Ekonomik Krizlerin Anahtarı | Mustafa İslamoğlu
Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yine aynı başlık üzerinden gidelim dedik. Eksik bıraktığımız bazı temalar vardı. Oradan devam etmek istiyorum. Bu bağlamda ilk sorum yoksulluğun bir teolojisi var mı?
Kur’an’da bu sorunu eğer ele alıyorsa nasıl ele alıyor? Özellikle yoksulluk, servet ve paylaşım konusunda Kur’an’ın temel ilkeleri nelerdir? Yoksulluğun teolojisi var mı?
Evet. Tabii ki yoksulluğun bir teolojisi var. Çünkü din dediğimiz kurum insanlarla ilgili bir kurum. Ekonomi de insanlarla ilgili. Dolayısıyla yoksulluk insanlarla ilgili bir sorun. Hem de çok temel bir sorun. Kur’an’daki peygamber kıssalarında bakıyoruz. Yoksullara, altta kalanlara, ezilenlere yani toplumun seçkinlerinin dışında kalan kesimlere, mağdur kesimlere özel bir önem atfediliyor. Mesela Nuh’a karşı çıkan kavmi, onun mesajına karşı çıkan kavmi, senin yanında toplumun en düşük kesimleri yer alıyor diyor. Onu bununla suçluyor. Demek ki Nuh toplumun ezilen kesimine ses olmuş. Onlara destek olmuş. Onlara moral olmuş. Onlara motivasyon olmuş. Aynı şeyi Salih’te görüyoruz. Aynı şeyi Musa’da görüyoruz. Aynı şeyi diğer nebilerde görüyoruz. Hepsine selam olsun.
Yani bu anlamda Kur’an’da peygamberler tarihi diye geçen asrıda kıssalar, yoksullara göz kulak olan, yoksulların hakkını savunan iyi insanlar tarihi olarak kodlanmalı. İyi insanlar ki o damar bugün de yaşıyor. Bugün de yaşayan damarla bütünleşsin. Tarihte kalmasın. Geçmişte kalmasın. Yoksullara yardımcı olmak, yoksulları tutup kuyudan çıkarmak, yoksulların davasını savunmak, onların mağduriyetlerini gidermek, onların sözcüsü olmak, iyi insan olmak demektir. Ve bu peygamberlikle sınırlandırılamaz. İyi insanlık sınırlandırılamaz. Son insana kadar iyi insanlık damarı yaşayacak. Onun için, bunu peygamberler tarihi olarak kodlamak yanlış. Çünkü onlar örnek gösteriliyor değil mi? Örnek gösterilen insan, kendisine örnek gösterildiği kimse, bak buna bunun gibi yap, bak buna bunun gibi ol demektir değil mi? E ben peygamber olmayacağıma, olamayacağıma göre ne olmalıyım? İyi olmalıyım. O zaman iyilik damarı üzerinde olmalıyım. O zaman iyilik damarı üzerinden kodlamak lazım. Bu bir.
İkincisi, Kur’an’ın en çok, en titizlikle durduğu konu, aslında dayanışma, paylaşma. Ekonomik olarak aslında neye tekabül ediyor? Gelir dağılımı dengesizliğine son verme. Bugünkü ifadesi bu. Gelir dağılımı uçurumuna yol açmama. Onun için bakınız, Ömer İbni Abdülaziz, Emevilerin içinden çıkmış nadir yıldızlardan biridir bu yönetici olarak. Gerçekten model bir insandı. Hz. Ali’nin kendisine ve çocuklarına küfürle başlayan Emevi hutbelerinde bir bölüm vardı. Onu oradan çıkardı ve kendisi oraya bugün hutbelerde okunan ayeti koydu. Bugün hutbelerde okunan Nahl Suresi ayeti. Ne diyordu bu ayetin girişinde? Allah size üç şeyi emreder. Adaleti emreder. Bir numarada adalet. İyiliği emreder. Ve yakınlarla dayanışmayı paylaşır. Bakınız. İster ekonomik sorunlara yani gelir adaletsizliğine, ekonomik krizlere, yoksulluğa, geçim sıkıntısına, açlığa vs. vs. Tüm ekonomik problemlere ister adalet açısından bakın onu emrediyor.
İster iyilik açısından bakın onu emrediyor. İster paylaşma ve dayanışma açısından bakın. Üçü de aslında gelir yine aynı sorunla ilgilenen üç ayrı başlıktır. Bu ayet biliyor musunuz tüm dünyada 1 milyar 700 milyona yaklaşan nüfusuyla Müslümanların yaşadığı her yerdeki mabetlerde her cuma okunur. Her cuma. Yediden yetmişe cumaya gidiyorsa insanlar bu ayeti dinleyerek büyürler. Dinleyerek çocukluktan, gençliğe gençlikten, olgunluğa olgunluktan, yaşlılığa, yaşlılıktan mezara kadar dinlerler. Ama her beldesinde, her şehrinde, her mahallesinde, her köyünde, her kasabasındaki Müslüman mabedinde okunan bu ayetlere 1400 yıldır neredeyse yani işte 1380 yıldır diyelim efendim okunan bu ayete rağmen Müslümanların adalette karnesi nasıl? Sormamız gereken bu. İyilikte karnesi nasıl? Paylaşmada karnesi nasıl? Sormamız gereken bu. Yani her hafta dinlediğiniz bu ayetle, babanızın, dedenizin, onun dedesinin, onun dedesinin yüzyıllar boyunca dinlemenize rağmen hiçbir şeyi değiştirmemiş. Hala adalette sınıfta kalıyorsunuz. Hala iyilikte sınıfta kalıyorsunuz.
Bunun üstüne tekâsür diye bir sure var Kur’an’da. El hâkumü tekâsür. Yani istifciliği kınayan bir sure. Yere çalan bir sure. Yere vuran bir sure. Biriktirme tutkusu, çoğaltma tutkusu sizi helak etti diyor. Biriktirmenin her türü. Ama özellikle de mal biriktirme. Üst üste yığma. Üst üste yığmayı o kadar kınıyor, o kadar yeriyor ki Kur’an. Diyor ki biriktirmeyi çok seviyorsunuz. Malı üst üste yığmayı çok seviyorsunuz. İstifciliği çok seviyorsunuz. Aslında hepiniz istifcilik yapıyorsunuz. Kella. Yok asla bunu yapmayın. Bir sallar ve yıkılır. Bir sallar ve yıkılır. Dolayısıyla üst üste yığmayı lanetleyen ayetler var. İşte. Tekasür suresi baştan sona. O sure tek başına bence yeryüzündeki tüm ekonomik sorunların çözümü için anahtarlar işeriyor.
Meallendirmeme izin verirsenize. Çokluk, biriktirme, çoğaltma, istifcilik tutkusu sizi helaka sürükledi. Ta ki sonunda kabirleri ziyaret bile ettiniz yandaşlarınızı saymak için. Sayıyı yükseltmek için. Onu da servete kattınız. Ölüleri bile rakama eklediniz. Kella. Yok, hayır, yapmayın, durun burada. Eğer yakin bir bilgiyle bilseydiniz böyle yapmazdınız. Bunu yaparken tutuşturduğunuz ateşi görürdünüz. Ateşi tutuşturuyorsunuz. Bir cehennem yapıyorsunuz. Yani biriktirme tutkunuz dünyayı, hayatı cehennem ediyor. Siz dünyayı cehennem ediyorsunuz. Size kendinize cennet yapmak için başkalarına cehennem yapıyorsunuz hayatı. Elbette diyor, tutuşturduğunuz cehennemi görürdünüz. Aynen mota mot çeviri bu. Diyelim ki görmediniz ama bir gün gelecek yakın olarak gözlerinizle bizzat göreceksiniz. O zaman her bir nimetten hesaba çekileceksiniz. Dolayısıyla Allah aşkına bu dünyadaki bu gelir dağıt dengesizliğin, dağılımı dengesizliğinin, ekonomik sorunları, açlığı, yoksulluğu, bir tarafın olanca gücüyle biriktirip hırsla sömürmesi ve semirmesini, öbür tarafın da aç kalmasını, bir tarafın israf ederken öbür tarafın onların israf ettiği lokmaya muhtaç olmasını, bir taraf fazla kilolarıyla başı beladayken öbür taraf yatağa aç girmekle yani karnını doyurmakla, karşı karşıya olmasını hep ilkeler bütünlüğü içinde, bu ilkeler içinde görebilirsiniz.
Onun için Kur’an meseleyle ciğerinden ilgilenmiştir. Direkt ilgilenmiştir. Doğrudan ilgilenmiştir. Ve bir ahlaki problem olarak ele almıştır bunu. İnsanın ahlak sorunu olarak ele almış. Paylaşma meselesinde kurallar getirmiş. İşte zekat dediği müessese, kurum aslında arınmak için verilmesi gereken şeyi vermek anlamına gelir. Evet. Zekat kelimesinin kök anlamından yola çıkarak tam karşılığı budur. Arınmak için verilmesi gereken şeyi paylaşmak. Arınmak için paylaşmaktır. İşte infak. Ne demek? İnfak nifakın zıttıdır Kur’an’a göre. Nifak nedir? Münafıklık, ikiyüzlülük. Yani içi başka, dışı başka olmak. Bir insanın içi ve dışını bilmek istiyorsanız, dışını görüyorsunuz zaten, içini de bilmek istiyorsanız paylaşıp paylaşmadığına bakın diyor. Parayla sınavını verip vermediğine bakın. Parayla sınavını veren adam, adamdır. Para sınavından geçen insan, insandır. Geçemeyense değil. Dolayısıyla onu öyle kodlamış.
Onun için, yani işte Maun Suresi. Yazıklar olsun, hatta hatta bir tık yukarıdan efendim tercüme edersem, lanet olsun o namaz kılanlara, o salat edenlere diyor. Peki niye lanet olsun diyor? Dinsizin namazından bahseden bir sure bu. ا Dinsizin namazı. Ne demek bu? Lanet olsun derken, neye lanet ediyor? Açı doyurmuyor diyor. Yetimi itip kakıyor diyor. Açı doyurmuyor. Yazıklar olsun, lanet olsun o salat edenlere, o namaz kılanlara. Yani dinsizin namazı diyor bunu kodlarken. Peki dinsizin namazı demesinin sebebi ne? Paylaşmaması. İstifçilik yapması. Yoksullara gözü kör olması. Açlara gözü kör olması. Onlara aldırmaması. Aldırmazlık en büyük günahtır. Aldırmazlık en büyük aslında en ağır ölümdür. Niye? Aldırmıyorsunuz. Yani keşke kızsanız, keşke sövseniz bir tepki gösteriyorsunuz. Ama aldırmıyorsunuz. Aldırmadığınız zaman yok sayıyorsunuz. Yok saymak, yok olmanın ön habercisidir. Yok sayanlar yok olurlar.
Yok sayan toplum da, ezilenlerini, açlarını, yoksullarını yok sayan toplumlar da yok olmaya yüz tutarlar. Yok olmaya doğru giderler. Bu onların helak sürecidir. Toplumlar, aslında içerlerinden çatlarlar. Ve o toplumun kıyameti kopar. Onun için Kur’an dönüp dolaşıp bu meseleye getiriyor. Bu soruna getiriyor. İnsanın, yani çok ilginçtir. Şöyle bir alegori yapabilirim. Bir benzetmedir. Mal, insan ve alemlerin Rabbi. Alemlerin Rabbi varlık derecesinin en üstünde. İnsan ortada, mal arkada. Çünkü mal nesnedir. Öyle değil mi? Dünya nesnedir, para nesnedir, servet nesnedir. İnsan öznedir, yaratılmış öznedir. Alemlerin Rabbi de yaratan öznedir, yaratıcı öznedir. Şimdi, eğer insan insana dönerse, bir yanı mala gelir, bir yanı alemlerin Rabbine gelir. İnsan yüzünü mala dönerse, yüzü nesneye gelir, sırtı alemlerin Rabbine gelir. Eğer yüzünü alemlerin Rabbine dönerse, sırtı nesneye gelir. Anlatabiliyor muyum? Yani, nesneye kul olmaz
Nesne onun arkasından gelir. Nesne, tırnak içinde kullanayım, köpeğin kedisi olur. Ama, o ona tapmaya başlarsa, o zaman yer değiştirir özne ile nesne. İnsan malının malı olur. Malım demesinin vurgusu ikidir. Benim malım, ben malım. İkinci vurguya kayar o zaman. Ben malım anlamına gelir. Dolayısıyla, buradan yola çıkarak bu bilinci, ben Kur’an’dan edindim. Bu anlamda, baştan sona Kur’an’ın yoksullukla, efendim, altta kalmışlarla, ezilenlerle, zayıflarla, ekonomik sıkıntılarla ilgilenmesi, insanın insanca yaşamasının temel kriterlerinden birinin, hayatı idame edecek kadar bir ekonomiye sahip olmasıyla mümkün olduğunu Kur’an bize bir veri olarak sunar. Zaten böyledir. Çünkü, asgari bir hayatı idame ettirmeniz, ekonominizle alakalı bir şeydir. Gıda almadan yaşayamazsınız. Eğer karnınız açsa, sizin için inanç bile lüks olur. Anlatabiliyor muyum? Çünkü ölünün inancı olmaz. Açsanız eğer, gözünüz hiçbir şeyi görmez. Çünkü aklınız çalışmaz. Aklınız çalışmıyorsa zaten mükellef değilsiniz, sorumlu değilsiniz.
Aklı olmayanın dini de yoktur. O nedenle, nereden bakarsanız bakın, yani, eğer insanın ekonomisiyle ilgilenmiyorsa, yoksullukla ilgilenmiyorsa, altta kalmışlarla ilgilenmiyorsa, yetimlerle ilgilenmiyorsa, zayıflarla ilgilenmiyorsa, borçlularla ilgilenmiyorsa, veyahutta, yani günlük geçimini, yiyeceğini bile elde etmekte zorlanan insan, derdiyle dertlenmiyorsa, o kitabın hayatla alakası yoktur. O geldiği yere geri gidebilir. Onun için ben mealimin ismini, hayat kitabı koydum. Hayat kitabı.
Hocam peki, Kur’an’ın zenginlik veya fakirlik üzerine bir normatif değer atfetmesi veya bir kıyas yapması söz konusu mu? Yani daha mı övüyor birini veya yüceltiyor veya alçaltıyor?
Hayır. Kur’an bu anlamda fakirizmi övmez. Fakirliği övmediği gibi, aksine efendim, fakirliği içinden çıkılması gereken bir efendim, sınav olarak görür. Ama bunun mutlaka aşılması gerektiğini öngörür ki, varsıla, paylaş ki fakirlikten kurtulsun der. Kurtulunması gereken bir durumdur. Bir illettir. Anlatabiliyor muyum? Fakirlik bir illettir. Bir hastalık gibi. Gibi diyorum zaten, hastalık değil. Dolayısıyla, yani kendi istediği için kimse fakir olmazsa, fakirlik özlenen bir şey de değil. İstenen bir şey de. En azından, Kur’an’ın bize vaz ettiği dinde, fakirlik övülen bir şey değil. Hint dinlerinde öyle bir durum olmuş. Geçmişte olmuş. Şimdi maşallah, Hint rahipleri, Budist rahipler, Hindu rahipler falan, ooo, efendim, onların içinden de iyice azgınlıklar, sapkınlıklar, şunlar, bunlar. Ama efendim, bir dönem Uzak Doğu dinlerinde, bu fakirlik övülen bir şey. İşte bir pirinç tanesiyle bir gün yaşamak, fakirizm övülecek bir şey değil. Hatta, hatta, ikinci halife Ömer, eğer fakirlik insan olsaydı, onu öldürürdüm diyor. Yani bu bir, tabii ki, benzetme. Yani, ne demek bu? Sözü, aslında bir, Arap meseli darbı meselidir. Ama hadis diye nakledilir. Hadis diye nakledilmesine gerek yok. Dümdüz, dosdoğru, dümdük bir sözdür bu. Nedir?
Fakirlik neredeyse küfür olacaktı. Küfür, küfür olacaktı. Yani, fakir, haşa, kafirdir falan diyen yok. Bunu, saçmalar bunu söyleyen. Böyle bir şey yok ortada. Ama, fakirlik, bir insanı, her şeyden, ama, her şeyden alıkoyar. Fakirin, kültüre ulaşacak, şey yoktur. Gıdaya ulaşamayan, bilgiye ulaşamaz. Bilgiye ulaşamayan, doğru inanca da ulaşamaz. Doğru inanca ulaşamayandan, doğru iman bekleyemezsiniz ki. Doğru bir, amel bekleyemezsiniz. Dolayısıyla, ibadet için bile, insanın dermanı lazım. Derman olmayanın, eğilmeye, kalkmaya, secdeye bile varamaz. Ne yapacak? Belini doğrultacak, bir derman olması lazım. Derman için de, beslenmesi lazım. Sağlıklı olması lazım. Ayağa kalkabilmesi lazım. Omurgasını dik tutabilmesi lazım. Günlük iaşesini temin etmesi lazım. Başkasına muhtaç olmaması lazım. Peki, bütün bunlar, aslında, bize verilen o öğretinin, parçaları. Yani, fakirlik övülmüyor. Fakirlik kurtulunması gereken bir şey olarak görülüyor ki, varsıllara zekat gibi, sadaka gibi, infak gibi bir görev yüklenmiş. Bu görevlerin sebebi, yoksulluğu öldürmektir.
Yoksulluğu öldürmek. Yoksulluğu yok etmek üzerine, planlanması lazım. Mü’min biri, eğer bir planlama yapacaksa, eğer inanan, gerçekten alemlerin Rabbine inanan biri, yönetimle ilgili, iktisadı, efendim, iktisadi bir takım kurallar koymakla ilgili, bir yükümlülü, bir sorumluluğu, bir mükellefiyeti varsa, bunun hedefi, yoksulluğu öldürmek olmalıdır.
Yoksulluk döngüsü demiştiniz.
Yoksulluk döngüsü, ancak böyle kırılır. Yoksa nedir? Hani, öyle demişti ya, efendim, bir, eee, aktivist, Orta Amerikalı, biz istiyoruz ki, yok edilmiş yoksulluk olsun, siz ise, doyurulmuş yoksullar olsun. Yani, siz yoksulluğun devam etmesini, ama yoksullara bir şeyler verelim. Biz ise, yoksulluğun yok olmasını istiyoruz. Bugün, zekat vermekle mükellef olan Müslümanların zihniyeti, yoksullarımız bitmesin. Biz kendimizi, çoğumuzdan azını sadaka olarak vererek, kendimizi tatmin edelim. Kendimizi, nefsimizi okşayalım. Kendimize aferin çekelim. Yani, atıklarımızı onların önüne dökerek, atacaklarımızı onlara vererek, çoğumuzdan çok küçük bir kısmı onlara vererek, kendimizi iyi hissedelim.
Tatmin olalım. İstiyorlar. Onun için, yoksulluğu tüketmekle ilgili bir dertleri yok. Yoksulluğu bitirmekle ilgili bir projeleri de yok. Anlatabiliyor muyum? Genel itibariyle söylüyorum. E, benim gibi düşünenler yok mu? Var tabii. Var tabii. Hatta, çok güzel işler başaranlar da var. Bunların içinden, Müslümanların içinden çıkan insanlar olduğu gibi, gayrimüslimler de daha çok çıkıyor. Onlar yoksulluğun tamamını yok etmeyi planlamak istiyorlar. Onu gördüm. Efendim, bu noktada, bir takım ekonomik tezler var. Ama mesela, Müslüman dünyasının içinden çıkmış bir adam var ki, her türlü alkışı hak ediyor. Muhammed Yunus. Mikrokredi projesinin sahibi. Bu yüzden, bu projeden dolayı Nobel ödülü aldı. Ve şu anda, bir ülkenin devlet başkanı oldu. Helal olsun o ülkeye böyle bir adamı, layık oldukları yere getirdikleri için. Mikrokrediyle, yüz binlerce, belki milyonlara dokundu bu adam. Ev kadınlarına küçük küçük kredi, verilmesini sağladı. Böyle bir proje yürüttü.
Bunu Bangladeş’te yaptı. Bunu Hindistan’da yaptı. Bunu efendim Pakistan’da yaptı. Şu anda Bangladeş devlet başkanı. Muhammed Yunus. Yani, o kadar çok insana dokundu ki, bir ekmekle yaşayan insanların evlerine, yaşam standardının orta halli, kendi kendine yeten, yüzü gülen, mutlu insanların evlerine, evine dönüştürdüğü, mahalleler kurdu, şehirler kurdu. Dolayısıyla, kendini bu işe vakfetmişti. Ekonomisti, işi bilendi.
Ekonomi kelimesine de hakkını vermiş.
Aynen öyle. Dolayısıyla, bunları yapan insanlar çoğalsın. Ama efendim, bakıyoruz, Müslüman coğrafyasına, yani, gerçekten uçurum var. Varsıllarla, yoksullar arasında, yerle gök arasındaki fark kadar fark var. Görmüyor bile. Yoksulluğu gözünün görme alanının dışına çıkarmış. Rahatsız ediyor. Tıpkı mezarları görme alanının dışına çıkarınca, ölümden kurtulacağını zannedenler gibi. Yoksulluğu görme alanının dışına çıkarınca, yoksulluktan veya yoksullardan kurtulduğunu zannetmek de, böyle bir şey işte. Onun için, eğer yeryüzünde, biri açlıktan ölüyorsa, yeryüzündeki her tok bundan sorumludur.
Ömer dönemi için anlatılır, 2.Halife döneminde. Aç gençler, bir hayvanı, çalmışlar, götürmüşler, kesmişler, oturmuşlar, yemişler. Mevzu, Ömer’e getiriliyor. Ömer’in ilk yaptığı şey, gençleri hiç suçlamak değil. Önce hallerini soruyor. Niye çaldınız? Açtık. Ne yaptınız? Kestik, yedik. Doyduk yani. Haa öyle mi? Bunlar kimin evladı veya kimin efendim işte, hizmetlisi, çalışanı, kölesi, çağırmıyor. Çağırıyor. Onlardan sorumlu olan insanları. Bunları niye aç bıraktınız? Eğer bir daha böyle bir olay vuku bulursa, hırsızlık cezasını size yazarım. Dolayısıyla sorumluluk budur. Eğer bir mahallede bir insan açlıktan ölürse, o insanın diyetini o mahalledeki herkes öder. Anlatabiliyor muyum? Yani herkes sorumlu demektir. Onun için, dünyamızda eğer açlıktan, yoksulluktan ki şu anda efendim dünyamızı düşünmekten çok ülkemizi düşünür duruma geldik. Çünkü açlık yoktu, yoksulluk vardı. Fakat şimdi açlık da var. Hatta açlıktan canına kıyan insanlar var. Hatta açlıktan efendim sağlığını bozulup, sağlığı bozulup ölen insanlar var.
Dolayısıyla bu hepimize bir sorumluluk yüklüyor. Ve inandığınız değerler size bunu söylüyor. Onun için açlığı, yoksulluğu kimse övmesin. Ekmek yiyin diyerek hakaret de etmesin. Hakaret etmesin. Yani size ballar börekler, yoksullara ekmek. Öyle mi? Ki bazen ekmeğe bile ulaşacak maddi gelire sahip değil. Ona ne öneriyorsun? Taş mı yesin? Taş bulamıyor mu diyeceksin. Bu vicdansızlıkla oraya da gider. Onu da değer. Onun için bu anlamda Kur’an’ın meseleye bakışı bu. Yani Varsılı ölmüyor, yoksulu yermiyor, ama yoksulluğu yok etmek için kendince bir sistem kurmuş. Asıl, asıl Kur’an’a bakıp da oradan örnek alan, ibret alan, ders alan birine düşen şey şu. Kur’an’ın o günün şartlarında uyguladığı bu şeyleri mod a mod birebir uygulaması da gerekmiyor.
Ama Kur’an’ın, ben maksatçıyım diyorum, Kur’an’ın amacını gözetmesi gerekiyor. Amacı ne? Bununla amacı ne? Zekatla amacı ne? İnfakla amacı ne? Yani amacı yoksulluğu bitirmek. Yoksulluğu bitirmek. O zaman bu amacı gerçekleştirmek için kendimiz yeni yöntemler bulabiliriz. Kur’an bunu destekliyor. Bunu diyor aslında. Yeni yöntemler, modern yöntemler, gelişmiş yöntemler. Çünkü Kur’an’ın bu kuralları koyduğu dönemde ulaştığı yerler sınırlı. Bugünün imkanları o gün yok. Bugün bildiğimiz birçok şey o gün bilinmiyor. O coğrafyadaki zaten üretim belli. Üretim çarkı belli. Üretim efendim, üreten kesimler belli. Neyin üretildiği belli. Çok sınırlı şeyler bunlar. Ama bugün küresel ölçekte bir ekonomi var. Ekonomi artık global. Bölgesel diye bir şey yok. Yerli ve milli olamaz ekonomi. Onun için yerli ve milli olan her şey mutlaka bitli bakla olur. Çünkü değerler evrenseldir. Maruf ve münker. Yani evrensel doğrular, evrensel yanlışlar. Ve bunlar insanın vicdanında kodlanmıştır. Fıtratında yazılıdır. İçinizdeki Kur’an’da yazılıdır. Herkesin ama.
Sekiz milyarın içinde bir Kur’an vardır. Ona fıtrat diyoruz, ona vicdan diyoruz. Dolayısıyla yani adı Hasan olması nüfus cüzdanında dini İslam’dır yazması gerekmiyor. Anlatabiliyor muyum? Küçüğünde, doğduğunda kulağına ezan okunması falan gerekmiyor. Yani bu prosedürlere falan gerek yok. Ne gerekiyor? İnsan olması yetiyor. İnsan olması. Yani adı Hans da olabilir. Adı Meryem olması gerekmiyor. Mary de olabilir. Anlatabiliyor muyum? Yeter ki içindeki o fıtratından gelen, o yaratılışından gelen o sesi susturmasın. Evrensel doğrulara ittiba etsin, uysun. Evrensel yanlışlardan kaçınsın. Allah onun karşılığını mutlaka verecek. Benim iman ettiğim Allah böyle bir Allah’tır.
Hocam hemen buradan bağlayarak devam edeyim. Yoksulluk sorununun çözümüne dair Kur’an’ın yöneticilere, kamu malı emanetçilerine, varsıllara, yoksullara, tüketicilere, istifçilere, israfçılara, yolsuzluk yapanlara, hak yiyenlere kullandığı bir kavram veya o prototipi tanımladığı bir örnek var mı? Olumluyu söyledik. Biraz da olumsuz örnekleri öne çıkartıyorum. Onu da konuşmak isterim.
Var da o kadar çok şey saydınız ki şimdi ben hangisini aklımda tutayım onu bilemiyorum. Yoksulluğa sebep olan kişilere zaten açıkça söylüyor. Açıkça uyarıyor. Açıkça onları tehdit ediyor. Anlatabiliyor muyum? Yani aslında bir toplumsal helakin müsebbipleri olarak onları gösteriyor. Kur’an’ın parmağı yoksulluğa sebep olan, gelir dağılımı dengesizliğine sebep olan ve efendim haksız yere kazanan, hakkı olmayan şeyleri alan, başkasının elindekilere göz diken ve efendim yolsuzlukla, hırsızlıkla, arsızlıkla, hakkı olmayan şeylere el uzatan ve servet yiyen insanları Kur’an direkt hedef gösteriyor. İnsanlık düşmanı olarak hedef gösteriyor. Aslında onları tehdit ettiği ayetlerde onları diyor ki siz bütün bu sebeplerin, sonuçların sebebi sizsiniz. Eğer siz bu haksızlıkları yapmasaydınız bu fakirler bu kadar fakir olmayacaktı. Bu açlar aç kalmayacaktı. Bu insanlar sürülmeyecekti. Şu insanlar ölmeyecekti. Çocuklar, bebekler yatağa aç girmeyecekti. Vesair vesair.
O zaman herkes herkes böyle bir toplumu oluşturmak için üstüne düşeni yapacak. Yani Kur’an gulûl der yolsuzluğa. Kur’an’da bir kavram var. Kur’anî bir kavram. Gulûl; kim yolsuzluk yaptı yani kamu malına el uzattı, kamu malını iç etti onu Kur’an çok ciddi manada afişe eder. Ve ilahi ceza ile tehdit eder. Aslında neye inanıyor olursanız olun haram haindir, helal sadıktır. Başkasının hakkını yiyen mutlaka kusar onu. Bir biçimde çıkar. Dolayısıyla ben buna inanıyorum. İnandığım şeyin ne kadar gerçekleştiğini de gördüm. E ama falanca da çıkmadı. Ne biliyorsunuz? Ne biliyorsunuz? İç dünyasına hiç girdiniz mi? Evinin içine hiç girdiniz mi? Yani onun kendi özel dünyası içerisinde o haramdan, o hak yiyişinden dolayı huzurunu kaybettiğini siz göremiyorsanız, uykularını kaybettiğini, vicdanını kaybetmesi ona bela olarak mesela yeter mi?
Kur’an’ın bu meselede mesela efendim ”Mutaffifin Suresi” Efendim Yazıklar olsun yolsuzluk yapanlara anlamına da gelir. Evet. Tatfif. Yolsuzluğu kapsar. Ayete bakın. Yani diyor ki verirken efendim dar kapı alırken bol kapı. Bol kepçe. Verirken yani kaşıkla verip sapıyla gözünü çıkarıyor. Deyimini hatırlatırcasına. Onun için yani böyle mesela bir ahlaki zaafa dikkat çekmiş ve yazıklar olsun, lanet olsun diye başlıyor sure. Bu anlamda.
Yine efendim Kur’an’da birbirinizin malını bir gayri hakkın yemeği yani yani bir başkasının hakkına, hukukuna girmeyi bizatihi ateş yemek olarak niteleyen başka ayetler var. Ateş yemek olarak niteleyen. Yani insan ateş yer mi? O bunun yani ancak yoruma tabi tutacağız. Bu bir mecaz. Sembolik dil. Bu sembolik dilde bir insan ki helal sadıktır, haram haindir demem bu yüzden yani ateş oluyor gerçekten
Nasıl oluyor ateş? Sizde olmazsa evladınızda oluyor. Toplumda oluyor. Toplumda bir cehennem tutuşturmuş oluyorsunuz. Tutuşturduğunuz cehennem geliyor bir gün size, sizin biriktirdiklerinizi, sizin neslinizi yakıyor ve kül ediyor. Yani özetle bütün o saydığınız sorumlular ki her biri gelir dağılımı dengesizliği fakirlik, yoksulluk, açlık vs. bütün bunlara sebep olan herkes geliyor bedelini bir gün ödüyor. Yani toplumsal altüst oluşlar da bunun örneği mesela. İşte sosyal devlet anlayışı bunun için çıkmış. Muhteşem bir anlayış gerçekten. Sosyal devlet anlayışının teolojik bir karşılığı da olmuş. Orta Amerika özellikle Latin Amerika’da Latin Amerika kiliselerinde özgürlük kilisesi diye bir akım başladı mesela. Özellikle papazlar yoksulların yoksulluğuyla ilgilendiler. Vaaz vermediler. Vaazı bıraktılar. Mahalledeki yoksulların elinden tuttular. Bu bir akıma dönüştü mesela Latin Amerika’da. Yani şu anda son gelinen durum nedir bilmiyorum. Ama iş yozlaşmaya açık olduğu için çünkü temelinde yozlaşma var.
Çünkü bu meseleye çözüm üretiyorsanız öncelikle şunu bileceksiniz. Bu ahlaki bir meseledir. Ahlak ile ilgili bir meseledir. Yani bir insanın dininin olması vicdanını da garantilemiyor. Dini olup vicdanı olmayan bir yığın tiple karşılaşıyoruz. Bir insanın dininin olması ahlakının da olduğunu garantilemiyor. Onun için şu doğru efendim din için ahlak zorunlu fakat ahlak için din zorunlu değil. Çünkü dini olan herkeste ahlakı göremiyorsunuz. Dini olan herkeste vicdanı göremiyorsunuz. Göremediğimizini ne yapalım, nereye koyalım? Tersi de geçerli oluyor. Yani bu anlamda tüm sorumlular sorumluluğu kadar mesuldürler ve çözümün bir parçası olmaları için ne gerekiyorsa bence tepeden tırnağa, yukarıdan aşağıya, ister yasal olarak, ister etik olarak, ahlaki olarak, ister politik olarak, ister kanun ve nizam ve tüzük ve yönetmelik olarak, yani yukarıdan aşağıya toplum isterse sivil toplum olarak isterse toplumun tüm kesimlerini oluşturan halk, bütün bir halk bütün bir ülke insanı olarak herkes rol almalı.
Toplumdaki bu problemi çözmek için bana ne düşüyor? Benim üstüme ne düşüyor? Herkes bunu sormalı ve mutlaka herkesin yaptığı yapacağı bir şey vardır. Hiç kimse her işe yaramaz ama herkes bir işe yarar derim her zaman. Bu meselede de öyle. Yani ekonomik problemin ekonomik krizin çözülmesi yoksulluğun tedavi olması yoksulların, açların yoksulluktan ve açlıktan kurtulması için herkesin yapacağı bir şey vardır. Herkes elini mi, parmağını mı kolunu mu, dirseğini mi başını mı, yüreğini mi taşın altına koyar onu kendisi bilir. Ama herkes bir şey kaldırsa bir yük kaldırsa bu yükü kaldırabiliriz. Bu yükü halledebiliriz. Ama burada şu da bir gerçek ki ilk varlığını taşın altına koyması gerekenler bu ülkeyi yönetenlerdir. Çünkü sorumluluk doğrudan onlarındır. Onların yapacağı işi halk yapamaz. Onların yapacağı işi ben nasıl yapayım? Onların bozduğunu hangimiz düzeltebiliriz ki? Onların açtığı gedikleri, açtığı o büyük yırtıkları hangimiz yamayabiliriz ki?
Cep delikse eğer koyduğunuz düşüyor demektir. Öncelikle cebin deliğini dikmek lazım. Cebin deliğini dikmeden cebe koymak aslında kaybetmek demektir. Yok etmek demektir. Onun için cebin deliğini dikmeden cepte bir şey birikmez. Bu anlamda yöneticiler öncelikle ekonomiyi olması gerektiği gibi uluslararası standartlarında gösterdiği gibi refah toplumunu elde etmek, refah toplumunu gerçekleştirmek için bugüne kadar insanlık tecrübesi neyi ortaya koymuşsa onu yapacaklar. Başka çaresi yok.
Yerli ve milli matematik olmaz. Yerli ve milli kimya olmaz. Yerli ve milli biyoloji de olmaz. Bunlar olmayacağına göre yerli ve milli diyerek memleketin ekonomisini berbat etmenin alemi yok.
Evet. Şuna da cevap oldu. Onu soracaktım. Bu krize neden olanlar bu günahtan nasıl tövbe edebilirler veya bunun kefareti var mı? Ama orada kefarette de eşit olunmayacağını ve ilk elini taşın altına koyması gerekenleri söylediniz.
Kim ne kadar sorumluysa o kadar günahkardır. Kim ne kadar günahkarsa ödeyeceği bedel de o kadar büyüktür. Dolayısıyla bir günahın kefareti o günahın sonuçlarını ortadan kaldırmaktır. Tövbe ya Rabbi demek değildir. Tövbe estağfurullah demekle tövbe edilmez. Peki ne yapılır? Sebep olduğu o felaketin sonuçlarını ortadan kaldırıp o sebepleri düzeltip o sonuçların doğrularını elde etmek. Yani girdileri doğru yapıp çıktıların da doğru olmasına çalışmakla mümkündür. Kötülüğü elle yapıp efendim özrü dille dilemek olmaz. Evet.
Son olarak hocam işte siyaset, ekonomi gibi mevzular açınca bazı yorumlar ve tepkiler alıyoruz sizin konuşmanızdan rahatsız olan da bir kesim var. İşte hocalar siyaset, ekonomi, politika konuşmamalı gibi veya işte ah suya sabuna dokunmadan yine böyle üstün körü konuştu gibi. Hocalar siyaset konuşamaz mı? Bu bir ek sorum olsun.
Hocalar insandır. Hocalar bu toplumun bir parçasıdır. Hocalar da bu dertten muzdariptir. Bu toplumun sorunlarından en çok en çok yaralanan hocalar olmalıdır. Çünkü hocalar öncü ve önder makamındadır. Yani toplumun bacasıdır bacası. Eğer toplum yanıyorsa dumanı o bacadan çıkmalıdır. Eğer hocalar susuyorsa, bir toplumun hocaları dilsiz şeytan olmuşsa şeytana gerek mi var? Şeytan kimdir sorusunun cevabı artık bellidir. Onun için eğer doğruyu söyleyene siyaset yapma diyorsanız siz aslında yalanı istiyorsunuz, Siz yalancı arıyorsunuz demektir. Doğrunun adı siyaset değildir. Doğrunun adı hakikattir. Şunu doğru itiraf et. Söyle adlı adınca söyle. Senin doğrundan ben rahatsız oluyorum. Niye? Benim kampım, benim siyasi partim, benim iktidarım, benim ait olduğum kitle böyle. Çünkü bunun sebepleri biziz demektir. Bu gizli bir itiraftır aslında. Senin dile getirdiğin bu doğrular yani şikayet ettiğin bu sonuçları biz yaptık. Onun için bizim yaptığımızı yüzümüze vurmandan rahatsızız. Söylemeyin. Bizim yaptığımız bu kötülükleri hiç dile getirmeyin. Bunu söylemek siyaset değil. Bunu söylemek hayattır. Bizzatihi sorumluluktur. Biz insanız.
İçinde yaşadığımız topluma karşı duyarlıyız ve sorumluyuz. Bu sorumluluğumuzu yerine getirmezsek dünya ve ahirette hesabımız çok güç olur. Onun için mutlaka söylemek lazım. Başka bir şeyimiz yok. Sözümüzden başka elimizde bir imkanımız yok. Yönetim erki içinde değiliz ki şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın diyelim. O zaman söyleyeceğiz. Doğru yapın siz de. Doğru yapın, alkışlayalım. İyi yapın, alkışlayalım. Dürüst yapın, alkışlayalım. Yoksulluğu bitirin, alkışlayalım. Memleket hazinesine sahip çıkın, alkışlayalım. Beytülmale, milletin malına el uzatanların elini kesin. Yani oradan kesin. Hırsızın elini milletin malının üstünden kesin, alkışlayalım.
Yaptığınızda alkışlamadık mı?
Dolayısıyla kimse bize susur, oturun, yani arpacı kumrusu olun demesin. İnsanız, bacayız. Toplum yanıyor. Dumanı da bizden tütecek. Evet.
Şimdi de hoca hırsızın elini kesin dedi.
Hayır, hırsızın elini kesimden ben hiç öyle anlamadım ve anlatmadım. Kur’an’ın amacı da o değil. Bunu defaatle izah ettim. Tefsirlerimde izah ettim. Mealimde izah ettim. Oradaki kesmek el kesmek değil. Oradaki kesmek başkasının malına elin uzanmasına engel olmaktır.
Çok güzel oldu. Teşekkür ediyoruz hocam. Ağzınıza sağlık. İki bölümlük, verimli, güzel bir program yapmış olduk. Umarım izleyiciler de istifade eder. Teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ederim.