeryüzünün her tarafında bulnan toplumların seviyelerinden üstte idiler. Aynı zamanda insaaflı tarihin göstrediği gibi diğer toplumlar bu yüksek islam toplumundan kuvvet ve yardım dilenmekteydiler.

İnsanlık tarihindeki bu eşsiz, büyük aşamalar ve bu bin yıllık üst düzeyler boşa gitmemiş, dağılıp kaybolmamıştır. Bu eşsiz dönem insanlığın önderliğini ele geçirdikten sonra onu etkilemeden bırakmamıştır. Hayır, etki yapmamak, Allah’ın hayata ve insanlara ilişkin tahminlerine aykırıdır. İnsanlık zaman boyuncabirbirine bağlı bir birliktir. İnsanlık denemelerin sonuçlarından yararlanan, elde edilen bilgileri saklayan canlı bir yapıya sahiptir. Bu sonuçlarve bilgiler, üzerlerinde cahiliyye tortuları ne kadar birikirse biriksin, sapıklık ve anlayışsızlık onları ne kadar örterse örtsün, yine de saklı bir kaynaktırlar ve insanlığın canlı yapısında genel bir dolaşım içindedirler.

İslam daveti, (ilkin) zaman, insanlığın içinde bulunduğu duruma karşı fıtrattan başka bir dayanak bulamadığı halde – islam gibi bütün insanlara gönderilen bir din olmayan, islam öncesinde belirli milletlere gönderilen dinlerin bıraktıkları küçük etkileri unutmamak gerekir – bu gün, fıtratın saklı güçleri yanında, bu ilahi nizamın ilk yayılışının bütün insanlığın hayatında bıraktığı derin izlerle insanlığın Allah’tan uzaklaştıkça düştüğü uçurumun acıları ve bu uçurumun içinde geçirdiği buhranlar gibi hayatın denemeleri ve sonuçlarıyla karşılaşacaklardır.

İslam insanlığı düşünce ve ilkelirine, değer ve ölçülerine, düzen ve hukukuna ilk çağrışında dayanağı olarak fıtrattan başka bir şey yoktu. İnsanlık ilk defa bunları inkar etmiş ve karşı çıkmıştı. Çünkü İslamın sunduğu bu yeni ilkeler insanlığa tamamen yabancı göründü. İnsanlığın içinde bulunduğu uçurumla bu üstün insani ilkeler arasında korkunç bir uzaklık vardı.

Bu düşünce ve ilkeler, değer ve ölçüler, düzen ve hukuk bir grup insanın hayatında – tam olarak – bir süre yerleşmişti. İslam dünyasında da – çeşili düzeylerde – uzun süre yaşamış, sonra bin üçyüz küsür yıldan beri insanlık hayatında bunları uzun süre yaşamamış, uygulamamış, ve denememişse bile, en azından araştırmış, düşünmüş ve kısa bir süre etkilerini gözlemiştir. Bu nedenlerle, bunlar ilk geldikleri gün olduğu gibi insanlığın hayatına yabancı, insanlığın duyğularında ve yaşayışında benimenmez değildirler. Gerçekten insanlığın, islamın getirdiği bu nimetleri o eşsiz dönemlerde – yeni çağda da – gerçekleştirmeye kalkmış, ama ruhların, özlerin kavrayamamış ve gerçek özleriyle uygulayamamıştır. Şu ana kadar insanlığın, ilk müslüman toplumun ulaştığı düzeye göz diktiği ve bu yolda ilerlemeye çalştığı da bir gerçektir.

Bütün bunlar birer gerçektir ama, insanlık tamamen yabancı olarak geldiği ilk döneme oranla bu gün, bir bütün olarak, islamın gerçek yapısını daha iyi kavramak ve daha güçlü olarak üstlenebilmek durumundadır.

Belirli örnekler bu gerçeği bize yakınlaştırır ve aydınladır. Bu gerçeği aydınlatan örneklerin bazısını vereceğiz. Çünkü gerek bu incelememizde genel ve özel niteliğinde olması ve bu incelemeye konu olan bu dinin kapsadığı unsurlara yüzeyden değinilmesi, gerekse bu dinin insan hayatında başlattığı ağımın bütün dünyada ardında bıraktığı çizdilerin ve etkilerinin genişliği yüzünden bir tek yazar tarafından yazlan incelemeye sığdırılmasının imkansız oluş, bu örneklerin üzerinde genişçe durmamızı engellemektedir. islamın etkileri ve bıraktığı izler, ilk dönemden bu yana tüm insanlığın hayatında yerleşmiş, hayatın bütün alanlarını kapsamıştır. Belki bu etkilerin bazısı da açık bir şekilde ortaya konulamamıştı.

Fakat, genel olarak denilebilir ki bu evrensel olduğunun yeryüzünde birikimi ve insan hayatında uygulanması sonucunda o tarihten bugüne dek, hayatın hiçbir alanı bu etkinin dışında kalmamıştır. Bu kesin bir gerçektir. Tarihin büyük olaylarından herbiri direk veya dolaylı olarak bu büyük akımdan beslenmiş, bu evrensel olgudan yararlanmıştır…

Avrupa’da Martin Lüther ve Kalvin’in başlattıkları dinde reform hareketi, bugüne kadar etkisini sürdüren Rönesans hareketi, feodal sistemin yıkılarak derebeylerinin otorite ve zulmünden kurtulmak, İngiltere’de “Magna Charta” adı altında başlayan eşitlik hareketleri, Fransa’da insan hakları beyannamesiyle sonuçlanan Fransız ihtilali, yeni çağdaki ilimsel keşiflerin kaynağı ve Avrupa’nın teknik gelişmesinin temeli olan – deneysel metod – un bulunması gibi, tarihsel gelişmeninaşamaları sayılan bu hareketler, aslında islamın ilk döneminin dalgasından beslenmişler ve o dönemin geniş bir şekilde etkisialtında kalmışlardır.

Doktor Ahmed Emin “İslamın Doğuşu”adlı kitabında şunları söylemektedir:

“Hrıstıyanlar arasında oluşan bazı eğilimlerde islamın etkisi görülmüştür. Bunlardan – miladi sekizinci ve hicri bir veya üçüncü yızyıllarda – septmania – 1 görülen ve papazlar önünde günah itirafı usulünü inkar eden, günahı ancak Allah’ın affedebileceğini söyleyen hareket, islam dininden etkilenmişti. Çünkü islam dininde rahib ve din adamları sınıfı olmadığı için, tabii olarak günah itirafı gibibirsaçmalıkda yoktur.

(1) Fransa’nın Güneybatısında Akdeniz kıyılarında eski bir Fransız şehri.

Avrupa’da 14. yüzyıl ve daha sonraları başlayan Rönesans hareketi, çağdaş bilimsel akım ve özellikle deneysel yöntemin uygulanmaya başlaması, Endülüs Üniversitelerinin evrensel bir uygarlık halinde giren islam uygarlığının ve islamın bilimsel kaynaklarının çevirisini yapmalarınınetkisiyle doğmuştu.

“Making of Mumanity” (insanlığın yapısı) adlı kitabında “Brivoult” şunları söylemektedir: “Arap uygarlığının 1 çağdaş dünyaya getirdiği şeylerin en önemlisi bilimdi. Fakat bunun meyveleri çok geç olgunlaştı. İspanya’da Arap kültürünün doğurduğu bilimsel yaratıcılık gücü, gününde değil, ancak Endülüs uygarlığı karanlık bulutlar arkasında kaybolduktan uzun bir süre sonra meyvelerini vermiştir. Avrupa’ya hayat ve canlılık kazandıran yalnız bilim değildi. Bundan başka, islam oluşturduğu bir çok etkenlerin saçtıkları ışık demetleri, Avrupa hayatını etkiemiştir. Bugünkü çağdaş batı uygarlığının bütün gelişme olanlarında – istisnasız – islam uygarlığının etkileri kesin bir şekilde görülmektedir. Bu etkenlerin en açık biçimde görüldükeri olan, çağdaş dünyayı bu düzeye getiren güçün oluşumu ve gelişiminde büyük katkısı olan fizik bilimlerdeki bilimsel yöntem alanıdır.”

(1) Batılı yazarların çoğunlukla kötü amaçlarla islam uygarlığını Arab uygarlığı diye adlandırdıkları görülür. İslam kelimesi onlara ağır gelir. İslamı yalnız Arablara özgü kılmak isterler. Oysa, islam dini o dar anlamdan daha geniş bir anlama sahibdir. Ayrıca islamın ortadan kaldırdığı ırk ayrımını yeniden islam toplumu arasında diriltmek isterler. Bütün bunlar kötü ve kurnazca amaçlarla ortaya atılan sözlerdir. (Yayınevi)

Yazar devam ederek şunları söylüyor: “Bugünkü bilim, varlığını, yalnız arapların müthiş keşif yetenekleriyle bize kazandırdıkları yeni teorileri değil, aynı zamanda Arap kültürüne de borçludur. Eski dünyada – bildiğimiz gibi – bilim yoktu. Yunanlılardaki astronomi ve matematik bilimleri, yabancı bilimlerdi. Dışardan getirilmişlerdi. Hiç bir zaman da parlamamış ve tamamen Yunan külürüyle kaynaşmamışlardı. Yunanlılar ekol kurmuşlar, genel yargılara varmışlar, teoriler ortaya atmışlardır. Fakat araştırma yöntemlerini geliştirmek, aktif verileri ayıklayıp toplamak, bilimin genel yöntemleri, doğru deneyler ve deneysel araştırmalar, Yunanlılara tamamen yabancı şeylerdi. Bugün bizim bilim dediğimiz şey, batıda deneye, gözleme, karşılaştırmaya dayanan yeni araştırma yöntemlerinin ve Yunanlıların tanımadıkları biçimde matematiğin gelişmesinin soncudur. Bu yeni canlılığı ve yöntemleri Avrupa’ya sokan arablardı.”2

(2) Muhammed İkbal’in “İslam’da Dini Tefekkürün Yeniden İhyası” adlı eserindeden.

Bundan önce şunları söylemektedir: “Roger Bacon, daha sonra gelen Francis Bacon’a ait olduğunu söylemişti. (Deneysel yöndemin bulunuşunun Roger Bacon veOksford Üniversitesinde arapçayı ve arap bilimlerini, Endülüslü arab bilginlerinin yetiştirdiği öğrencilerden öğrenmek haklı bir yarğı değildir.) Roger Bacon, batıda islam bilimleri ve islami araştırma yöntemlerinin öncülerinden biridir. kendisi, çağdaşlarına, gerçek bilime götüren tek yolun arapçayı ve arap bililmlerini öğrenmek olduğunu slöylemekten çekinmemiştir. Deneysel yöntemin kimler tarafından bulunduğu üzerinde yapılan tartışmalar Avrupa uygarlığının kaynaklarını boznmanın bir görüntüsüdür. “Bacon” çağında Arap dili ve bililmlerini öğrenmek yaygın hale gelmişti ve o zamanın insanları bunları severek ve isteyerek öğreniyorlardı.

“Roger Bacon bu bilimleri nereden öğrenmişti? Elbette ki Endülüsteki İslam Üniversitelerinden öğrenmişti bütün bunları.

“Cepus Majus” adlı kitabının optik incelemeleri kapsayan beşinci bölümü, “İbn-i Heysem”’in “El Menazır” adlı kitabının bir bölümünün kopyasıdır.

Nevyork Üniversitesinde öğretim üyesi olan “Droper” “Bilimle Din arasındaki çatışma” adlı kitabında şunları söylüyor: “Müslüman bilginler, Teorik akıl yönteminin gerçeklere götürmediğine inanmışlardı. Gerçeklerin bulunabilmesi, ancak olayları gözlemekle olur, diyorlardı. Bunun için çalışmalarında deneysel yöntemle, pratik yöntemin kullanılışını vaz geçilmez bir şart olarak benimsediler.”

“Bu bilimsel hareketin sonuçları, o zamanın teknolojisinde açıkça görülmektedir. Bu çağın bilimsel bulgularından zannettiğimizm bazı görüşleri o bilginlerin kitaplarında gördükçe hayretler içinde kalıyoruz. Örneğin – çağdaş bir teori sayılan – canlılarda evrimi, okullarında okutuyorlardı. Bizde daha çok ileriye giderek bu teori, cansızlar ne metaller üzerine uygulandı. tıbda da kimya bilimini kullandılar. Mekanik biliminde cisimlerin düşme yasalarını buldularl. Geniş bir çapta makanık bilimini biliyorlardı. Optik alanında yeni görüşler ileri sürerek “Görme, gözden çıkan ve cisme yönelen ışıkla olur” diyen Yunan görüşünü değiştirdiler ve bugünkü bildiğimiz görme meaknizmasını anlattılar… Işıkların yansıma ve kırılma kanunlarını biliyorlardı. “İbn-ül Heysem” adındaki müslüman bilgin, ışığın havada kırılarak yayılmasını bulmuş, böylece ayı ve güneşi ufuktan doğmadan önce görmemizi ve batışından az sonra yine ufukta görmemizi açıklamıştı”1

(1) Muhammed Ferid Mecdi’nin “İslam Halis Bir İlim Dinidir” isimli eserinden İslam Teorisi, biyolojik yapısı, akli ve ruhi bakımlardan, insanın canlı varlıkların en üstünü olduğunu kabul ediyorsa da, onun bir müstakil yaratık olduğunu da bildiriyor. İnsan tek başına müstakil olarak yaratılmıştır ve bu yaratılılş vasfı değişmezse, insan da aynı şekilde dğişmez bir vasıfda yaratılmşıtır. Bu itibarla müslümanlar bu gibi bahislerde başkalarına göre ilk adımları atmalarına rağmen, batı görüşüyle onların arasında büyük farklar vardır.

Garb aleminde kiliseden ve kilisenin izahından kaçma döneminden beri ve tam bir imanla müslümanların bilimsel araştırmalarında kabul ettikleri hakikat, Darvin teorisine tam karşıdır. İslam bilginleri, varlıklar arasında tedrici, birnevi değişme ve tekamül olduğunu kaydetmişler, cansız maddeden başlamışlar ve bunun canlı bitkilerin ilk mertebesine terakki ettiğini ve dahasonra hayatın terakki ve tekamülünü görmüşlerdir. Fakat bunu Allah’ın takdir ve kudretine irca etmişlerdir.

Darvin ise, canlıların evriminde gizli bir kuvvetin tesiri olmadığını ileri sürmüş ve bu fikrinde ısrar etmiştir. Çünkü, Darvin, bütün bilimleri ve bilimsel araştırmaları gazabına çarptıran kiliseden ve kilisenin ilahından kaçmıştı. Keza, islam bilginlerinin yapmış oldukları izahatlarda insanı tahkir edici bir izah olan, hayvan aslında bağlamak iddiası yoktur.

İslami düzenin ve islami yaşamın, insanlık tarihini ve dünyanın büyük olaylarını etkilemesini anlatmayı burada bitiriyoruz. Bu büyük gerçeğe yalnız değinmekle yetiniyoruz. Bu çağdaş uygarlığın büyük yapsını görünce – bilgisizlik ve şaşkınlakla – bu yapının kurulmasında bizim payımızın, etkimizin olmadığını düşünenlere ve bu yapının bizden ve – düşmanlarımızın ağzından öğrendiğimiz – tarihimizden büyük olduğunu sananlar uyarı olması için bunlara değindim ve sadece değinmekle yetinmedim.

Şunu da hatırlatmak isetirim ki bu kitabın konusu değildir – bilmediğimiz tarihimizi düşmanlarımızdan öğrenirken, kalbimizde umumtsuzluk yaratacak biçimde verirler bu tarihsel bilgileri. Yani onlar, islami düzene uygun bir hayatın başlamasının imkansız olduğunu söyleyerek içimizde umutsuzluk yaratmak isterler. Ama bize ne oluyor ki, söylediklerine inanarak, papağanlar ve maymunlar gibi tekrarlayıp duruyoruz?

Biz bu anlattıklarımızla başka bir gerçeğe de değinmiş olduk. O da, islamın ilk dönemin bıraktığı izleri ve yaptığı etkileri, bu günkü insanlığın daha kolay anlayabileceği ve benimsiyebileceğidir. Bunlar fıtratın güçleri yanında isnalığa yeni bir kaynaka ve dayanak niteliğindedirler…

DEĞİŞMEZ ÇİZGİLER

Yüce islam dininin hakimiyeti yeryüzünden kalkmaya başlayınca, islamın eline aldığı insanlığın yönetimi yine cahiliyyenin eline geçince, şeytan, savaşı kaybedip düştükten sonra ayağa kalkarak, yönetim eline geçiren adamlarına haykırınca… Evet, bütün bunlar olunca, insanlığın hayatı tekrar ilk cahiliyye durumlarına düşmemişti. Çünkü, islam dininin – yöneticilikten çekildiği halde- ardında bıraktığı değiştirilmez izler üstün ilkeler bulunmaktaytı. Ve bunlar insan hayatında yerleşip kökleşmişlerdi. İlk geldiği günlürdeki gibi artık yabancı değildiler.

Bu bölümde, o değişmez izlerin ve üstün ilkelerin bir kısmını genel olarak açıklayacağınız.

Tek İnsanlık:

İslam, Arap yarımadasında yayılmakta olan kabileye, daha doğrusu aşirete, aileye bağnazca bağlanmaktan, yeryüzünde yayılmakta olan ülkeye, vatana, rengi, ırka bağlılıktan… O zaman insanlığın bildiği bütün bu tür bağnazlıklardan insanları kurtararak, tek bir insanlık, tek bir atadan gelmiş ve tek bir ilaha yönlecek bir insanlık anlayışı getirmiştir.

Irkların, renklerin, bölge ve ülkerin, soy ve kuşakların ayrı oluşu, insanların birbirlerindenayrılmaları, boğuşmaları, ayrı yerlerde toplanmaları ve birbirinden uzakta durmaları için değil; tanışmaları ve birbirlerini sevmeleri, kendilerine verilen halifelik ödevini aralarında yaklaşıp yerine getirmeleri ve kıyamet gününde, kendilerini yaratan ve halife yapan Allah’a bir birlik olarak dönmeleri içindir.

Allah Kur’an’da şöyle söylemiştir:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, ona karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir. haberdardır.” (Hucurat: 49/13)

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’ın ve akrabanın haklarına riayet ediniz. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.” (Nisa: 4/1)

“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin eğişik olması O’nun varlığının belgelerindendir. doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır” (Rum:30/22)

Bunlar teorik ilkeler değil, pratikte uygulanan ve yaşanan gerçeklerdir. Aşağı yukarı bütün ırkları ve renkleri kapsayan bir bölgede islam dini yayılmış ve bütün bu farklılıkları kendi potasında eritmiştir. Kardeş gibi yaşamaya, renk, ırk, sınıf soy gibi ayırımlar engel olamamıştır. Bu ayırımlar, insanın doğal haklarına ulaşmasını, yeteneklerine ve çabasına uygun düzeye erişmesini engelleyememiştir.

Bu “Tek insanlık” çizgisi,yerleşip kökleşmiştir. Bu çizgi, ilkin tamamen yabancı ve inkar edilen bir ülke iken, islam, onu yerleştirmiş, hatta islam hakimiyeti koybulduktan sonra bile, insanlık bu çizgiyi inkar edememiş ve kaydıramamıştır.

İnsanlığın, bu ilkeyi islam toplumu gibi yaşamadığı ve islam toplumunda yerleştiği gibi diğer toplumlarda da yerleşmediği bir gerçektir. Hatta çeşitli unsuriyet duyguları,bölge, vatan, ırk ve kavim, renk bağnazlıkları yaşamaya devam etmektedir. Bugün Amerika’da ve Güney Afrikadaki zenciler sorunu, belirli bir problem niteliğindedir. Avrupa’da da daha yumuşak ve gizli bir biçimde sürmektedir. Fakat bütün bu gerçeklere rağmen, bir tek insanlık düşüncesi, başta gelen ve arzulanan bir hedeftir. İslam tarafından konan bu çizgi, – teorik bakımdan insan düşüncesinin temelidir. Meydana çıkan bütün bu bağnazlık tipleri batmaya mahkumdurlar, çünkü doğru bir temele dayanmamaktadırlar.

Fıtratın güçlerine dayanan ve onların yardımıyla bu çizgiyi koyan islamın ilk dönemi artık çekilmiştir. Fakat gelecek dönemlerde, fıtratın yanında bırakılan bu çizgilerden yararlanılarak yeni bir atılıma girilişilecektir. Bugünkü insanlık, bu gerçeği daha iyi anlayabilecek imkanlara sahiptir.

O günden beri insanlar, Allah’ın katında bir varlıktır. Onun değeri, ırk, renk, bölge, kavim, kabile ve soy gibi ayırıcı değerlere bağlı değildir, temelden ve kendiliğinden doğmaktadır bu değer. İnsanın, ancak bu şerefini korumasına bağlıdır.

Bunlar teorik düşünceler değillerdir. İslam toplumu kendi hayatında bunları yaşamış, bütün dünyaya yayılarak diğer insanlara da öğretmiş, hayatlarına yerleştirmiştir. Halk çoğunluğuna, değerli olduklarını, hukuklarını, – insan haklarını – öğretmiş, kral ve prensleri sorguya çekebilme hakkını da vermiştir.

Onu, hiç bir şekilde, zulüm, ihanet ve alçaklığı kabul etmeyen bir şerefli varlık kılmıştır. Buna karşı prens hükümdarlara, halka tanınan haklardan daha fazla bir hakka sahip olmadıklarını öğretmiş ve kendi dışındaki insanları aşağılamamalarını istemiştir.

Bu, insanın yeniden, doğal bir doğuşudur. Değer ve insan haklarına sahip olmadıktan, bu değer ve insan hakları da kendi tabiatı ve varlığı ile ilgili olmadıktan sonra insanın değeri nedir ki? Bunun için islamın, insana, varlığı ile ve tabiatıyla ilgili haklarını vermesi insanın yeniden doğrusu almuştur.

Hz. Ebu Bekir, çağını şu sözlerle açmıştı:

“Ben, sizden daha hayırlı olmadığım halde başınıza getirildim. İyi yönetirsem bana yardım ediniz, kötü yönetirsem beni doğrultunuz. Ben Allah ve Resulüne uyduğum sürece siz de bana uyunuz. Allah’a isyan edersem bana uymak zorunda değilsiniz.”

Hz. Ömer, birkonuşmasında, halkın yöneticileri üstündeki haklarını şu sözlerle belirtmişti:

“Ey insanlar! Allah’a yemin ederim ki, ben size vursunlar, mallarınızı alsınlar diye değil, gideceğiniz yolu ve dininizi öğretsinler diye valiler gönderiyorum. Bunlardan biri bir kimseye yapılırsa bana bildirsin,Allah’a yemin ederim ki, hemen onun kıssasını yerine getiririm.”

Bunun üzerine, Amr İbn As atılıp şöyle diyor: “Ey mü’minlerin lideri, müslüman valilerinden biri, yönettiği halktan birini yola getirmek istese, senyine kısas yapar mısın?

Ömer, “Evet, Allah’a yemin ederim ki kısas yaparım. Nasıl yapmayayım ki? Ben Allah’ın resulünü bizzat kendi üzerinde kısas yaparken gördüm. Dikkat ediniz, insanları dövmeyiniz, zelil edersiniz; yuvalarından ve ailelerinden uzun süre uzaklaştırmayınız, onları sapıklığa düşürürsünüz, yoldan çıkarırsınız. Haklarını vermemekten kaçınınız, yoksa küfre yöneltirsiniz” yinesözlerine devam etti.

Hz. Osman bütün vilayetlere gönderdiği bir yazıda şunları yazmıştı:

“Ben, her yıl hac mevsimi gelince valilerimi yanıma çağırırım… Ümmet, emr-i bil, maruf ve neh-i an-il münker esasına dayanan bir yönetime boyun eğer, Kim, benden veya valilerimden birinden bir hak istese, mutlaka o hakkı ona veririm. Benim ve valilerimin halk üzerinde hiçbir hakkımız yoktur. Halk da hakka uymalıdır. Yoksa onlara da bırakmam. Medine halkı, bazı insanların dövüldüklerini,ve hakarete uğradıklarını bana bildirdi. Onlardan kim hak talebinde bulunuyorsa mevsimi beklesin.Hakkı ne olursa olsun, benden veya valilerimden alacaktır veya bağışlayacaktır. Elbette Allah bağışlıyanların karşılığını verecektir.”

Önemli olan, – daha önce belirttiğimiz gibi – bu düşüncelerin teoride kalmamış olması, gerçek hayatta uygulanması ve bütün milletler arasında yayılıp, pratik hayatın temelini oluşturmasıdır.

Mısır’ı tetheden Amr İbn-i As’ın oğlu, bir yerlinin oğlu ile yaptığı koşuda yarışmaya kaybettiği için yerliyi dövmüştü. Yerli,Hz. ömer’e şikayet edince hac mevsimindeböyük birkalabalık önünde Amr’ın oğlundan kısas yapılmıştı. bu, meşhur bir olaydır.

Yabancı yazarlar bu olayın Hz. Ömer’in adaletine ait olduğunu söylerler. Oysa bu, İslamın insanların vicdanlalrında, hayatlarında başlattığı özgürlük akımının bir belgesidir.

O günlerde Mısır yeni fethedilmişti. İslam dini henüz yeniydi. Bu yerli de, o güne kadar eski dinine bağlıydı ve fethedilen ülkenin fertlerinden biriydi, Amr İbn-i As ise, o ülkenin fatihi ve ilk müslüman valisiydi. İslamdan önce, bu ülkenin valileri, sömürgelerin halklarının sırtlarını kırbaçlarla yakan Romalılardı. belki de o yerlilerinizleri vardı. Fakat, yeryüzünde islamın başlattığı özgürlük akımı,Romalıların kırbaçlarını ve halkın alçalmasınıun utturmuş, onların şerefli birer insan yapmıştı. Koşu yarşımasında vali oğlunun, kendioğluna saldırmasına kızmış ve oğlunun şerefini kurtarmak için, Msır’dan Medine’ye, uçak, araba, gemi veya trenle değil,bir deveyle aylarca süren yolculğa çıkmıştı. Bütün bu işi, onu, – ülkesini fethettikten sonra – özgürleştiren ve Romalıların kırbaçları altında unuttuğu şerefini öğreten islam halifesine şikayet etmek isteği yaptırmıştı.

Böylece islamın özgürleştirici akımının yayılmasınıanlamamız gerekir. Dava, yalnız Ömer’in adil olması ve adaletinin hiç bir zaman erişilemez olması değildir. Mesele,Ömer’in – İslam nizamından doğan – adaletinin yeryüzende, insana değer veren, onu özgürleştiren birakım halinde yayılmasıdır.

İnsanlığın bu üstün düzeye erişemediği, bir gerçek olmakla beraber, insanın değeri, özgürlüğü ve yöneticiler üzerindeki haklarına ililşkin olarak islamın çizdiği bu geniş ve değişmez çizginin, insan hayatında derin izler bıraktığı ve insanlığı ve bu etkilerin bugünkü insanlığı “insan haklarını” ilan etmeye yönelttiği de bir gerçektir. Fakat bu ilanın, insanın pratik alanına hala geçmemesi ve hala çoğu bölgelerde ihanet, insanoğlunu aşağılama, işkence, yoksulluk , zulüm olaylarının ön planda olması da bir gerçektir. Bazı doktrinlerin, insanın değerini eşyanın değerinden daha aşağı görmesi; insanın özgürlüğün; haysiyetin, hürriyetini, üstün özelliklerini fazla üretim, gelir ve piyasada egemenliği sağlamak için öldürmesi, ayaklar altına alması da bir gerçektir.

Evet, bütün bunlar doğrudur. Fakat, islamın bıraktığı izler insanlığın düşüncesinde yerleşmiştir. Ve islamdan önce olduğu gibi, insanoğlu bu prensiplere yabancı değildir. Bugünkü insanlık, islamın önerilerini, islamdan önceki insanlardan daha iyi anlar ve düşünür.

Tek Ümmet:

İslamın geldiği, dönemde insanları birbirlerine bağlayan bağ, aile, ırk, toprak ve çıkar bağlarıydı. Bütün bunlar, insan fıtratıyla, insan tabiatıyla ilişkisi olamayan ve sonradan ortaya çıkmış şeylerdi.

İslam, bu önemli konuda, insanların birbirleriyle ilşkisini tespit eden kesin sözünü söylemiştir. İslam, insanları bir araya toplayan, ya da birbirlerinden koparan bağın, aile, renk, ırk, cins, toprak ve çıkar bağları olmadığını, ancak inanç (akide) bağı olduğunu kesinlikle belirtmiştir. Evet, insanların birbirleriyle ilişkilerini sınırlayan, çizen unsur, Allah’a olan akide bağıdır. Çünkü, insanların Allah’a olan akidesi, onlara değerini kazandırmıştır. Sonra bu akide, insanın dünyadaki ve ahiretteki durumunu ortaya koyan temel faktörtür.

Alah’tan gelen”nefha” , insanı insan yapmış değerli, şerefli bir mahluk haline getirmiş, yerdeki ve gökteki bütün nimetleri insana hizmetçi, yardımcı kılmıştır. Bunun için insanların, sonradan ortaya çıkan ve fıtratı kaplayan unsunlar üzerinde değil,bu akide gerçeği üzerinde toplanmaları gerekir.

İçtimai sözleşme ve ilişkilerin temeli “akide”dir. Çünkü insanın en üstün değerlerinden biridir akide. Bu değer yani inanç ililşkisi yoke edilirse, ne bağ, ne toplanma, ne de bir varlık kalır ortada. İnsanlığın, hayvanlar dünyasındaki toplanma noktaları olan mer’a, yiyecek sınır gibi bağlar üzerinde değil, insanlığın en üstün değerlerinden olan inanç üzerinde toplanıp birleşmesi gerekir.

Yeryüzünde iki grub iki hizib vardır. Allah’ın hizbi, bir de şeytanın hizbi. Allah’ın hizbi, Allah’ın sancağı altında duran ve onun nizamını taşıyan hiziptir. Şeytanın hizbi ise, Allah’ın sancağı altında durmayan her fert, millet, toplum, ırk ve cinsi kapsar…

Ümmet, aralarında inanç bağı bulunan insan kitlesidir. İnsanınakidesi onun cinsiyetidir. Akide bulunmazsa ümmet oluşmaz. Çünkü insanları birbirlerinebağlayan başkaca bir müessir yoktur. Toprak cins, soy, maddi çıkarlar gibi ilişkilerin, ne her hangi biri, ne de bütünü bir ümmet oluşturamaz. Ümmet, ancak akidebağı ile kurulabilir.

Rabıta (bağ) kalbi ve aklı kaplayan, hayatın ve kainatın amacını açıklayan, insanı bir”nefha” ile insan yapan ve hayvanlardan diğer varlıklardan ayıran Allah’la ilişki kuran bir düşüncedir. Dolayısı ile bunun oluşturduğu toplum, hayvanlar toplumundan farklı ve ondan şereflidir.

Allah, nerede, hangi cins ve renkte, hangi milletten, hangi kuşaktan olursa olslun, “Nuh peygamberdenMuhammed Aleyhisselama ve kıyamet gününe kadar – bütün insanlaraşöyle sesleniyor:

“Hakikat, bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde başkasına değil, yalnız bana kulluk edin” (Enbiya: 21/92)

Allah, soy, aile, vatan, ırk bağlarını dikkate almadan, insanlar arasında üstünlüğü “inanç” temeli üzerinde kurmuştur.

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin – babaları, oğulları, kardeşleri, ya da akrabaları olsa bile – Allah’a ve hpeygamberine karşı gelenlere sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalblerine yazmış, katından bir nur ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’dan hoşnut omuştur. Allah’tan yana olanlardı. İyi bilin ki saadete erecek olanlar, Allah’tan yana olanlardır.” (Mücadele: 58/22)

İnsanlar arasında savaşı – savaştan başka bir şey kalmadığında – Allah yolunda cihad müstesna, yasaklanmıştır. Ve savaşlarda, mü’minlerle kafirlerin emelerini şu emirlerle belirtmiştir:

“İman edenler Allah yolunda harb ederler, küfredenler de şeytan yolunda savaşırlar. Öyleyse, o şeytanın dostlarıyla dövüşün, Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa: 4/76)

O zamanlar,vatan, ırk, renk ve ticaret gibi etkenler üzerinde değil akide üzerinde insanların birleşip toplanması insanlığa çok garip görünüyordu. Bugünkü deyimiyle (doktrin ayrılığı) islam geldiği gün garipti. Ama çağımızın insanlığı bunu benimsemiştir. Örneği de, bütün dünyada çeşitli vatan, dil millet ve ırka ait insanların bir doktrin birleşip toplanmalıdır. Bu toplumlar “Allah’a iman”akidesi üzerinde değil de, ekonomik, yada sosyal bir doktrin üzerinde birleşmektedirler. Çünkü insanlık üst düzeyden inmiştir ve görünen yakın çıkarlar ona büyük gerçeklerden daha önemli görünmektedirler. Fakat, birleşme ve toplanmanın, akide, yani doktrin temeli üzerinde olabileceğini, yani birleşme ve toplamının manevi bir bağa dayandığını bilmektedir.Bu da bir gelişmedir. Yanlız artık insanlık yükselmeli, daha üstün, daha olumlu şeylere göz dikmeli, gelecek atılımlarda fıtratın güçlerine ve İslamın insanlığa kazandırdığı tecrübeler dayanarak zirveye doğru yükselen yolda yürümelidir…

Ahlak ve Sözleşmelere Bağlılık:

İslam, insanları inanç bağı üzerinde birleştirince ve inanç bağı birleşme veya ayrılmanın temel kaidesi olunca, İslam dinine inanmayanlara ve İslam üzerine birleşip toplanmayanlara karşı izlenecek hareket metodu, zorlayıcı fizik güçleri kullanma ve kurt kanunun gereklerine uyma biçiminde değil nisani bir biçimde ortaya kondu.

Allah, müslümanlara cihad, insanlara islamı zorla benimsetmek için değil, yeryüzünde, islamın adil ve doğru düzenin kurulması için farz kılmıştır. Bu düzende yaşayan müslümanlar ve müslüman olmayanlar,tam bir eşitlik ve özgürlük içinde inançlarını seçeceklerdir.

“Dinde zorlama yoktur, hakikat imanla küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim şeytanı tanımayıp da Allah’aimanederse, o, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işitici (herşeyi kemaliyle) bilicidir.” (Bakara: 2/256)

İslam dini, düzeni ve hukukun egemen olduğu ülkeyi -ister ülkenin bütün insanları müslüman olsunlar, isterse bir kısmı diğer dinlere bağlı olsunlar- “DAR-ÜL İslam” saymaktadır. Düzenin ve hukukun egemen olmadığı ülkeyi de ülkenin insanları hangi dine mensup olursa olsunlar “DAR-ÜL Harb” saylmaktadır. Dar’ül İslam ile Dar’ül harb arasındaki ilişkiler, kurt ve orman kanunlarının gereklerine bırakılmamış, ahlak, doğruluk, samimiyet ilkeleri ışığında düzenlenmiştir.

Dar’ül İslam ile Dar’ül harb arasındaki ilişkiler üç türlü olur:Ya aralarında bir antlaşma ve sözleşme bulunur. Bu anlaşma süresi sonna ermedikçe veya Dar’ül harbcehhesince bozulmadıkça, Dar’ül İslam buna bağlı kalır. Ani bir saldırya geçmez. Ya da aralarında bir ateş kes sözleşmesi bulunur. -Gerçi anlaşma yapılmadan-bu sözleşmeye uyulur. Ancak Dar’ül harbin sözleşmeyi bozmasından korkulursa, sözleşmenin sona erdiği duyurulur ve savaş yeniden başlar. Ya da aralarında savaş vardır. İslamın Dar’ül harbe karşı açtığı savaşın kayıt ve şartları vardır. Şayet Dar’ül harb halkı barışı, cizye vermeyi- istediği inancı seçmede özgür kalması şartıyla- İslama egemenliği altında yaşamayı benimserse, onların bu isteklerini yerine getirmek müslümanlar için gereklidir.

“Allah katında yeryüzünde yaşayanların en kötüsü inkar edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.”

“Ey Muhammed!Anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar. Savaşta onları yakalarsan, arkalarındakilere ibret olacak şekilde, darmadağın et!”

“İnkar edenlere asla üstün geldiklerini sanmasınlar, çünkü onlar sizi aciz bırakamaycaklardır.”

“Ey insanlar!Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere -kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz her şeyi haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir.”(Enfal: 8/55-61)

İslam, devletin yararı her şeyin üstündedir, diyereke anlaşmaya uymamayı meşru sayan görüşü kaldırarak anlaşmanın yerine getirilmesini ısrarla istemiştir.

“Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir.”

“Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri bozarak, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra bozan kadın gibi olmayın. Allah onunla sizi dener. Andolsun ki, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size kıyamet günü açıklar.”(Nahl: 16/91-92)

Eğer barış, cizye veya islam egemenliği kabul edilmez ve savaş kaçınılmaz olursa, bu savaş, diğer düzenlerin savaşlarına benzemez.

Bu savaşta namusa dokunulmaz, çocuklar, ihtiyarlar ve kadınlar öldürülmez, hiç bir insanın organları parçalanarak öldürülmez. Sadece müslümanların karşısına çıkan savaşçılar öldürülür.

Hz. Ebu bekir, Romanlılarla savaşa çıkan Usame ordusuna şunları söylemişti:“Hainlik ve zulüm yapmayın. Aşırılığa kaçmayın ve işkenceye başvurmayın. Çocukları, ihtiyarları ve kadınları öldürmeyin. Hurma ağaçlarını devirmeyin, yıkmayın. Meyve yüklü ağıçları kesmeyin. Hayvanları -yemek için kesmenin dışında- öldürmeyin. İbadet amacıyla manastırlara çekilen birçok insanlara uğrayacaksınız. Bunları kendi hallerine bırakın ve Allah’ın adıyla ilerleyin.”

İslam ülkesiyle diğer ülkeler, müslümanlarla diğer milletler arasındaki ilişkileri düzenleyen kuralları sayacak değilim. Zaten bu genel araştırmada hepsine yer verilemez ve… Ancak, islamın çizdiği bu geniş sınırı , bu farklı iki grup arasındaki ilişkileri düzenleyen kuralların geniş bir çerçevesini ortaya koymak istiyorum. Ayrıca şunu da ekliyelim ki, bu tip kurallar daha önce yoktu. İslamın geldiği çağda insanlar, yalnız kılıç gücüyle, orman ve kurt kanunun ile birbirlerine işlem yaparlardı. güçlü olan için her şey serbest ve meşru idi. Yenilen ve güçsüz düşen için bir hak yoktu.

Ancak İslami çizgi insan hayatını etkilemiştir. Onyedinci yüzyıldan beri bütün dünya ülkeleri, aralarındaki ilişkileri kanun ilkelerine göre düzenlemeye ve “Uluslararası hukuk” alanında sürekli adımlar atılmaya başlanmıştır. Ondokuzuncu yüzyılda uluslararası hakem heyetleri kurulmak için girişimlerde bulunulmuştu. Kurulan bu heyetler, başarıyla başarısızlık arasında -bugüne kadar- gidip gelmektedir, sonunda devletlerarası hukuk alanında güçlü ve geniş kapsamlı araştırmalar doğmuştur. Sonra, İslamın bıraktığı çizgiler ilk geldiği gün gibi insanlığa yabancı değildirler…

Gerçekte, insanlık, İslam toplumunun pratik ilişki işlemlerde yükseldiği düzeye erişememiştir. Batı dünyasında hukuk felsefesinin koyduğu teorik uluslararası kanunlarda korkunç tökezlemezler olmuş, harbe geçmede “ilan’ bir şart olmaktan çıkarılmıştır. Anlaşmalara uymama, ateş kes kararlarını bozma yaygınlaşmış, böylece dünyada durum, ormandaki yırtıcı hayvanların durumundan daha korkunç olmuştur.

Savaş ve barışı gerektiren sebepler, çıkar duyguları, yağma, sömürü ve dünya piyasasına egemen olma gibi nedenlerin üstüne çıkamamış ve İslam cihadının amaçladığı düşünce, inanç, hayır, adalet ve düzeltme düzeyleren yükselmemiştir. bu da gerçektir…Bütün bunlar gerçek olmakla birlikte uluslararası ilişkilerde hukuk ilkelerinin temel alınması bugün herkesçe bilinen bir gerçektir. Fakat şunu ekleyelim ki, bu ana çizgi İslam dininin yüzyıllardır getirdiği, yerleştirdiği bir çizgidir. Onu insanlık hayatında temel bir ilke olarak yerleştiren bu doğru, üstün ilahi nizamdır. Bunun için bugünkü insanlık, şayet çağırılırsa, İslamın yerleştirdiği bu ana çizgilere yabancı durmaz, onları yadırgamaz. Belik bu çizginin yapısındaki üstün ahlak ilkeleri, cahiliyye bataklığına düşen insanlığa -kısa bir süre- yabancı gelebilir. Fakat dayandığı temelleri yadırgamayacak, inkar etmeyecektir.

İslam dini ilk geldiğinde, ilkelerini gerçekleştirmek ve çisgilerini yerleştirmekte fıtrata dayanmıştı. Yeni atılımlarda da, fıtratla birlikte, bu yerleşmiş çizgilere ve deneylere dayanılacaktır. Ve Allah’ın izniyle, bu kaynaklara dayanan İslma, adımlarını yeniden arza basmakta asla güçlük çekmeyecektir. Daha güçlü olarak yürüyecek ve ilerliyecektir…

VE SONRA…

Bu genel araştırmamızda İslamın insanlık hayatında ve tarihinde bıraktığı izleri daha fazla anlatmayacağız. Bu geniş ve derin izler, -doğru düzende yaşayan insanların ulaştıkları düzeyden ne kadar aşağıda, ne kadar etkisiz ve ne kadar bozulmuş olsalar bile, bugün insanların hayatındaki bazı etki ve yansımalarını sürdürmektedirler. Değindiğimiz bir kaç örnek, bu düzenin ortaya koyarak yerleştirdiği daha bir çok çizgileri anlatmaya yetecektir.

Yalnız bu yardımcı etkenlere güvenerek müslümanların aldanmaları, gerekli hazırlıkları tamamlamadan bu dikenli ve engelli yola çıkmamaları için -bu araştırmanın sonunda-söylenmesi gerekir bir husus vardır. Belirteceğimiz husus, bu geniş ve tesirli çizgilerle çelişen, onlara karşı çıkan zorlayıcı engellere iliştkindir.

Bugünkü insanlık -topyekun- Allah’dan çok uzuktadır. Fıtratın üzerini kaplayan ve örten yığınlar daha ağır ve daha eksiktir. Eski cahiliyye, bilmeme, anlamama ve duygulanmama taşkırlıkları alanlarından gelirken, bugünkü cahiliyye, bilimi ve değerleri inkar etme, onları küçümseme cahiliyyesidir.

  1. ve 19. yüzyıllarda teknik bulguların oluşturduğu fitne her tarafı sarmıştı. Sağa sola saldıran, bilginleri yakan, düşünürlere işkence eden, kalkınmaları engelleyen kilise ve kilisenin tanrısından kaçış öylesine çılgınca olmuştu ki, bütün kutsal değerlere yabancılaşma, onları ezip geçme sonucunu doğurmuştu.

Gerçekten bilim, bu çağın başlarından itibaren büyük teknik adamlarını yeniden Allah’a inanmaya çağırmaya başmalıştır. Uçurumda çile çeken fıtrat üzerinde, yorgunluk ve yeniden Allah’a dönme isteğinin belirtileri görülmeye başlanmıştır. Ve teknoloji fitnesi hala güçlüdür. Belki bu çağ, sonsuz bir uçuruma kayan insan sürülerinde yeniden Allah’a dönme belirtileri su yüzüne çıkmadan sona erecektir.

Dünya hayatı, insanların duyguları ve yaşamalarında uygarlığın sağladığı refah, kolaylık ve rahat yaşama araçları nedenleriyle genişlemiş ve etkinliğini insanların bilinci ve yaşantılarında duyurmuştur. Bilim, kültür ve sanat, insanların düşünce ve yaşayışlarındaki hayatın, çevrenin etkinliği ve genişliğini daha da arttırmıştır…

Bütün bunlar, Allah’a inanma, uluhiyyetin ve ibadetin özelliklerini tanıma temeline otursaydı, derin birgerçeği dayanmış olacaklardı. Bu, Allah’ın insanı yeryüzünde halife yaptğı herşeyi onun emrine verdiği ve halifelik ödevini kolaylaştıran, hayatın ihtiyaçlarını sağlayan bütün güçleri ve yetenekleri ona bıraktığı gerçeğidir. Ve insanın, bütün bunlardan, kıyamet gününde Allah’a hesap vereceği de gerçektir.

Evet bütün bunlar bu doğru temele otursaydı, bilimin ve uygarlığı, insanların bilinç ve yaşantılarına kazandırdığı yeni boyutlar, inanma ve insanları Allah’ın nizamına yaklaştırma alanlarına kazandırmış olacaklardı.

Fakat, -yazık ki- bütün bunlar, o zalim kilise ve tanrısında kaçışın sonuçlarıydı. Böylece hayata kazandırılan bu yeni boyutlar, Allah’tan uzaklaştırıcı ve Allah’a ulaştarılan yolu kapayıcı etkiler yapmışlardı. Bütün bunlar, her müslüman tarafından bilinmesi lazım gelen gerçeklerdir.

Gerçekten insanlık bu materyalist gelişimin yükünü üstlenmekten ve değer yargılarını izlemekten yorulup yaralanmıştır. Bozulma, çürüme, sinirsel hastalıklara, cinsel ve akli sapıtmalar ve bunların etkileri, bu gelişmenin yapılarını temelinden sarsmakta, bireyleri ve toplumları etkilemektedir.

Bütün bunların gerçek olmasına rağmen, insanlık hala hayvani heyecanını, delice bilinçsizliğin sarhoşluğunu sürdürmektedir. Belki gözler açılmadan, beyinler bu uyuşturucu havadan kurtulmada, uçurumdan ve boşlukta dönmeyi bırakmadan bu çağ sona erecektir.

Bunlardan başka daha neler… Bütün bunları küçümsememiz gerekir. İnsan Allah’ın yoluna çağıranların, o yardımcı çizgilere güvenerek yolda gerekli olan malzemelerini hazırlamadan çıkmamaları için engelleri saydık.

Bu yolda hazırlık nedir?

Tek hazırlık takvadır. Takva, Allah’ı hakkıyla bilmek ve O’na bilerek bağlanmak, ve O’nun kitabı olan Kur’an-ı Kerim’de bize verdiği emirlere mutlaka uymak ve Allah’ın mü’minlere verdiği söze mutlak olarak inanmaktır.

“Mü’minlere yardım etmek ise, üstümüzde bir haktır.”(Rum: 60/47)

Bütün iş mü’min toplumun elini Allah’a uzatarak kuvvet istemesi ve yoluna devam etmesi ve Allah’ın verdiği sözü gerçek kabul etmesi ve Allah’ın rızasını kazanmak istemesidir.

İşte böyle bir mü’min toplum sayesinde Allah’ın nizamını gerçekleştiren kanunlar etkili olabilmektedir. Böyle bir toplum, fıtratın üzerini kaplayan cahiliyye yığınlarını kaldıracak ve yeryüzünde Allah’ın nizamını yükselten ve düya egemenliğini eline alan bir toplum olacaktır.

“Sizden önce neler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin de yalancıların sonunun en olduğuna bir bakın.”

“Bu Kur’an, insanları bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bi r öğüttür.”

“Gevşemeyin, üzülmeyin, İnanmışsanız mutlaka en üstünsünüzdür.”

“Eğer siz bir yara aldıysanız, şüphesiz o tupluluk da benzeri yara almıştır. Allah’ın inananları belirtemis ve içinizden şahitler edinmesi, Allah’ın insanları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için, insanlar arasında bu günleri bazen lehe, bazen aleyhe döndürürüz. Allah zulmedenleri sevmez.”(A’li İmran:3/137)

KİTABIN İÇİNDEN

“Birivoult” şunları söylmeketedir: “İslam uygarlığının çağdaş dünyaya taşıdığı değerlerin en önemlisi bilimdir. Fakat bilimin meyveleri çok geç olgunlaşmıştı. İspanya’da İslam “Arap kültürünün doğurduğu bilimsel yaratıcılık gücü, kendi gününden çok sonralar, Endülüsuygarlığı yok olduktan sonra ortaya çıktı ve meyvelerini verdi. Avrupa’ya hayat ve canlılık kazandıran sadece İslami bilim ahakı değildi. Bilimden ayrı olarak İslamın oluşturduğu bir çok başka etken, Avrupa hayatının gelişmesine sebeb olmuştur. Bugünkü çağdaş Batı uygarlığının bütün gelişme safalarında istisnasız İslam uygarlığının etkileri kesin bir biçimde gözler önündedir. Bu etkenlerin en açık biçimde göründüğü olan, çağdaş dünyayı bugünkü düzeye getiren gücün oluşumu ve gelişiminde büyük katkısı olan fizik bilimlerdeki bilimsel yöntem alanıdır.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir