Dostun Yolu Yolumuzdur – İbrahim Kalın  

Dostun Yolu Yolumuzdur – İbrahim Kalın

Hocam hoş geldiniz.

Hoş bulduk.

Bu bölüm, geçen bölümden yarım bıraktığımız mevzuyu sorarak başlamak isterim müsaadenizle. Hani tevhidin çocuklarıyız, olmaya gayret ediyoruz ama ikilik de yakamızı hiç bırakmıyor. Akıl, kalp, zahir, batın, dünya, ahiret, fizik, metafizik. Fizik bugün gelinen noktada metafiziğin varlığını ispat etmeye memur bir hale geldi demişti bir fizikçi. Bu hadiseyi nasıl okuyorsunuz bununla başlayalım. Daha önemli bir başka soru soracağım sonrasında.

Şimdi ilk kısım. Bununla ilgili işaret ettiğiniz nokta son derece önemli. İkilik ile dualizm arasında bir fark var. Yani ikiliği kabul etmek ile ikiciliğe, dualizme savrulmak arasında çok önemli bir fark var. İslam düşünce geleneği ikiliğin hakikatini kabul eder. Zahir, batın, gece, gündüz, akıl, kalp, sıcak, soğuk. Ama dualizm bu iki hakikati eşit varlık seviyesine getirerek bunların sürekli bir kavga yahut bir tahakküm ilişkisi içerisinde olduğunu iddia eder. Tevhid halbuki ikilikleri aşarak tek ev, tek varlığa, vahdete ulaşmaktır. Dolayısıyla sıcağın, soğuğun ötesinde dengeye ulaşmaktır. Gecenin, gündüzün ötesinde gündüze ulaşmaktır. Güne ulaşmaktır, hakikate ulaşmaktır. İyilik, kötülük vardır, iyi de vardır, kötü de vardır ama nihai olarak amaç iyiye gitmektir. Çünkü iyi ve kötü ontolojik olarak aynı statüde değildir. Kötülük iyiliğin olmadığı yerde ortaya çıkan arizi bir durumdur. Çünkü eşyanın tabiatı ibahadır. Aslında eşya iyidir. Güzeldir. İbaha yani muhayyer, mübah yani nötr bugünkü tabire. Tarafsızdır. Onu sizin nasıl kullandığınıza göre şekillenir. Hani meşhur işte bıçak misali gibi. Bıçağı alırsınız, ekmeği kesersiniz. Güzel bir işe yarar. Gider bir insanı bıçaklarsınız. Kötü bir işe yarar. Kötüleştirmiş olursunuz. Onu kötüleştiren sizin amelinizin niyetidir. Amelinizin seyridir. Zatında kötü değildir o. Mübahtan kasıt budur. Eşyanın aslı ibahadır ilkesinin. Temel felsefesi bu. Şimdi ikilik var. İkilikler var. Çünkü eşya zıddıyla kaimdir diyoruz.

Ama dualizme kapı aralayan bir ikilik değil bu. Aslında bu ikilikleri aşarak teke, vahdete ulaşabilmektir. Şimdi aynı şey fizik, metafizik, din, bilim vs. konularında da karşımıza çıkıyor. Bunlar böyle birbirinin rakibi, hasmı, düşmanı gibi bazen konuyor. İşte fizik varsa metafizik olmaz. Din varsa akıl olmaz. Akıl varsa din olmaz. İnanç varsa akıl olmaz. Aç olmaz gibi. Çok böyle basite indirgeyici bir takım dualizmler yahut tek tipleştirici bir indirgemecilik bazen karşımıza çıkıyor. Şimdi burada daha farklı bir bakış açısına ihtiyaç var. Tabi bu ikiliklerin bir kısmı, bu tartışmaların bir kısmı aslında Avrupa’daki aydınlanma tecrübesiyle birlikte 18. yüzyıldan itibaren birike birike bugüne gelen bir takım sorular. Yani aydınlanmanın neye isyan ettiğini, neyi reddettiğini aslında bilsek batı düşünce tarihi iyidir. Ayrıca bu tarihi içerisinde bu hataları kendi tarihimizde işlemeyeceğiz.

Ama çok büyük bir kolaycılık yapıp orada yaşanan süreçlerin aynısının İslam dünyasında, Türkiye’de yahut Hint’te yahut Çin’de yahut Afrika’da yaşandığı yahut yaşanması gerektiği varsayımıyla hareket ediyoruz. Ve bunu yaparak da aslında Avrupa merkezciliği evrenselleştiriyoruz farkında olmadan. Avrupa’da yaşanan hususi bir tecrübedir o. Yani Marx çıkıp din kitlelerin afyonudur dediğinde acaba Hristiyanlık dışında, kilise dışında, başka ne kadar dini tecrübeyi biliyor idi? İslam’ı ne kadar biliyordu? Hinduizm’i ne kadar biliyordu? Budizm’i ne kadar biliyordu? Yani bu soruları sormamız gerekiyor. Yahut diyelim ki Voltaire aydınlanma düşüncesi içerisinde kiliseye çok yoğun saldırılar yaparken ve bunu akıl, rasyonalizm, bilim, bilimin ışığı, aklın aydınlanması üzerinden yaparken orada din diye eleştirdiği şey acaba genel manada din, iman, ahlak, erdem mi idi? Yoksa spesifik olarak Avrupa tarihinde ne oldu? Avrupa tarihi içerisinde yaşanan dini tecrübeyi mi kastediyor?

Bu soruları doğru sorup doğru cevaplar verebilsek aslında aydınlanma düşüncesinin neyle hesaplaştığını da daha doğru anlayacağız. O zaman bunu alıp böyle çok kolaycı bir şekilde buraya motomot adapte etmek yerine, batıdaki tecrübeyi adapte etmek yerine kendi tarihi bağlamı içerisinde anlamlandırmaya çalışacağız ve daha doğru neticelere ulaşacağız. O zaman işte akıldır, bilimdir, düşüncedir, inançtır, sanattır. Bütün bunlar daha doğru yerlere oturacaklar aslında. O manada bizim mesela aydınlanma düşüncesiyle de farklı bir ilişkiye girmemiz, farklı bir muhasebeye de girmemiz gerekiyor. 18-19. yüzyıl düşüncesi. Ben burada size bir küçük müjde de vereyim madem yeri geldi. Hani konu buraya geldiği için söylüyorum. Şu anda bu konuda bir kitap üzerinde çalışıyorum. Nasip olursa işte önümüzdeki yakın vadede bitirmeyi planlıyorum. İslam ve Aydınlanma üzerine bir kitap çalışması var inşallah elimizde. Bu konuları biraz ele almaya çalışıyorum. Yani aydınlanma düşünürleri İslam düşüncesini ne kadar tanıdılar, bildiler?

Hangi kaynaklardan okudular? Aynı şekilde Müslüman düşünürler özellikle 19. yüzyılda batı düşüncesiyle ilişkiye geçerken aydınlanma düşünürlerini ne kadar okudular? Ne kadar anladılar? Yahut nasıl bir çerçeveye koydular? Yani batıda diyelim ki Diderot’dan Voltaire’e, Peter Bale’den Russo’ya, Montesquieu’den işte Marx’a, Hegel’e, Kant’a kadar bütün o dönemin özellikle 18. yüzyıl ve 19. yüzyılın ikinci yarısında batı düşüncesi şekillenirken İslam düşüncesinden neler aldı? Hangi konularla uğraşmak durumunda kaldı? Bunu bir ortaya koymaya çalışıyorum. Öbür tarafta da bizim düşünürler. Yani Namık Kemal’den Said Halim Paşa’ya, Muhammed Abduh’dan Reşit Rıza’ya, Cemalettin Afgani’den Şekip Arslan’a, Ahmet Han’a kadar Hindistan’da. Bizim düşünürler batı düşüncesiyle nerelerde temas edebildiler? Nasıl bir ilişki kurdular? Araçsallaştırdılar mı? Derinlemesine bir diyalog, bir muhabere çabası içerisinde oldular mı? Kendi geleneklerini sigaya çekerken yahut onunla hesaplaşırken batıyla hesaplaşabildiler mi?

Yahut tersi batıyla karşı karşıya gelirken kendi geleneklerini nasıl okudular? Nerelerde yanıldılar? Nerelerde isabet ettiler? Uzun bir konu, derinlikli bir mevzu. Ama böyle bir çalışmaya ihtiyaç var. Ben de bu sayıkla böyle bir şeye başladım.

Diyecektim ki siz kitaptan bahsedeceğiniz sıra. Atilla İlhan da göçtü. Hangi aydınlanmayı yazamaz şimdi diyecektim. Siz böyle bir kitabın müjdesini verdiniz. Eyvallah. Okurlarınızın bir eleştirisi var siz hocam. Sizi okumak çok zormuş. Buna ne diyeceğiz? Hani kendi gök kubbemiz daha okunabilir. Ama diğer eserler okuması zor. Haklılar mı? Hak veriyor musunuz okuyuculara?

Okuyucularıma elbette sonsuz saygım var. Ama ben onları zihinsel bir konfor yahut tembelliğe sevk etmek yerine daha fazla zorlamayı, yormayı, tahrik etmeyi tercih ederim. O yüzden bir yazar bir kitabı kaleme alırken, bir eseri ortaya koyarken nasıl bir emek ortaya koyuyorsa okuyucular olarak takdir eden, izleyen, takip eden insanlar olarak bizlerin de benzer bir entelektüel çabayı ortaya koyması gerekir.

Yani ben bir yazarı okuduğum zaman ortaya koyduğu emeği dikkate alarak aynı hassasiyet, ciddiyet, derinlik içerisinde onu anlamaya kavramaya çalışırım. Çünkü bütün zihnini, bütün fikir dünyasını, fikir çilesini getirip oraya koymuş. Onu okurken de ona en asgari borcumun bir kere bu çabayı karşılıksız bırakmayacak bir gayret göstermek olduğunu düşünürüm. O yüzden yazarı kendi seviyeme indirmek yerine kendimi onun seviyesine çıkartmaya çalışırım. Okuyucu-yazar ilişkisine ben hep böyle baktım. Özellikle de büyük yazarları okurken, kalıcı eserleri okurken, eski tabirle muhallet eserleri okurken insan dönüp dönüp bunun için okuma ihtiyacı hissediyor. Ve o yolculuk, o yazarın, o düşünürün, sanatkarın yolculuğu aslında bitmiyor. Bizimle devam ediyor. Bizden önceki nesillerde devam ettiği gibi bizden sonraki nesillerde de devam edecek. Okuna okuna, yorumlana yorumlana, hermeneutik ilminin sunduğu imkanlar çerçevesinde, bizdeki tevhil ve tefsir ilimlerinin sunduğu imkanlar çerçevesinde hep yeniden okunarak, yeni manalar kazanıyor.

Ben o yüzden bizde şerh ve haşiye geleneği, orijinal düşünceyi öldürmüştür tezine katılmıyorum. Tersine şerh ve haşiye dediğimiz gelenek, büyük eserlerin yeni anlam katmanlarını ortaya çıkartmak için ortaya konulmuş hermeneutik çabalardır, çalışmalardır. Bunlar dönem dönem şerh ve haşiye olarak devam eder, bir konuyu açar, bir başka konuyu açar, bir başka konuyu daha açar. Ama dönem dönemde bunlar birikir, yeni bir esere, yeni bir büyük eserin ortaya çıkmasına vesile olur. Marx’ın bir sözü vardır bu tarihsel, diyalektik süreçleri anlatırken, bazen der ki, niceliksel birikimler niteliksel sıçramalara sebep olur. Bazen o şerh ve haşiyenin oluşturduğu birikim, literatür, o oluşan külliyat, tekrar gibi görünebilir ama oradan bir başka kapı açılır, bir başka büyük eser, bir başka büyük düşünür ortaya çıkar. Başka düşünce, büyük düşünce kapısı açılır. O yüzden bizim gelenekteki büyük eserleri okurken, hem kendi geleneğimizde hem diğer geleneklerde, bu hususu dikkate almamız gerekiyor.

Şimdi şerh haşiye geleneği diye eleştirilen bizdeki yazım yöntemi batıda da var. Yani modern akademi mesela, eflatun üzerine düşünsenize, binlerce, on binlerce eser yazıldı, yazılmaya devam ediyor. Nedir bunlar? Bunlar şerh ve haşiyedir.

Adının konulması, böyle konulması şart değil.

Şart değil. Sadece Kant üzerine yani on binlerce, yüz binlerce kitap ve makale yazıldı, yazılmaya devam ediyor. Ki Kant iki yüz yıl önce yaşamış bir düşünür. Eflatun iki bin beş yüz yıl önce yaşamış bir düşünür. Aynı şey bizim geleneğimizde, şimdi İmam Gazali’nin diyelim ki, işte İmam Şafi’nin, İbn Arabi’nin, Sadreddin Konevi’nin, Molla Sadra’nın, İbn-i Sina’nın eserlerini düşünün. Bin yıldır okunuyor bu eserler. Her okuma beraberinde, hem yazılı hem sözlü anlamda, yeni açılımlar getiriyor, yeni hermenotik imkanlar sunuyor.

O şerhler, haşiyeler, yani yeni çalışmalar, modern dille söyleyecek olursak, etüt, araştırma, inceleme dediğimiz şeyler de, dönemin şartlarına uygun bir şekilde o eserleri yeniden yorumluyor. Bire bir tekrar etmiyor ki, yeniden yeni bir şeyler açıyor. Detaylara girdiğinizde, satır aralarını okuduğunuzda, diyorsunuz ki cevher kavramı, onuncu yüzyılda böyle ele alınırken, on üçüncü yüzyılda mana değiştirmiş. Şöyle bir manaya bürünmüş. Niye? Çünkü arada bir takım bilimsel keşifler olmuş. Felsefi bir takım gelişmeler olmuş. Keşifle ilgili, tabiat bilimleriyle ilgili başka şeyler ortaya çıkmış. Bütün bunları dikkate alarak, şimdi müellif oturmuş, bu eseri yeniden yorumlamış. Dolayısıyla, bu tür klasik eserleri okurken de, bu hususu akılda tutmak lazım. Bir de bu tür eserler, dönemin ilmi vasatını, akademik vasatını da ortaya koyan eserlerdir. O derinliği görüyorsunuz. Yani bazen, bir şiir dizesinde, öyle bir mana yakalıyorsunuz ki, yani bin yıllık bir tartışmayı, bir kelimede, bir satırda özetlediğini görüyorsunuz.

Mesela, Geldim şu alemi ıslah edeyim türküsü. Bizim yakın dönemde, yakılmış türkülerden biridir. İfadeye bakar mısınız? Geldim şu alemi ıslah edeyim.

 Sermayeden zarar gördüm sonradan.

İkinci dörtlüğünde ne diyor biliyor musunuz? Bilmem amelimden, yoksa özümden. Acaba başıma gelen bu kötülükler, fenalıklar, sonra diyor ya, elim kalkmaz oldu dizimden, artık ne pişmanlık yaşıyor ise, diyor ki, acaba bu benim özümden mi, yoksa amelimden mi? Yani özümde mi bir sorun var? Yoksa işlediğim amellerden dolayı mı? Acaba bu amelle, öz arasındaki ilişki ne? Cevher-Araz ilişkisine geri geldik. Bakın bin yıllık bir felsefe, kelam tartışmasını, kesbilik, vehbilik, kader, irade, cüz-i irade, külli irade, şair gelmiş bir satırda, bilmem amelimden, yoksa özümden. İnsanın özünün iyi olup olmadığını sorguluyor orada. Yoksa bu amelimden mi? Yok yok, insanın özü iyidir. İnsanın özü fıtratı temizdir. Bu olsa olsa benim amelimden kaynaklandı, diye bir sorgulama yapıyor.

Şimdi biz türkünün içinde okuyup geçiyoruz ama, biraz üzerinde durduğunuzda, şöyle bir durup, tefekkür ettiğinizde, derinlemesine düşündüğünüzde, burada başka bir şey var diyorsunuz. Aynı Yunus’un, ilim ilim bilmektir, ilim kendim bilmektir demesi gibi. Ben bilgisi. Ta Sokrat’tan, daha öncesi Thales’ten, daha öncesi kadim Mısır bilgeliğinden, Mezopotamya bilgeliğinden gelen, muazzam bir birikimle, ben bilgisi diyor, kendini bil diyor. Yani, Atina’da, Delfi Tapınağı’nın girişindeki, kendini bil sözü, bizim gelenekte, kendini bilen, Rabbini bilir’e dönüşüyor. Burada da durmuyor. Yunus Emre’nin dilinde neye dönüşüyor? İlim oku, bilim oku, felsefe, sanat, tarih bunları oku da, tamam ilim, ilim bilmektir de, yani malumat toplamak mıdır, diyor. Yok. İlim, kendin bilmektir. Sen kendin bilmezsen, kendin, sen, bu nice okumaktır. Ben bilgisi de, insanı, benim ötesine götüren bir bilgi.

Yalnız bir şey söyleyeceğim hocam, türkülerde okuyup geçiyoruz dediniz de, biz bu program, artık 20. bölüme yaklaştık, hala bir türkü okuyup geçemedik. Olmaz mı aslında, bir programda bir böyle, inşallah, bir türkü seslendirip, onun üzerinden konuşsak, çok güzel olur.

Bir gün olur inşallah. İnşallah. Hatta belki yeni bir beste vardır da, hani onu falan. Yeni bir bestemiz var. Onu aslında isterseniz, sona doğru böyle küçük bir, bir kublesini dinletelim. Belki dostlar sever. Dostluk üzerine, bir beste yaptık. Böyle, ferahlık duygusu veren, inşirah duygusu öne çıkan, daha ferahnak bir eser oldu. Böyle dostluğu, yolda yürümeyi, ten ölür ama can kalır, kalan canlar safamızdır diyen, bir çalışmamız var. Belki onu paylaşırız. Buradaki dostlarla.

Çok güzel olur hocam.

Şimdi biz, sinemaya gidiyoruz, filmi seyrediyoruz. Fakat, ehli diyor ki, film okuması diye bir şey var.

Biz gidiyoruz, mimari bir eseri geziyoruz. Fakat, orada bakmanın ötesinde, görülecek şeyler ve bir görme metodu, bu var. Ya bir resme bakıyoruz, işte geçen program, Yıldızlı Gece’den bahsettiniz. Bizim için Yıldızlı Gece, ne güzeldi, boyalara bak, renkleri de nasıl kullanmış filan. Ama, ötesinde o resmi bir okumak var. Ya da fotoğraf okumak, fotoğrafı. Bunların hepsine birden, insan vakıf olmak için ne yapmalı? Bir yere gittiğimizde, neyi görmemiz gerektiğini, bir filmi nasıl okumamız, bir fotoğrafı nasıl iddialememiz gerektiğini, bunu nasıl talim ederiz? Bunun bir yolu, metodu var mıdır?

Şimdi, bir eseri okurken, bu bir düşünce eseri olabilir, sanat eseri olabilir, resim olabilir, bir müziği dinlemek olabilir, bir mimari eseri tecrübe etmek olabilir. Öncelikle, insanın bir bütüncül bakış açısına, sahip olması gerekir. Tabii ki, turistik gezmelerden bahsetmiyorum. Yani, dünyada bir eseri anlamak, kavramak için, onun huzurunda durmak gerekiyor. İngilizce’de de, understanding diyoruz ya, anlamak, altında durmak demek. Understanding. Durup bakmak, yani onun mehabetini, onun huzurunda, onun önünde durup, onun varlığına kendimizi açmak demek.

Bir bütün olarak. Tabiri caizse, bir Gestalt perspektifiyle, bir bütüncül bakış açısıyla, holistik bir bakış açısıyla, mesela diyelim ki, Süleymaniye’yi, tecrübe etmek istiyoruz değil mi? O kadar çok parçadan oluşuyor ki Süleymaniye. Muazzam bir eser. Mimari unsurlar var. Hat unsurları var. Işık var. Ses var. Mekan var. Desen var. Dokuma var. Halı var. Ahşap var. Taş işçiliği var. Şimdi, Süleymaniye bu parçaların hiçbirinden ibaret değil, hepsinin toplamından da daha fazla bir şey. O bütünlüğü kavrayabilmek için de, bakış açımızı buna göre şekillendirmemiz lazım. Orada iki şey var. Birisi bilgi kısmı. Elbette baktığımız eserle ilgili bir bilgiye sahip olmalıyız. Hangi dönem yapılmış, mimari özellikleri ne? Bunlar, hani standart tarih kitaplarından, sanat tarih eserlerinden elde edebileceğimiz, yahut bir kılavuz eşliğinde, rehber eşliğinde öğrenebileceğimiz şeyler. Bunlar önemli. Bunlar temel taşlar. Bunun üzerine inşa ettiğimiz duygu daha da önemlidir.

O eserin bizde bıraktığı duygu nedir? Mehabet, azamet, kudret, sakinlik, dinginlik, ferahlık, belki bir daralmışlık, bir rahatlama, yahut bir sorgulama. Bu duygular, bir sanat eserini özellikle, insanın aklında ve duygusunda, kalbinde, yüreğinde, gönlünde bıraktığı çok önemli eserlerdir, izlerdir. Oradan ayrıldıktan sonra o izi siz taşımaya devam edersiniz. Oranın ışığı, duygusu sizde yaşamaya devam eder. Endülüs’e gidersiniz, Endülüs’ün mimari eserlerinden birine bakarsınız, yani Elhamra’ya bakarsınız, işte Kurtuba Camii’ne bakarsınız, Sevilia’ya gidersiniz. Orada mesela sizde bir şey kalır. Oradan mümkün olduğunca çok şeyi alıp gelmektir amaç. Sadece bakmak, o anda gezmek değil. O anı yaşayıp, onun duygusunu içimize çekerek, onu taşımaktır önemli olan. O yüzden ben, geçenlerde bir programımızda da söyledim, hani, bir güzel bir tabiat ortamını, bir tarihi eseri gezerken, biraz bu sosyal medyanın, akıllı telefonların vesaire etkisiyle, işte hemen kaydı alalım, hemen fotoğrafını çekelim diye bir aceleciliğe kapılıyoruz.

Buna karşı değilim elbette, yani gördüğünüz güzel bir şeyin fotoğrafını çekebilirsiniz. Ama önce duygusunu yaşayın. O duygusunu bir içinize alın. Ondan sonra o kaydı aldığınız şey, daha anlamlı hale gelecek. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir büyük yazarın, bir büyük sanatkarın, bir büyük düşünürün, sanatçının, geride bıraktığı eserler, şüphesiz onun mirasıdır, terekesidir. Kitapları, besteleri, resimleri, hatları, ebruları. Fakat bunlar aslında yürüdüğü sahilde, bıraktığı ayak izleridir. Onun o sahilde, güneşi nasıl gördüğü, rüzgarın yüzüne nasıl vurduğu, o havayı nasıl hissettiği, onunla birlikte gitmiştir. Bir sanatçıyı anlamak, bir büyük düşünürü anlamak, ayak izlerini takip ederek, yani eserlerine bakarak, onu inşa eden fikre ve duyguya ulaşmaktır. Yani o sahilde onunla birlikte yürümeye çalışmaktır. Siz o sahilde yürümeye başladığınızda, Van Gogh’u anlamaya başlarsınız. Dede Efendi’yi anlamaya başlarsınız. Mimar Sinan’ı anlamaya başlarsınız. Sonra eserlerine farklı bir gözle bakmaya başlarsınız.

Dersiniz ki, ha koca Sinan Süleymaniye’yi yaparken bu duyguyla hareket ediyordu. Selimiye’yi yaparken bu duyguyla hareket ediyordu. Van Gogh patates soyucuları ya da yiyicilerin tablosunu çizerken, daha karanlık bir tablodur o, şu duyguyla hareket ediyordu. Yahut Monet şu tablosunu yaparken şu duyguyla hareket ediyordu. Diye siz yavaş yavaş o düşünürle, o sanatkarla birlikte o sahilde yürümeye başlarsınız. Bu olduğu oranda da, siz o yazara, o düşünüre, o sanatkara kendinizi yakın hissedersiniz. O zaman onun eserleri kendini size açmaya başlar. Ve bu yaptığınız şey, artık sıradan bir okur-yazar, bir sanatçı-izleyici ilişkisi olmaktan çıkar. Birlikte yürümeye başlarsınız. Wittgenstein bir yerde, günlüklerinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı günlüklerin bir yerinde diyor ki, bazı yazarları okumak, dua etmek gibidir. Düşündüm, niye bunu diyor. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında, cephede kendisi.

Hem de hatta bugün Ukrayna cephesinde, tam Polonya-Ukrayna sınırında, çok zor şartlarda bir, bir buçuk yıl geçiriyor Wittgenstein orada. Kısa kısa notlar alıyor o günlükleri. Hava soğuk, savaş ortamı, yokluk içindeler, ne olacağı belli değil. İşte tabii ki Alman ordusunda ama karşıda Rus askerleri, belirsizlik, bu çatışmalar devam ediyor. Bir taraftan da Traktatüs’ün, şeylerini yazıyor, önermelerini yazıyor zihninde. Bir taraftan da notlar alıyor. O zorluklar içerisinde, bazı yazarları okumak, dua etmek gibidir diyor. Yani, yazarın yazdığı şey, dua makamında yazıldıysa, okuyucuya da öyle sirayet eder. Okuyucu kendini oraya hazırladığında, onu dua makamında alır. Bir büyük eseri, beste’yi dinlediğinizde, Itri’nin, Dede Efendi’nin eserlerini dinlediğinizde, yahut Bach’ın, Vivaldi’nin, bir geriye gidelim, işte Corelli’nin, Dölelend’in, Telema’nın eserlerini dinlediğinizde, adeta bir manevi, bir derinleşme, bir hale girme durumu size o kadar çok şey açmaya başlar ki, o eser herhangi bir eser olmaktan çıkar.

Bence derin hörmönetik, manevi hörmönetik burada başlar. Literal hörmönetik, işte yorum bilimin kuralları şudur, eser şöyle incelenir, bunlar eyvallah, bunlar en temel unsurlar. Bunun ötesine geçtiğinizde, siz eserle başka bir ünsiyet kurmaya başlarsınız. O zaman, o eser ve eserin banisi, eseri ortaya koyan kişi, sizin yoldaşınız olur. Size yol göstermeye başlar. Aynileşmek. Aynileşmek, sizin, sizin ruhunuzda, aklınızda, ufkunuzda çok yeni pencereler açar. Ve aslında bütün bunların manası da, insanı mutlak sanatkara götürmektir. Sani mutlak olarak, Cenab-ı Hakk’ın yaratılış mucizesini nasıl ortaya koyduğunu anlamak istiyor isek de, böyle bir hörmönetik yolu izlemek zorundayız. Sadece bakıp nasıl güzel yaratmış değil, o yaratılışın duygusu neydi, maksadı neydi, amacı neydi. Şu anda bana ne anlatıyor, bana ne vahyediyor, diyebilmektir. Bana ne ilham ediyor, diyebilmektir. Bunu kavramaya başladığınız anda, bütün varlık alemi, evren, tabiat, bir büyük sanat eseri haline gelir.

Öyle bir sanat eseri ki, bir tarafında yıldızlı gece var, bir tarafında bir büyük gök kubbe var, bir tarafında şırıl şırıl müzik sesi var, bir tarafında dört mevsim var. Bir bakıyorsunuz ki, aa Dede Efendi’den Itri’ye, Sinan’dan Matrakçı’na Suha, Van Gogh’dan Monet’e, Matisse’den Bach’a, Vivaldi’ye, Pergolesi’ye, aslında hepsi bu büyük kozmik senfoninin bir yönünü getirip bize takdim eden büyük sanatkarlar. Ve insanın esere saygı duyması, eserin sahibine saygı duymasından geliyor. Bir büyük sanat eseri karşısında tazim ile, saygı ile onu anlamaya çalıştığımızda, kavramaya, nüfuz etmeye çalıştığımızda, esere gösterdiğimiz saygı, eserin sahibine gösterilen bir saygıdır. Şöyle düşünün, bir müzeye gidiyorsunuz, çok kıymetli bir koleksiyonu geziyorsunuz. Hepsi koruma altında, dokunmak yasak, alıp götürmek yasak, yırtmak yasak, zarar vermek yasak. Belli bir mesafeden izliyorsunuz. Onu koruyan koca bir mekanizma var orada. Müze, güvenlik, ışık, yangın sistemi. Niye? Ölümlü, senin benim gibi fani bir insanın ortaya koyduğu muhallet bir eseri korumak için. Belki 100 yıl önce yapılmış, belki 500 yıl önce, belki arkeolojik bir şey 1000 yıl önce, 2000 yıl önce. Müzede o tecrübeyi yaşamak için uymanız gereken bir takım kural var. En önemlisi de korumak ve saygı duymak. Şimdi teşbihte hata olmaz. Buradan hareketle mutlak yaratıcının, mutlak sanatkarın ortaya koyduğu eserle ilişkimizi düşünün. Bir müzedeki bir sanatçının eserine dahi zarar verme lüksüne sahip değilken, hakkına sahip değilken, yaratıcının ortaya koyduğu, yarattığı o büyük eseri, tabiat alemini, hayvanları, bitkileri, ağaçları, varlık taşlarımızı korumamak, kollamamak, onlara zarar vermek bizim haddimiz olabilir mi? İnsan bir eseri anlayacaksa, bu bir sanat eseri dediğim gibi, ölümlü fani bir insanın ürettiği eserden varlık aleminin sanatkar yönüne kadar her boyutuyla, eğer bu oluşuma, tecrübeye dahil olacaksa, o akışın içinde yürüyecekse, bunu ancak akılla, fikirle, ama tazimle, saygıyla, bir mehabetle yapmak zorundadır.

Hocam çok sevdiğim bir söz var. Hissin kadar hissen vardır. Şimdi bir tanıdığım, mesela Van Gogh’u çok seviyor. Önce resimlerine baktı. Reprodüksiyonlarını gitti, gördü. Yetmedi dedi, ben bunların asıllarını görmem lazım. Gitti resimlerin asılları nerede sevgileniyorsa onlara baktı. Yetmedi. O resimlerin yapıldığı yerlere gitmem lazım dedi. İşte gitti o akıl hastanesinde durdu. O kilisenin önünden seyretti hadiseyi. O vakte bakmam, o mevsimde görmem lazım. Olmadı. Yazılan her şeyi okudu o resimlere dair. Yetmedi gidip Van Gogh’un kabrinde durdu böyle bir bağ, bir irtibat kurabilmek için. Şimdi o Van Gogh’a dair bir şey söylediği vakit ben diyorum ki tamam yani eyvallah. O öyledir yani.

Çünkü orada çok samimi bir emek var. Yani bu ünsiyet, bu irtibat çok kıymetli bir şeydir. Yani birisi bunu Van Gogh’la kurar, birisi Bach’la kurar, birisi Dede Efendi’yle kurar, birisi İbn Arabi’yle, Gazali’yle kurar, Farabi’yle kurar. Yeter ki bu bağı kurabilelim. Aslında burada biz kendimizi keşfediyoruz. Bu eserler bize birer ayna tutuyor, ışık tutuyor. Bir tür kılavuz onlar bizim için. Biz kendimizi keşfediyoruz o yolculukta. Oradan bir şey alıyoruz, buradan bir şey alıyoruz. Kendimizi mücehhez kılarak, teçhiz ederek, donatarak bir yere doğru yürüyoruz. Tabi bu yolculukta bunları araçsallaştırmadan, bu eserleri enstrümantalize etmeden, kıymetini bilerek, kendi zatında değer vererek bunlara sahip çıkmak bizim yolculuğumuzu da daha sahici, daha otantik, daha gerçekçi, daha hakikat temelli hale getiriyor. O zaman seyir ile keyif, iş ile lezzet, vazife ile duygu bir araya gelebiliyor. İşini de yapıyorsun, vazifeni de yerine getiriyorsun. Ama bunu büyük bir keyifle, neşeyle, kolaylıkla, ihtişamla yapmaya başlıyorsun. Yani bazen işin zor olanı işte dinen, manen makbul olanıdır diye bir yanlış algı var. Tam tersine, Efendimiz demiyor mu? Zorlaştırmayın, kolaylaştırın. Yani, duamızı da böyle ediyoruz değil mi? Rabbim kolay kıl. Kolay olması O’nun daha az kıymetli olduğu anlamına gelmiyor ki. Kolay kıl, bu imtihanı vereyim. Kolay kıl, tadını da çıkarayım. İmanın lezzeti gibi, ibadetin tadı gibi. Yahut başka bir iş, herhangi bir iş yaptığınızda, dolayısıyla burada böyle bir ilişkiye girdiğinizde bir eserle, onları batıda olur, doğuda olur, başka yerlerde olur, takdir etmeyi de öğreniyorsunuz. Farklı kültürlerin ürettiği eserleri anlamaya, takdir etmeye başlıyorsunuz. Onlardan bir şeyler öğreniyorsunuz. Yani, ben mesela Afrika’ya gittiğimde, koca bir kıtadır Afrika tabii, Afrika sanatının ve kültürün o kadar çok veçesi var ki, sözlü kültürün son derece güçlü olduğu, insan sesinin son derece merkezi olduğu bir kültürel vahadan bahsediyoruz. Şimdi gidip Afrika’da, niye burada Louvre Müzesi gibi müze yok, niye burada işte Monet gibi, Matisse gibi ressamlar yok demek anlamsız bir soru.

Çünkü zaten Afrika kendi yaratıcı enerjisini, sanatkar dehasını bu alana yöneltmemiş ki, başka bir alana yöneltmiş. Müziğe yöneltmiş, sese yöneltmiş, tabiatla ilişkisine yöneltmiş, buralarda temayüz etmiş. Ben oraya odaklanmalıyım. Ama Afrika’da olan da Avrupa’da yok. Yani, Afrika’daki seslerin, ses skalasının ne kadarı Avrupa’da yok, bir de bunu soralım. Tabiatla ilişkisinde Afrikalıların ulaştığı sofistikasyon seviyesine, Avrupa’da hangi sanatçı ulaşabilmiş? Bunları birbirine karıştırmamak lazım. Yıllar önce ben, Karadeniz’e böyle bir tura çıkmıştık ailece. Trabzon’da bir arkadaşım var. Kendisi de hem mimar, hem de mimaride öğretim elemanı. Sümela Manastırı’na çıkmadan, aşağıda bir seranderden, biz de kahvaltı yaptık orada. Dedi ki, burada bizim bir ev ustası var, seni onunla tanıştırmak istiyorum. Bu tamamen alaylı, hiç okumamış, tamamen usta-çırak ilişkisiyle bu işleri öğrenmiş bir ev ustası. Tabii dedim, memnuniyetle geldi. Beraber kahvaltı yaptık, konuşuyoruz. Kendisi de Trabzonlu arkadaş, ev ustası.

Yaptığı işi anlattı bana. Anlattıkça hayretler içerisinde kaldım. Ağacın türlerinin ne olduğunu öyle bir anlattı ki, herhalde herhangi bir mimarlık fakültesinde, mühendislik fakültesinde asla duymayacağınız ayrıntıları, ben ilk defa o ev ustasından orada duydum. Hangi ağaç türü, hangi mevsim için kullanılır, evin güneşe bakan cephesinde hangi ağaç kullanılır, yağmur alan cephesinde hangi ağaç kullanılır, o ağacın ömrü nedir, kaç yılda bir bunu değiştirmek gerekir, bir evi yaparken kaç tür ağaca ihtiyaç vardır, eğimi ne olmalıdır? Bunu tamamen alaylı bir tecrübeden hareketle öğrenip uygulayan ve düşünün Karadeniz gibi 40-50-60 derece eğimli bir coğrafyaya ev yapan bir mimari deha anlatıyor. Bu benim için modern mimarinin, yani Le Corbusier’den diğer bütün büyük mimarlara kadar, ortaya koyduğu eserlerden daha az kıymetli bir şey değil.

Ortada öyle bir incelik var ki, malzeme bilgisi, mekan bilgisi, coğrafya bilgisi, mevsim-iklim bilgisi o kadar derinlere ulaşmış ki, o usta bunu belki akademik bir jargonla, bir akademik dile, bilimsel dile aktarmadan, yaşayarak öylesine derinlemesini ortaya koyuyor ki, hayran kalmamak mümkün değil. Şimdi ben mesela o kahvaltıdan sonra Karadeniz evlerine, ahşap evlere başka bir gözle bakmaya başladım. Benim hiç görmediğim, ya hepsi ağaç, ahşap dediğim şeyler, bir anda ha burada şu ağaç var, burada bu ağaç var, eğilimi bu başka bir şeye dönüştü. Şimdi bu incelikleri görmek, kavramak da işte geleneği anlamak açısından büyük önem arz ediyor. Hep söylüyoruz ya işte gelenek tam böyle bir şey. Gelene ek. Eklene eklene geliyor, gelecek nesillere de böyle bırakılıyor. Bir şey eklendiği zaman gelenek hayatiyetini sürdürüyor, dinamik bir şekilde yaşamaya devam ediyor. İşte o alaylı usta da ustasından öğrendiği bilgiyi kendi bilgisiyle biriktirerek, tecrübesiyle birleştirerek başka bir şeye çeviriyor, yeni bir şey deniyor. Tabiri caizse ahşap ustalığında şerh ve haşiye yazarak yeni bir eser ortaya koyuyor. Evet. Ama gelenek yaşamaya devam ediyor. Bir üstada olsam çırak, bir olurdu yakın ırak. Yakın ırak.

 Eyvallah. Çok teşekkür ederiz hocam.

Ben teşekkür ederim.

Dosttan haber getirirler, yüreğimi diriltirler efendim.

Pirim bir gül olmuş benim, gülbağıma can verirler efendim.

Gülbağıma can verirler efendim.

Dostun yolu yolumuzdur, aşkım eşki canımızdır.

Fen öleninde canlar kalır, kalan canlar safamızdır.

Fen öleninde canlar kalır, kalan canlar safamızdır.

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir