Bir Din Kurgulamak – Resulullah’ın Vefatı: İlk Halife Nasıl Seçildi? – Bölüm 3

Bir Din Kurgulamak – Resulullah’ın Vefatı: İlk Halife Nasıl Seçildi? – Bölüm 3

Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil alemin. Vessalatu vesselamu ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve ashabihi ecmain. Amin.

Esselamu aleykum ve rahmetullah. Kıymetli kardeşlerim bugün Allah nasip ederse Şia konusuna temelden girmeye çalışacağız. Tabi Şia ile ilgili meseleyi biz Hulefayi Raşidin ile başlatacağız. Yani Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ahirete göçüyle birlikte yaşanan hadiseler üzerinden ele alacağız. Ama yine programımızın başında geçen serilerde dile getirdiğimiz bir hakikati tekrarlamayı önemli buluyoruz. O da nedir? Şia dediğimiz vakit aklımızda genelde günümüzde İsne Aşeriye İmamiye Şiası geliyor. Bu İsne Aşeriye İmamiye Şiası İran İslam Cumhuriyeti tarafından liderliği ve hamiliği yapılan İran’ın önemli bir kısmı, çoğunluğu. Irak’ın yarısı yaklaşık olarak yarısına yakını.

Suriye’de %2’lik bir kısım hatta 2 de değil. Suriye’de çok az olmakla beraber Lübnan’da aşağı yukarı 1,5-2 milyon kişilik bir nüfus. Bahreyn’de bir miktar. Topluluklardan oluşan Caferiye,  İsne Aşeriye İmamiye, İsne Aşeriye yani 12 İmam Şiili olarak maruf bulunan gruptan bahsediyoruz. Bu çalışmamızda biz İsne Aşeriye İmamiye Şiası’nın en temel ve en sahih kaynaklarını, onların ulemasının üzerinde ittifak ettiği kaynakları esas alacağız. Fakat Şia içerisinde bir takım münferit görüşleri olan, müfrit görüşleri olan, gulat sayılan ya da İsne Aşeriye alimlerinin doğru ve makul kabul etmediği, kendisine kefil olmadığı alimlerden ya da kitaplardan kaynak göstermeyeceğiz inşallah.

Hangi kitaplardan kaynak göstereceğiz? Kütüb-ü Erbaa olarak bilinen Şia’nın 4 hadis kitabından, Allame Meclisi’nin Bihar-ül Envarı’ndan ve buna benzer olarak Şia’nın muasır, Kâşif-ül Gita gibi, Ebu’l-Kâsim el-Hu’yi gibi, Ayetullah Sistani, Ayetullah Hümeyni, Ayetullah Şeriat Medari, Ayetullah Mutahhari gibi alimlerinden, Ayetullah Şahrudi gibi alimlerinden kaynaklar vereceğiz.

Bununla birlikte Bağkır Es-Sadr başta olmak üzere muasır Şii alimlere değiniler yapacağız. Ve bu değinilerin bir kısmını bu video serimizde ifade etmekle, serdetmekle birlikte, çok önemli bir kısmını ise kitabımızda zaten çeşitli başlıklar ve çeşitli konular etrafında mülahazalarını yaparak ele almıştık. Diğer bir önemli mesele ise, Ehli Sünnetin çok önemli ve çok muteber hadis kaynaklarında bazı kimseler için filanca hadis ravisinin bir miktar şiili vardır ama bu ona zarar vermez şeklinde rivayetler olduğunu biliyoruz. Bu kimselerin şiili günümüzde anladığımız biçimde İsnaşeriye şiili gibi bir şiilik değildir. Buradan kastedilen şiilik, bu insanların Hz. Ali muhibbanı ve yâreni olmasıdır. Biz de Hz. Ali’yi sevenler, Hz. Ali muhibbanları, ehl-i sünnet, ehl-i beytin yolunu takip etmektedir. Dolayısıyla o eserlerde şiilik olarak ifade edilen ya da peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından sonra özellikle Hz. Osman döneminden itibaren ortaya çıkan şii olarak tabir edilen kimseler şia taraftar demektir. Şiatı Ali ve Şiatı Osman şeklindeki ayrımın şiatı Ali kısmında yani Ali taraftarı. Hz. Ali’yi daha fazla seven ve ön plana çıkmasını arzu eden sahabe ve diğer tabiini ifade etmektedir. Onlar da ehl-i sünnet gibi inanmakta. Onlar da ehl-i sünnet gibi namaz kılmakta, oruç tutmakta. Onların mezhebi de, meşrebi de, bakış açıları da, içtihatları da ehl-i sünnet gibidir. Yani onlar ehl-i sünnettirler. Yani aksi halde Hz. Hüseyin’in şii olduğu yorumuna kadar bu bizi götürür. Kaldı ki Hz. Hüseyin de, Hz. Hasan da onlar da ehl-i sünnettir. Onların kıyamları da, kıyamları da, mücadeleleri de ehl-i sünnetin mücadeleleri olarak ele alınmalıdır. Diğer bir mesele ise, yine tekrar etmekte doğrusu fayda mülahaza ediyorum. Şia mezheplerden bir mezhep olarak kabul edilemez.

Ehl-i sünnet, İslam’ın ana caddesi ve ana yoludur. Ama Şia bir fırkadır, bir mezhep değildir. Mezhep gidilen yol demektir diye ifade etmiştik. Şia ise siyasi gerekçeleri olan bir fırkadır. Bu siyasi gerekçelerin üzerine bir müddet sonra birtakım akidevi gömlekler giydirilmiştir. Evet şimdi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin vefatı döneminde toplumun durumuna birtakım değinilerde bulunarak bugünkü programımıza başlayacağız inşallah.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ömrünün çok önemli bir kısmını müşriklerle harp ile geçirdi. Müşriklerle yaptığı bu harplerde ve mücadelelerde müşriklerin Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve selleme ve onun ashabına yönelik baskılarında Peygamberimiz çoğu zaman ashabını eğitmek için onları bir tedrisatdan geçirmek için çoğu zaman fırsatlar bulamıyordu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin rahat içerisinde, emnu eman içerisinde bir bölgede temkin sağladığı dönem Mekke’nin fethinden sonradır.

Rasulullah özellikle Medine yıllarından itibaren ve Medine’de başarı elde edip Mekke’yi fethettikten sonra Peygamberimiz Medine yıllarından itibaren başından itibaren ama en fazla da Mekke’yi fethettikten sonra ashabını eğitmeye başladı. Tabi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ashabını eğitirken sınırlı imkanlara sahipti. Biz çoğu zaman tarihi okuduğumuzda günümüzdeki gibi bir takım kıyaslamalar yapıyoruz.

Şimdi günümüzde devletler toplumlarını nasıl eğitirler? Devletler televizyon kullanırlar, kamu spotları yayınlarlar, internet kullanırlar. Devletlerin Milli Eğitim Bakanlıkları vardır ve bütün ülkenin ana arterlerine, köylerine kadar yayılmış okulları vardır. Bunun için çok önemli bir bütçe ayırırlar öğretmenleri var. Fakat Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem döneminde ne bu şekilde bir devlet nizamı vardı ne de bu kadar yaygın hiçbir devletin, Sasanilerin, Bizans’ın, Roma İmparatorluğu’nun bile bu kadar yaygın bir iletişim ve erişim ağı da yoktu.

Dolayısıyla insanları eğitmek süreci o dönemde bugünkü gibi kolay değildi ve yaşam şartları da bugünkü kadar kolay değildi. Dolayısıyla insanlar eğitim için yani eğitimden çok daha fazla hayatta kalma mücadelesi de veriyorlardı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buna rağmen dünyanın en az su kullanan milletini alıp dünyanın en çok su kullanan, çölde olmaları hasebiyle en az su kullanan, onları dünyanın en çok su kullanan ve temizliğe önem veren, günde beş vakit abdest alan, haftada bir gusül alan bir millete çevirdi. Yine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem leşleri, yılanları, çıyanları yiyen bir topluluğu aldı ve onları tertemiz şeylerden yiyen, tertemiz giyinen, tertemiz kokular sürünen son derece medeni bir toplum haline getirdi. Elbette Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu tedrisatında son derece başarılıydı. Ama bununla birlikte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin ashabı içerisinde çok azı ön plana çıkabilmiştir.

Elbette her biri bir dağ gibi, her biri bir yıldız gibi ashabı vardır Peygamberimizin, ama bu ashabı arasından farklı niteliklerle mümeyyiz olan ve birçok yönüyle çok çok boyutlu ve çok yönlü uzmanlığı olan az miktarda sahabesi vardır Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin.

Elbette bu ashabın tedripli, eğitimli olanları nasıl ve ne zaman yapacağını bilenleri elbette Mekke ve Medine için ziyadesiyle fazlaydı. Ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden sonra İslam orduları dünyanın dört bucağına akınlar yaptıktan sonra bir anda sayısı Mekke ve Medine’nin hatta Arap aleminin tümünden kat kat daha fazla olan milletler ve topluluklar İslam Devleti’nin egemenliğine girdi ve bu toplulukları tedrip etmek, eğitmek bu toplulukları dönüştürmek bir hayli zaman aldı. İnsanlar gelip Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme biat edip Müslüman oluyorlardı. Ama bu heyetler halinde gelip Müslüman olan kimseler kavimlerine döndüklerinde onların elinde kavimlerini eğitebilecek Kur’an sünnet dışında bir müfredat yoktu ve bu müfredatı nasıl uygulayacakları konusunda da elbette eksikleri, yanlış anlamaları vardı, yetersizlikleri vardı. Bu yetersizlikleri ortadan kaldırmak için de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem imkanı elverdiği kadar bir takım kabilelere tedrisatçılar yani eğitimciler gönderdi. Bu müderrisler gittikleri yerlerde İslam’ın özünü ve aslını insanlara olduğu şekliyle anlatmaya çalıştılar. Fakat Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin özellikle Mekke’yi fethinden sonra yanına gelerek insan olanların önemli bir kısmının onu zihinlerinde bir kral olarak bir sultan olarak canlandırdıklarını görüyoruz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onların nezdinde krallardan bir kraldı. Hasbelkader talih ondan yana hükmetmiş, rüzgar ondan yana esmiş ve o siyasi bir güç elde etmişti.

Öyleyse böyle bir zamanda Muhammed’e tabi olmak onun inancına girmek en masrafsız ve en kestirme kazanç yolu olarak görülüyordu. Elbette gelen kavimler arasında yüzde yüz samimi olarak İslam’a girenler vardı. Hiçbiri icbar edilmemişlerdi. Ama insanların çıkarlarını takip etme konusundaki güdüleri düşündüğümüzden daha güçlüdür. Dolayısıyla insanlar Muhammed diye birinin çıktığı sallallahu aleyhi ve sellem ve ona son derece bağlı bir ashabın olduğu ve bunların olmazları başardı, olmaz görünenleri başardığını gördükleri vakit ve ard arda fetih haberleri geldiği vakit son yılında özellikle heyetler akın akın İslam’a girmeye başladılar. Bunlar arasında samimi olanlar ve samimi olmayanları da var. Ya da samimi olsalar bile samimiyetlerine rağmen İslam’ın özünü çok iyi anlamamış kimseler de vardı. Bir müddet sonra bu insanlar peygamberin vefatından sonra maalesef ne yaptılar? İrtidat ettiler. Bir de peygamber sallallahu aleyhi ve selleme gelen heyetlerin tümünün peygamberimizin getirdiği davayı kabullendiklerini zannediyoruz.

Hayır böyle değildi. Bazı kabileler ve bazı kavimler peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile anlaşma yapmaya gelmişlerdi. Yaptıkları anlaşmalar kendi inançlarını devam ettirecekler. Ama bundan dolayı baskı altına alınmayacaklar. Cizye verecekler. Yani vergi verecekler. İslam Devleti de bu vergi karşılığında kendilerine güvenlik hizmeti sağlayacak. İnanç hürriyeti hizmeti sağlayacak. Her devlette bu bağlamda devletler halklarından vergi alırlar. Ama bu topluluklardan da bu şekilde vergiler alındı. Burada tabii yeri gelmişken bir konuya da değinmek gerekir. İslam’ın Müslümanlar aldığı zekat, kefaret, sadaka, fitir, bunlar Yahudi Hristiyanlardan aldıklarından çok daha fazla. Yahudi Hristiyanlar sadece cizye ödüyorlar. Müslümanlar aslında Müslüman oldukları zaman çok daha fazla ne yapıyorlar? Çok daha fazla bu manada masraf ödüyorlar. Bunu da ifade etmek lazım. Çünkü birtakım müsteşrikler şöyle iddia ediyor. İnsanların çoğunun Müslüman olmasının sebebi cizye vergisinden kaçmaktı. Hayır öyle değildir yani. Onu da ifade etmek gerekir.

Müslüman olan ya da eski dinini gizleyerek yani dönmelik yapan, eski dininde sabit kadem durup eski inançlarına devam edip ama Müslüman olmuş gibi görünen, kavimlerin her birinin ayrı ayrı motivasyonları, ayrı ayrı çıkar ve nedenleri bulunmaktaydı. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettikten sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin ashabı arasında kimin halife olacağıyla ilgili bir bilgi bulunmamaktaydı. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onların gözünde çok kıymetliydi. Onun gözünün içine bakarak konuşamıyorlardı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlardan bir şey istese ya da bir şey sorsa Allah ve Rasulü daha iyi bilir derlerdi. Onlar Peygamber’e yanlışlıkla bir şey sorarlar da sonra ondan dolayı Müslümanlar vebal altına girer ya da Müslümanlara bir konu farz kılınır korkusuyla Peygamber’e soru soramıyorlardı kolay kolay. Hatta bazı ashabın birtakım hacetlerini, sorularını, bazı bedevilere sordurduklarını bile biliyoruz.

Kendileri buna cesaret edemedikleri için, adaplarından dolayı. Peygamberimiz onlara seslendiği vakit anam babam sana feda olsun ya Rasulullah diyorlardı. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemi kendilerinden, eşlerinden ve evlatlarından, ana babalarından daha fazla seviyorlardı. Bu kadar sevdikleri bir kişiye, Ya Rasulullah sen ölürsen senden sonra kim görev alacak, kim halife olacak diye soramazlardı tabii ki. Sormadılar da zaten. Bundan hicap duydular. Ama bununla birlikte eğer Rabbimiz bunda bir hayır murat etseydi, yani Peygamber’in direkt kendisinden sonra bir halife seçmesinde bir hayır murat etseydi, bunu ümmet için bir mecburiyet ve bir zaruret olarak görseydi, ayet-i kerimeler ile, hadisler ile Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bunu ümmetine bildirirdi. Ya da Kur’an-ı Kerim’de buna ilişkin sarih ve açık ayetler olurdu. Çünkü Allah kullarını dalalette bırakmaz. Allah kullarına kitabı aşikar bir biçimde muhkem ayetler ile açık açık onları en doğru yola iletsin diye kitabı göndermiş ve indirmiştir. Orada her şeyi tafsilatı ile açıklamıştır.

Elbette burada işin mütekassısları, yani uzmanları Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerinden ve Kur’an-ı Kerim’den, yöneticilerin kim olması gerektiğinden ziyaden nasıl olmaları gerektiği, niceliği, onların vasıfları, nasıl hükmetmeleri gerektiği ile alakalı birtakım parametreler olduğunu zaten bildiriyorlar. Mesela şayet bir hususta niza ederseniz onu Allah’a, Rasulüne ve aranızdaki ulul emre yani istişareye ve ulul emre yani emir sahibi kimselere götür. Mesela bu ayet ve buna benzer adaletle hükmetmek, hüküm sırasında onların işleri kendi aralarında şura iledir şeklindeki ayetler ve buna benzer pek çok ayetler ve hadisi şerifler bize Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin nasıl bir liderlik arzu ettiğini, nasıl bir liderlik olunması gerektiği ile alakalı birtakım parametreleri hem kendi yaşantısıyla hem de hadisler ve ayetler ile ifade ettiğini biz biliyoruz.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından sonra sahabenin neyi nasıl yapacağını bilmeyişinin en önemli delili Rasulullah’ın vefatıdır bizatihi. Peygamber vefat ettiği vakit sahabe efendilerimiz mescitte hıçkıra hıçkıra ağlamaya feryad-ı figan etmeye başlamışlardı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin muhtelif rivayetlerde ki bu rivayetlerden biri de Hazreti Ali’dir. Hazreti Ali’den rivayet edilmiştir. Ölünün arkasından kendisini dövmenin, bağırıp çağırmanın yasaklanması ve maalesef Kerbela ayinlerinde buna hiç dikkat edilmiyor. Halbuki Şia’nın kendi kaynaklarında bu men edilmiştir. Ölünün arkasında kendini dövmek ve feryad-ı figan etmek men edilmiştir. Ama maalesef buna dikkat edilmiyor. Bununla ilgili sahabe efendilerimiz tabii peygamberimizin hayatından sonra bu tarz bir müminin izzetine ve vakarına yakışmayacak tavırlar içerisine girmemişlerdir. Ama hıçkıra hıçkıra ağlayışlarını tutamaya mescidin her köşesinde gam ve keder ile ağlamışlar. Üzüntülerini gözyaşlarıyla dökmüşlerdir.

İşte böyle bir zamanda Hazreti Ebu Bekir Mekke’nin uzak mahallesinden haberi alır almaz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin mescidine geldi. Mescitten onun hücresine girdi ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin vefat ettiğini gözyaşları içerisinde gördü. Ondan sonra mescide geldi ve bir konuşma yaptı. O sırada Hazreti Ömer kılıcını çekmiş ki Hazreti Ömer özellikle kafirlere karşı kılıcı zaten kolay kolay kınına girmezdi. Kılıcını çekmiş ve her kim Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem öldü derse onun boynunu vururum şeklinde bir hiddet ile sesleniyordu. Öyle bir yerde Hazreti Ebu Bekir Muhammed Allah’ın kuludur. O ölürse ya da öldürülürse topuklarınız üzerine gerisin geriye dönecek misiniz? Ayetini okudu. Sahabe hatta Hazreti Ömer ben bu ayeti sanki o gün ilk defa işittim demektedirler. O duygusallık ile, o Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin vefatının şoku ile ama sadece onunla değil asıl bu ayet inmiş nazil olmuş fakat hiç kimse Peygamber’e ölümü yakıştıramıyor.

Bunu Peygamber’in ölümü gibi bir felaketin başlarına gelebileceğini tahayyül edemiyor. Bunu düşünmekten kaçıyorlar. Bu düşünceyi kendilerinden uzak tutuyorlar. Fakat Hazreti Ebu Bekir’in bu ifadesinden sonra hıçkırıklar her tarafa yayıldı. Hıçkırıklar ve ağlamalar daha da arttı. Mescidin her tarafından feryad-ı figanlar yükselmeye başladı. Fakat Allah’ın emirlerine aykırı olacak ne bir söz ağızlardan çıktı ne de bir davranış. İnne lillahi ve inne ileyhi raciun. İşte böyle bir zamanda Ashab Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ölümünün buz gibi soğukluğuyla yüzleşti.

Bir müddet sonra peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin defin işlemleri başladı. Ve bu defin işlemleri Hazreti Ali ve peygamberimizin en yakın akrabaları tarafından yani Haşimoğulları tarafından yürütüldü. Zira zaten adet de böyleydi. Olması gereken de bu yöndeydi.

Tabi daha önceki derslerde peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından önce yani onun döneminde ondan önce Arapların özellikle Sasani Devleti’nin uzak karakorları olarak görev yaptığını, yani Tenuhluların, Gassanilerin ve diğer Lahmilerin Sasani Devleti’nin vasalları olduğu, uydu devletleri olduğu ve hem Sasanilerin hem Roma İmparatorluğu’nun Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin adımlarını dikkatle takip ettiklerini hatta ona düşmanlık beslemeye başladıklarını ifade etmiştik. Durum son derece nazikti. Peygamberimizin vefatıyla birlikte kısa süre içerisinde çeşitli beldelerden kabilelerin irtidat ettiği haberleri geldi. Bu irtidat iki türlüydü. Bazı irtidat biçimleri siyasi irtidattı. Yani İslam Devleti’nden, İslam Devleti’nin zimmetinden ayrılma, egemenliğinden ayrılma, biatini bozma, bazısı ise direkt İslam’dan dönme şeklindeydi. İslam’dan dönenlerin önemli bir kısmı zaten esasında İslam’da olmamışlardı. İslam olmuş gibi görünmüşlerdi. Böyle bir durumda bu haberler gelmeye başlayınca ve düşmanların ani bir şekilde yeni kurulmuş İslam Devleti’ni bir devrim ile, bir toplumsal isyanla devirme ya da dışarıdan bir harp ile Müslümanları zayıflatma ve Müslümanları yenme, mağlup etme gibi bir tehlike çok sahici bir tehlikeydi. Öyle bir tehlikeydi ki artık Hz. Ebu Bekir sürecin sonunda yani bir haftadan sonra çünkü bu bir haftayı özellikle almıştır yani irtidat hareketleri öyle yani mesela bugünkü gibi değil yani bugün şimdi diyelim bir lider ise herhangi bir ülkede devlet televizyonu. Yani son dakika haberi geçer Twitter’da, WhatsApp’da, WhatsApp odalarında, WhatsApp gruplarında kısa sürede yayılır. Muhtemelen birkaç dakika içerisinde belki bütün dünya, dünyanın öte tarafı falanca mesela Amerikan Devlet Başkanı’nın diyelim öldüğünü duyar. Ama burada öyle bir durum yok tabii ki. Burada şimdi zaten Mekke ile Medine arasında bir atlının dört nala koştuğu vakit bir atlının gideceği zaman belli yani. Ondan sonra Taif’e, Yesrib’e başka başka yerlere baktığımızda yani o insanların oraya bu haberi götürmesi, bunun bir de Sassani Devleti’nin başkentine ulaşması, diğer yerlere ulaşması elbette bir süre zaman alıyor. O dönemde de bir takım posta teşkilatları var. Bu posta teşkilatları yoluyla yani haberin hızlı ve seri ulaştırılması ile ilgili bir takım yöntemler, olaylar var. Biliyorsunuz yani işte kuşlarla, dumanla, başka başka yollarla ya da sürekli at ve atlı değiştirerek bir takım bir bölgeden bir bölgeye haberin gitmesi var ama bu da yine bir zaman alıyor.

Dolayısıyla mürtedlikten yani irtidat hareketlerinden kaynaklı tehlikeler özellikle ikinci haftadan itibaren artık tam net olarak ortaya çıkmaya başladı. Ama hala karşılıklı haberler olarak devam eden bir süreç. Bir akın yok. Ama sonuçta önce haber gelir sonra gerçek size kapıyı çalar. Böyle bir dönemde tabii kısa sürede bir tehdit ortaya çıktı. Bu tehdidi bertaraf edebilmek için de çok çabuk bir şekilde bir halifenin seçilmesi elbette zaruriydi. Ama ashab böyle bir araya gelip peygamber vefat eder etmez hemen bir halife seçelim şeklinde yani Hz. Ebu Bekir, Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve diğerleri böyle bir yaklaşıma girmemişlerdi. Ama bu yaklaşıma giren kimseler var mıydı? Vardı. Bu da olabilir bir şeydir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden sonra toplumsal bir kargaşanın olmasını engellemek için bir takım sahabenin bu konuda acele etmesi mümkündür. Bu bağlamda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin cenaze işlemlerinin ilgilenirken Hz. Ebu Bekir peygamberimizin yakın dostu ve aynı zamanda Peygamberimizin akrabası olan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ve diğer ashabın önde gelenleri ise mescitte beklemekteydiler. O sırada tabii Ensardan bir kişi hızlıca mescide geldi ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ashabından yani Ensardan olan bazı kimselerin Beni Sakife gölgeliğinde bir araya geldiklerini ve bir halife seçmek üzere, bir peygamberden sonra bir lider seçmek üzere münakaşa ve tartışma yaptıklarını haber verdi. Bunu haber alan Hz. Ebu Bekir, Ömer çok hızlı bir şekilde olaya müdahale edebilmek için olay yerine geçtiler. Ama onlar orada gittiklerinde ne bu toplantıdan haberdardılar. Haberi Ensardan bir kişi onlara vermişti. Bu önceden planlanmış, onların planladığı bir toplantı değildi ve gittikleri zaman orada ne olacağını elbette bilmiyorlar. Çünkü bu gayba girer ve biz halifelerimizin gaybı bildiğini iddia etmiyoruz. Dolayısıyla onlar oraya gittiler ve orada Sad bin Ubede radıyallahu anh başta olmak üzere Ensardan bazı kimselerin kimin halife olması gerektiği ile ilgili konuştuklarını gördüler ve bu tartışmalara müdahil oldular.

İşte böyle bir ortamda çeşitli görüşler ön plana çıktı. Bu görüşler Mekke’nin gerçeklikleri ile de uyumluydu. Şimdi Mekke ve Medine’nin gerçeklikleri ile de uyumluydu. Yani o dönemin sosyolojik koşullarına uygun bir takım mülahazalar olduğunu görüyoruz. Nedir peki bu? Şimdi biz biliyoruz ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin ashabı hepsi bir değildir. Ashab arasında Bedir’de iman edenler var, Uhud’da katılanlar var, Bedir’e katılanlar var, Mekke döneminde ilk iman edenler var. Biraz daha sonra ama Mekke döneminde iman edenler var. Medine döneminde iman edenler var. Ensar var, muhacir var, Habeşistan’a hicret edenler var. Rıdvan biatında biat edenler var. Etmeyenler var.

Dolayısıyla her biri için ayrı ayrı ayetler, ayrı ayrı hadis-i şerifler onların faziletlerini ifade ediyor. Haliyle sahabe birbirinden üstündür. Yani sahabenin aralarında biri yek diğerinden üstün olan ashab mutlaka bulunuyordu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yakın çevresine baktığımızda da Peygamberimizin yakın çevresinde onun müşavere heyeti olarak bildiğimiz, onun danışma heyeti olarak bildiğimiz bazı isimlerin olduğunu biz biliyoruz. Haliyle Hazreti Ebu Bekir de bütün süreç boyunca Peygamberimizin veziri gibi bir rol icra etti. Ya da işte bugünkü tabiri ile baş danışmanı gibi bir rol icra etti tabii ki. Bunu da Peygamberimizin siyerinden görüyoruz. Tabi bir de o dönemde Arap olan Müslümanlar ve Arap olmayan Müslümanlar farkı da vardı. Buna ek olarak bir de Kureyşli olanlar ve Kureyşli olmayanlar vardı. Yani Ensar var, muhacir var. Kureyşli olan var, Kureyşli olmayanlar var.

İlk iman edenler Bedir’e katılanlar, Bedir’e katılmayanlar, ilk iman etmeyenler var. Dolayısıyla sahabe arasında da bu manada bir statü farkları var ve toplumda da bu şekilde bir farklılıklar var. Haliyle böyle bir süreçte o dönemin sosyolojisi çok önemliydi. Bazılara Ensar’ın meziyetlerini söylemeye başladılar. İşte Allah-u Teala Ensar’ı şöyle övmüştür. Peygamberimiz Ensar’ı şöyle övmüştür. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’den sonra Medine’ye gelmiştir. Şimdi o dönemdeki sosyolojik şartlar da önemliydi. Bir de liderliğe bakış açısı da ona da değinmek lazım. O dönemde mesela Arap toplumu liderliğe nasıl bakıyor? Bir defa Farslar başta olmak üzere işte Roma İmparatorluğu, Sasaniler, Hintliler o dönemde, o dönem işte Çinliler ve oraya benzer onlara benzer toplumlar liderliğin babadan oğula geçen tanrısal bir yetkiyle, tanrısal kutsal bir kan taşıyıcılığıyla mümkün olduğunu inanıyorlardı.

Bir lider öldüyse onun evladı, onun kanından bir kişi ancak var. Beliaht olabilirdi. Ama Araplarda kabilenin en yaşlısı, kabile şefi lider olması daha yaygındı tabii. Ama Arap olmayanlar da ki bizim o dönemde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem döneminde Medine’de yani direkt Arap olmayan mesela Yahudiler var, Hıristiyanlar var, oraya göçmüş kimseler var, köleler var. Bunlar arasında Müslüman olanlar, Müslüman olmayanlar var. Selman-ı Farisi gibi kimseler var değil mi? Biz onlara baktığımızda mesela Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şeye gittiğinde, Taif’e gittiğinde oradan Ninovalı mesela bir köleyi görüyor. Habeşliler var değil mi? Zenciler var. Bilal Habeşi gibi. Yani dolayısıyla Mekke toplumu kozmopolit bir toplumdur yani. Haliyle birtakım farklı halleri var yani birtakım liderlik teorileri var. Liderin nasıl seçileceği ile ilgili orada bir sosyoloji var. Ve kabilecilik bir de mikromilliyetçilik de çok yaygın.

Şimdi mikromilliyetçiliğin bu kadar yaygın olduğu bir toplumda özellikle şimdi her kabile kendisinden bir lider olmasını istiyor. Düşünün Ensar mesela, Evs ve Hazreç birbirine düşmanlık etmiş. Uzun yıllar harplere tutuşmuşlar. Araplar birbirleriyle harbe tutuşmuşlar. Çok acı kayıplar olmuş. Taraflar birbirini yiyip tüketmişler bu harplerde. Ondan sonra Evs ve Hazreç’e baktığımızda Müslüman olduktan sonra bile yani değil mi Yahudiler kolayca onları manipüle edebiliyorlar. Böyle de bir olay var. Kolayca manipüle ediyorlar. Yahudiler bir yerden geçtikleri zaman Evs ve Hazreç’in oradan Müslümanların bir arada böyle muhabbet ettiklerini görünce haset ediyorlar. İleri geri konuşuyorlar. Hatta sonra aralarını bozuyorlar. İşte bir şeyler onlara söyleyerek, fısıldayarak bir bakıyoruz ki bunlar kavgaya tutuştu mesela. Dolayısıyla o duygular, o milliyetçi duygular hala mikro milliyetçi duygular hala toplumda var.

Hatta ilk defa Mescid-i Nebevi’ye gidip Hazreti Ebu Bekir’e, Ömer’e Ensar bir halife seçmek için bir araya geldi diyen kişi de bir Evsli’dir. Çünkü Hazreç’ten bir halife seçmek için seçilse Evsliler bunu kabul etmeyecek. Evs’ten bir halife seçilse Hazretçiler bunu kabul etmeyecek. İkisinden birinden bir halife seçilse Muhacirler ve Mekkeliler kabul etmeye bilir. Ve bu oldukça muhtemeldir. Zaten bu büyük ihtimal nedeniyle de halife Ensar’ın başkentinde Kureyş’ten seçilmiştir. Bu tartışmalar devam ederken yani Ensar’ın faziletleri ile ilgili de ayetler, hadisler var. O da söyleniyor. Ama Hazreti Ömer o sırada şeylerin Arapların Kureyş’ten başkasının egemenliğini dinlemeyeceklerini ifade ediyor. Zaten bu konuda da Liderlik ya da hilafet Kureyş’tendir diye bir hadis-i şerif var. Bu hadis-i şerifi tabii çeşitli şekillerde anlamıştır Müslümanlar ama bu hadis-i şerifte esas anlatılması gereken şeylerden biri Allahu Alem şudur: Toplumun liderlik vasıflarına tarih boyunca en fazla sahip olan liderliğe namzet olması kendisine en fazla yakışan kesimi Kureyşliler’dir.

Her şeyden önce peygamber tabii ki o kavimdendir yani Kureyş’tendir. Ama peygamberin o kavimden olmasının dışında da Kureyş toplumuna baktığımızda mesela Beni Haşim örnek veriyorum. Kureyş’in atası ta gidip mesela Roma ile Habeşistan’la görüşmeler yapıp ticaret yolları anlaşmaları yapmıştır. Ticari anlaşmalar yapmıştır. Mekkeliler geçen bölümde ifade ettiğimiz gibi Mekkeliler ticaretten anlıyorlar. Çünkü Mekke kurak bir yer. Medineliler biraz daha yumuşak huyludurlar. Ve Medine insanı liderlikten çünkü yumuşak huy ve fazla nezaket ya da fazla iyi niyet fazla hudu liderliğe çoğu zaman yakışmayabiliyor. Çünkü liderin belirli bir derecede kanun koyucu ve ceza verici de olabilmesi lazım. Bu da bir vasıftır. Bu vasıf bazen toplumlara icra olabiliyor. Yani mesela günümüzde bakalım İslam dünyasında şimdi Türkler çok sayıda devlet kurmuşlar mesela. Ondan sonra Farisiler çok başarılar elde etmişler. Arap aleminde Hicaz’da Mısır’da çok önemli medeniyetler kurulmuş.

Kürtler Selahaddin’i çıkarmış. Ama baktığımızda mesela Endonezya’dan, Malezya’dan ya da buna benzer uzak diyarlardan oralarda mesela Hindistan’dan yani yüz milyonlarca Müslüman olan nüfusu olan yerlerden bahsediyoruz. Ama İslam dünyasının kaderi ile ilgili ne ulema çıkarmaktan, ne lider çıkarmaktan, ne savaşçı çıkarmaktan diğer bahsini geçen Türklere, Farslara, Araplara yetişemediklerini, Kürtlere yetişemediklerini görüyoruz. Bu içinde bulunan doğulan coğrafyanın insan tabiatına etkisi ile de ilgili olabilir. Bununla alakalı birtakım sosyolojik tahliller var. İbn-i Haldun’un da var ya da işte günümüz muhasır modern sosyolojisinde birtakım mülahazalar var tabii. Oraya giremeyeceğiz. Ama Mekkeliler ticaret erbabı. Şimdi Ebu Süfyan Mesela Heraklius ile görüşüyor. Amr bin As istediği zaman gidiyor ve Necaşi ile görüşüyor. Bunlar dil biliyorlar. Bakın Mekke’den Medine’ye, Bedir Harbi’nde esirler olduğu vakit bu esirlerden bazı yazılarına mesela Medinelilere okuma-yazma öğretmeleri karşılığında bu esirler serbest kalıyorlardı.

Yani böyle bir teklif sunuldu. Demek ki Medineliler Mekkelilere göre daha az okur-yazar. Öyle değil mi? Mesela Mekkelilerin ticari kervanları genelde Medine’den geçiyor. Medine ise daha çok nedir? Üretim yeridir. Suyu boldur. Tarımla iştigal ediyorlar. Hurması meşhurdur Medine’nin. Ama Mekkeliler gidiyorlar Şam’a, gidiyorlar Bizans’a, gidiyorlar Sasani Devleti’nin topraklarına ticaret yapıyorlar, kervanlar yapıyorlar. Mesela Kureyşlilerin yaz ve kış yolculukları, seyahatleri ve ticaretlerine ilişkin bir ayet mesela. Dolayısıyla Kureyşliler insan sarrafıdırlar. Kureyş’ten çok savaşçılar çıkmış. Mesela en basitinden fil vakasına baktığımızda mesela Mekke’ye geldiği vakit bütün bir bölgenin Mekke’den dolayı, Kabe’den dolayı aynı zamanda lideri kim? Abdülmuttalip. Dolayısıyla o dönemde de Mekke bir cazibe merkezi. Fuarlar orada yapılıyor, panayırlar orada yapılıyor. Yani Mekke’nin böyle bir niteliği var. Ve Kabe orada. Dolayısıyla Peygamber hilafet Kureyş’tendir dediği vakit aynı zamanda pek muhtemeldir ki Peygamber’in bu hadis-i şerifi ihbari bir hadistir.

Yani geleceğe yönelik bir haber vermede olarak ele alanlar olmuştur. Ve en nihayetinde bölgenin ve toplumun sosyolojik gerçekliği de Kureyş’i çok önemsiyor.

Bakınız Kureyşliler iman edip yani Mekke fethedilinceye, Kureyşliler iman edilinceye kadar kavimler ciddi manada Müslüman olmuyorlar. Ama vaktaki Kureyş iman ediyor, Mekke’ye fethediliyor, bütün kavimler hepsi ardı ardına hızlı bir şekilde İslam’ın egemenliğine giriyorlar. Dolayısıyla Hazreti Ömer orada insanların ancak Kureyş’e boyun eğeceklerini, onun egemenliğine gireceklerini ifade etmesi bu manada çok önemlidir. Tabi biz bu tartışmaları da şöyle almalıyız. Orada bir münakaşa, seslerin yükselmesi, insanların birbirine kötü sözler söylemesi, bağırıp çağrışması yoktur. Son derece hüdu içerisinde herkes kendi delilini getiriyor. Hatta o kadar nezaketli gidiyor ki, o kadar dikkatli gidiyor ki, bir ensar diyor ki, bir lider sizden olsun, bir lider bizden olsun ya da bir sene sizden, bir sene bizden liderlik olsun bile diyor. Bunlar konuşuluyor. Halbuki ensarın sayısal çoğunluğu çok fazla Medine’de. Eğer gerçekten ensar Kureyşlilerin halife olmasına ikna olmasalardı, belki çatışma da çıkabilirdi örnek veriyorum. Yani bu da mümkündür. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı ya da müminler gerek o zaman gerek de tarihin başka dönemlerinde müminler birbirleriyle çatışmışlardır. Bu da var olan bir hakikattir. Ama ne bir çatışma var. Kimsenin burnu kanamamış, kimse kimseye hakaret etmemiş, kimse kimseyi üzmemiş bir tartışma yapılıyor. Yani mülehazalar karşılıklı herkes kendi pozisyonunu, kendi duruşunu, kendi delillerini sunuyor. Ve eninde sonunda Hazreti Ebu Bekir Hazreti Ömer’in halife olmasını istiyor. Ama Hazreti Ömer de canımı almanız bundan daha iyidir. Ben asla Ebu Bekir’e lider olmam diyor. Ve hemen Hazreti Ebu Bekir’in elini tutuyor ve diyor ki ben elini uzat ben sana biat ettim. Hazreti Ömer’in bu tavrının akabinde herkes biat etmeye başlıyor.

Fakat o sırada Ensar’ın büyüklüğünü bir kez daha görüyoruz. Ensardan bir kişi diyor ki dur ey Ömer diyor. Eğer sen biat edersen Ensar’ın kalbinde bir his oluşur. Yani muhacirler, muhacirlere biat etti. Kendi aralarında yani çaldılar oynadılar manasında. Kendi aralarında kurup karar verdiler. Dur önce ben biat edeyim diyor ve Ensardan bir kişi biat ediyor. Böylece Hazreti Ebu Bekir’e ilk biat eden kişi aslında Hazreti Ömer biat etse de o Hazreti Ömer’i engelliyor. Ben önce biat edeyim diyor. Sonra da Hazreti Ömer elini atıyor ve biat gerçekleşiyor. Tabi bu biatla birlikte onlar bir oldu bittiye getirmiyorlar. Orada çok ani alınan bir karar ve geri dönüyorlar mescide. 3, gün boyunca Hazreti Ebu Bekir minberden ve çevrede sokakları dolaşarak insanlara bu biata itirazı olan var mı? Var ise eğer kendi yani buyursun bunu söylesin diyor.

Fakat insanların çoğunluğu burada biati ediyorlar. Bazı rivayetlere göre 30 bin kişi mescitte Hazreti Ebu Bekir’e biat ediyor. Yani Hazreti Ebu Bekir orada Müslümanlar ona biat ediyorlar. Akabinde Hazreti Ebu Bekir geliyor mescide. Mescitte halkın tamamı yani ona biat ediyor. Çok istisnalar hariç o istisnalardan daha doğrusu bildiğimiz kimse sadece Ensardan Sa’d bin Ubel’dedir. Bir de Hazreti Ali’dir ki Hazreti Ali’de daha sonra biat ediyor. Bununla ilgili delillerimizi serdedeceğiz zaten.

30 bin kişi ki Medine’nin nüfusunu düşünün zaten o kadar vardır. Herkes biat ediyor. Ve 3 gün boyunca yine halkın istişaresine de sunuluyor. İstişare de bu konuda vuku buluyor. Zaten Hazreti Ebu Bekir’e işaret eden ayet-i kerimeler var. Mağara ashabından oluşuyla alakalı. Dolayısıyla onun liderliği yine Peygamberimiz ümmetim Ebu Bekir’den başkasından razı olmaz demiştir vefatına yakın. Yine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem vefatı döneminde vefatına yakın dönemde Hazreti Ebu Bekir’in namaz kılmasına müsaade etmiştir. Sonra bir ara bir iyileşti Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem. Böyle zorlukla evinden mescide geldi ve Hazreti Ebu Bekir’in namaz kıldırdığını gördü. Tebessüm etti. Yani o hali ümmeti o hal üzerine görünce çok sevindi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem. Dolayısıyla küçük imamlık yani Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin varlığında yaşanan bu küçük imamlık küçük imamet büyük imametin de delilidir. Aynı şekilde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’den Medine’ye hicret edeceği zaman da Hazreti Ebu Bekir’i yanına aldı. Ve Hazreti Ebu Bekir onun yoldaşı oldu. Bu da Peygamberimizin gösterdiği sevginin ve önemin bir göstergesidir. Safların önüne koyduğu imam olarak tayin etti. Ve Hazreti Ebu Bekir bu imameti, bu imamlığı, bu küçük imamet büyük imamete delildir.

Yine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Hazreti Ebu Bekir’i Mekke’den Medine’ye hicretinde en tehlikeli yolculuğunda, hayati tehlikesi olan bu yolculukta Hazreti Ebu Bekir’i yanına yoldaş olarak almıştı. Hazreti Ebu Bekir’in kızı Hazreti Ayşe, Ehli Beyt’in büyüğü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sevgili eşiydi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiği vakitte diğer eşlerine rağmen Hazreti Ayşe’nin hücresindeydi. Çünkü onu en fazla seviyordu. Ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onun göğsüne yaslanmış olarak vefat etti.

Tabi Mescitte 30 bin kişinin Hazreti Ebu Bekir’e biat etmesinden sonra Hazreti Ebu Bekir Mescitte bir hutbe irad etti. Bu hutbesinde özetle şunları söyledi. Bir pasaj okumak istiyorum.

Ey insanlar! Başınıza geçmiş olmam içinizde benden daha iyisi yoktur demek değildir. Çok önemli bir cümle. Yani ehl-i sünnet ile şia arasında imamın kim olması gerektiği hususundaki en temel farklılıktan Hazreti Ebu Bekir bahsediyor.

İmam bizde günahsız değildir. Ve imam olan kimse illa toplumun en iyisi olmak zorunda da değildir. Eğer toplum istişare ile toplumun genel konsensüsü ile birini imam seçmişlerse o imamdır. Ey insanlar! Başınıza geçmiş olmam içinizde benden daha iyisi yoktur demek değildir. Ancak Kur’an-ı Kerim nazil olmuş yüce Allah’ın elçisi dinin hükümlerini açıklamış ve bize aklın en üstününün takva olduğunu akılsızlığın en koyusunun da fısk olduğunu bildirmiştir. Ne söylüyor burada ne ifade ediyor Hazreti Ebu Bekir? Yani Kur’an nazil olmuş ve sünnette elimizde diyor. Demek ki sahabe sünneti inkar etmiyordu. Sahabenin sünnete bakışı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sünnetine bakışı bu şekildeydi. Aynı zamanda bizimle şia arasında temel bir farka dikkat çekiyor Hazreti Ebu Bekir. Ben imam olabilirim. Halife olabilirim ama halife olmamla birlikte ben dine yeni bir şey ekleyip çıkaracak yani teşri hakkına sahip bir insan değilim.

Ben günahsız da değilim. Hata eden biri kulum ben ve benim görevim dini bir lahuti, fevkal beşer, beşer üstü bir şahsiyet olmak değildir. Bir ruhani şahsiyet olmak değildir benim görevim. Ben eğer size hükmedeceksem bu hükmü ben zaten Kur’an sünnete göre yapacağımdır. Aslında ayet kelimeyi tefsir ediyor. Ey iman edenler şayet bir konuda nizaya girişirseniz yani ihtilaf ederseniz öyle bir durumda o konuyu “ferudduhu ila Allahi ve Rasulihi ve ulul emri minkum” Allah’a, Rasulüne ve aranızdan ulul emre ne yapın götürün. Dolayısıyla Hazreti Ebu Bekir bu şartları ifade ediyor. Ancak Kur’an-ı Kerim nazil olmuş Yüce Allah’ın elçisi dinin hükümlerini açıklamış ve bize aklın en üstünün takva olduğunu akılsızlığın en koyusunun da fısk olduğunu bildirmiştir. Şunu iyi biliniz ki sizin en kuvvetliniz benim yanımda mı? Mazlumun hakkını kendisinden alıncaya kadar en zayıfınızdır.

En zayıfınız da hakkını zalimden alıncaya kadar benim yanımda en kuvvetlinizdir. Ey insanlar ben ancak Yüce Allah’ın elçisinin yoluna tabiyim. Yani ben bir yeni bir yol ihdas edemem. Ama Şia’nın fikriyatına göre imamlar peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden sonra onun hadislerini de nesh edecek derecede ya da her imam kendinden önceki imamın şimdi bu kaynakta bakın mesela görüldüğü gibi kendisinden önce imamın düşüncelerini, yorumlarını, kanaatlerini nesh edecek derecede şeriat yetkisine sahipti. Ama Hz. Ebu Bekir böyle bir yetkisinin olmadığını ifade ediyor. Ne diyor? Ey insanlar ben ancak Yüce Allah’ın elçisinin yoluna tabiyim. Ben aklıma ve arzuma göre hareket etmeye yetkili değilim. Şu halde eğer ben iyilik edersen bana yardım ediniz. Eğer yoldan çıkarsam demek ki Hz. Ebu Bekir kendinin masum olduğuna inanmıyordu. Ve ben eğer yoldan çıkarsam beni doğru yola çağırınız.

Ben kendi yerime sizden birinizin bu işi üzerine almasını çok isterdim. Şayet siz Resulullah’tan beklediklerinizi benden de beklerseniz ben bunu yapamam. Çünkü ben peygamber değilim. Zira Yüce Allah onu vahiy ile takviye edip göndermiştir. Bu uzun bir hutbedir. Devamını kitabımızda inşallah bulabilirsiniz. Burada tabii Hz. Ebu Bekir’in iradettiği bu hutbede beklentileri yüksek tutmadığını, kendisinin bir beşer olduğunu, herhangi bir meselede Allah’a ve Resulüne yani onun kitabına, Allah’ın kitabına ve Resulünün sünnetine onu hakem tayin ettiğini ifade ediyor. Ve insanlara kendinin masum olmadığını ifade ediyor. Ve özellikle de keşke benden başkası bu işi üzerine alsaydı diyor ama toplumsal bir konsensus ile Ebu Bekir radıyallahu anh halife olarak seçilmiştir.

Şayet Hz. Ebu Bekir halifeliği kendisi için isteseydi, bunu arzu etseydi ki bu hırs insan yaşlandıkça hırsları büyür. Hırsları gençleşir. Bu hırs Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ömer’i halife olarak ön plana sunup teklif etmesini engellerdi. Öyle değil mi? Yaşı herkesten daha fazlaydı. İslam’ı herkesten daha eskiydi. Orada sakifede bulunanlar için söylüyorum. Peygamber ile sallallahu aleyhi ve sellem her harpte beraber bulunmuş ve Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in her zaman yanında olmuştu, müşaviri olmuştu, baş danışmanı olmuştu. Bu Hz. Ebu Bekir ama Hz. Ömer’i tercih etti. Hz. Ömer’in halife olmasını söyledi. Şayet Hz. Ömer halifeliği arzu etseydi içinden. O da Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’in o da onun amcası oğlu değildi. Kardeşi değildi. Biz kral kardeşlerin birbirini öldürdüğünü biliyoruz. Kralların kendi kardeşlerini, babalarının daha yeni doğal çocuklarını öldürdüklerini biliyoruz. Bazı çatışmaların amca oğulları arasında olduğunu, öz akrabalar arasında olduğunu, hatta kralların kendi annesini krallık için babasını öldürdüğünü biliyoruz tahtın elde etmek için. Ama Hz. Ömer de başımı kesmeniz Ebu Bekir’e lider olmamdan daha iyidir demezdi. Hemen tamam olur derdi. Ama öyle demediler. Şayet bu ikisinin arzusu emirlik olsaydı bu durumda ikisinin de emir olabilecek kardeşi, emir olabilecek oğlu vardı. Ama onlar kardeşlerine, akrabalarına, oğullarına böyle bir istikbal hazırlamadılar. Dolayısıyla burada biz bu seçimde tamamen Allah’ın rızasının gözetildiğini çok net olarak görüyoruz.

Diğer bir husus da tabi Hz. Ebu Bekir Kureyş soyundan geliyordu. Yaşı fazlaydı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kızıyla evlenmişti. Mal ve canı ile İslam’a hizmetler vermişti. Müslüman topluma başkanlık yapabilecek olgunluktaydı. Ve peygamberle yoldaşlık yapmıştı. Yine bir gün bir kadın Hz. Peygamber’in yanına geldi. Bir takım hacetlerini, bir takım taleplerini iletti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onun sorularına yanıt verdi. Onun ihtiyaçlarını temin etti. Kadın dedi ki ben bir daha gelirsem ve seni bulamazsam ne olur?

Kadına bir daha gel dedi. Kadın da geldiğinde seni bulamazsam ne olur dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de o zaman Ebu Bekir’e git dedi. Bu şekilde de hadisler var. Peki bu hadisleri sahabe efendilerimiz Sakife’de Hz. Ebu Bekir’in bu vasıflarını, bu üstünlüklerini istihdam delil olarak istihdam etmişler midir? Etmemişlerdir. Niçin? Çünkü el mübeyyen la yübeyyen. Güneş zaten son derece aşikardır. Bunu tekrar etmenin de bir amacı yoktur. Peki orada herhangi bir sahabe ama Ali, Peygamber Ali’yi seçmişti. Gadiruhum’da ya da falanca yerde Ali’nin veli, emir, lider olmasını söylemişti. Peygamber’in bu açık emri varken nasıl olur da biz Ebu Bekir’i seçeriz demiş miydi? Dememişti.

Tabi Şii üst anlatı ise ilk halifenin seçildiği bu olayı büyük bir kamplaşma, büyük bir kargaşa olarak, bir kutuplaşma olarak sunuyor ve Şia’nın kökenini Hz. Ebu Bekir dönemine ve bu olaya dayandırıyor. Fakat Şia eğer kendisine bir kök arıyorsa bu kökü geçtiğimiz haftaki derslerde ifade ettiğimiz gibi Sasaniler döneminde arayabilir. Bunun da zaten Şia’nın kökeninin bu döneme tekabül etmediğini, Hz. Ali’ye de dayanmadığını zaten bu çalışmamızda ayrıntılı bir şekilde ifade edeceğiz.

Tabi o dönemde yalnızca Arap aleminde değil, tüm dünyada kalıtsal veraset yoluyla liderlik anlayışı yaygındı ve Arap toplumu içinde kabileler üstü bir otoritenin seçilmesi meselesi son derece yeniydi. Şimdi Peygamber Esselam milliyetçiliği yasakladı. Yani milliyetçiliğin ırkçılığa kayan boyutunu yasakladı. Şimdi ulusalcılık teorileri, milliyetçilik, mikromilliyetçilik, bu meseleler muhafazakarlık, bu kavramlar modern kavramlardır. Bu kavramların böyle ayrıntılı bir şekilde isimlerinin konulması, açılması, sınırlarının çizilmesi de modern tartışmalardır. Mesela ulus devlet teorisi yani 100 yıllık, 150 yıllık, 200 yıllık geçmişi olan tartışmalardır bunlar ve bunların bir kurumsallaşma yani netleşme, büyük oranda şekillenme süreçleri vardır.

Bu bağlamda mesela mikromilliyetçilik son derece yeni bir kavramdır. Ama kavramlar yeni olsa da olgular eskidir. Eskiden beri vardır. Dolayısıyla buna şuubiyye de deniliyor mesela. Çoğu zaman şuubiyye yani milliyetçiliğin bir türü ama burada ırkçılık mesela ilikçilik var. Bu çok modern bir kavram ilikçilik. Mesela Hitler’in yaptığı gibi yani Hitler ne yapıyor? Kafa tasla ölçümleri filan bile yapıyor. Yani bu ölçümlerle belirli bir form zihninde var ve bu formu Alman ırkı olarak görüyor. Biri sonradan Almanlaşmışsa bile farklı görüyor. Ama mesela şimdi bir başka bir ırktan bir kişi ben Türk’üm dese yani mesela o da Türk kabul ediliyor. Bazı milliyetçiliklerde böyledir. Hatta bir kişi dese ki ben Çeçen’im ya da ben Kürd’üm. Yok yok sen de Türksün diyor mesela. Onu da kucaklıyor. Böyle de bir bakış açısı da var maalesef.

Yani halbuki her millet yani Allah’ın bir ayetidir. Her dil Allah’ın bir ayetidir. Böyle bakmak lazım. İnsanlar neyse odurlar yani. Ama bu milliyetçiliğin yani bazı yerde sen mesela ben Yahudi’yim desen Yahudi olamazsın mesela. Ama Türk milliyetçiliğinde Kürd’üm desen yok yok sen de Türksün haberin yoktur da diyebiliyor mesela. Ya da ben Alman’ım desen, Alman olmak istesen sen Alman olamazsın yani. Sen Alman değilsin çünkü. Ama bir başkası dese ki ben işte Çerkez’im. Yok yok aslında sen de Türksün, sen de bizdensin deyip kucaklayıcı bir bakış açısı da olabiliyor. Türk milliyetçiliğin mesela böyle bir alameti farikası da var. Şimdi bu milliyetçiliğe baktığımızda peygamber sallallahu aleyhi ve sellem milliyetçiliği bu manada, ırkçılık manasında yasaklamış. Bir kimsenin kendi ırkıyla, kendi tarihiyle, ecdadıyla övünmesi, iftihar etmesi kötü bir şey değildir.

Kötü olan şey bir insanın diğer medeniyetleri, diğer ırkları, diğer toplumları tahkir edip küslük görmesidir. Onlarla alay etmesi ve onları düşman kabul etmesidir. Dolayısıyla Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme baktığımızda bir Millet-i İbrahim kavramı var ya hani bu din temelli bir asabiye var İslam toplumunda. Ama harplere giriliyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu harplerde her yani herkes İslam sancağını taşıyor ama çeşitli kabileler kendi sancaklarını da kendileri çizmiş olduğu sancakları da taşıyabiliyorlar o savaşlarda. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem milli birtakım şuurların da tamamen bitmesini istemiyor peygamberimiz. Onları var olduğu şekilde ile bir zenginlik olarak kabul ediyor Peygamberimiz. Hatta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ne buyuruyor bir hadisinde? Eşarilerin diyor savaşta nerede olduklarını diyor. Ben diyor onların güzel Kur’an okuyuşlarıyla bilirim. Orada Eşariler dediğimiz bu maturide eşari manasında eşari değildir. Kabile olarak eşaridir.

Burada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onları ne yapıyor? Taltif ediyor, onore ediyor. Onların güzel huylarından bahsetmiş oluyor. Onların savaştaki Cengaverliğinden güzel Kur’an okuyuşlarıyla onları övüyor. Dolayısıyla Peygamber’in çeşitli kavimleri, çeşitli toplulukları bu bağlamda övdüğünü de görüyoruz. Peygamber’in övdüğünü biz de övebiliriz. Biz de kendi kavmimizle sevinebiliriz güzel huylarıyla ama İslam’a aykırı huylarla, İslam’a aykırı bir takım gelenekler, görenekler, savaşlarla İslam öncesi Kürtlerin işte Kava ile yoksa işte Zerdüşte ya da diğer tarafta İslam öncesi bir takım Türk boylarıyla yani müşrik, işte Tengrici, Şaman’a tapan bir takım Türk boylarıyla bir takım Hakanlarla biz ne yapmayız? Övünmeyiz. Çünkü bizim açımızdan en önemli üst kimlik nedir? İslam kimliğidir. Ama bununla birlikte ecdadımızın doğru olanlarıyla övünür ve seviniriz, iftihar ederiz. Ama geçmiş kavimler geldiler geçtiler. Eğer biz o seleflerin hayırlı halefleri olmazsak yine övünmek bize yaraşmaz.

Aynı zamanda onlar gibi davranmazsak övünmemiz boşadır. Bu da böyle olmaması lazım. Şimdi niye buraya girdik? Şundan ötürü buraya girdik. Tabii ayrı milletler var. Ayrı kabileler var. Ve bu ayrı ayrı kabileler, ayrı ayrı milletler ilk defa başka kabileden bir kişiye biat edecekler. Onu lider tayin edecekler. Bu kolay bir devrim değildir yani. Hele hele bu kişi bir de Kureyş’in en zayıf kabilesinden olursa, mesela Arap şairler ne diyordu? Hazreti Ebu Bekir Teymoğullarındandır. Teymoğulları Kureyş’in en zayıf boyundandır. Hazreti Ömer’in kabilesi de yine Kureyş’in en zayıf kabilesindendir. Yani Kureyş’in en güçlü kabilesi Beni Haşim’dir ve Beni Umeyye’dir. En güçlüsü de Asıl Beni Umeyye’dir bu arada. Çünkü Beni Umeyye öteden beri Kureyş’e liderlik yapmış. Nüfuzu da çok fazla Beni Umeyye’nin. Yani Emevilerin. Ama bununla birlikte Haşim oğulları da güçlü bir aile.

Fakat Teymoğulları, Araplar, şairler şöyle diyormuş. Eğer biz bir konuda istişare yapacaksak Teymoğullarını istişareye çağırmayız. Şayet Teymoğullarını istişareye çağırırsak da fikirlerini hasbelkader beyan ederlerse de onların dediğini yapmayız. Teymoğulları böyle bir kabileydi. Hazreti Ebu Bekir’in halife olduğuna babası bile inanmamıştı. Babası bile şaşırmıştı. Yani haber kendine geldiğinde gerçek mi diyorsunuz demişti. Tamam oğluyla iftihar etmesi ayrı bir şey. Ama bununla birlikte bunun o dönemin sosyolojisinde olabilecek bir şey olmadığını düşünüyordu. Tamam Kureyş dendi ama Kureyş’in zayıf bir boyundandı. Şimdi Kureyş’in zayıf bir boyundan bir kimseyi alıp halife yapmak Medine gibi bir yerde ancak onun şahsi faziletleriyle mümkün olabilir. Ve ancak toplumun ondan razı olmasıyla toplumsal bir konsensüsle mümkün olabilir. Bunu da söylemiş olalım inşallah. Tabi kitabımızdan burada bir bölüm de okumak istiyorum.

İslam tarihinin bu kritik dönemine ilişkin Ehl-i sünnetin ulaşmış olduğu bu konsensüs Şia tarafından geçersiz sayılmış ve ilerleyen dönemlerde Şiiler diğer tüm tarihi dönemleri olduğu gibi bu olayları da kendi bakış açılarına göre yorumlamış ve yeniden yazmışlardır. Ehl-i sünnetin tarih tasavvuru ile Şia’nın tasavvuru taban tabana zıttır. Ehl-i sünnet sahabe neslini İslam’ın en hayırlı altın nesli sayarken Şia onları İslam tarihinin en şerli nesli olarak görür. Fısk, günah ve irtidatla itham eder.

Mesela Hazreti Ali Bihar-ul Envar’da geçtiği üzere 32. cilt 456. sayfada geçtiği üzere Hazreti Ali şöyle diyor. Ali dedi ki şimdi Allah Subhanehu Muhammed’i Elçi olarak gönderdi ve onunla insanları dalaletten kurtardı. Helaktan uzak etti. Tefrikadan sonra Cem etti. Sonra Allah onu kendi katına aldı. O üzerine düşeni eda etmişti. İnsanlar Ebu Bekir’i halife seçtiler. Sonra Ebu Bekir Ömer’i halife seçti. İkisi de ümmete iyi davrandılar. Ve adil bir yönetim ortaya koydular. Sadece şu var. Biz Resulullah’ın ailesiyken ve yetkiye daha hak sahibiyken onlar idareci oldukları için ikisine de biraz gönül koyduk kızdık. Fakat bu yaptıklarını bağışladık. Bu tabii Şii kaynaklarda gelen bir rivayet. Bu rivayetin en azından Hazreti Ali’nin hilafeti kendinden çalınan bir ilahi hak olarak görmediği kısmı önemlidir. Ama bununla birlikte biz bu rivayetlere tam olarak kefil değiliz. Bu rivayetlerin gerçekliği konusunu Şia kendisi düşünebilir. Dolayısıyla biz burada onların kaynaklarından birtakım deliller serdediyoruz. Bu deliller aslında bizim kaynaklarımıza ve hadis usullerimize göre sahih değillerdir. Ama bununla birlikte onlara göre sahihtirler ve bunların cevabını onların vermesi gerekir.

Yine Hazreti Ali Bihar-ül Envar’da geçtiği üzere Hazreti Ebubekir’e biatı şöyle ifade ediliyor. Ali evine döndü ve biat etmedi. Fatıma vefat edene dek evinden bir yere ayrılmadı. Fatıma’nın vefatının akabinde biat etti. Tabi bazı rivayetlere göre Hazreti Fatıma Hazreti Rasulullah’tan sonra 75 gün yaşamıştır. Bazı rivayetlere göre 6 ay yaşamıştır. Yani Hazreti Ali ya ilk hafta ki bazı Şii kaynaklara göre şimdi gördüğünüz gibi Hazreti Ali hemen biat etmiştir. Bazılarına göre ise hemen biat etmemiştir. Hazreti Fatıma’nın vefatında biat etmiştir. Hazreti Fatıma’nın vefatı 6 ay ise 6 ay sonra biat etmiştir. Ama onun vefatı 75 gün ise 75 gün sonra 2,5 ay sonra biat etmiştir. En nihayetinde biat etmiş midir? Etmiştir. Bununla birlikte biz ehl-i sünnet olarak daha önce biat ettiğini biliyoruz. Böyle inanıyoruz çünkü Hazreti Ali Nehcül Belagada ve başka kaynaklarda da hem bunu ifade etmekte hem de Hazreti Ali Hazreti Ebu Bekir’in emri altında mürtedlere karşı savaşlara katılmıştır. Yani irtidat hareketlerine karşı. Hat eşi Havle’yi Beni Hanife kabilesinden almıştır bu harpler sırasında.

Kıymetli kardeşlerim Hazreti Ebu Bekir ile ilgili birkaç nokta daha değinip ondan sonra inşallah bu bölümü bitireceğiz. Her şeyden evvel Hazreti Ebu Bekir nübüvvet öncesi dönemde peygamberin yakın arkadaşıydı. Mizaçları ve yaşları neredeyse aynıydı. Birbirine uyumluydu. Peygamberimize ilk inanan birkaç kişiden biriydi. Birlikte savaşmış, birlikte eza çekmiş, birlikte aç kalmış. Beraber hicret etmişlerdi. Peygamberimiz ona Sıddık ismi takmıştı. Kızı ile nikahlanmıştı. Rabbimiz ise Hazreti Ebu Bekir’i şu ayet ile övmüştü.

Bismillahirrahmanirrahim Siz ona yani peygambere yardım etmezseniz Allah ona yardım etmiştir. Hani kafirler iki kişiden biri olarak onu Mekke’den çıkarmışlardı. Bu iki kişiden biri Peygamber, diğeri de Hazreti Ebu Bekir’dir. İkisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu. Korkma, üzülme, hüzünlenme. Allah şüphesiz ki bizimle birlikte. Böylece Allah ona huzur ve güvenlik duygusu indirmişti. Onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkar edenlerin de kelimesini inkar çağrılarını alçaltmıştı. Allah üstün ve güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir.

Tabi Şiiler Hazreti Ebu Bekir’den Peygamber’in yoldaşı olma şerefini alabilmek için çeşitli yollara başvururlar. Bu bağlamda bazı şiir rivayetlerde Hazreti Ebu Bekir’in Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte hicret eden kişi olmadığını ifade ediyorlar. Bazılarında da Peygamberimiz hicret için çıkmıştı. Herkese de evine girmesini söylemişti. Yani Müslüman olanlardan Mekke’de evlerinize kapanın, evlerinize girin demişti. Ancak Ebu Bekir dışarı çıkmıştı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yolda Ebu Bekir ile karşılaştı. Ama Hazreti Ebu Bekir onu ihbar etmesin diye mecburi yanında aldı götürdü diye de bir iddiaları var. Bu iddialar bakınız kendi kaynaklarında geçiyor. İngiliz şiası söylemiyor bu iddiaları. İngiliz şiası diye bir şey bulmuşlar. Ne hoşlarına gitmese, neye cevap veremeseler hemen onlar İngiliz şiası diyor. Yahu öyleyse Hümeyni’den daha İngiliz şahsı yok.

Ya da o da Fransız şahsı mıdır diyeceğiz. Yani kendi kaynaklarında var çünkü. Tabii şimdi düşünün yani bu iddianın saçmalığına bir bakın. Mesela hicret sırasında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Hazreti Ebu Bekir ile birlikte bir mağaraya sığındılar. Müşrikler geldikleri vakit korkuya kapıldı Hazreti Ebu Bekir. Peygamberimize bir şey olur korkusuna. Bu ayet nazil oldu. Üzülme innallaha ma’ana. Allah bizimle birlikte. Hatta orada Hazreti Ebu Bekir peygamberimize ne demişti? Ya Resulullah bir eğilseler bizi görecekler. Şimdi böyle bir yerde Hazreti Ebu Bekir diye bir öksürse müşriklere ihbar etmiş olacaktı. Bilerek öksürdüğünü söylerdi. Peygamberi tevkif ederlerdi sallallahu aleyhi ve sellem. Böyle bir şey mümkün değildir de. Çünkü bizim inanmışlığımızda Allah onu korumuştur. Ama sonuçta korkuya kapılmıştı. Ama diyelim Hazreti Ebu Bekir kötü niyetli. Bu iddiaya göre Hazreti Ebu Bekir düşman.

Hatta bazı rivayetlerde Hazreti Ebu Bekir’e, Hazreti Ömer’e çok ağır ithamları var. Bunlara değineceğiz yani. Ama yani akla mantığa ters bir şey. Tamam Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’nin sokaklarında Hazreti Ebu Bekir’i gördüğünde nasılsın, iyi misin deyip halini hatırını sorup ondan sonra Hazreti Ebu Bekir’i evine gönderebilirdi. Peygamberimiz sokakta Hazreti Ebu Bekir’e rastladı da müşriklere rastlamadı mı? Yani Hazreti Ebu Bekir’e rastlamışsa rastlamıştır. Onun dışında her taraf müşrik kaynağı. Onlara da mı evinize girin demişti. Yani gerçekten uzak tevhiller ile birtakım zorlama yorumlar ile kelimeleri ve ayetleri bağlamdan koparıp yatağından çıkarıp tahrif etmek ile kelimeleri yatağından çıkarıp başka manalara gelmeye icbar ediyorlar, zorluyorlar. O kelimelere bu manaya gelmeyin, şu manaya gelin diye zorlama ve baskı yapıyorlar. Ama baskı ile kelimeleri yıldıramazsınız. Ve birtakım ayrık, birtakım uzak şeyler ile, tevhiller ile de hakikati gizleyemezsiniz.

Tabii kıymetli kardeşlerim, bu bağlamda elimizde birtakım özellikle Süryanilerin, Hristiyanların kitabeleri, vakainameleri var elimizde. Tarihi eserleri var. Bu bağlamda Hazreti Ebu Bekir’in Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatına yakın imam olduğu ile ilgili Hristiyanların, yani Süryanilerin şahitliği, Şiilerin şahitliğinden daha adildir.

Siirt Vakainamesi isimli bir tarihi eser var. Bu tarihi eseri bazıları 900’lü yıllara kayıtlandırıyor. Bazıları biraz daha geç döneme. Ama orada şöyle ifade ediliyor Siirt Vakainamesi’nde ya da Siirt Kroniği’nde. Muhammed hasta düştükten sonra inananlar ondan haber almak için yanına geldiklerinde Ebu Bekir bin Kuhafe’ye yerinden namaz kıldırması için emir verdi. Ama Şiiler Hazreti Ebu Bekir’in namaz kıldırdığı meselesini de ne yapıyorlar? Bunu da gizleme eğilimindedirler. Fakat Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem rahatsızken 12 gün boyunca mescitte o zaman kim namaz kıldırdı?

Şimdi tabii Şiiler Ben-i Sakife’de yapılan seçimde Hazreti Ebu Bekir’in ve Hazreti Fatma’nın Hazreti Ali’nin hilafetini kabul etmediğini onu reddettiğini ve Hazreti Ali’nin hakkının gasp edildiğini, Hazreti Ali’nin bölge bölge dolaşarak insanları sokaklarda dolaşarak Hazreti Peygamber’in hadisini onlara hatırlattığını, imametin ve hilafetin kendisine ait olduğunu, bunun Allah’ın bir emri olduğunu söylediğini iddia ediyorlar. Tabii ki bunlar Şii yargılar ve Şii tarih anlatısıdır. Bunların hakikat ile bir ilgisi yoktur. Gerçeklik ise bambaşka seyretmiştir.

Burada tabii şuna değinmek lazım. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vefatı döneminde Üsame liderliğinde bir ordu hazırlamıştı. Hazreti Üsame genç yaşına rağmen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hazırladığı son orduya komutanlık etmekte ve onun emri altında da pek çok sahabeler bulunmaktaydı. Yaşı büyük olan sahabeler bulunmaktaydı. Hazreti Peygamber vefat ettiğinde onun cenazesini Hazreti Ali ile birlikte defneden kişi Hazreti Üsame idi. Bir kişi de oydu. Ve ordunun komutanıydı yani teorik olarak genel kurmayı başkanıydı. Ve bir ordu altında askerler var İslam ordusunun komutanı Üsame idi. Peygamber onu en son ne yapmıştı? Görevlendirmişti. Buna rağmen Hazreti Üsame hemen Hazreti Ebu Bekir’e biat etti. Hazreti Ali’nin hilafetine eğer inansaydı yani Hazreti Ali’nin imamet hakkının Allah tarafından verilmiş bir emir ve görev yetki olduğuna inansaydı Hazreti Ebu Bekir hemen itaat eder. İtaat etmezdi. Kaldı ki burada Hazreti Ebu Bekir bir de Üsame’ye gidiyor ve kendisinden Hazreti Ömer’i kendi yanında bırakmasını rica ediyor Üsame’den. Bu da Hazreti Ebu Bekir’in büyüklüğünü gösteren bir başka husustur. Devlet başkanı olmuş ama genel kurmay başkanından Peygamber onu en son atadığı için Hazreti Ömer’e ihtiyacı olduğunu ve onun yanında bırakması için kendisinden destek istiyor.

Şia Hazreti Ali’nin hakkının tüm bu dönemlerde boyunca gasp edildiğini savunarak tarihi geriye doğru inşa etmektedir. Oysa tarihi hakikatler her bir iddialarının ardından onların tezlerini rüzgarın yeni ekilmiş fidanları köklerinden söktüğü gibi sökmektedir. Zira Şia’nın hiçbir yalanı ulu çınarlar gibi kök tutmamış her mevsim yeni yalanlar ekmek zorunda kalmışlardır.

Yine bazı rivayetlere göre kıymetli kardeşlerim Hazreti Ali Hazreti Ebu Bekir’e biat edildiğini haber alır almaz elbisesini yarım malak giydiği halde hemen mescide koşmuş ve Hazreti Ebu Bekir’e biat etmiştir. Diğer kaynaklarda az evvel Şii kaynaklarda verdiğimiz gibi Hazreti Fatıma’nın vefatı sürecinde beklemiş vefatından sonra biat etmiştir. Bazı rivayetlerde bir hafta sonra biat etmiştir.

ABDULKADİR ŞEN

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir