ALLAH
İslama göre kâinatı yaratan, sevk ve idare eden en yüce varlık.
Allah kelimesinin kökeni üzerine literatürde farklı görüşler mevcuttur. Bu görüşlerin bir kısmına göre, kelime herhangi bir kökten türememiş, tek ve gerçek yaratıcının özel ismidir veya türemiş olsa dahi tek ve gerçek yaratıcıya özel isim olması hasebiyle özel anlam kazanmış bir kelimedir. Diğer görüş sahipleri ise kelimenin “kulluk etmek” veya “gönülden bağlanmak, hayret içerisinde kalmak” anlamlarını barındıran “ilah” kelimesinden; “gizlenmek, duyu idrakinin ötesinde olmak/olan” manasındaki “leyh-lâh” kelimesinden veya cahiliye dönemi Arapların putlarından biri olan “el-Lât” ya da Aramice “elâhâ” kelimelerinden türediğini düşünmektedirler. (Topaloğlu, 1989; 471). (Topaloğlu, 1989; 471).
Allah yoktan var eden tek ve mutlak yaratıcıdır, her şeyi işitendir, doğmamış ve doğurulmamıştır, hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir (İhlas 201/1-4; Haşr 59/24), rahman ve rahimdir (Fâtiha 1/3), çok şefkatli ve merhametlidir (Bakara 2/143), her şeyi hakkıyla bilendir (Şuarâ 26/220; Hucurât 49/8), hakîmdir (Hucurât 49/8; Nûr 24/18), insana şah damarından daha yakındır (Kaf 50/16), âlemlerin rabbidir (En‘âm 56/162), her şeye gücü yetendir (Âl-i İmrân 3/189), hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve övülmeye en layık olandır (Fâtır 35/15; Mümtehine 60/6). Kur’an’da ve hadislerde Allah’a nispet edilen ve O’nu tanımlayan isimlere “Allah’ın güzel isimleri” mânasında esmâ-yı hüsnâ denilmektedir.
Allah’ın isimleri arasında alîm (her şeyi hakkıyla bilen), hakîm (sözleri ve fiilleri en doğru ve isabetli, hak ve adalete, ilim ve hikmete uygun olan), rab gibi doğrudan eğitimle ilgili olanlar bulunmaktadır. Özellikle terbiye kavramı ile alakalı bulunan rab ismi itibariyle Allah yarattıklarını ıslah eden, yani içinde bulundukları halden daha iyi bir hale, daha üst bir seviyeye çıkartan, gözeten, bu doğrultuda onlara doğru yolu gösterendir. Bu durum, İslam açısından rab ismi çerçevesinde eğitime insanın potansiyelini en üst seviyeye taşıma hedefinin verildiğini düşündürmektedir.
Kur’an’a göre Allah kavramının eğitimle ilişkisi insanın yaratılışına kadar uzanmaktadır.Zira Kur’an’da Allah’ın yarattıktan sonra insana yönelik ilk tasarruflarından birinin eğitim olduğu belirtilmektedir (Bakara 2/31). Bu tasarruf neticesinde insanın bilgi bakımından meleklerden daha üstün bir konuma geldiğine ve secdeyi hak eder durumda olduğuna işaret edilmesi, İslam’da Allah’ın insana verdiği değerin eğitimle yakın alakası bulunduğunu göstermektedir. Bu durumun diğer göstergeleri olarak bilenle bilmeyenin bir olmadığının vurgulanması (Zümer 39/9), Allah’ı en iyi idrak edenlerin ve karşı gelmekten çekinenlerin alimler olduğunun belirtilmesi (Fâtır 35/28) gibi örnekler, İslam’da insan ile Allah ilişkisinin sağlıklı kurulabilmesi için eğitimin önemli bir vasıta olarak belirlendiğini ortaya koymaktadır. Bunun için ise doğru bilgi mühim bir ön şart olarak kabul edilmektedir. Zan ile hareket etmekten uzak durulmasının istenmesinin en önemli sebeplerinden birinin bu şart olduğunu görmek mümkündür (Hucurât 49/12). Hakkında bilgi sahibi olunmadan konuşulmaması istenen en önemli konulardan biri ise yine Allah’tır. Kur’an-ı Kerim bu durumu, insanların en temel hatalarından birinin Allah hakkında bilgisizce fikir yürütmek ve konuşmak, böylelikle doğruyu bulmaktan uzaklaşmak olduğunu vurgulayarak ortaya koymaktadır (bk. Hûd 11/18; Hac 22/3).
Kur’an’ın ilk nâzil olan âyetleri, Allah’ın insanla ilişkisine yaratılış ve eğitim bağlamında işaret etmesi bakımından dikkat çekmektedir. Zira “oku” emri ile başlayan bu âyetlerde (Alak 96/1, 3) bu emir iki defa vurgulanmış, birincisinde Hz. Peygamber’e “yaratan rabbinin adıyla oku”ması emredilmiştir. Yaratan rabbin adıyla okumanın insana okuma eylemi için hem bir başlangıç noktası hem de bu eylemin sonucunda varılacak bir hedef belirlediği görülmektedir. Başlangıç noktasının okumanın Allah adıyla, O’nun için yapılması, böylece O’nu anlamaya engel teşkil edecek unsurlardan uzak durulması; hedefin ise Allah’ı tanımak olduğu anlaşılmaktadır. Allah’ın yaratma niteliğine atıf yapılması ve devam eden âyetlerde insanın “alak”tan (rahme asılıp tutunan zigot) yaratıldığının belirtilmesi (Alak 96/2), insanın Allah’ı tanımaya yaratılışından başlaması gerektiğine bir işaret olarak kabul edilebilir. Buna göre yaratılışın anlaşılması Allah’ı tanımaya yönelik bir adım olarak vurgulanmaktadır. İnsanların nefislerinde (kendilerinde) Allah’ın varlığına dair delillerin yer aldığını belirten farklı âyetlerde de (Fussilet 41/53; Zâriyât 51/21) dikkat çeken bu vurgu, tasavvufta “Kendini bilen Rabbini bilir” vecizesi ve “ma‘rifet-i nefs” (kendini tanıma) ilkesiyle ifade edilmektedir. Sonra gelen âyetlerde Allah’ın insana kalemle yazmayı öğrettiği beyan edilerek eğitimde yazının önemine dikkat çekilmektedir. Yazının eğitimin ve onun bir ürünü olan medeniyetin kalıcılığı açısından değeri dikkate alındığında bu vurgu Allah ile insanın eğitim ilişkisi bakımından ayrı bir değere sahiptir. Nitekim İslam’ın yazıya verdiği önemin, sadece yazılı eser açısından değil, Türk islam kültüründe önemli yeri olan hat gibi sanat dallarının doğuşu açısından da değerlendirilmesi mümkündür. İlk inen beş âyetin beşincisinde ise Allah’ın insana bilmediğini öğrettiği belirtilmektedir. Bu âyet, eğitimin temel hedeflerinden birinin insana bilmediklerinin öğretilmesi olduğunu bizzat Allah’ın takdiri çerçevesinde belirlemektedir. Bir başka ifadeyle eğitim, bilinmeyenleri bilmeyi ve anlamayı sağlayacak bir süreç olmalı, yeni keşiflere zemin hazırlamalıdır.
Allah inancı, eğitimin en temel öznesi olan insan kavramının anlamlandırılmasında anahtar bir konumdadır. Bu durumun ilk boyutunu, Allah inancı çerçevesinde insanın varlık sebebine verilen cevap oluşturmaktadır. Buna göre insanın varlık sebebi hayatın amacını, hayatın amacı da eğitimin amacını ve rolünü belirlemektedir. Allah inancına bağlı olarak insanın “ne için” yaratıldığına verilen cevap, bu inanca mensup bir insanın nasıl yetişmesi gerektiğine ve nasıl bir insan tipinin hedeflenmesi gerektiğine de bir cevaptır. Kur’an’da insanın “halife” olarak yaratıldığının belirtilmesi bu anlamda değerlendirilebilir (Bakara 2/30; En‘âm 6/165; Neml 7/62). “Birinin arkasından gelmek, ardında olmak, yerine geçmek” gibi mânalar taşıyan “halife” kavramının insana yönelik mahiyeti konusunda pek çok görüş bulunmaktadır. Bu görüşleri genel olarak insanın yeryüzüne hükümdar kılınması, Allah adına hükmetme yetkisinin verilmesi, Hz. Adem ve soyunun cinlerden sonra yaratılmaları nedeniyle onların halefi olarak gelmeleri ve Allah’ın isim ve sıfatlarıyla kendisinde en mükemmel biçimde tecelli eden insan-ı kamil şeklinde ifade etmek mümkündür. Bu görüşler insanın yaratılış amacı doğrultusunda bir bütün halinde dikkate alındığında, halife kavramının insanın Allah rızasına erişebilmesi için yeryüzünde adaletle hükmedebilecek yeterlilik ve donanıma sahip olmasına, bunun için de yaratılıştan gelen potansiyelini ulaşılabilecek en üst seviyeye çıkarmaya gayret etmesine işaret ettiği söylenebilir. Böylelikle insanın yeryüzündeki tasarruflarının hem kendisinin hem de kainattaki varlıkların yaratılış amacına uygun olması gerçekleşmiş olacaktır.
Allah inancı anlamlandırdığı insanın varlık sebebine ulaşabilmesi açısından Allah’ın bilinmesini gerekli kılmaktadır. Bu noktada Allah’a dair bilgi, eğitimin konusu olmaktadır. Allah’ın isimleri ve sıfatlarının bilinmesinin yanı sıra yarattığı âlemin tanınması, bu âlem ile gönderdiği vahiy arasındaki alakanın anlaşılması eğitim açısından bir hedef haline gelmektedir. Bu hedef insanın kendini, toplumu ve kâinatı tanımaya yönelik bilgi alanlarıyla ilgilenmesini gerektirmektedir. Bu açıdan bakıldığında Allah inancı insanın Allah ile, kendisiyle, diğer insanlarla ve kâinatla ilişkisini şekillendiren bir unsurdur. Bu ilişki boyutlarının hangi ilke ve değerler etrafında şekillenmesi gerektiği ise eğitimin konusu olmaktadır. İnsanın Allah’ı bilmesi ve anlamasına zemin kurmak üzere insanın kendi nefsini ve kâinatı referans olarak vermekte, insanın bunları incelemesini ve bunlar üzerinde düşünmesini istemektedir: “Kur’an’ın gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan kanıtlarımızı hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanıklık etmesi (onlar için) yeterli değil midir?” (Fussılet 41/53).
Belirtilen hususlardan hareketle Allah inancının bilgi anlayışına tesir ettiği veya bir bilgi anlayışı meydana getirdiği söylenebilir. Bu anlayışın en temel özelliklerinden biri vahyin temel bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmesidir. Vahyin bilgi kaynağı olarak kabulü vahyin anlaşılması ve aktarılmasına yönelik çalışma ve uygulamaları da beraberinde getirmektedir. Nitekim peygamberlerin temel görevlerini ve eğitimci kimliklerini de bu hususlar oluşturmaktadır. Vahyi anlamaya ve hayata geçirmeye yönelik çalışmalar bir taraftan vahyi temel alan diğer taraftan onun anlaşılmasına zemin kuran çeşitli bilgi alanlarını da kapsayan tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilim dallarının ortaya çıkmasına da sebebiyet vermiştir. Allah’ın varlığını ve birliğini ispata yönelik çeşitli delilleri kategorize ettiği görülmektedir. Bu deliller fıtrat delili yani insanın yaratılışında yer alan işaretler; hudus ve imkân (kozmolojik) delili yani evrenin işleyiş yasalarında yer alan işaretler; gaye ve nizam (teleolojik) delili yani evrendeki düzen, güzellik ve amaca yönelik oluşla ilgili işaretler; ontolojik delil, yani yetkin varlık (Tanrı) kavramının içeriğinden hareketle Allah’ın varlığının zorunlu oluşuna işaret eden delil; dinî tecrübe delili yani kişilerin şahsî tecrübeleri vasıtasıyla yaşadıkları manevi uyanışlar ve ahlak delili yani Allah’ın varlığının ahlakî bir yaşayışın temel sebebi görülmesi şeklinde sıralanmaktadır. Delil kategorilerinin dikkat çektiği önemli hususlardan biri, İslam açısından Allah’ın, bilinmesine ve anlaşılmasına yönelik olarak gönderdiği âyetler olan vahyin, yarattığı insana ve kâinata dair bilgilerin desteği ile doğru anlaşılabileceğidir. Dolayısıyla Allah inancı çerçevesinde bilgiye bakıldığında, dinî ve dünyevî bilgi arasında mutlak bir ayırıma gidilmesi mümkün gözükmemektedir. Bu yaklaşım bilgide de tevhidi yani bütüncül bir yaklaşımı esas almayı gerektirmektedir. Nitekim eğitim tarihimize bakıldığında, her ne kadar ilimler tasnifi söz konusu olsa da ilim sahaları birbirinden tamamen ayrı düşünülmemiş, bir âlim birçok sahada eser verebilmiştir.
Allah kavramı bir inanç meselesi olarak da eğitimin konusudur. Bu ise iki açıdan düşünülebilir: Allah inancının tesis edilmesi, öğretilmesi ve bu inancın ahlakî yansımaları. Yapılan araştırmalar çocukların iki yaşından itibaren soyut kavramlar ile karşılaştıklarını, üç-dört yaştan itibaren ise “neden/nasıl” soruları vasıtasıyla her şeyin aslını anlama doğrultusunda yaratıcı gücü de araştırmaya ve anlamaya çalıştıklarını göstermektedir. Çocukluk döneminden itibaren ortaya çıkan yaratıcı gücü anlama çabası ise Allah inancının öğretilmesi meselesini gündeme getirmektedir.
Allah inancına dair sağlıklı bilgi inancın sağlıklı tesis edilebilmesi açısından da önemlidir. Eğitim öğretim esnasında sergilenebilecek zaaflar inancın esaslarının sağlıklı anlaşılıp hayata geçirilememesine, buna bağlı olarak insanın bu inanç üzerinden kendini ve evreni sağlıklı anlamlandıramamasına yol açabilmektedir. Nihayetinde ruhsal sorunlara kadar varan problemler kendini gösterebilmektedir. O sebeple inanç eğitimi kapsamında Allah inancı işlenirken dikkat edilmesi gereken esaslar vardır. Bunların en temeli de sağlıklı bilgidir. Konunun doğrudan ilgili olduğu alan olarak din eğitimi açısından bireyin Allah ile ilişkisini sağlıklı biçimde kurabilmesi için öncelikle hangi Allah’a, nasıl bir Allah’a inanacağının bilgisinin dinin temel kaynaklarından hareketle verilmesi esastır.
Kur’an-ı Kerim de imanın inşasında bilginin önemine açıkça işaret etmektedir. Bunun en önemli örneklerinden biri, Hz. Âdem’in yaratılışından sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretildiğini belirten âyetlerdir (Bakara 2/31-33). Kur’an-ı Kerim’de Allah’ı insanlara tanıtan Allah’a ait isimler ve sıfatlar da bulunmaktadır. İsimlerin en güzelinin (esmâ-yı hüsnâ) Allah’a ait olduğunu belirten bir âyette, O’na duanın da bu isimlerle yapılması istenmektedir (A‘râf 7/180). Bir mânada Allah’ı tanıma ve O’na yönelmenin vasıtası bu isimlerdir. Bu durum Allah inancının öğretiminde esmâ-yı hüsnânın bir dua olarak çocuklara öğretilmesi geleneğini beraberinde getirmiştir.
Allah hakkında bilgi verilirken dikkat edilmesi gereken öncelikli hususlardan biri ise gelişim psikolojisinin dikkate alınmasıdır. Buna göre insanın bilişsel, duyuşsal ve ahlakî gelişim evrelerinin bilinmesi ve göz önüne alınması gerekir. Bu doğrultuda akılda tutulması gereken en mühim husus sağlıklı bir insanın bilişsel gelişiminin somuttan soyuta doğru ilerlediğidir. Bu durum, Allah tasavvurunun, zihinsel gelişime paralel olarak somuttan soyut kavrayışa doğru neden değiştiğini izah etmektedir.Dolayısıyla çocukların Allah tasavvurunun somut nitelikler taşıması, hiçbir varlığa benzemeyen bir Allah inancının öğretimi sürecinde kalıcı bir durum olarak algılanmamalıdır.
İslam’ın ortaya koyduğu Allah tasavvurunda cismanî benzetmelere, bazı isimlerin ve sıfatların insanlara nispet edilen şekliyle Allah’a izafe edilmesine izin verilmemektedir. Allah’ın mevcut varlıklardan hiçbirine benzemediği, eşi ve benzerinin bulunmadığı vurgulanmaktadır. Bu inanç soyut bir anlayışı, soyut düşüncenin gelişmiş olmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla soyut düşünme becerisi geliştikçe Allah’ı anlama düzeyi de artacaktır. Bu durumun Allah inancı bağlamında insanın soyut düşünme becerisinin geliştirilmesini bir hedef olarak ortaya koyduğu söylenebilir.
Allah inancının öğretiminde, doğru bilginin sağlıklı biçimde verilebilmesi için çocukların dil gelişiminin de takip edilmesi önemlidir. Zira dil gelişimi kavram öğretimi için önemli unsurlardan biridir.
Allah inanç öğretiminde dikkat edilmesi gereken en önemli esaslardan biri ise sevgiye dayalı bir yöntemin takip edilmesi, Allah tasavvurunun sevgi temelli oluşturulmasıdır.Bu yaklaşımın temel örneklerinden biri Kur’an-ı Kerim’de Hz. Lokman’ın oğluna Allah inancı öğretimi esnasında kullandığı belirtilen “oğulcuğum” gibi sevgi hitaplarında görülmektedir: “Lokman oğluna öğüt verirken ona şöyle dedi: Ey oğulcuğum! Allah’a ortak koşma; çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir zulümdür” (Lokmân 31/13). Ancak gelenekte zaman zaman yansımaları görülen korku temalı yaklaşımların varlığı da bir eleştiri alanı olarak değerlendirilmelidir. Bunun yanında Yunus Emre’de ifadesini bulan “yaratılanı yaratandan ötürü hoş görerek sevme” anlayışı ise Türk İslam kültüründe Allah inancının sevgi değeri ile bağını gösteren önemli bir örnektir.
Hoşgörü ile yaklaşmak, Allah inancının öğretiminde dikkat edilmesi gereken bir diğer husustur. Özellikle çocukların Allah’a dair kimi zaman sık, anlamsız ve ilginç sorularına sabırla ve doğru cevaplar vermek, Allah algısının sağlıklı oluşması açısından mühimdir.
Allah inancının öğretiminde sadece bilişsel yani bilgi düzeyini değil duyuşsal yani duygu ve gönül boyutunu da dikkate almak gerekmektedir. Buna göre bilgi vermek kadar dua gibi, Allah’ın tabiatta yarattıkları ve bu yarattıkları ile kurulacak bağ gibi tecrübelerle çocukların duyuşsal alandaki deneyimlerini de arttırmak ve bağ kurmalarına yardımcı olmak önemlidir.
İslam dini açısından Allah’ın insanlara mesajını gönderirken uyguladığı aşamalı yaklaşım (tedrîcî), Allah inancı öğretiminde de gözetilmesi gereken bir ilke olarak düşünülmektedir. Bu doğrultuda kolaydan zora doğru ilerlemek, çocuğun soru sormaya başladığı dönemden itibaren kısa, net ve anlaşılır cümlelerle sorularını cevaplamak önemlidir.
Allah inancının eğitim açısından en önemli sonuçlarından biri beraberinde geliştirdiği ahlak anlayışıdır. Bu anlayış her şeyden önce Allah tasavvuruna dayanmaktadır. Buna göre İslam’ın Allah’ı tanımlarken vurguladığı ilk hususlardan biri tevhittir. Yani yaratıcının tek ve yegâne oluşu, bölünemez birliğidir. Bu husus, her şeyin kaynağının bir olduğu anlayışına varmakta, insanın hem kendi içerisinde hem de kâinatla ilişkisinde bütüncül bir yaklaşıma sahip olmasını zorunlu kılmaktadır. Bir başka ifadeyle her şeyin kaynağının bir olması, her şeyin birbiriyle bağı olduğunun dikkate alınması anlamına gelmektedir. Bu bakış, insanın sorumluluk alanını da genişletmekte, her şeyi Allah’ın yarattığı bilinci, insanın, kendi bedeni de dahil olmak üzere çevresindekilere emanet anlayışıyla yaklaşmasını, gözetmesini ve düzenin sağlıklı işleyişi için sorumluluklarını yerine getirmesini gerekli kılmaktadır.
İslam’ın tevhit anlayışı, insanın Allah’tan başka tanrı edinmesini kabul etmezken, söz konusu Tanrı kavramını sadece yaratıcı bir figür olarak değerlendirmemekte, insanın bizzat kendi iç dinamiklerinden üreteceği benzer figürlere de dikkat çekmektedir. Bunun en önemli örneğini “insanın hevasını ilah edinebileceği” (Furkan 25/43) uyarısıyla ortaya koymaktadır. Bu uyarı insanın düşüncelerini ve davranışlarını yönlendiren temel etkenlerin farkında olunmasının önemine işaret etmektedir. Söz konusu farkındalık insanın hem kendini tanıması hem de fikir, tutum ve davranışlarını etkileyen unsurlar üzerinde düşünmesi zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. Bir başka ifadeyle insanın kendilik bilincine sahip olmasının gerekliliğine işaret etmektedir. İnsanın kendini tanıması düşünce, tutum ve davranışlarının altında yatan sebeplerin farkında olmasına, bu farkındalık ise bu sebepler üzerinde bireyin kontrol sağlamasına zemin hazırlamaktadır. Dolayısıyla insanın kendini kontrol ederek iç disiplinini sağlamasını, tutum ve davranışlarını yeniden şekillendirebilme bilinç ve iradesini desteklemektedir.
Allah inancı Kur’an-ı Kerim’de kişinin bizzat kendisine haksızlık (zulüm) edip etmemesi açısından da bir ahlak problemi olarak vurgulanmaktadır. Buna göre insanın Allah’a inanmaması, Allah’ı inkâr etmesi veya Allah’a şirk koşması, kişinin kendine zulmü olarak ifade edilmektedir (Âl-i İmrân 3/116-117). İnkârın zulüm olarak tanınmasını, insanın yaratılış amacına uygun hareket etmemesi neticesinde potansiyelini geliştirme imkânından kendini mahrum etmesi şeklinde anlamak mümkündür. Zira Allah’ı bilmenin ve O’na inanmanın kendini ve kâinatı doğru tanıma ile ilgili olduğunu ifade eden İslam açısından Allah’ı inkârın kendini inkâr anlamına geldiği söylenebilir. Bu durumda kendini inkâr etmek, insanın kendilik bilincinin gelişememesi, insanın kendine yabancılaşması, sahip bulunduğu potansiyelini varlık amacına uygun olarak geliştirememesi anlamına gelecektir (bk. Haşr 59/19). Dolayısıyla Allah’ı inkâr etmek insanın kendisine yaptığı büyük bir haksızlığa dönüşmektedir.
Allah inancının bir gereği olarak ortaya çıkan ahlak sisteminin bir unsuru da Allah rızası kavramıdır. Bu kavram insanın davranışlarının değerine yönelik bir ölçüt oluşturmaktadır. Buna göre İslam ahlakı açısından Allah rızası gözetilmeden yapılan işler, davranışın değer kazanmasının önünde engel teşkil etmektedir. Zira her şeyi yaratan, amaçlarını tayin eden mutlak varlık olarak Allah’ın rızasının gözetilmesi, varlık amacına uygun hareket etmek anlamına gelmektedir. Aynı zamanda bir bilinç olan Allah rızası kavramı, insanın arzularının ve çevresinin kendi üzerindeki etkisini denetim altında tutmasının gerekliliğine de işaret etmektedir. Bir başka ifadeyle Allah rızası insanın kendini yaratılış amacına göre gerçekleştirmesine yönelik ihtiyaçlarının en üst noktasında bulunan bir değerdir. Zira insanın Allah rızasını gözetmesi, bu rızanın kazanılmasının en önemli vesilelerinden biri olarak hem kendisinin hem de kâinatın yaratılış amacına uygun hareket etmesi anlamına gelmektedir. Bu durum ise insanın yaratılış amacını gerçekleştirmek üzere potansiyelini geliştirmesini gerekli kılmaktadır. Bu değerin hayata geçirilebilmesi, insanın yapıp etmelerinin farkında olması yani kendini tanıması, kendini denetleyebilmesi ile mümkün olabileceği için yine bireyin kendilik bilincinin gelişimine de katkı sağlaması söz konusudur.
Allah rızasını kıstas almak, insanı fiillerinde gösterişten uzak durmak, tevazuyu gözetmekle zorunlu tutmaktadır. Zira Kur’an’da kibir ve gösteriş Allah inancı ve Allah rızası ile bağdaşmayan zaaflar olarak vurgulanmaktadır (Mâûn 107/4-7; İsrâ 17/61; Sâd 38/5-76). Dolayısıyla Allah rızası kavramının eğitim açısından farklı değerlerin kazanılmasına da vesile olacağı söylenebilir.
Bir değer olarak Allah rızası kavramı, sadaka-yı câriye kavramı ile Türk İslam kültüründe çeşme, cami, vakıf, okul gibi çeşitli hayır işlerinin kurumsallaşmasını da beraberinde getirmiştir.
Gazzâlî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Kelâbâzî gibi bazı âlimler tarafından vurgulanan ve tasavvuf kültüründe önemli bir yeri olan “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmaya” yönelik tavsiye, Allah inancının ahlakî yorumlarından biri olarak çok dikkat çekicidir. Zayıf bir hadis olarak da belirtilen bu yorum, Allah’ın ahlakı olup olamayacağı tartışmalarını da beraberinde getirmiş ve eleştirilmiş olmakla birlikte, Allah’ı tanımanın önemli vasıtalarından biri olan sıfatlarını ve isimlerini bilmeyi, bu sıfatlarının ve isimlerinin bazılarının peygamberler özelinde insân-ı kâmilde nasıl tecelli ettiğini anlamayı ve peygamberler örnekliğinde model alınmasını teklif etmektedir. Burada kastedilen Allah’a benzemek değil, O’nun varlık dünyasında ve hayatta tezahür eden isimlerinin ve sıfatlarının iyi tanınması, anlaşılması ve yansıtılmasıdır. Mesela Allah’ın affediciliğinin, cömertliğinin, hakîm yani hikmet sahibi oluşunun, merhametli oluşunun kavranması, birer insan olan ve O’nun eğitiminden geçen peygamberlerdeki yansımalarının örnek alınarak hayata aktarılmasıdır. Dolayısıyla Allah’ın isimleri ve sıfatları bir yandan O’nu tanımanın ve bilmenin, diğer yandan insanın ahlakî gelişimine peygamberler örnekliğinde destek sağlamanın bir yolu olarak algılanmıştır.
Allah inancı, dayandığı esaslar itibariyle İslam sanat anlayışının oluşmasına ve bu alanda çeşitli dalların doğuşuna da zemin hazırlamıştır. Buna göre Allah’ın cisimleştirilmesinin Allah inancı çerçevesinde mümkün olmamasının İslam sanatının soyut temalar üzerine gelişmesinin önemli bir sebebi olduğu söylenebilir. Sanat eserlerinde, mimari süslemelerde soyut temaların ağırlıklı olması bunun en önemli örnekleridir. Halk edebiyatında Allah’ın yüceliğini ve kudretini konu edinen tevhit, münacat, ilahi, semai, türkü, devriye gibi türlerde verilen birçok eser mevcuttur. Allah’ın isimlerini, yüceliğini ve kudretini, O’na yapılan duaları konu alan manzum ve mensur eserlerin, cami ve tekke musikisi olarak iki alanda incelenen Türk dinî musikisinde bazı formların ortaya çıkmasına vesile olduğu da bilinmektedir.
Kaynakça
Ay, Mehmet Emin. “Çocuklara Allah İnancının Öğretiminde Temel İlkeler”. Çocuk ve Medeniyet Dergisi. 6/12 (2021), s. 9-25.
Aydın, Muhammet Şevki. “İslam Ahlak Eğitimi”. İslam Ahlakı: Temel Konular Güncel Yorumlar. Ankara 2014, s. 201-254.
Bayraklı, Bayraktar. Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri. C. I, İstanbul 2001.
a.mlf. Allah Tasavvuru. İstanbul 2016.
Gazzâlî. Ey Oğul (Eyyühe’l-Veled). çev. L. Doğan. İstanbul 1963.
a.mlf. İhyâü Ulûmi’d-Dîn. nşr. Z. el-Irâkī. Beyrut 2005.
Izutsu, Toshihiko. İslâm Düşüncesinde İmân Kavramı. çev. S. Ayaz. İstanbul 2005.
İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, C. II, Beyrut t.y.
İbn Manzûr. Lisânü’l-Arab. C. I, Beyrut 1997.
Karaman, Hayreddin v.dğr. Kur’an Yolu: Türkçe Meâl ve Tefsir. C. I, Ankara 2020.
Kelâbâzî. Bahrü’l-Fevâid el-Meşhûr bi-Meâni’l-Ahbâr. nşr. M. H. İsmail – A. F. el-Mezîdî. Beyrut 1999.
Köylü, Mustafa (ed.). Gelişimsel Basamaklara Göre Din Eğitimi. Ankara 2015.
Topaloğlu, Bekir. “Allah”. DİA. 1989, II, 471-498.
Uludağ, Süleyman. “Halife”. DİA. 1997, XV, 299-300.
Uzun, Mustafa. “Allah (Mûsiki)”. DİA. 1989, II, 500.