Daha Adil Bir Dünya Mümkün – İbrahim Kalın
Hocam merhaba.
Merhabalar.
Tekrar hoş geldiniz.
Hoş bulduk. Teşekkür ederim.
Bir önceki bölümde mühim bir mevzu sorduk. Onun mukaddimesi babında çok tatlı bir girizgah yaptık. Ama yarım kalan kısımlar vardı. Oradan devam etmek isterim. Önceki bölümü bunu seyrettikten sonra seyredecekler. İçin bir kısaca özetleyecek olursak dünya bir çıkmazın içinde buraya bir söz söylenmesi lazım. Yeni bir söze, yeni bir teklife muhtaç. Batı tecrübesi bunu söyleyebilir mi demiştik. Aslında buraya hiç cevap vermedik. Biz söyleyebilir miyiz kısmında da eylemin öznesi olmak bahsinden hareketle artık oraya doğru geliyoruz demiştik. Oradan devam edecek olursak ve batı tecrübesi ile başlayalım lütfen. Batı tecrübesi. Dünyanın mevcut. Mevcut sıkıntılarına çare üretebilecek durumda mı?
Şimdi dünyadaki mevcut küresel krizlerin ortaya çıkışında batının kurduğu sistemin çok büyük bir payı var. İşlememesi, krizlere girmesi, tökezlemesi. Fakat batı bu krizlere dönem dönem çözüm üretebilecek bir dinamiz ve enerjiyi de üretme kabiliyetine sahip.
Bunu da göz ardı etmeyelim. Bazen deniyor yani işte batı çöktü, bitti, her şey tükendi, şu bu. Yok öyle değil. Bir kriz var ama bu krizi üretebilecek, bunu aşabilecekler. Bir krizi üretebilecek bir kabiliyeti de gösteriyor, bir enerjiyi de çıkartıyor. Çünkü bu şeyi hala var. Üniversiteleri var, araştırma kurumları var, siyaseti var, başka kurumları var. Bunları da aşabilecek bir şeyi, bir yaratıcı enerjiyi ortaya çıkartabiliyor. Toynbee’nin çok güzel bir analizi var. Bir milletin, bir topluluğun en ayırt edici özelliği onun etnik kimliği yahut bulunduğu coğrafya, bir takım işte maddi avantajları değil. Krizlere karşı cevap verme kabiliyeti. Bir kriz ortaya çıktığında onu çözmek için neyi mobilize ediyorsun ve o harekete geçirdiğin unsurlar neticesinde krizi aşabiliyor musun? Şimdi bu dinamik bir süreç. Şöyle bir dünya da yok hani bir kriz var çöktü ya da bir krizi çözdün ve her şey sonsuza kadar böyle gidecek.
Krizler hep var, iniş çıkışlar hep var. Bu dünya kevnü fesat alemidir, oluş bozuluş alemidir. Kozmik düzeyde de bu böyledir. Sosyal düzlemde de bu böyledir. Dolayısıyla milletler, toplumlar, topluluklar, bir dünya, bir coğrafya, bu İslam dünyası olur, Afrika olur, Asya olur, Latin Amerika olur, Hint olur, başka yer olur. Bu krizlere çözüm üretebildiği oranda ayakta kalır. Şimdi ben batının hala bu manada bir takım krizler üretmesine rağmen bu krizleri aşabilecek bir enerjisinin olduğunu da görüyorum. Bunu göz ardı edemeyiz. Hala küresel sistemin ana unsurları, söylemleri, maddi boyutları diyelim, söylemsel yönleri, batının çok ciddi tahakkümü altında, etkisi altında, gücü altında üretilmeye ve tedaviyle sokulmaya devam ediyor. Mesela küreselleşme ilk 80’lerin sonu 90’ların başlarında ortaya çıkmaya başladığında, özellikle de Soğuk Savaş döneminin sona ermesi, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla, hep şu söylendi, küreselleşme çok yönlü bir cadde, her yönden akımın geleceği, herkesin artık sözünün global düzeye taşınabileceği bir dönem olacak dendi.
90’lı yılların sonları bunun hiç de böyle olmadığını gösterdi. Küreselleşme dediğimiz şeyin de büyük oranda gene Avrupa merkezci söylemlerin, yaklaşımların, duyuların, duruşların, hislerin küresel tedaviyle sokulduğu bir dönem olarak ortaya çıktı ve zaten bunun neticesinde de hemen bir kriz çıktı. Herkese mikrofon değil de herkese kulaklık oldu aslında. Öyle oldu ve siyasi düzlemde de Birinci Körfez Savaşı, İkinci Körfez Savaşı, küreselleşme, adaletin, demokrasinin, özgürlüğün, eşitliğin hakim olacağı bir dünya dendi. 92 yılında Bosna Savaşı başladı. 90’lı yıllarda Ruanda katliamı yaşandı. Dolayısıyla küresel düzen böyle bir ilelebet devam edecek yeni bir düzen kurdu da sorunlar bütünüyle ortadan kalktı diye bir şey söz konusu değil. Ama bir şekilde sistem bunları kendi içinde absorbe edip çözüp krizi aşıp başka bir noktaya taşımayacak kabiliyeti kıvraklı da gösterdi. Bosna katliamı ortadan kalkmadı. Ruanda katliamı, soykırımı ortadan kalkmadı.
Ve bunların değişik türevleri işte Irak’ta İkinci Körfez Savaşı’nda, işte Arap Baharı’nda başka şekillerde yaşanmaya devam etti. En sonunda Ukrayna Savaşı’nda biz bunu yaşıyoruz. Bu arada eş zamanlı olarak insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar zenginleştiği halde total olarak zengin ile fakirin arasındaki makasın inanılmaz derecede açıldığı bir dönemden geçiyoruz. Hala bugün dünyada milyarlar, bakın yüz milyonlar değil milyarlarca insan açlık sınırının altında yaşıyor. Afrika’da, Latin Amerika’da, Asya’nın başında yaşıyor. Birçok ülkesinde. Yüz milyonlarca insanın elektriğe erişimi yok. Elektriği yok, akan temiz suyu yok. Hangi çağda söylüyoruz bunu? Metaverse çağında. Hangi çağda söylüyoruz bunu? Anlık iletişim çağında. Hangi çağda söylüyoruz bunu? Uzaya, şuraya, buraya binlerce, on binlerce uydu gönderdiğimiz bir çağda. Hangi çağda? Bilmem işte nükleer enerji çağında.
Şimdi bu kadar total zenginliğin olduğu ama aynı zamanda zengin ile fakir arasındaki makasın bu kadar açıldığı, bu kadar zenginliğin olduğu ama aynı zamanda zengin ile fakir arasındaki makasın bu kadar açıldığı, bir başka dönemde olmadı. Bunlar da sistemin ürettiği bir takım krizler. Bu yüzden Türkiye Cumhurbaşkanımızın şahsında bu sisteme bir itirazda bulunuyor. Dünya beşten büyüktür diyor, daha adil bir dünya mümkündür diyor. Aslında dünyanın başka ülkeleri de kendi eylemlerinin öznesi olma cesaretini ve özgüvenini gösterseler, bu teze sahip çıkıp arkasında durup bu düzeni değiştirebilirler. Ben bunun imkansız olduğunu düşünmüyorum. Ama sistem öyle bir kurulmuş ki, örneğin, Örneğin, BM Konseyi, sistemini reform edebilmeniz için mutlaka beş daimi üyeden birisinin onayının olması gerekiyor. Birisi veto ettiği zaman, daha doğrusu şöyle söyleyeyim, Birisi veto ettiği zaman bütün süreç sona eriyor orada. Nasıl değiştireceksiniz bu sistemi?
Bu beş daimi üye bu imtiyazlarından hiçbir zaman vazgeçmeyecek. Yanına yeni birisinin eşit aktör olarak gelmesine asla müsaade etmeyecek. Peki nasıl değiştireceğiz biz bu sistemi? Ya BM’yi komple ortadan kaldırmamız lazım, ve yeni bir sistem kurmamız lazım. Yirmi yıldır, hatta otuzuncu yılına girdi, BM Güvenlik Konseyi’nin reform edilmesi gerektiğine dair bir gündem vardır. Bazen Almanya bir teklif getirir, bazen Hindistan bir teklif getirir, bazen Japonya teklif getirir, Afrika ülkeleri teklif getirir. Haklı olarak, bu nasıl bir BM Güvenlik Konseyi sistemidir ki, beş daimi üye, üç tanesi Avrupa, Amerika, yani İngiltere, Fransa ve Amerika Beşik Devletleri, bir tanesi Rusya, öbürü Çin. Hindistan nerede? Afrika nerede? İslam dünyası nerede? Latin Amerika nerede? Şimdi biz mesela diyoruz ki, bu daha adil olmalı.
Ya daimi üye şeyini tamamen kaldıralım, hiç kimse daimi üye olmasın veto yetkisiyle, ya bu sayıyı arttıralım, ya dönüşümlü olarak herkes bu yetkiye sahip olsun, ama işin özünde ne var? Göz hizasında eşit aktör olma talebi var. Bizim de dünya sistemine söylediğimiz şey bu. Bize imtiyaz verin, bizi şurada kayırın demiyoruz ki. Hakkımız olanı verin, ve bizimle göz hizasında muameleyi esas alın diyoruz. Ben nasıl seninle eşit aktör olarak muamelede bulunuyorsam, aynı şeyi beklemek benim de en doğal hakkım. Şimdi bu siyaset düzeyinde de böyle, diğer alanlarda da böyle. Ama orada şunu söylemek isterim, bizim sorumluluğumuz çok büyük. Türkiye’nin, İslam dünyasının, Afrika’nın, batı dışındaki dünyanın, Latin Amerika’nın, Asya’nın, Hindistan’ın, Türkiye’nin sorumluluğu şurada yüksek. Bize verilen, önümüze konan bir takım hükümleri, bir takım kalıp düşünceleri, veri kabul edip, buradan hareketle bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Öncelikle bu önümüze konan verileri bir eleştirel gözle sorgulamamız gerekiyor aslında. Neye göre mesela önümüze konan kültürel hiyerarşileri kabul etmek zorundayız. Falanca yüksek kültürdür, Falanca’nın kültürü, Falanca’nın müziği yüksek kültürdür, yüksek sanattır, yüksek müziktir. Falanca’nın müziği, kültürü, sanatı yerel, mahalli, etnik müziktir. Bu tasnifi kim yaptı? Hani ben hep söylüyorum ya, niye batı klasik müziği, evrensel müzik oluyor da, Aşık Veysel’in müziği, yahut İran’ın desgah sistemi, yahut Hindistan’ın ragası, niye etnik, mahalli, milli müzik oluyor? Yani batı klasik müziğini üretenler de son tahlilde, işte Almanlar, İtalyanlar, Fransızlar, değil mi? Bunlar uzaydan gelmedi. Bunlar da Avrupa’nın bir coğrafyasında, belli bir tarih, belli bir noktasında ortaya çıktılar. Çok iyi müzik ürettiler. Bunu tartışmıyorum. Yani ben hep söylüyorum. Yani ben bir Bach’ı, Vivaldi’yi çok keyifle dinlerim. Mozart gibi, Beethoven gibi büyük müzisyenler yetiştirmişler.
Bunun önünde arkasında onlarca büyük müzisyenler var. Çok keyifle de dinlerim. Ama bana bunu, müziğin standardı budur, tek evrensel müzik budur diye dayatırsanız orada dur derim. Bunu kim belirle? Bu kültürel hiyerarşiyi, bu estetik hiyerarşiyi üreten batının hegemonik gücüdür. Bunu sorgulamak, her alanda yapmamız gereken bir şey. Bunu batının kültürel mirasını reddetmeden, küçümsemeden, aşağılamadan, hafife almadan, tam tersine ciddiye alarak yapmak, kendi kültürüne saygı duyulmasının, kendi kültürüne ciddiye alınma talebinin de anlamlı hale gelmesini sağlar.
Özür dilerim, bunu yapabilmek için bize ne lazım? Yani sunulanları alıp direkt kabul etmek yerine bir değerlendirmeye tabi tutabilmek için bir şeye ihtiyacımız var. O şey ne?
O şey bir kere öncelikle Pergel’in iğnesini doğru yere, yani kendi irfan geleneğimize sabitledikten sonra bütün dünyanın tabiri caizse bir haritasını çıkartmak, herkesle temas kurabilmek. Ama bunu yaparken hep kendi özünden, kendi kimliğinden, kendi özne olma iddiasından vazgeçmeden bunu yapabilmek.
Bunun için tabi ki kendi geleneğimizi çok iyi bilmemiz lazım. Ama eş zamanlı olarak kendimizi dünyaya kapatmadan batıyı da iyi bilmemiz lazım, doğuyu da iyi tanımamız lazım. Hindi de, Çin’i de, Afrika’yı da, Latin Amerika’yı da iyi tanımamız lazım. Bakın iki nesil, üç nesil önce bizim aydınlarımız, alimlerimiz, bir yüz yıl öncesinden bahsedeyim, o büyük bozgun döneminde, imparatorluğun yıkıldığı, her gün toprak kaybettiğimiz, isyanların olduğu, Avrupa’dan gelen milliyetçi dalganın İslam coğrafyasını hallaç pamuğu gibi attığı dönemde inanın kültürel ve ilmi seviye olarak bizim fersah fersah önümüzdeydiler. Batıyı da biliyorlardı, doğuyu da biliyorlardı. En az iki üç dil biliyorlardı. Yani Descartes kimdir biliyorlardı, Voltaire’i de biliyorlardı, Rousseau’yu da okumuşlardı. Ama burada Farabi’yi de biliyorlardı, İmam Rabbani’yi de biliyorlardı, Gazali’yi de okumuşlardı. Şimdi bu bizim için muazzam bir avantajdı.
Bu kültürel satihileşme, yüzeyselleşme küresel düzeyde yayıldıkça biz de payımıza düşeni aldık. Ama bununla yetindik. Halbuki bizim bununla yetinme gibi bir lüksümüz yok. Hele ki bugün, her şeyin çok anlık üretilip anlık tüketildiği haz çağında, yüzeyselliğin, hakikatin yerine geçtiği bir çağda bizim öncelikle bunu reddetmemiz gerekiyor kategorik olarak. Yani anında, zahirde görünen, hemen bir iki hüküm verip, çok kolay, basit, araçsal, günlük hükümlerle dünyayı anlayıp dünya siyasetini, kültürünü, sporunu, sinemasını, edebiyatını anladığını zannedip böyle bir yanılgı içine düşmek yerine bir dakika, ben nasıl bir Avrupalının benim kültürüm hakkında konuşacaksa benim bir Mevlana’mı, Yunus Emre’mi, benim bir Fuzuli’mi, benim bir Baki’mi, Farabi’mi, İbn-i Sina’mı, İmam Rabbani’mi, Ebu Hanife’mi bilmesini istiyor isem aynı şekilde eğer ben Avrupa’dan bahsedeceksem, bırak Avrupa’yı, Alman kültüründen bahsedeceksem o zaman ta Meister Eckart’tan başlayıp Heidegger’ine, Rilke’sine, Hegel’ine, Kant’ına kadar benim onları bir anlamam lazım.
O derinliğe ulaşmam lazım. Fransız kültüründen bahsedeceksem o zaman yani işte Chanson de Jon’dan başlayacağım ta bugüne kadar, Descartes’inden, Rousseau’sundan vesairesine kadar o silsileyi tamamlamam lazım ki benim o kültür hakkında bir söz söyleme hakkım olsun. Şimdi çağın en büyük çıkmazlarından birisi bu yüzeysellik ve kolaycılık. Yani sosyal medyada yahut orada burada gördüğümüz bir iki klişe cümleyle, manşetle dünyayı anladığımızı zannediyoruz. Böyle bir zehaba kapılıyoruz. Kendimizi de mutlu ve mutmain hissediyoruz. Bu yanılgıdan bir defa bir çıkmamız lazım. Derinlik kazanmak sabır işidir, metanet işidir, fikir işidir, fikir işçiliğidir. Ve fikir işçiliği ve düşünce namusu her tür akademik ünvanın üstünde bir ünvandır, bir payedir, bir yerdir. Asıl olan bunu içselleştirip her alana yaymaktır. Siyasete, düşünceye, akademiye, bilime, sanata, sinemaya her alanda bunu yapabilmektir. Yani onlar kötü, her şeyin kötüsü orada, her şeyin iyisi bizde gibi bir kolaycılığa kapılmak ne kadar yanlışsa bizden hiçbir şey olmaz.
Ne yaptıysa onlar yaptı demekle o kadar yanlış. Eleştirel bir gözle, kendimize de eleştirel bir gözle bakalım, batıya ve batı dışı dünyaya da eleştirel bir gözle bakabilelim. Bir de biz son dönemde, son bir asırda, birkaç asırda diyeyim daha doğrusu, küresel düşünme kabiliyetimizi yitirdik. Bu ne demek? Neyi kastediyorum bununla? Mesela İbn-i Sina, oturup bir felsefi meseleyi ele aldığı zaman, işte tırnak içinde bize göre mevzuları, mevzu budur demiyordu, bu iş böyle yapılır diyordu. Felsefe göre cevher budur, araz budur, illiyet budur, madde budur, ruh budur diyordu. Çok iddialı gelebilir bu. Biz şimdi, bu evrensel dili büyük oranda kaybettik. Bizim kendi mahallemizin görüşü, kendi aşiretimizin görüşü, kendi tarikatımızın görüşü, kendi partimizin görüşü, kendi şuyumuzun buyumuzun görüşü, diye o küresel dili, evrensel bakış açısını daralttık, daralttık, daralttık, daralttık ve aslında özünde evrensel olan bir inancın, bir mesajın ana kodlarını bu küçücük kutulara sokmaya çalıştık.
Bu yüzden de İslam’ın evrensel dilini büyük oranda kaybettik. İslam bütün insanlık için, bizim inancımız, bizim çağrımız bütün insanlık için olursa bir evrensellik iddiasında bulunabilir. Bunu daraltan kendimiziz. Ama bu inanç, bu mesaj, bu kutucuklara sığmayacak kadar da bir derinliğe ve enginliğe sahip olduğu için de sıkışıyoruz, ifade edemiyoruz. O arka kıyafete sığmıyor. Dolayısıyla o dili yeniden de keşfetmemiz gerekiyor bizim. İşte bunun için de dünyayla angaja olmak, dünyayla ilişkiye geçebilmek son derece önemli. Bunu yaparken kendi merkezini bilerek, durduğun yeri bilerek ama dünyadaki muhataplarınla da ilişkiye geçebilmek önemli.
Burada bir ara soru daha. Bu fark ediş nereden başlamalı? Önce aydınlar mı bilecek bunu, arifler mi fark edecek, siyasetçiler mi, akademiye mi? Toplumun bütünü birden mi böyle bir fark edişin içine girecek?
Sorumluluğun büyüğü tabii ki kanaat önderlerinde, fikir önderlerinde, fikir işçilerinde, dini alimlerde, manevi önderlerde, akademisyenlerde, siyasetçilerde, toplumun önünde bulunan insanlarda.
Çünkü onlar bu ufku inşa edecek, o kademe kademe aşağılara doğru yayılsın, toplumun bütün alanlarına nüfuz edebilsin. Yani o kültürel vasatı inşa etmeden de bizim sağlıklı bir düşünce iklimi inşa etmemiz mümkün değil. Bir düşünce dünyasının zenginliği, düşüncenin aktığı o nehrin, yatağının temizliği, enginliği, zenginliğiyle ölçülür. O düşüncenin aktığı nehrin, yatağında ne kadar bir genişlik varsa, ferahlık varsa, enginlik varsa düşünce o kadar hızlı akar. Ve o açıktır. Yani farklı imkanlara, farklı ihtimallere de açıktır. Kendini kapatmaz. Seküler düşünce dini düşünceyi kapalı olmakla suçlar. Çünkü bir tanrı inancı var. Her şeyi getirip oraya bağlıyorsunuz. Halbuki seküler düşünce sonsuz bir açık ufukla hareket ediyor. Kendini sınırlamıyor. Dolayısıyla düşüncenin sınırı yok. Araştırmanın sınırı yok. Sonsuz evren tasavvuru içerisinde her yere gidebilirsiniz. Ben ise tam tersini söylüyorum.
Dini inanç aslında insanın hiçbir konuda mutlak hakikatin tamamını ihata etmesinin mümkün olmadığını, her söylediği sözün üstünde mutlaka bir başka sözün olduğunu söyler. Allahu alem demek. Ben bu kadar yazdım çizdim söyledim ama en iyisini o bilir demek benim bilgimin üstünde bir başka bilgi var. Bir bilenin üzerinde bir başka bilen var. Bütün bilenlerin üstünde bir mutlak bilen var ve o mutlak bilenin ilmi sonsuzdur demektir. Bu manada dini inanç sistemlerinin kapalı olması, dogmatik olması, yobaz olması mümkün değil aslında. Burada dindarlar bazen kendi inançlarını yanlış anlıyorlar. Yanlış yorumluyorlar. Bir kapalı sisteme dönüştürüyorlar. Tam tersine mutlak ve sonsuz olan yaratıcının gönderdiği bir inanç sistemini kapatmak kapalı bir kutu haline getirmek yerine o sonsuzluğu yansıtacak bir tefekkür, bir tahayyül ile yaklaşmak demek insanın ufkunu öyle bir açar ki.
O yüzden Kur’an-ı Kerim’e baktığınız zaman anlatılan kıssalar, verilen meseleler, örnekler, hikayeler insanın hem aklını hem kalbini hem muhayyilesini harekete geçirmek için gönderilmiş birer işaretler ve her biri sonsuzluğu işaret ediyor. Getir şöyle bir daracık kutunun içerisine bunu hapset demiyor. O evrenselliği, evrensel dili buradan geliyor. Dolayısıyla inanmak kapalı bir sisteme mahkum olmaktır iddiası özünde yanlış bir iddia ama bunun örnekleri çok ve bunu da düzeltecek olan gene o inancın sahibi, o geleneğin mensubu olan insanlardır.
Bilim üretirken böyle hocam. Sanat üretirken seküler ve dini olanın sonsuzluğu ya da alanının daralması, olması mukayese edilebilir mi?
Ben aynı ilkenin orada da geçerli olduğu kanaatindeyim. Çünkü İbn Arabi’nin çok güzel bir tabiri vardır. Böyle bir meşhur söz haline de gelmiştir. Tecellide tekrar yoktur.
Bu öyle muazzam bir sözdür ki yaratılış her an bir tecellidir ve tecellide tekrarın olmaması demek her aldığımız nefesin nevi şahsına münhasır olması demektir. Her giden ışık dalgasının nevi şahsına münhasır biricik olması demektir. Bu yaratılışın ve onu taklit eden sanatın onun peşinden giden sanatın her an terü taze olması demektir. Böyle bir yapı içerisinde sizin sanatı da gelip kapalı bir sistem, kapalı kutu haline getirmelisiniz. Sadece şunu taklit edeyim, bununla yetineyim deme şansınız yok. Taklit ettiğiniz şey bir sonraki tecellide başka bir şekle büründü. Başka bir ruha büründü, başka bir nefese büründü. Nefes-i Rahmani diyor. Yaratılışın kendisi Cenab-ı Hakk’ın nefes alıp vermesi gibi. Varlığa geliyor, varlıktan çıkıyor. Vücuda geliyor, ademe dönüyor. Tekrar varlığa geliyor, tekrar varlığa çıkıyor. Bu müthiş bir dinamizm. Sanatçı da bu özü, bu ruhu alıp bu dinamizmi bir şekilde sanatına, eserine yansıtmak zorunda.
Şimdi geleneğin olması, geleneğin güçlü kodlarının olması onun bu değişimi, bu dinamizmi kaybetmesi anlamına gelmiyor. O yüzden bunun örneğini de işte İslam sanat geleneğinde görüyoruz. O kadar zengin bir alan ki, müzikten mimariye, işte plastik sanatlar dediğimiz hat, ebru vesaireden görsel sanatlara kadar, şiire, müziğe, destanlara, hikayelere kadar, el işine kadar, zenaate kadar, o kadar zengin bir İslam sanat geleneği ortaya çıkıyor ki, inanılmaz geometrik desenler, pastoral motifler, tabiattan alınan işte çiçek motifleri, bunların estetize edilmesi, feminen, maskülen unsurların bir araya gelip ortaya muazzam bir ahenk çıkartması. Şimdi bunlar pat diye olmadı ki, bunlar yüzlerce yıllık bir süreç içerisinde Müslüman sanatçıların, düşünürlerin bu dünya içerisinde nefes alarak, soluyarak, o havayı soluyarak, sanatına yansıttığı muazzam keşifler. Bunun devam etmesi gerekirdi. Bir yerde bizim sanat geleneğimiz de dondu, donduruldu, sanki 300 yıl, 400 yıl, 500 yıl önce ortaya çıkartılmış bir formu taklit etmek, tek başına o sanatı devam ettirmek gibi algılandı.
Halbuki o bir açık ufuk perspektifiyle, tabiri caizse dikdörtgenin üç tarafı sağlamken bir açısı açık kalacak ki o gelişmeye, ilerlemeye devam etsin. Mesela diyelim ki Sinan Camii diye bildiğimiz Mimar Sinan’ın ürettiği kubbeli cami tarzı mimarisi. Sinan’a kadar bir arayış içerisinde İslam Camii mimarisi, dini mimarisi değil mi? Yani farklı şeyler deniyor, kubbeliği deniyor, büyütüyor, küçültüyor, dikdörtgen yapıyor, kare yapıyor, farklı farklı şeyler deniyor. Mimar Sinan’la birlikte başka bir zirveye taşınıyor. Adeta gökteki bir arketipi alıyor Mimar Sinan, getiriyor bütün buradaki dini yapılara, İstanbul’daki camilere uyarlıyor. Bir şahika, bir zirve. Ama Sinan şunu demiyor ki bu iş bitti, budur. Nasıl kendisi onu o bir noktaya getirdi ondan sonra tabii ki Sinan gibi büyük bir mimarın etkisini yüzlerce yıl devam etmesi de gayet normaldir. Gayet normaldir.
Ama geleneğin canlı bir şekilde devam edebilmesi için o sanat formunun da, o mimari formunun da yaşamaya yeni şekiller, yeni biçimler, yeni formlar üretmeye devam etmesi gerek. Bu her alanda böyledir. Bu dini alanda da mesela diyelim ki sanat üretimi yapılacaksa yahut la dini dediğimiz diğer alanlarda, dini mimarinin dışında bu ev mimarisi olur, bu şehir planlamacılığı olur, bu dokumacılık olur, başka şeyler olur. Oralarda da bu dinamizmi yaşatacak olan şey bizim kapalı bir sistem içinde değil, tam tersine tecellisi her an yenilenen, her tecellide yeni bir mucizenin yaşandığı bir alem düzeni içerisinde hareket ettiğimizin farkında olmaktır. Bunu kavradığımız zaman yeni formlara, tabiri caizse yeni arketiplere uzanıp onları dünyaya indirmek o zaman mümkün hale gelir. Müzikte yeni formlar denersiniz. Ama bunu yaparken dejenere olmadan, bozulmadan, tahrif etmeden, geleneğe yabancılaşmadan yapabilmek, o dengeyi koruyabilmek çok önemli.
Çünkü biz bazen geleneği korumak adına onu donuklaştırıyoruz. Yahut ya ben bu işin içinden çıkamadım, başka bir dünyaya başka bir mahalleye gideceğim deyip kendi geleneğimize yabancılaşıyoruz. Bu ikilemden bir kurtulmamız lazım.
Eyvallah. Hocam teşekkür ederim. Geldik bu bölümün de sonuna. Şöyle tasa etsem ve ilave edeceğiniz bir şey var mı diye sorsam olur zannediyorum. Mevcut dünyadaki krize, adını ne koyarsak koyalım, batı tecrübesi hala bir çözüm üretebilecek potansiyele sahip. Müslümanlar olarak biz bu çözümü üretebiliriz. Ama bunu üretmemiz için kendimizi eylemlerimizin öznesi haline getirmemiz lazım. Onları ve bizi bilerek ve kendimize güvenerek bir söz söylememiz lazım diyorsunuz. Gözümün önüne şöyle bir şey geliyor. Mesela alışverişe çıkarsınız da hani cüzdanınızı evde unutmuşsunuzdur. Çok beğendiğiniz bir şeyi almadan geri dönersiniz. Eve girerken de cüzdanınızın cebinde olduğunu farkedersiniz. Bizde var istediğimizi alacak şey.
Bizde var. Biz büyük muazzam bir hazinenin önünde tembel tembel oturuyoruz. Kapısını açıp o hazinenin içine bir girsek oradan neler neler çıkacak. Onları alıp onlara tekrar hayat, ruh üflemek. Onlarla donanıp tekrar dünyaya gitmek. Tekrar onu dönüştürmek. Bunu yaparsak kendi geleneğimizi doğru anlayarak, insanlık birikimini doğru bir şekilde alıp okuyarak bunları medz ederek çünkü gelenek de böyle yükseldi. Bizim geleneğimizin büyük yıldızları kendilerini dünyaya kapatarak bu noktalara gelmediler. Filozoflarımız Kadim Yunan’ı okudu. Şairlerimiz kendinden önceki şiir geleneklerini okudu. Mimarlarımız Bizans’ı da inceledi. Bizans mimarisini de inceledi. Hint mimarisinden de İran mimarisinden de esintiler aldı. Fukahamız Roma hukuk dönemini de okudu. İran’da Çin’de bu işler nasıl oluyor onu da okudu. Matematikçilerimiz kadim Hint matematiğini de aldı okudu. Sıfır sayısını geliştirirken Hintliler bu işi nasıl yapmış diye ona da baktılar.
Bizim hikayelerimiz, en bilinen meşhur hikayelerimiz Kelile ve Dimne Hindistan’dan geldi ama biz alıp öyle bir onu dönüştürdük ki bambaşka bize ait ama aynı zamanda evrensel bir hikaye diline döndü. Binbir Gece Masalları Nerede başladı, nerede bitiyor? Şehrazad neredeydi? Artık şehriyar kimdi? İşte Hindistan’a ve Çin’e hükmeden iki tane kardeşten bir tanesi diye başlayan hikaye bize geldi bambaşka bir boyuta döndü. Binlerce gece belki binlerce yüzlerce yıldır devam eden bir hikayeye dönüştü. Şimdi bu hem bize ait olan hem de evrensel daveti olan sözü üretebilmek. Maharet burada.
Eyvallah. Bir sonraki bölümün girizgâhı olsun diye şunu bitirelim Allah’a ısmarladık diye. Bu dediğinizi yapmak isteriz. Ama hocam kazanacak çok para var. Binilecek çok güzel arabalar var. Oturacak çok güzel evler var. Konfor var. Konforu biraz daha yukarı taşımak var.
İnsan neye talip olduğunu bilmeli. Geçici olana talip olursanız isminiz, başarınız, ününüz, şanınız, şöhretiniz de geçici olur. Geçer gider. Baki olana talip olursanız size de ona göre bir yetenek seti verilir. Size de ona göre kapılar açılır. Hazreti İbrahim’in ayı, yıldızları, güneşi incelerken herhalde en büyüğü bu. Yaratıcı bu olmalı. Deyip ondan sonra işte ay batınca, güneş batınca söylediği bir söz var biliyorsunuz. Ben batan şeyleri sevmem diyor. Biz batana değil, batmayan sonsuz olana talip olalım.
İnşallah. Çok teşekkürler.
Teşekkür ederiz.
Eyvallah.