Anlam ve Özgürlük – İbrahim Kalın
Hocam hoş geldiniz tekrar.
Hoş bulduk.
Son yaptığımız programda insanın özgür olması ne demek bahsini biraz konuşmuştuk. Hatta Necip Fazıl’dan hürriyet nerede söyleyeyim hakka esaret halkasında diye atıfta bulunmuştuk. Ama hürriyet insanın her istediğini yapabilmesi demek midir? Ya da bir şeye köle olarak insan nasıl hür olabilir? Bununla başlayalım mı?
Şimdi modern felsefede siyaset düşüncesinde özgürlükle ilgili iki temel tanım hep tartışıla gelmiştir. Birisi negatif özgürlük anlayışı. Buna göre insanın bir şeyi yapabilme imkanının önündeki engellerin kaldırılmasıdır özgürlük. Mesela benim buradan falanca yere gidebilme yani seyahat özgürlüğüm aslında özü itibariyle seyahat etme imkanımın, özgürlüğümün önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Üniversitede okumak istiyorum. Bununla ilgili engellerin ortadan kaldırılması. Bu minimum özgürlük tanımıdır. Isaiah Berlin gibi batılı düşünürler bunu negatif özgürlük olarak tanımlamışlardır. Bir araya girebilir miyim?
Cemil Meriç okurken ben bu çileyi çok çekerdim.
Kitabı okudum. Okursunuz fakat o kitaptaki bir sayfayı anlamanız için 30 kitap daha okumanız icap eder. Şimdi siz anlatıyorsunuz. Ben programa gelen yorumları da biraz biliyorum. Sanki hepimiz biliyormuş gibi bazı isimler telaffuz ediyorsunuz, bazı terimler telaffuz ediyorsunuz. Şimdi izleyenler bana hak verecekler. Mesela Isaiah Berlin. Sanki hepimiz biliyoruz. Halbuki biz tanımıyoruz kendilerini.
Bilmemize vesile olsun inşallah. İnşallah. Devam edelim. Önemli bir düşünce tarihçisidir kendisi. Şimdi bu minimum bir özgürlük tanımıdır. Yani başkasının özgürlük alanına girmediğin müddetçe yapmak istediğin şeyleri yapmakta hür olman özgürlüktür. Fakat özgürlük tabi sadece bundan ibaret değil. Çünkü ben mesela buradan falanca yere niye gitmek istiyorum? Üniversitede neden okumak istiyorum? Neden mühendislik değil de tıp okumak istiyorum sorusunun cevabı da bize pozitif özgürlük kavramını verir. Yani kendimi nerede, ne şekilde okumak istiyorum? Ne şekilde gerçekleştirmek istiyorum? Bunu yaparken önümdeki engellerin kalkması ve bunu yapabilmek için benim ortaya bir irade koymam, fedakarlıklarda bulunmam da pozitif özgürlük kavramını bize verir. Yani bir hedefe doğru yürüyerek kendini gerçekleştirme ameliyası, serüveni özgürlük olarak da pozitif özgürlük olarak tanımlanabilir.
Şimdi burada özgürlük ile anlam arasında bir ilişki, bir ilişki var. Hegel diyordu ki gelenek insanlara anlamlı bir hayat önerir, modernite ise özgürlük teklif eder. Ve bu ikisini telif etmek mümkün değildir. Gelenek insanlara sana ben bir anlamlı hayat teklif ediyorum, hayatında anlam olacak, anlamla birlikte mutluluk olacak, tatmin olacak, itminan olacak. Ama bunu gerçekleştirmek için belli özgürlüklerden fedakarlıkta bulunacaksın. Şunları yapabilirsin, bunları yapamazsın diyeceğim sana. Modernite ise insana özgürlük vaat eder ve özgürlüğü insanın tercih yapabilme imkan ve kabiliyeti olarak tanımlar.
Sana, istediğin alanda ve konuda tercih yapma imkanlarını sunuyorum, bu tercihleri yaparken sen özgürsün ve ben senin yaptığın tercihlerle ilgili herhangi bir yargıda, hükümde bulunmuyorum. Neyi tercih ettiğin beni ilgilendirmiyor. Dindar olmak istiyorsan olabilirsin, dinsiz olmak istiyorsan olabilirsin, kapitalist olmak istiyorsan olabilirsin, sosyal adaletçi olmak istiyorsan olabilirsin. Bütün bu tercihleri senin önüne koyuyorum. Yaptığın tercihle ilgili bir ahlaki yargıda, hükümde bulunmuyorum. Modernitenin en büyük vaadi budur. Hegel bu dikotomiyi, bu çatışmayı gelenek ile modernite arasındaki temel çatışma alanlarından birisi olarak ortaya koymuş idi. Weber vesaire de bunu devam ettirir, bu tartışmayı devam ettirir. Buradaki temel soru şudur. Özgürlüklerimizden vazgeçmeden anlamlı bir hayat yaşayabilir miyiz? Hayatımızda anlamın olması için illa da özgürlüklerimizden feragat etmek zorunda mıyız? Elbette anlamlı bir hayat yaşamak demek insanın belli bir hedefe doğru bir plan program yapması, o anlamı kendi hayatında gerçekleştirmesi demektir.
Örneğin ben bir tıp doktoru olmak istiyorum ve insanlara bu şekilde hizmet etmek istiyorum. Kendime böyle bir hedef çizdim. Bunu gerçekleştirebilmek için ben belli fedakarlıklar yapmak zorundayım. Tıp fakültesinde okuyacağım. Dolayısıyla mesela seyahat etmeyeceğim, gezmeyeceğim. Derslerime odaklanacağım. Yaklaşık 8 yıllık, 10 yıllık bir tıp eğitiminden sonra doktor olarak artık şeye başlayacağım. Dolayısıyla hayatımın bir 10 yılını, en az 10 yılını bu işe, eğitimine vereceğim. Ve başka fedakarlıklar yapacağım. Doktor olduktan sonra da işte gece vardiyası olacak, çalışacağım, risk alacağım. Örneğin şu anda işte salgın döneminde mesela birçok sağlık çalışanını da kaybettik. O tehlikenin bizatihi ortasında çalışacağım. Bir fedakarlıkta bulunuyorum aslında. Yani özgürlüğümden, zevklerimden, keyif alabileceğim başka şeylerden. Bunları niye yapıyorum? Çünkü ben bir tıp doktoru olarak, bir tabip olarak insanlara hizmet etmeyi anlamlı bir hedef olarak önüme koydum. Bunun için belli fedakarlıklarda bulunuyorum.
Bizim gelenek açısından baktığınızda bu dikotomi sahte bir dikotomidir. İnsan özgür kalarak da hayatında anlam inşa edebilir, anlamlı bir hayat yaşayabilir. Bunun için anlamı doğru yere koymak gerekiyor. Hayatın anlamını kendimden aşağıda şeylerde bulursam benim özgür olmam mümkün değildir. Hayatın anlamını mertebe olarak yüksek, benim üstümde birtakım hakikatlerde, ilkelerde, varlıklarda, bir davada, bir inançlarda, arıyorsam o zaman benim özgürleşmem anlamla birlikte mümkün hale gelir. İnsanın özgürleşmesi kendinden aşağı mertebede olan varlıklardan yukarı olan varlıklara doğru seyahat etmesi, yolculuk etmesi, yürümesi ile ilgili bir süreci ifade eder. O yüzden bunu yaparken ben özgürleşebilirim. Şimdi mesela modern kulaklara, zihinlerimize Allah’a kul olmak biraz ağır bir ifade gibi geliyor. Yani körü körüne bağlanmak, kul köle olmak. Yani modern insan özgür, hür, önünde sayısız tercih var. Niye bütün bunlardan vazgeçip gidip bir varlığa bağlansın? Zevklerinden feragat edecek, özgürlüklerinden feragat edecek.
Niye yapacak bunu? Çünkü modern yaşam biçimi bize ne istiyorsan onu ol. İstediğin olabilirsin. İstediğini yapabilirsin diyor. Ama hayatın pratiği aslında çok farklı. Bize, kulağımıza istediğini yapabilirsin fısıldanıyor ama realitenin hiç öyle olmadığını biliyoruz. İstediğin kadar tercih var önünde dediği şeylerin hepsi modern kapitalizmin üretip önümüze koyduğu birer tüketim malzemesi. Coca Cola’yı mı tercih edeceksin, Pepsi Cola’yı mı? Mesele geliyor, buraya dayanıyor. Şu markayı mı satın alacaksın, bu markayı mı? Satın almama opsiyonunu vermiyor sana. Birinden birini satın alacaksın. Ama bunu öyle bir anlatıyor ki bize, öyle perdeli bir dille anlatıyor ki biz bunun farkında bile olmuyoruz. Dolayısıyla giderek farklı bağımlılık ve kölelik ilişkileri içerisinde hayatımızı yaşamaya başlıyoruz. Farkında olmadan kendimizin, kendi elimizle ürettiğimiz, kendimizden aşağıda olan şeylere, nesnelere, pratiklere aslında kul köle olmaya başlıyoruz. Alışkanlık diyoruz, hobi diyoruz, ben buna bağlandım diyoruz, çok sevdim diyoruz, hayranı oldum, fanı oldum. vesaire diyoruz. Aslında bütün bunlar farklı kulluk ve kölelik ilişkileri geliştiriyor. Çünkü artık senin zihnini, senin tercihlerini, senin hayatını belirleyen bir yaşam alanı haline geliyor bu. Allah’a kul köle olmak ise aslında insanın bu dünyada Allah’tan başka hiçbir şeye muhtaç olmadığın idrakine varması demek. Ve bu muazzam bir özgürlük. Allah’tan başka hiç kimseye benim ihtiyacım yok, başka kimseye bir muhtaçlığım yok. Bu öyle büyük bir özgürlük ki. Yani bunu parayla, malla, mülkle, makamla satın alamazsınız. Şimdi bu açıdan baktığınızda modern insanın anlam arayışı büyük oranda zatında anlamı olmayan, manasız bir evrende dolanıp duran bir insana dönüşmüş durumda. İnsan anlam güdüsüyle hareket eden bir varlık. Anlamsızlık bizim anlam arayışımıza bir cevap teşkil edemez. Hayatın anlamı yok. Kamünün dediği gibi ya da nihilistlerin dediği gibi, kafkanın dediği gibi. Hayatın anlamı yok, buna da alışın. Bunu da böyle kabul edin.
Evrenin de bir anlamı yok, bir manası yok. Bir şekilde evren burada ortaya çıktı. Biz de kendimizi burada bulduk. Bu şekilde yaşamaya alışın. Demek bizim anlam arayışımıza bir cevap teşkil etmiyor. Derdimize şifa olur, olmuyor. Çünkü derinden derine biliyoruz ki o anlam olmadan bizim hayatımızda bir tamlık, bütünlük, bir itminan duygusuna kavuşmamız mümkün değil. Ne için yaşadığımızı, neden sorusunu cevaplamadan nasıl sorusuna verilen her cevap eksik kalacaktır. Modern bilim, teknoloji bize hep nasıl sorusunun cevabını veriyor. Halbuki biz derinde aklımızın, vicdanımızın, kalbimizin derinliklerinde hep neden sorusunun cevabını arıyoruz. Neden sorusunun, niçin sorusunun cevabını almadan da nasıl sorusuna verilen her cevap ikincil arizi kalmak zorunda. Bunun için de bizim evrene, hayat serüvenimize bir bütünlük içinde bakmamız gerekiyor. Anlamı, özgürlüğü, bireyliğimizi, bireyselliğimizi anlamlandırırken, başka varlıklarla ilişkimizi kurarken de mutlaka bir bütünlük, bir bütüncül bakış açısıyla bakmamız gerekiyor.
Bugün atomize edilmiş, bir evrende atomize edilmiş toplumların atomize bireyleri olarak parçalar birbirinden kopmuş, onlar arasında ahen kalmamış, hepsi bir yere dağılmış ve biz onları zihnimizde bir şekilde toplamaya, tekrar bir araya getirmeye çalışıyoruz. Yetişemiyoruz. Gücümüz yetmiyor. Çünkü modern kapitalist sistemi, hipermoderniteyi inşa eden süreçler, mekanizmalar, sistemler, çıkarlar, ana kavramlar, eğilimler, bizi her seferinde tekrar parçalara bölüyor. Bir tanesi bir müşteriye dönüştürüyor, bir tanesi bize bir istatistik rakamına dönüştürüyor, bir tanesi psikolojik haz makinesine dönüştürüyor, bir tanesi yapay zekanın bir sujesi haline getiriyor, sırayla böyle sürekli gidiyor. Teknoloji ilerledikçe, teknolojik imkanlar arttıkça, insanın atomize olma süreci daha da derinleşiyor. Halbuki teknik ve teknoloji insanın hayatını kolaylaştırmak için var. Teknoloji karşıtlığı yapmak zorunda değiliz. Teknolojiyi doğru yerine oturtabilsek, yerli yerine oturtabilsek, hayatımızda doğru bir şekilde kullanmaya başlasak, sadece hayatımızı kolaylaştıran değil, insan oluşumuzu anlamlandıran birer araç, birer enstrüman haline gelebilecekler aslında.
Tekne kelimesi de teknoloji aynı kökten gelir. Tekne kelimesi, teknik, aslında bir işi yapma şekli demek. Bizdeki eski hüner ya da sanah, sanat kelimesi de aynı kökten gelir. Bir şeyi yapma şekli, biçimi, bunu doğru yapabilirsek, yani tekneyi, tekniği doğru oturtabilirsek, oradan çıkan teknolojiyi de hayatımızda tabii ki kullanabiliriz. Dolayısıyla bu özgürlüklerimizi kısıtlayan bir şey olmaktan çıkar. Tam tersine özgürlük alanımızı genişleten, manaya odaklanmamızı, hayatımızın anlamı üzerine odaklanmamızı sağlayan birer enstrüman haline gelebilir. O yüzden bu bütüncül bakış açısı son derece önemli. Modern dönemde biz bunu biraz kaybettik. Bu bakış açısını aslında mesela bizim düşünce geleneğimizin büyük figürlerine baktığınızda çarpıcı örnekleriyle görebiliyorsunuz. Bizim medeniyetimiz hezarfen insanlar üzerine yükselmiş bir medeniyet ve bu hezarfenlik yani çok yönlü olmak sadece bireysel deha ile açıklanabilecek bir şey değil. Kültürel vasatın, o toplumun, kültürün, medeniyetin ürettiği bir vasat var. Onun üzerine bu insanlar bu yıllarda yıldızlar yükseliyorlar.
Bunun en çarpıcı örneklerinden bir tanesi de Farabi’dir. Bizim Türk kökenli filozofumuz olan Farabi, 10. yüzyılda yaşamış, bugünkü Kazakistan topraklarından çıkmış önemli bir düşünür. Kendisi Bağdat civarına geldiğinde şöhreti ulema arasında duyulur oluyor. Herkes merak ediyor. Kim bu Farabi? Mantık biliyor diyorlar. Yunanca biliyor diyorlar. Felsefe biliyor diyorlar. Kozmoloji biliyor diyorlar. Farklı ilimlerde kendini çok yetiştirmiş, bahir, derinlikli bir alim, filozof düşünür diyorlar. Kim bu adam diye Bağdat uleması, bir rivayete göre Şam uleması, Şam’da geçtiği de söyleniyor bu hadisenin. Merak ediyorlar ve biraz da şunun boyunun ölçüsünü alalım diye bir gün sultanın huzurunda bir ilim divanına davet ediyorlar. Farabi de daveti kabul ediyor. Davet vakti geliyor. Büyük bir salon. Sultan, halife salonun öbür ucunda biraz yüksekçe bir yerde oturuyor. Etrafında da bütün Bağdat uleması, dilciler, fakihler, mantıkçılar, filozoflar, tarihçiler, siyerciler, tefsirciler hepsi oturmuşlar.
Kapıdan giren kara, kuru, zayıf, adama bakıyorlar. Farabi öyle ince yapılı bir adammış. Ve rivayete göre de bir abayayla ya da bir çoban şeyiyle gezermiş. Başka da çok mütevazı bir hayatı varmış kendisinin de. Salona girince oradaki mihmandar hoş geldin, bu mecliste ilmen layık olduğun yer neresi ise neresi olduğunu düşünüyorsan git oraya otur der. Farabi salonu bir baştan öbür başa kadar yürür, sultanı yerinden kaldırır ve oraya oturur. Bir anda salonda büyük bir gürültü, patırtı, homurdanmalar. Bu ne cüret? Kim bu küstah adam? Kendini sultandan bile yüksek görüyor diye sultanın adamları hemen davranırlar kılıçlarına, sultana gibi durun durun, bir görelim bakalım kimmiş neymiş bu adam der ama o sırada yanında sadece o bölgede kendi aralarında kullandıkları lehçede bir Arapça ile eğer bu adam toplantının sonunda rüştünü ispat etmezse kellesini istiyorum der.
Farabi aynı lehçede cevap verir. Sultanım merak etme göreceksin der. Tekrar bir hayrete düşer herkes. Bu dili bu lehçeyi nereden biliyor bu? İlmi münazara başlar. Önce adet olduğu üzere ulûm-u nakliye yani dini ilimler, nakli ilimler alanında sorular sorulur. Fıkıh, tefsir, hadis, siyer. Şimdi Farabi bütün sorulara çok çarpıcı cevaplar verir. Birinci fasıl tamamlanır. Ulema der ki tamam evet ulûm-u nakliye de belli ki ciddi birikimi olan bir adam. Ulûm-u nakliyeye geçerler ikinci fasılda. Yani akli ilimler, felsefi ilimler. Burada felsefe, mantık, kozmoloji ve diğer ilimlerle ilgili sorular sorarlar. Farabi gene bunlara son derece yetkin cevaplar verir. Tabi ikinci faslın sonuna doğru ulema biraz hafif homurdanmaya başlar. Çünkü sultanın huzurunda biraz zor duruma düşüyorlar. Boyunun ölçüsünü alamıyorlar. Ne sorsalar çok yetkin cevaplar geliyor bu adamdan. Bir ara verilir. Bu arada birkaç kişi aralarında toplanır der ki ya bu adam gerçekten birçok alanda çok ilim sahibi birisi.
Belli ki biz bunu pek köşeye sıkıştıramayacağız. Öyle bir şey düşünelim ki yani böyle ilmi nakli ve akli ilimlerin dışında çok farklı bir alandan birkaç soru soralım biz buna. O zaman kesin köşeye sıkıştırırız. Tamam diyorlar. Ne olabilir diyorlar. Üçüncü oturum başlıyor. Üçüncü fasıl. Birisi söz alıyor. Diyor ki Farabi Efendi belli ki sen nakli ve akli ilimlerde gerçekten kendini çok iyi yetiştirmiş birisin. Peki biz sana farklı bir alanda bir soru soracağız. Gerçekten alim olup olmadığını şimdi anlayacağız. Buyurun diyor Farabi. Müzik hakkında ne biliyorsun? Farabi hafif şöyle bir tebessüm ediyor. Ve başlıyor anlatmaya. Makam sistemi budur. Harmoni sistemi şudur. Pitagorastan gelen harmoni kavramı budur. Desgah sistemi şudur. Müzik şöyle ortaya çıkar. Titreşim budur. Farklı makamlar bunları anlatır. Farklı makamlar farklı halleri ifade eder. Hayretler içerisinde dinliyor ulema. Tabi Farabi’nin beş çiftli kitab-ül musika Elkebir kitabının yazdığını bilmiyorlar.
Farabi de o yüzden tebessüm ediyor. O konuda çok ciddi bir birikim var. Kitabını da yazmış zaten. Artık ulema teslim olmak üzere ne sorsak bu adam her şeyi cevaplıyor. Ama biz de zor bir durumdayız. Ne yapacağız, ne yapacağız diye düşünürken bir tanesi diyor ki tamam diyor anladık sen bütün nazari ilimleri yemiş yutmuş bir adamsın. Çok bilgilisin. Pratikte bir müzik çalabilir misin diyorlar. Farabi gene tebessüm ediyor. Abayasının altından bir rivayete göre bir kaval, bir rivayete göre bir ney, bir nefesli çalgı çıkartıyor ve üflemeye başlıyor. Taşıması da kolay olduğu için o nefesli çalgılar rahat taşınır. Çok böyle sevimli, sevinçli bir makamda bir şeyler çalıyor ve herkesin el çırparak ritim tutuyor. Daha sonra Farabi makamı değiştiriyor. Çok hüzünlü bir makamda birkaç eser icra ediyor ve herkes ağlıyor. Ondan sonra Farabi makamı değiştiriyor.
Hiç kimsenin duymadığı, bilmediği bir makamda öyle bir eser icra ediyor ki herkes uykuya dalıyor. Farabi tasını tarağını topluyor. Salona girdiği gibi bir ucundan bir ucuna doğru yürüyerek gidiyor ve bir daha da Bağdat’a uğramıyor. Bu hikayenin Farabi için anlatılmış olması çok manidardır. Onun farklı ilim dallarında kendini nasıl yetiştirdiği ve bütün bu bilgileri sentezleyerek nasıl bir varlık insan düşünce tasavvuruna ulaştığını göstermesi açısından çok anlamlı bir hikayedir. Bu hikayenin bir başkası değil de Farabi hakkında anlatılmış olması da çok anlamlıdır. Tarihi olarak, bilimsel olarak olay gerçekten böyle mi oldu, başka türlü mü oldu? Bunun çok bir önemi yok. Önemli olan bu hikayenin onun hakkında sonraki nesiller tarafından anlatılmış olmasıdır. Bu da işte o bütünlüklü bakış açısının yani ilmi, nakli ilimlerden akli ilimlere, teorik ilimlerden pratiğe kadar her alanda varlığa bir bilgi, bütün olarak bakabilme kabiliyetinin en güzel örneklerinden birini teşkil eder.
Ve bizim bu Farabi genellikle Erdemli Şehir kavramının mucidi olarak, kaynağı olarak hatırlanır. Ama biliyoruz ki eserlerinden, mantıktan felsefeye, kozmolojiden siyaset bilimine kadar her alanda çok köklü eserler bırakmış ve Aristo’dan sonra düşünce tarihinde ikinci hoca, Muallim-i Sâni olarak bilinmiş büyük bir filozoftur, büyük bir düşünürdür. Büyüklüğü de her şeye bu bütünlük zaviyesinden bakabilmesinden geliyor. En temel siyaset felsefesi eseri olan El-Medinetü’l-Fâzıla’nın tam ismi Mebâdi-i Arâ-i Ehl-i’l-Medinetü’l-Fâzıla’dır. Yani Erdemli Şehir’in sakinlerinin görüşlerinin temel ilkeleri. Ve çok uzun bir risale değildir. Bu 60-70 sayfalık, 80 sayfalık, farklı edisyonlara göre. Risalenin 3’te 2’sinde Farabi varlık, metafizik, ontoloji, epistemoloji, bilgi, kavram bütün bunları anlatır. İnsan, insanın ortaya çıkışı. Ancak kitabın son 3’te 1’lik bölümünde, son 15-20 sayfasında bugün siyaset felsefesi dediğimiz şehir, şehir türleri, yönetim, adalet gibi kavramları anlatır.
Verdiği mesaj çok nettir. Köklü bir metafizik olmadan siyaset olmaz. Gökleri anlamadan yerdekini yönetemezsiniz. Sema ile bağ kurmadan yerde adaleti tesis edemezsiniz. Başınızı göğe çevirmeden yeryüzüne nizam veremezsiniz. Bu kitap boyunca da Farabi hep bu mesajı verir. Bugün bizim bu bütünlüklü bakış açısından, her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Eyvallah. Sona geliyoruz ama Farabi’nin duasından bahsettiniz. Ben kendi adıma da merak ediyorum duayı. Dostlar da duysun istiyorlar. Onunla bitirsek olur mu? Farabi’nin çok güzel bir duası var. Bir filozof nasıl dua eder? Sorusuna çok güzel bir cevaptır. Bir filozof da bir kul gibi dua eder. Bir düşünür de Allah’a bir kul gibi yakarır. Yakınlaşmaya çalışır. Duanın amacı da zaten bir şey talep etmek değil, Allah’a yakınlaşmaktır. O ünsiyeti kurabilmektir. Tabi Farabi bu duasında tavsiye ederim. Tercümesi de var. Arapça edisyonları da yapıldı. Kendi felsefi terminolojisinden kavramlar kullanarak alemle ilgili, evrenle ilgili, illiyetle ilgili, sebep-sonuç ilişkileriyle ilgili, akılla ilgili kavramları kullanarak bir dua eder. Ve aslında yanımda da var duası.
Şöyle der Farabi, Ey zorunlu varlık! Macib-ül vücut! Ey sebeplerin sebebi! Girişte anca bu duayı Farabi eder deriz. Sebeb, ezeli ve ebedi olan Allah’ım, beni yanılgılardan korumanı, bana senin hoşnut olacağın eylemi, emel yapmanı istiyorum. Ey bütün alemlerin Rabbi olan Allah, bana bütün iyi hasletleri bahşet. İşlerimde güzel neticeler ver. Gayelerimde ve isteklerimde beni başarılı kıl. Evrende nehirlerin coşkun aktığı gibi akan yedi yıldızın sahibi, aydınlatıcısı olan Ya Rabbim. O yıldızlar, onun iyilikleriyle bütün cevheri kuşatan iradesiyle işlerini yaparlar. Allah’ım, bana güzellik elbiseleri giydir. İyilik ve güzellikler ver. Peygamberlerin kerameti, ve zenginlerin saadetini, bilgelerin ilimlerini, muttakilerin mutluluklarını ver. Sen öyle yüce bir varlıksın ki, senden başka bir ilah yoktur. Varlıkların yegane sebebi, yerin ve göğün nuru sensin. Allah’ım, ey ululuk ve iyilik sahibi olan Allah’ım, ruhumu hikmet nuruyla süsle. Bağış olarak benim için takdir ettiğin nimeti, bana ilham et. Bana hakkı hak olarak göster ve ona uymanın yolunu ilham et. Bana batılı, batıl olarak göster. Beni batıla inanmaktan ve onu dinlemekten koru. Nefsimi ilk maddenin yapısından temizle. İlk madde dediği heyyulah, el-maddetül-ulah, felsefede çok tartışılan bir kavramdır. Bunu getirip duasının içine derc etmesi Fahri ağabeyinin nasıl bir güzelliktir. Şüphesiz ki, sen ilk nedensin. Sebeplerin sebebisin. Böyle devam eden bir dua.
Burada akli, zihni mertebesi ne olursa olsun, insanın bu yolculuğunda tutunduğu, dayandığı, güvendiği, inandığı Rabbinin rahmetini istemesi, inayetini talep etmesi, bu yolculukta onunla birlikte, onun yol göstermesiyle hareket etmeyi talep etmesi bir filozofun da duasının en güzel ifadesidir. Eyvallah. Hocam çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.