Sosyal Medya ve İletişim Psikolojisi 4. Bölüm

Sosyal Medya ve İletişim Psikolojisi

4.Bölüm Yeni Medya ve Biz

 Yeni Medyada Değerler ve Tehlikeler Sosyal medyada saatlerinizi geçiriyor, televizyon seyrediyorsunuz veya gazete okuyorsunuz. Fakat öğrenmiyor, gülümsemiyor ve iletişim kuramıyorsunuz. O zaman yanlış giden bir şeyler vardır. Yeni medya ortamlarında daha anlaşılır bir ifadeyle internette saatlerimizi harcıyoruz. Facebook’tan çıkıyor, Instagram’a bakıyoruz. Oradan Twitter’da biraz haber peşinde koşuyoruz, derken WhatsApp gruplarında boy gösteriyoruz. Bazılarımız kendini sosyal medya ortamlarında daha özgür hissediyor. Bu nedenle de bir türlü vazgeçemiyor. Zaten kullanımlar ve doyumlar teorisi de bireylerin medya araçlarıyla meşgul olmasının gerekçelerinin eğlence, zaman geçirme, kendini var etme gibi belli motivasyonlara dayandığını söylüyor. Karşımızda yüz yüze konuştuğumuz kimse yok. Kendimizi gizleyebiliyoruz. Kelimelerin bir ruhu olsa da beden dilimiz anlaşılmıyor. Daha kontrollü bir iletişim içindeyiz. Duygularımızı daha rahat gizleyebiliyoruz. Bundan olacak sosyal medyada yalan söyleyen, gerçek kimlikleri yerine farklı yüzlerle hesap açan onlarcasıyla karşılaşıyoruz.

Şüphesiz sadece sahte hesaplar değil, gerçek kullanıcılarda bazen çevrim içi ortamda hiç de hoş olmayan söylemlere ve davranışlara başvuruyorlar. Bu kötücül kullanıcılar, sosyal medya mecralarında ahlaki değerlerin ya da sosyal normların geçerli olmadığını düşünüyorlar. Kırıcı oluyor, diğer kullanıcıları ötekileştiriyor, farklı düşünceleri düşmanlaştırıyor, suçluyor ve rahatlıkla yalan söyleyebiliyorlar.

Bir sosyal medya canavarlığı, trollük

Çokları bu mezatta dikkat ve alkış uğruna haysiyetlerini rehin bırakıyor. Kemal Sayar

Sözlük anlamına baktığımızda trollerin pek de kötü olmadıklarını görürüz. Literatürde troller için aktarılan ilk bilgi, onların İskandinav ülkeleri masal geleneğinde var olan mağara ve tepe varlıkları olduğudur. Sevimli ve arkadaş canlısıdırlar, mizah için vardırlar. Fakat bizim kültürde yani Türkiye’deki yeni medya kültüründe daha çok belirli ideolojiler, kurumlar ve kişilikleri hesapsız savunan ve bunlar uğruna diğer kullanıcıları düşmanlaştırıp galiz söylemlere başvuranlar için kullanılıyor. Karşımıza aniden çıkabiliyorlar, kendinden olmayanlara hakaret ediyor, onları tehditlere boğuyor ve böyle tutumlarla itibar sağladıklarını düşünüyorlar

Mizahi tarzda kişilikler olmaları beklenirken, sahte çevrimiçi kimliklerle korkak kahramanlıkların dayanılmaz cazibesine kapılıyorlar. Çete gibi davranıyorlar. Birkaç süslü lafla kendilerini duyurmaya çalışıyorlar. Üç beş sloganla bir davaya hizmet ettiklerini sanıyorlar. Sloganlar ve hamasi bir tavır onların hayat tarzı. Kendi inançlarına ve dünya görüşlerine karşı olduğunu düşündükleri her iddiayı bir araya gelerek çürütmeye çalışıyorlar. Paylaşım sahibini çeşitli ithamlarla ötekileştiriyorlar. Onlar ürküttüklerini sansalar da edep kaygısına kapılan güzel söz sahipleri, sessizliğe sarmalanarak sanal ortamın kirliliğine karşı bir koruma geliştiriyorlar. Çevrimiçi mecralarda daha çok kaos ve çatışma oluşturmak için bulunuyorlar. Provokatif tartışmalar oluşturmak için çabalıyor ve irite edici bir dil kullanıyorlar. Meydana getirdikleri bu karmaşayla diğer kullanıcılar üzerinde duygusal ve hatta fiziksel tahribata neden oluyorlar. Galiz kelimeler kullanıyor, hakaret ediyor, kendileri gibi düşünmeyen herkesi düşman ediyor, Daha çok Twitter’da siyasal paylaşımlarıyla meşhurlarsa da yeni medyanın hemen her ortamında bulunabiliyorlar.

Bir tür ahlak narsizmine kapılıyorlar. Yani kendileri kesinlikle doğruluk ve iyilik peşindeler. Söyledikleri her şeyin bağlayıcı olduğunu iddia ediyorlar. Kötü dediklerinden kaçınmamız gerektiği, iyi dediklerini de sevmemiz gerektiği konusunda bizi adeta zorluyorlar. Klavyelerinden dökülen kötücül kelimelerin sihrine kapılarak kutsal bir görev ifa ettiklerini sanıyorlar. Kendilerine karşı ifade edilen hiçbir düşünceyi önemsemedikleri ve dinlemedikleri için her zaman haklı oldukları sanrısına kapılıyorlar. Elbette sadece politik değil, ticari, sosyal ve psikolojik alanlarda da olumsuzluk yaymaktan çekinmiyorlar. Sosyal medyada kötülüğün çabuk yayıldığı ve daha çok dikkat çektiği gerçeğinden de faydalanarak, kısa sürede yüzlerce etkileşim alıyorlar. Kötü şöhret, takipçi sayılarını ve paylaşımlarına olan etkileşimi de artırıyor. Bu da onların haklı oldukları ve böyle devam etmeleri gerektiği duygusu veriyor. Yanıldıkça daha olumsuzlaşıyor, olumsuzlaştıkça daha çok hakaret ediyorlar. Bulundukları sanal cemaatlerde adeta iltihaplı ve aniden patlayan tartışmalı bilgiler ortaya atıyorlar.

Paylaştıkları kaotik ve gerçek dışı bilgiler kısa zaman sonra onlara ait olmaktan çıkıp herkesin olabiliyor. Yani bireysel yalan toplumsal bir yalan haline dönüşüyor. Bu da toplumda aşırı duygu yüklemesi yaparak provokasyona neden oluyor. Söz konusu kötü kullanıcıların ayırt edici özelliklerinden biri de genellikle küçük düşürücü ve üstenci bir dil kullanmaları. Diğer kullanıcılarla alay eder, direkt hakaret eder ve kendileri gibi olanlardan bir destekçi grubu oluştururlar. Facebook, Youtube ya da herhangi bir mecrada vakit geçiriyorsanız, trollerle karşılaşmanız an meselesidir. Özellikle toplumsal olayların, hassas tartışmaların olduğu zamanlarda daha çok ortaya çıkıyorlar. Öylesine basit tartışmalarda dahi bizden ve bizden olmayan ayrımına başvurarak insanları düşmanlaştırıyor ve online toplulukları ve zamanla gerçek sosyal grupları kutuplara bölüyorlar. Üstelik bunlar sadece sıradan kullanıcılardan değil, bildiğiniz kelli felli kutuplara bölüyorlar. Bu da belli belli tahsil görmüş yüksek makamlardaki koca koca insanlardan da olabiliyor.

Troller kendi aralarında gruplara ayrılıyor ama bazı ortak özellikleri var. Mesela bir kısmı, sosyal medya kullanıcılarının küçük bile olsa hata yapmalarını beklerler. Bu hata yazım hatası dahi olabilir. Bunu görür görmez hatayı ifşa edip sizi mahcup etmek isterler. Diğer bir kısmı, anlamlı olmayan garip içerikler paylaşarak sosyal medyada varlıklarını sürdürürler. Bu da belli belli. Bu konuları dahi ciddiyetten uzak ele alabilirler. İncitici, küçük düşürücü eleştirileri en belirgin özelliklerindendir. Önemli konular hakkında tartışma yaratacak ve menfi reaksiyon verdirecek paylaşımlar yaparlar. Burada bize düşen, internette vakit geçirdiğimiz sürede trollerle mümkün olduğunca muhatap olmamak ve onları görmezden gelmek. Çünkü onlarla tartışmak bize fayda sağlamaz, aksine bizi incitir. Tartışmayı uzattığınız anda trollü beslemiş olursunuz ki, tartışmanın daha çok olumsuzlaşmasına sebep olur, onlar abartmayı sever, meseleleri kişiselleştirir ve sizinle olan atışmaları daha çok etkileşim için suistimal ederler.

Düşünün ki, söz konusu bireysel çatışmayı engellemek için, bundan olacak ki, Amerika ve bazı Avrupa ülkelerinde de trollerin verdiği zararı asgariye indirmek ve gerektiğinde onları engellemek için anti-troll komiteler dahi oluşturulmuştur. Anlayacağınız, her birimizin içinde kötücül bir sosyal medya kullanıcısı olma potansiyeli olabilir, dikkat etmeli ve içimizdeki çirkinliği durdurmalıyız, tuşlara, klavyelere dokunarak yazmak kolaydır ama incinen onlarca kalbi onarmak, provoke olmuş bir toplumu durdurmak zordur. Hem kötülük güç kazandırmaz, aksine kaybettirir, değil mi?

Yalan Haber ve İnsan

Yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, haberin doğruluğunu araştırır. Yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de, sonra ettiğinize pişman olursunuz. Hucurat Suresi 6. Ayet

Bu ayet nasıl da çarpıcı değil mi? Yeni medya teknolojileri ve içeriğine yönelik ne kadar da önemli bir uyarı yapıyor. Düşünsenize, şimdi herkesin elinde akıllı telefon var. Bu telefonlara onlarca uygulama indirebiliyorlar. İndirilen uygulamalarla videolar, fotoğraflar çekilebiliyor. Ve bunlar üzerinde sınırsız değişiklikler yapılabiliyor. Öyle ki bir fotoğrafın veya resmin ilk haliyle düzenlenmiş hali neredeyse hiçbirbirine benzemiyor. Videoya, yazıya, dosyaya resme eklemeler ve çıkarmalar yapılıyor. Maalesef bunların hepsi iyi niyetli ya da sanatsal kaygılarla yapılmıyor. Kötü niyetli ve bazen de yaptığı şeyin sonunun nereye varacağını bilmeyen kullanıcılar, değiştirdikleri görüntülü ya da yazılı gerçeklikleri büyük bir heyecan ve etkileşim alma motivasyonuyla sosyal medya mecralarında paylaşıyorlar. Bu yalan içerik bir anda internette yayılıyor yani viral oluyor ve görenler onun doğru olduğunu sanıyorlar. Bireysel bir yalan saniyeler içinde toplumsal bir yalan haline dönüşüyor. İçerik çok hassassa önlenmesi zor olan provokasyonlar ve kaos oluşuyor. İşte tam da burada bu ayetin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Özellikle hassas meselelerde ve kişi ve kurumlarla ilgili bilgilerde, dedikodu mahiyetindeki iletilerde araştırma yapmak, haberin doğruluğunu araştırmak oldukça önemli.

Gerçek hayatta da bu kural kesinlikle dikkate alınmalı. Geleneksel medya kanallarında da, televizyon, radyo, gazete, dergi, yalan haberler paylaşılabiliyor. Fakat haberin hızlıca yayıldığı ve kolaylıkla manipüle edilebildiği dijital medya platformlarında, haberi teyit etmenin, gazetecilik diliyle farklı kaynaklardan doğrulatmanın önemi daha çok ortaya çıkıyor. Bu nedenle ayet, hangi şartta ve durumda olursa olsun, düşmanımız yahut hiç sevemediğimiz biriyle ilgili dahi olsa, kaynağı kim ve ne olursa olsun aldığımız haberin doğruluğunu ısrarla ve hassasiyetle söylüyor. Bilgiyi teyit etmeden inanmamamızı ve yalan olması ihtimalini dikkate alarak o bilgiyle harekete geçmememiz gerektiğinin önemini vurguluyor. Çünkü insan psikolojisi maalesef işine gelen bilginin doğru olduğunu düşünüyor, öyle inanmak istiyor. Kendi savunduğu düşünce, kurum ya da kişiliklerle ilgili her olumlu habere inanıyor, fakat onlarla alakalı olumsuzlukları göz ardı ediyor, ya da tam tersi bir durum işliyor. Sevmediğimiz, kendimize yakın bulmadığımız her fikri, kurumu ve kişiliği daha baştan reddediyoruz.

Onlarla ilgili olumlu haberleri kesin bir dille yalanlıyoruz. Oysa bir kişi, kurum, şey ya da ideoloji, yüzde yüz doğru olmayabilir ya da tümüyle yanlış olmayabilir. Peki bu durumda ne yapmalı? Yine Peygamber efendimizin hadisi bize yol gösteriyor. Doğru olanı al, gerisini bırak. Mesela Tolstoy’u okumanız gerektiğini düşünüyor fakat anlamsız bir yaklaşımla Müslüman olmadığı için ona mesafeli davranıyorsunuz. Oysa Tolstoy, bize çok önemli bilgiler aktarmış, edebiyat dünyasına müthiş bir katkı sunmuştur. Yazdığı kitaplar bir asırdır insanlığı aydınlatmaya devam ediyor. Demem o ki, ilim de bilgi de evrenseldir. Sadece bir topluluğa, bir dine, bir insana, bir kültüre ait değildir. Çin’de de olsa ilmi arayın diyen Hz. Peygamber bize bilgi için gerekirse zorluklara katlanmamızı, her kapıya gitmemizi ve onu herkesten alabileceğimizi salık veriyor. Yani bir bilgi tümüyle yalan ya da tümüyle gerçek olamaz.

Ya da hiç inanmadığımız biri bize gerçek bir haberi ulaştırabilirken, söz gelimi sadakatinden şüphe etmediğimiz bir Twitter kullanıcısı, bize manipüle edilmiş bir haber ulaştırabilir. O nedenle doğruluğunu araştırmak ziyadesiyle önemli. Dijital kötülükler nelerdir? Peki dijital ortamlarda içerik, yazı veya görsel hangi yollarla manipüle edilebiliyor? Bunun belki onlarca yolu var ama işaret ettiği tek gerçek var. Bir habere, görüntüye ya da sese hemen inanmayın, Önce araştırın, teyit edin. Haberin daha çok tıklanması için abartılarak, sansasyonel verilmesi, hiçbir gerçeğe dayanmayan masa başı bilgi ve vakaların kurgulanması, görüntü ve fotoğraflarla oynanması ve seslerin üst üste eklenerek montajlanması, yeni medya kanallarında en sık karşılaştığımız manipülatif davranışlardandır. Ancak son günlerde ortaya çıkan yeni bir yazılım var ki, öncekilerden daha korkunç görünüyor. Deepfake, derin sahte. Sahte haberlerin kötü olduğunu mu düşünmüştünüz? Deepfake’ler daha kötü. Oralar gerçekliğin öldüğü yerler.

Bu terim, yeni medya teknolojilerinin bir uzantısı olarak yeni yeni duyulmaya başlandı. Doğrusu, Türkçesi için ne önerilebilir çok emin değilim ama, İngilizceden tam karşılığının derin taklit veya derin sahte olduğunu söylemek, hatalı olmayacaktır. Peki nedir bu deepfake ya da derin taklit? Bunu, bilgisayar yazılımlarının ürettiği montaj, Photoshop gibi programların en yenisi ve en üst düzeyi olarak nitelendirebiliriz. Bu videolarda insanların yüzü, mimikleri, ağız yapısı ve dudak hareketleriyle oynanıyor. Böylece, daha önce hiç söylemedikleri ya da yapmadıkları şeyleri, söylemiş veya yapmış olarak gösteriliyorlar. İnternette bir yerde, gerçeğinden hiç ayırt edemeyeceğiniz bir videonuzun yayımlandığını gördüğünüzü düşünün. Yüz siz, mimikler sizsiniz. Hiç söylemediğiniz bir şeyi söylüyor veya, yapmadığınız bir şeyi yapıyorsunuz. İşte bu deepfakedir. Burada da algoritmalardan çokça yararlanılıyor. Yapay zeka ile kodlamalar yaparak, bir ünlünün yüzü, sesi ve mimikleriyle oynanıyor ve ona bir şeyler söyletiliyor. Böylece kötülük daha hızlı yayılıyor.

Mesela bir devlet başkanına savaş çağrısı yaptırılabilir ve dünya bir karmaşaya sürüklenebilir. İnternette bir yerde fotoğraf paylaşmış ya da kendi talebi dışında fotoğrafı oraya atılmış herhangi birinin yüzü, uygunsuz içerikte yer alan kişinin yüzüne monte edilebiliyor ve ona kötü şeyler söyletilebiliyor. Aslında daha korkunç olanı, ünlülerin, politikacıların, şirketlerin ya da sıradan kişilerin buna hazırlıksız yakalanması. Fakat bunun için de karşı teknolojiler tez zamanda üretilecektir. Bütün bu anlatılanlardan internette karşılaştığımız her şeyin yalan olduğu sonucunu çıkarmak elbette yanlıştır. Dijital ortamlar gerçek bilgi ve haber içinde bize kaynaklık etmektedir. Ancak bu platformlardan aktarılan bilginin hızlı üretilmesi, çok kısa sürede yayılması ve çabucak tüketilmesi bizi oralardan aldığımız bilgilere karşı daha dikkatli olmamız konusunda yönlendirmelidir. Bu nedenle, yapay zeka algoritmaları ve yeni medya teknolojileriyle karşımıza çıkan bu olumsuz yöntemlerle mücadele etmenin en önemli ve ilk adımı farkındalık oluşturmaktır.

Şüphesiz kanuni düzenlemeler ve müeyyideler çabucak yürürlüğe girmelidir ki bununla ilgili siber suçlarla mücadele ekipleri kurulmuştur. Ancak bize, yani kullanıcılara düşen şey, her bilgiyi, görüntüyü, sesi dikkate almamak, fakat hassasiyetle araştırmaktır. Karşılaştığımız haber ya da görüntü ne kadar çarpıcı olursa olsun, gerçek olup olmadığı birkaç saat içinde ortaya çıkacaktır. Sonra bu fabrikasyon bilgi ve belgelerin sadece muhatabı değil, bizzat üreticisi olma yanlışlığına düşebiliriz. O nedenle, önce ahlaklı ve ilkeli olmalıyız. Bizim prensip sahibi olmamız, belki deepfake, manipülasyon ya da yalan haberleri durdurmayacaktır ama en azından onların oluşturduğu tahribatı ve etkiyi en aza indirecektir.

Bir fanusun içinde sıkışmak

İnternet ilk başlarda bizlere hayali bir dünya sunuyordu. Online platformlarda özgür bir biçimde dünyanın uzak köşelerinden insanlarla fikir alışverişinde bulunabilecek ve edindiğimiz bilgilerle yeni düşünceler inşa edebilecektik. Fakat zamanla sanal platformlar da kendi sorunlarını üretti.

İnternet zorbalığı, yalan ve yanlış bilginin dolaşıma sokulması, kurgulanmış haberin gerçekmiş gibi gösterilmesi, kutuplaştırıcı kötülüğün yaygınlaşması ve nihayetinde trollerin varlığı, bize çevrim içi ortamları ve oradaki aktiviteleri sorgulamamız gerektiğini salık verdi. Saydığımız tehlikelerin en büyüklerinden biri de içine sıkışıp kaldığımız yankı fanusu ya da filtre baloncuklarıydı. Yankı fanusu kavramını hiç duydunuz mu? Kendi söylediklerimizin içinde yankılandığını anlatmak için kullandığımız bir kapalı fener metaforu. Hepimiz o fener içinde bir şeyler anlatıyor, farklı düşüncelerle karşılaştığımızı sanıyoruz. Bu metafor, sosyal medya mecraları içinde kullanılıyor. İngilizce karşılığı echo chambers ya da filter bubbles olarak geçiyor. Şöyle anlatabiliriz. Her birimiz Twitter, Instagram, Facebook gibi farklı sosyal medya mecralarında saatlerimizi geçiriyoruz. Buralarda sosyal medya ve küreselleşme ilişkisine uygun biçimde farklı ülkelerden ve düşüncelerden onlarca insanla karşılaşıyor, konuşuyor ve iletişime geçiyoruz. Biz söz gelimi A ideolojisini savunsak da B ideolojisinden insanları da bu ortamlar sayesinde tanıyor, onlarla irtibat kurmakta bir sakınca görmüyoruz.

Gerçek hayatta olması gereken gibi yani. Her düşünceden siyasal, kültürel, etnik, din, ya da sosyal yapıdan herkesle saygı çerçevesinde tartışıyor, bu sayede yanlışlarımızı fark ediyoruz. Dünyanın farklı renkleriyle güzel olduğunu anlıyoruz. Siyahı, beyazı, mavisi, yeşiliyle içinde yaşadığımız hayatın çok güzel olduğunu ve bu renklerden birinin kaybolmasının insaniyetimizden çok şey kaybettireceğini öğreniyoruz. Ne var ki yankı fanusu ya da filtre baloncukları metaforu, sosyal medya algoritmasının bizi sadece birine bizim gibi insanlarla karşılaştırdığını söylüyor. Mesela Twitter’a farklı insanların belli konulardaki düşüncesini öğrenmek için giriyor, çok farklı kültürlerden gelen kullanıcıları takip ediyoruz. Sağ, sol, Müslüman, Hristiyan, Ocu, Bucu gibi ayrımları önemsemiyor, aksine herkesle konuşmaya çalışıyoruz. Çevrimiçi platformlar böylece bu evrende kendi başımıza olmadığımızı, dolayısıyla farklı düşünce, ideoloji ve yaklaşımlara saygı duymamız gerektiğini anladığımız bir yer haline dönüşüyor.

Ancak sosyal medya algoritmaları, biz fark etmeden beğenilerimiz, paylaşımlarımız, takip ettiklerimiz ve retweetlerimizden yola çıkarak bizim nelerden ve hangi düşünceye sahip kullanıcılardan hoşlandığımızı belirliyor. Akabinde, sadece ilgili kullanıcıları takip edebilecekleriniz yahut arkadaş olabilecekleriniz listesine ekliyor ve size onları sunuyor. Bu da zamanla sadece bizi, bizim gibi yaklaşımları olan, hayatı bizim gibi yaşayan insanlarla karşılaşmamıza neden oluyor. Aslında, farklılıklarla karşılaşmak için girdiğimiz sosyal medya araçlarında bu algoritmalar yüzünden bizim gibi insanlarla bir arada yaşamaya başlıyoruz. Herkesin bizim gibi düşündüğünü sanıyor ve her konuda haklı olduğumuzu iddia etme yanılgısına kapılıyoruz. Yani değişmiyor, bizden farklı olanlarla konuşamıyor, hoşgörü ve saygıyı internet gibi kocaman bir ortamda dahi öğrenmiyoruz.. Bu durum biraz da rahatımızı bozmak istemeyişimizle ilgili bir şey. Diğer bir deyişle, konforumuzu önemsiyoruz. Literatürde söz konusu davranış biçimine konformizm deniyor. Gerçek hayatımızda olduğu gibi, sosyal medya mecralarında da kendimiz gibi insanlarla beraber olmayı yeğliyoruz.

Benzerlerimizle mutlu oluyor, onları seviyoruz. Benzerseverlik diyoruz buna. Değerleri, kültürleri, gelenekleri bizim gibi olanlarla etkileşim içinde olmayı tercih ediyoruz. Zira bazı konularda yanılabilme ihtimalini sevmiyoruz. Sosyal medya da bizi bizim gibilerle karşılaştırıyor ve benzerlerimizin çok olduğunu sanarak, yanlış bile olsa bazı düşüncelerimizi hoyratça savunuyor, ön yargılarımızı güçlendiriyoruz. Bu çerçeveden bakılınca aslında suçun algoritmalarda değil, bizde olduğunu da söyleyebiliriz. Sonuçta benzerlerimizle beraber olmayı isteyen, farklılıklarla karşılaşmayı varlığımıza tehdit addeden, bizleriz. Kutuplaşmayı biz kendi elimizle körüklüyoruz. Homojen bir yapımız var ve kendi inançlarımızın da yankılandığı ortamlarda bulunmaktan mutlu oluyoruz. Nihayetinde insan yapısı, ön yargı ya da yanlı dahi olsa kendi yaklaşımının doğrulanmasına eğilimlidir. Fakat belirtmek gerekir ki bunca benzerseverlik ve yankı fanuslarında korunaklı olma isteği, yeniliklerin ortaya çıkmasına, doğruların konuşulmasına, bilim ve üretimin yaygınlaşmasına, yeni bilginin konuşulmasına ve en önemlisi de dünyanın daha yaşanılır bir yer olmasına ve ortak faydanın oluşumuna engel teşkil etmektedir.

Filtre baloncukları rahatlatıcı olabilir fakat bizi aşırılıklara, kavmiyetçiliğe, ırkçılığa ve sırf düşüncesinden ötürü diğer insanları hakir ve düşman görmemize sebebiyet verebilir. Peki yankı fanuslarından kurtulmanın yolu yok mudur? Elbette vardır. Bir kere, hem gerçek hayatımızda, hem de sosyal medyada farklı insanlarla, farklı gruplarla, farklı düşüncelerle karşılaşmaktan korkmamalıyız. Bilgi kaynaklarımızı sık sık kontrol edecek ve mümkün olduğunca çeşitlendireceğiz. Sosyal medyada, birbirlerine tamamen zıt yaklaşımlardaki hesapları takip edecek tümüyle farklı bakan insanlardan bilgi edinecek ve özellikle haber kaynaklarımızı çeşitlendireceğiz. Böylece söz konusu farklı bakış açılarını birbiriyle kıyaslayabiliriz. Gerçekliğe doğru olana daha çok yaklaşacağız. Aslında daha basit bir yolu var. Mesela Twitter’da ekranımıza düşen bilgilerden sadece bizim düşüncelerimizle örtüşeni tıklamaktan geri duracak tamamen zıt bakış açılarını da araştıracağız. Unutmamalıyız ki kandırılmaya çok müsaitiz. O nedenle gerçekliğe ulaşmak için filtre baloncuklarımızdan kendi kurduğumuz benzerlik dünyasından çıkmayı başarabilmeliyiz.

Bunun dışında internet uzmanlarının tavsiye ettiği birkaç nokta var. İlk olarak arama motorlarındaki ayarlarımızı zaman zaman değiştirmemiz gerektiğini söylüyorlar. İnternet ortamlarında girdiğimiz kişisel bilgilerimizi değiştirerek algoritmaların sürekli karşımıza bize uygun reklam ve düşünceleri getirmesini engelleyebilirmişiz. Çünkü arama kutusuna bir şey yazdığımızda ulaştığımız bilgiyi internete girdiğimiz yaş, cinsiyet, din gibi kriterler belirliyor. Bir de arama geçmişimizi, çerezleri bazen silmemiz gerekiyor. Son olarak internet algoritmalarını değiştirmenin tek yolunun sosyal ağlardaki karşıt görüşteki hesap, sayfa ve grupları takip etmek olduğunu vurguluyorlar. Bu yöntemle çok çeşitli kaynaklardan bilgi edinerek ufkumuzu genişleteceğimizi belirtiyorlar. Kutuplaşma Siz de fark ettiniz mi bilmiyorum Twitter kullanıcılarına baktığımızda hemen hepsinin her konuda uzman olduğunu sanırsınız. Google’dan kopyalanan bilgiler heyecan ve aceleyle hemen diğer hesap sahipleriyle paylaşılıyor. Ne var ki edindiği yeni bilgiyi bir an önce kendisini takip edenlerle paylaşarak haber akışında arz-ı endam etmek isteyen bireyler, internette dolaşan her bilginin doğru olamayacağı ihtimalini gözden kaçırıyor.

Sonuçta internet uçsuz bucaksız bir defter ve oraya herkes bir şeyler yazabiliyor. Ancak çoğunlukla her bilginin doğru olamayacağı ihtimalini gözden kaçırıyor. Önce ben yazmalıyım rekabetinde olan sanal bilgiçler bilgiyi teyit etmeye dahi zaman bulamıyor. En küçük gecikmenin onları geri düşüreceği kaygısına kapılıyorlar. Bu kontrolü güç rekabet duygusu da bir kıskançlık ve öteki olana karşı öfke uyandırıyor. Çünkü sanal alemde kendini var etmek için daha hızlı ve alkış almak adına daha kötücül olmak salık veriliyor. Bundan olacak akademik çalışmalarda internetten aktarılan bilgiler, kabul edilme kriterlerini karşılamak daha zor oluyor. Söz konusu bilgilerin doğruluğuna dikkat edilmeden hızlıca paylaşıma konmasının temel nedenlerinden biri de kullanıcıların kendi inanç, ideoloji ve dogmalarına destek bulma çabasıdır. Haklı çıkmaları onlar için yeterlidir. Gerekirse kelimelerin en şiddetlisine başvurur, iletişime geçtikleri kişiyi ötekileştirmekten ve düşmanlıktan çekinmezler. Nasılsa sosyal medyada gergin ve ayrıştırıcı paylaşımlar daha hızlı yayılıyor.

Takipçileri ve etkileşim içinde oldukları paylaşımlarını beğendikçe doğru yolda olduğunu düşünür ve kendi etrafında kurduğu sanal cemaatiyle diğer gruplara karşı bir strateji geliştirir. Artık o ve takipçileri hep doğru tarafta, diğerleri ise yanlış olanlardır. Tabii yanlış olanın ayrımcılığa maruz bırakılması daha kolaydır. Üstelik bu yanlışlığın kriterlerini de kendisi belirlemiştir. Karşı cemaatlerin ne söylediği önemli değildir. Kaynak göstererek konuşuyor olsalar dahi yüzlerce takipçinin yanlış demesiyle doğru dahi yanlış olacaktır nasıl olsa. Bir sonraki adım karşı grubu tümüyle terörize etmektir ki artık düşmanlık sanal dünyanın dışına taşar ve insanlar birbirine fiziksel anlamda zarar vermeye başlarlar. Bu nedenle Facebook, Twitter, YouTube, Facebook’un her yeri birbirine zarar vermeye başlarlar. Reddit gibi mecraların kutuplaşmaya yol açtığını söylemek yanlış olmayacaktır. Grup üyeleri kendi yankı fanusları içinde doğru olduklarını iddia etmekte ve dışarıdan gelen farklı yaklaşımlara kulaklarını kapatmaktadırlar.

Çünkü bu mecralar özellikle seçim zamanları gibi tartışmalı ve hassas dönemlerde duyguları güçlendirmekte ve bu duygular etrafında hızlıca çoğalan ve bir tür kabile çatışması etrafında kümelenen cemaatler oluşturmaktadır. Aşırı söylemler cemaat üyelerini daha sıkı bir şekilde bir arada tutmaktadır. Grup üyelerinin birlikteliği her şeyden önemlidir ve onların her konuda haklılığını ortaya çıkarmak için bazen şiddet içeren marjinalliğe dahi başvurabilecektir. Oluşan yeni kabile bireyleri sadece birbirlerini dinleyeceklerdir. Yalnız kendi cemaatlerindekilerin sorunlarına yoğunlaşacak, haksız dahi olsa kendilerine mensup olanları kayıtsız şartsız destekleyeceklerdir. Artık onlar dışında herkes öteki ve merhamet edilmeye layık olmayanlardır. Yardım, hak, adalet, hukuk gibi kavramlar sadece bizimkiler için geçerlidir. Ötekiler küfre dilesi hastalıklı tiplerdir. Linç, nefret ve hakaret en çok başvurulan duygu ve davranışlardır. Zamanla bu sanal kutuplaşma çevrim dışı dünyaya da taşmakta ve insanlar sadece kendilerinden olanlarla vakit geçirmekte ve diğer bütün renkleri yok saymaktadır.

Zira onlar yalnızca kendi cemaatine, partisine ve ideolojisine mensup bireylere gösterilen yardımseverliği anlatmak için kullanılan kabile narsizmine kapılmışlardır. Bütün bunlara rağmen internetin, sosyal medya mecralarının hepten kötü yerler olduğu kanaati oluşturmamak lazım. İnternet sayesinde etrafımızda olup bitenden haberdar oluyor, yeni kültürler ve insanlarla iletişim kurabiliyor, milyonlarca kütüphane dolusu bilgiye, bir tıkla ulaşabiliyoruz. Kural basit, iyi niyet, iyi kullanıma vesile olur. Mesele, interneti hangi amaçla kullandığınız da gizli. Sadece dikkatli olmak, kelimeleri özenle kullanmak ve kötü içerik ve kullanıcılardan uzak durmak gerekir. Ekranın diğer tarafından yazmak kolay olabilir ama kelimeleriniz ciddi bir tahribata da yol açabilir. Değerlere ve insanlığa tutunmak için Biliyorum, bazılarımız için orası sadece sanal, alem. İnternette konuşulan şeylerin pek de önemi yok. Nefret edebiliriz rahatça. Hakaret edebilir, kibirli birkaç kelime uçurabilir, bizden olmayanı düşmanlaştırabilir ve destekçilerimizin de motivasyonuyla bir güç gösterisi yapabiliriz.

Öyle ya, sonuçta orası gerçek değil ve kötülük öyle kötü de durmuyor aslında. Elbette böyle bir yaklaşım biçimi tümüyle sorunlu ve sakıncalıdır. Kural basit, gerçek hayatta sıkı sıkıya tutunduğumuz bütün ahlaki, değerler çevrimiçi platformlar için de geçerlidir. Kitabın girişinde etkin ve anlamlı bir iletişim için İslam dininin salık verdiği kurallar hareket noktamız olabilir. Peygamber Efendimiz hayatın her safhası için sunduğu o muhteşem, kendin için istemediğini başkası için de isteme düsturu internet aktivitemizi de kapsamaktadır. Gıybet etmemek, gariz ifadeler kullanmamak gibi dini kurallar, sanal dünyada da insan kalma çabamıza katmaktadır. Mevlana Celaleddin-i Rumi, insanın dönüştürmesi gereken dört olumsuz özelliğinden bahseder. Bunlar, oburluk, şehvet, gösteriş ve dünyaya şiddetli meyil. Dijital mecralarda da bir bakıma bu hasletlerimizin etkisi altında kalıyoruz. Yani sosyal medya döngüsünün içinde hapsoluyoruz. Etkileşim aldıkça daha çok paylaşıyor ve bazen kontrolü kaybedebiliyoruz.

Paylaşımlarımızın nasıl olduğunu ve oluşturduğunu, bu negatif etkileri dikkate almadan sosyal medyaya içerik sunmaya devam ediyoruz. Gösteriş ve şöhret arzusu bizi sanal dünyada daha çok sarmalıyor adeta. Oysa gerçek hayatta olduğu gibi sanal dünyada da riyâ ve takdir edilme oburluğumuzu kontrol edebilmeliyiz. Bu dünyevi, yani kısa süreli şöhrete karşı bizi güçlü tutan kabiliyetlere ve değerlere tutunmalıyız. Başka bir şey daha var. Sosyal medyada, nedense herkes birbirine haddini kesebilir. Oysa ortada had bildirmeyi gerektirecek bir durum da yok. İnsanlar gündelik hayatlarını, duygu ve fikirlerini beyan ediyorlar. Yine de nedense troller bir yerden çıkıyor ve herkese çamur atıyorlar. Keşke Tolstoy’un şu sözünü bilseler. Birine çamur atmadan önce dikkatli ol ve sakın unutma. Önce senin ellerin kirlenecek. Tam da bu yüzden gerçek hayatta olduğu gibi sanal alemde de saygı, tolerans, mütevazılık, güzel söz ve tebessümü esas alan kullanıcılar olmalı ve kalp kırmaktan hassasiyetle kaçınmalıyız.

Peki, sosyal medyada kötü içerikler üretmekten ve onları yaymaktan nasıl uzak durabiliriz? İşte birkaç öneri. Olumsuz düşünce, duygu ve davranışlardan uzak durun. Bir şey yazmadan önce, ”Söz ağızdan çıkıncaya kadar sahibinin esiridir. Ağızdan çıktıktan sonra sahibi sözün esiridir.” uyarısını hatırlayın. Ayrıca unutmayın, Söz uçsa da yazı kalıcıdır. Bu nedenle sosyal medyada çok daha dikkatli olun. Nezaketi elden bırakmayın. Dijital mecralarda insanların değer yargılarına yönelik küçümseyici, alay edici ya da rencide edici davranışlardan uzak durun. Siyasal tartışmalardaki hassasiyet nedeniyle mümkün olduğunca polemiklerden uzak durun. Kendinizi zorla bir tartışmanın içinde bulduysanız, hakaret etmekten ötekileştirin. Her şeye karşılık vermek zorunda hissetmeyin. Takipçilerinizin sizden sürekli bir şeyler iletmenizi beklediği ilüzyonuna kapılmayın. Paylaşım yaparken özgün olmaya özen gösterin. Kaynak gösterilmedikçe kopyala-yapıştır davranışı ahlaki değildir. Uzun süren bir tartışmanın incitme ve hakaretle sonuçlanma ihtimalini göz önünde bulundurun ve münakaşa uzuyorsa o noktada atışmayı durdurun.

Herkesin sizinle aynı düşünmek zorunda olmadığını unutmayın ve farklı düşünenlere saygı duyun. Yanılabileceğinizi, haksız olan tarafın siz olabileceğinizi aklınızdan çıkarmayın. İnsanları suçlamaktan, onların hata yapmalarını beklemekten ve yapar yapmaz yanlışlarını yüzlerine vurmaktan imtina edin. Gerginken, öfkeliyken bir şey yazıp paylaşmayın. Nefret söylemi, ırkçılık ve kibirle aranıza kalın bir duvar ürün. Bu büyük yanlışlıklara düşmeyin. Kendinizi sık sık kontrol edin. Böyle duygu, söylem ve davranışların sosyal mesafenin açılmasına ve kutuplaşmanın büyümesine neden olabileceğini unutmayın. Sosyal medyada bilgiye ulaşma çabası önemlidir. Ama siz paylaşırken önce teyit edin. Bireysel bir paylaşım ya da yalanın internetteki hızlı dolaşım nedeniyle çok kısa zamanda toplumsal olana dönüşebileceği gerçeğini aklınızdan çıkarmayın. Özellikle kaotik zamanlarda paylaşımlarınıza, beğenilerinize, retweetlerinize daha çok dikkat edin. Karmaşa dönemlerinde insanların daha çabuk provoke olduğunu ve bunun da ciddi sorunlara yol açabileceğini unutmayın.

Gerçek hayatta olduğunuz gibi Facebook’taki arkadaşlarınız ya da Twitter’da takip ettiklerinizi seçerken dikkatli olun. Size katkısı olacak, ufkunuzu genişletecek, paylaşımları bilgi ve görgünüzü artıracak hesaplarla etkileşim içinde olun. Karşılıklı yazışırken müzakere ettiğinizi, mücadele etmediğinizi unutmayın. Karşıt görüşlerden yapılan paylaşımların hepsinin yanlış olduğu iddianızdan vazgeçin. İdeolojik, düşünsel, dini, kültürel, etnik ya da politik farklılıklarla irtibat içinde olmaktan çekinmeyin. İnternet evrensel bir platformdur, sınırlarınızı daraltmayın. Haberler, gazete, dergi, televizyon gibi geleneksel iletişim araçlarında da tahrif edilebilse de, kullanıcılar içeriklerini yeniden üretebildiği için dijital platformlarda paylaşılan haberlerin manipüle edilmesi daha kolaydır. O nedenle her habere inanmayın, hemen paylaşmayın ve içeriğini mutlaka teyit edin. Özellikle hayatınızı tüm yönleriyle teşhir etmeyin ve diğerlerinin mahrem alanlarına girmemeye özen gösterin. Başta Instagram olmak üzere hemen bütün sosyal medya kanalları sanki her zaman olağanüstü bir hayat içinde olduğumuzu göstermemiz için, bizi zorlar.

Ama hayat kusurlarıyla ve kayıplarıyla da hayattır. O nedenle gösterişten ve riyadan uzak durun, görgülü davranmaya özen gösterin. Yemek paylaşımı mümkün olduğunca yapmayın. O esnada çok aç olabileceklerin, hatta o yemeğe ulaşamayacakların olduğunu göz ardı etmeyin. Zira göz hakkı da önemli bir değerdir. Sonra yediğimiz yemeği, olduğumuz ortamı ve tatilimizi başkasının gözüne sokmaya ihtiyacımız yoktur değil mi? Gerektiğinde sosyal medya mecralarıyla aranıza uzun soluklu bir mesafe koymayı unutmayın. İnternet meşguliyetinizin hayatınızın her anında bulunmasına izin vermeyin. Mesela ibadetinizi, mutluluklarınızı, birlikteliğinizi internet etkileşimi yüzünden bölmeyin. Telefon sosyal, biz yalnız mıyız? Son yıllarda hemen hepimiz sosyal medya mecralarında sıklıkla görünmeye çalışıyoruz. Oradaki paylaşımlarımızla yatıyor, yine onlarla kalkıyoruz. Düşünsenize, sabah uyandığımızda ilk işimiz telefonlarımıza bakmak oluyor. Anne babamıza sarılmak, kardeşlerimize yastık fırlatmak bir yana, etrafımızdakilere günaydın demeyi dahi unutabiliyoruz.

Dün akşam yaptığımız paylaşım nasıl bir etkileşim almış, kimler yorum yapmış, Whatsapp’tan kim mesaj atmış, hangi arkadaşımız hangisine yorum yapmış gibi bir sürü sorunun cevabını minik ekrandan öğrenmeye çalışıyoruz. Daha da fenasını biliyor musunuz? Bazılarımız için sosyal medya kullanımı bir takıntı haline dönüşmüş. Telefonları olmadan, sosyal medyadaki aktiviteleri olmadan yaşayamayacaklarını düşünüyorlar. Böyleleri, geceleri de kalkıp bazen telefonlarına bakıyorlar. Yani uyku düzensizlikleri baş göstermiş. Aman dikkat! Hayatı daha anlamlı uğraşılar üzerine kurmak gerek. Okumak, üretmek, güzel alışverişler. Alışkanlıklar edinmek, telefonla değil yakınlarımızla sosyalleşmek ve iyilik yapmak gibi onlarca ilham ve mutluluk verici aktivite varken telefona bunca gömülmek niye ki? Duymuşsunuzdur belki, Cambridge Sözlüğü 2018 yılının sözcüğü olarak nomofobiyi seçmiş. Kelime telefonsuz kalma korkusunu anlatmak için kullanılıyor. Yani psikolojik bir rahatsızlığa dönüşen telefonsuz ve internetsiz kalma fobisi. Kelimenin üç bileşeni var, no, mobile ve fobia.

Sadece telefonsuzluk değil, onu kullanamama ve telefon sayesinde oluşturulan iletişimi kaybetme korkusunu da anlatmak için kullanılıyor. Nomofobi, bilim insanları tarafından henüz yeterince çalışılmamış olsa da özellikle sosyal medya uzmanları, psikolog ve iletişimciler tarafından son yıllarda artan teknoloji bağımlılığı kapsamında değerlendiriliyor. Şüphesiz bu kaygıyı, teknolojinin hayatımız üzerindeki belirleyiciliğine de bağlamak mümkün. Telefonlarımız her gün ve her an kullandığımız teknolojik cihazlardan sadece bir tanesi ve her birimiz bir biçimde söz konusu modern hız ve kolaylıklara bağımlı durumdayız. Tam da bu alanda ilgili medya psikolojisi uzmanlığı devreye giriyor. Medya psikolojisi, insan ve medya araçları etkileşiminden doğan davranış ve duygu bozukluklarıyla ilgili. Aslında buradaki mesele tam olarak bir telefonsuz kalma korkusu değil. Kullanıcıyı rahatsız eden durum, ya bir gün telefonumu kaybedersem kaygısı. Bu kaygı, onda hiç kimseyle iletişim kuramayacağı, yakınlarından hiçbir biçimde haber alamayacağı ve gündelik meşguliyetinin aksayacağı düşüncesini oluşturuyor.

Çünkü zihinsel kabiliyetleri oluşturmaya başladığı ilk andan ya da daha erken yaşlardan itibaren varlığını akıllı telefonlar üzerinde kurmaya başlıyor. Bu nedenle de telefon kişinin adeta bir uzvu, uzantısı haline gelmiştir. Aslında kaygı ve kullanma sıklığı arasında bir doğru orantı var. Akıllı telefonlarla ilişkinin boyutu ne kadar artarsa onu kaybetme kaygısı da o denli büyüyor. Kişi telefonuna ulaşamadığında aidiyetini, varlığını kaybetmiş hissine kapılıyor. Bu da onun anksiyetini yani kaygı durumunu artırıyor. Kimilerine göre ise nomofobi zaten kaygı durumunu artırıyor. Kaygı derecesi yüksek insanlarda daha çok ortaya çıkıyor. Böyle kişilikler mevcut sorunlarını telefon kullanımı ve internet aktivitesinden oluşturdukları kaçış örtüsüyle örtmeye çalışıyorlar. Yani psikolojik olarak iyi, kendiyle barışık, alışkanlıkları ve uğraşılarından mutlu olan bireyde telefonsuz kalma kaygısı pek ortaya çıkmıyor. Akıllı ya da akılsız olsa dahi taşınabilir cep telefonsuz kalma kaygısı, şimdilerde her yaştan insanda görülme olasılığı olsa da bu kaygının en sık görüldüğü yaş aralığının 15-25 olduğu söyleniyor.

Yani bu sorun en çok gençleri etkisi altına almış gibi. Özellikle lise çağı öğrencilerinde nomofobinin her geçen gün arttığı belirtiliyor. Hemen her dönemde aynı belirtileri olsa da özellikle ergenlik döneminde kullanılan telefon, sadece bir iletişim aracı değil gibi duruyor. Aksine öğrenci veya kullanıcı, telefonuna yükselirken, yüklediği uygulamalar, oyunlar ve mesajlaşmalarla çevresindeki olumsuzluklardan kaçıyor ve telefonu sayesinde kendisine daha steril bir dünya kuruyor. Oluşturduğu bu yeni atmosferde daha rahat, daha özgüvenli hissediyor. Çünkü burada sosyal medya paylaşımları sayesinde kendisine ilginin arttığını düşünüyor. Yaptığı paylaşımları, kurduğu sosyal medya arkadaşlıklarını kontrol edebildiği için, bu yeni dünyayı sadece kendisinin hak ettiğini düşünüyor. Bu, birçok insanın birbirine hakimiyet kurduğu bir alan olarak tasarlıyor. Üstelik ona kızan, ondan bazı şeyleri yapmamasını isteyen büyükleri, anne babası da orada olmuyor. Bu durumda onu, burada daha özgür ve daha rahat olduğu düşüncesine yönlendiriyor.

Zira orada dış dünyadaki sorunlar yok, sorumluluklar unutulmuş ve bütün ilişkiler benliği okşama üzerine kurgulanmış. Dolayısıyla nomofobi ileri düzeyde sadece zihni etkilemekle kalmaz, kişisel sorunlarla, bunların ötesinde sosyal ve ekonomik düzeyde problemler de ortaya çıkarabilir. Artan telefonsuzluk korkusu kişinin fiziksel olarak var olmasına, fakat zihinsel ve duygusal olarak başka yerlerde dolaşmasına neden olur. Bu durumda onun iş hayatını, eğitimini, ilişkilerini olumsuz etkiler. Sınıfta ya da iş yerinde, elinde telefon, sürekli mesajlarını, sosyal medya paylaşımlarını kontrol etme ihtiyacı hisseden birey, zamanda iş ya da öğrenim hayatını toparlamakta, güçlük çekebilir. Zira böyle kişiler yaptıkları işlere yoğunlaşamayacak, dikkatleri çabuk dağılacak ve tamamlayamadıkları görevleri nedeniyle daha büyük stres bozuklukları yaşayacaklardır. Siz de bu çerçevede nomofobik olmadığınızı kontrol edebilirsiniz. Mesela telefonsuz kalmak sizin için çok korkutucu mu? Hiç düşündüğünüz oldu mu? Bazen ya telefonuma bir şey olursa paniği yaşadığınız oluyor mu?

Sıklıkla çevrenizden kaçıp telefonunuza mı sığınıyorsunuz? Gerçeklikler ve gerçek kişiler yerine, sosyal medya ve sanal arkadaşlıklar sizi daha mı mutlu ediyor? Paylaşımlarınızın yaptığı etkileşimi çok mu önemsiyorsunuz? Az like aldığınızda üzülüyor ve çok aldığınızda havalara mı uçuyorsunuz? Sosyal medya üzerinden sürekli birilerini gizli gizli takip mi ediyorsunuz? Yani stoltluyor musunuz? Telefonsuzluk sizde önemli derecede özgüven kaybına mı neden oluyor? Geceleri kalkıp telefona bakacak kadar uyku düzensiz, şanssızlıkları mı yaşıyorsunuz? Bütün bu sorulara cevabınız evetse, sanırım kendinizi kontrol etmeyi öğrenmeli ve gerekirse profesyonel desteğe başvurmalısınız. Bağımlılıktan nasıl kurtulmalı? Psikolojide, ansiyete bozukluğu için tavsiye edilen birçok husus, nomofobi, sosyal medya ya da daha genel adıyla teknolojik bağımlılıklarımızla başa çıkmamız için de geçerlidir. Bu nedenle üzerinde durulması gereken ilk husus, kaygının kendisinin yaşamın normal bir parçası olduğunu kabullenmektir. Hemen hepimiz çeşitli nedenlerle farklı konularda kaygılar yaşayabiliriz.

Öğrencilerde sınav ve not kaygısı, yetişkinlerde aile sorumluluklarından kaynaklanan sıkıntılar, bazılarımızda çocukluğumuzdan kalma kaygılar söz konusu olabilir. Bu açıdan baktığımızda kaygı için iyi bir şey bile diyebiliriz. Çünkü belirli bir ölçüde kaygı, bize sorumluluklarımızı yerine getirmemizi ve onlardan kaçmamamız gerektiğini söyler. Ayrıca bize, tehlike durumlarında hızlıca karar verme yetisi kazandırarak, gündelik yaşamda karşılaşacağımız sorunlarla baş edebilme cesareti ve isteği verir. Kontrollü olun. Teknolojik bağımlılıkla mücadele etmenin en temel yöntemlerinden biri, kullanıcı olarak kontrolü kaybetmemektir. Teknolojik uygulama ve cihazların bizi kontrol etmesini engellemektir. İnternette, video oyunlarında, sosyal medya uygulamalarında ve hatta bilgi için başvurduğumuz sitelerde dahi kontrolü elden bırakmamalıyız. Zaman planlaması yapın. Teknolojik kontrolün sağlanıp sağlanmadığını zaman planlaması yaparak anlayabiliriz. Bunu da mesela mesajlarımıza, sosyal medya platformlarına ne sıklıkla baktığımıza dikkat ederek yapabiliriz.

Gün içinde herhangi bir arama ya da uyarı gelmediği halde, çok sık telefonumuza dönüyorsak, çevremizle iletişim içerisindeyken bir anda telefonumuza dalıyorsak ve bu meşguliyet sebebiyle işlerimiz aksıyorsa, teknolojik kullanımı için kendimizi günde sadece 1-2 saatle sınırlandırmalıyız. Birçoğumuz için sosyal medya bağımlılığı alarm verici boyutlarda. Davranışlarımıza, yaşam biçimimize, alışkanlıklarımıza, ilişkilerimize nüfuz etmiş durumda. Sosyal medya kullanımının bu denli hayatımızı etkilememesi için, bazen bildirimleri kapatmak da anlamlı olabilir. Ya da masaüstü bilgisayar, tablet ve laptoplarınızdaki hesaplarınızı kapatabilirsiniz. Bütün bunlar da sizin sık sık sosyal medya hesaplarınızı kontrol etmenizi engelleyecektir. Paylaşımlarınızı kıyaslamayın. Bazılarımız, sosyal medyada paylaşım yaptıktan sonra sürekli bakma ihtiyacı hissediyor ve paylaşımlarına gelen etkileşimi, arkadaşlarının ya da tanıdıklarının paylaşımlarına gelen beğenimi, kendilerle karşılaştırıyor. Bu karşılaştırma, sosyal medyada daha fazla zaman harcamalarına neden oluyor. Bir fotoğrafı yahut bir cümleyi paylaşmak dahi saatlerimizi alabiliyor.

Bunu yapmak yerine, sosyal medya paylaşımlarımızı uzun bir süre harcamadan yapabilmeliyiz. Herkesin yaptığı paylaşımın kendine ait olduğunu ve her bireyin yaşam biçiminin kendine özgü olduğunu unutmamalıyız. Hayat biçimimiz diğerlerine göre farklıysa, paylaşımlar ve onlara gelen etkileşimlerin de değişiklik göstermesi doğaldır. Üretim yapın, aktivite planlayın. Yakınlarınızın paylaşımlarını gizliden gizliye takip etme konusunda ve kendi paylaşımlarınıza saatlerinizi harcama hususunda kendinizi kontrol edemiyorsanız, geri bir adım atın, başka bir şeyle meşgul olun, üretin ve arkadaşlarınızla çevrimiçi buluşmalar yapmak yerine gerçek aktiviteler, eğlenceler planlayın. Seçici olun. Bütün mecralarda takip ettiğiniz kişileri, listeleri ve grupları seçerken ince eleyip sık dokuyun. Takip ettiklerinizin size ne kazandıracağını, size ne söyleyeceğini, sizin yaklaşımlarınıza nasıl katkı sunacağını sorgulayın ve ona göre takibe başlayın. Böyle yapıldığı takdirde, sosyal medya mecraları bilgi ve birikiminizi artıran uğraşılara dönüşebilir. Aksi takdirde zamanınızı almaktan öteye geçemeyen, faydasız meşguliyet olma ihtimali çok yüksek.

Takip sayınızı sınırlandırın. Seçici olmak yerine binlerce insanı takip etmek ve size gelen her arkadaşlık teklifini kabul etmek, sosyal medyadaki zamanınızı artıracak ve sizi daha çok paylaşım yapmaya zorlayacaktır. O nedenle, çok kişiyi takip etmek ve çok arkadaşlık teklifi göndermek, kabul etmek yerine, nitelikli ve anlamlı ilişkiler kurabileceğiniz hesapları takip edin. Her adımınızı paylaşmak zorunda hissetmeyin. Sosyal medya takipçileriniz, sizin her yaptığınızı merak etmez, fakat onlara ilginç gelenleri önemserler. Ayrıca her şeyi paylaşmak zorunda hissetmeniz, sizin hayatı kaçırmanıza ve anı yaşamanıza engel olur. Düşünsenize, çok güzel bir şelaledesiniz ve oradaki temiz havayı hissetmek, su damlalarıyla serinlemek yerine, elinizle telefon, sürekli paylaşım yapma derdine düşüyorsunuz. Böyle olunca da, canım aktivite, yine bir telefon bağımlılığına kurban gidiyor. Sürekli paylaşım yapmak, profesyonelce değildir. Paylaşım yapmanın belirli bir aralığı ve zamanı vardır. Bir günde onlarca paylaşım yapmak, sizi daha iyi kılmaz, aksine sıradanlaştırır.

Bunun yerine, sosyal medyaya çok bakıldığı zamanlarda, yani gün içerisinde, öğle arası ve akşam saatlerinde paylaşım yapmanız yeterli olacak ve size, hayatın diğer aktiviteleri için zaman kazandıracak. Duygularınızı kontrol edin. Sosyal medya kullanıcılarının bir kısmı, bir tür sosyal alan olmasına rağmen, fazlasıyla bireysel ve duygusal mesajları paylaşmak konusunda, kendilerini kontrol edemiyorlar. Örneğin, arkadaşlarını, yakınlarını ve hatta aile fertlerini, sosyal medya üzerinden tenkit ediyorlar. Bu da onları daha gerginleştiriyor ve mahremiyet sınırlarını aşmalarına neden oluyor. Her paylaşıma reaksiyon gösteriyor. Sosyal medya ortamları, aynı zamanda bizim farklı düşünce ve fikirlerle karşılaşabileceğimiz ortamlardır. Takip ettiğiniz hesaplar, kendilerini daha özgür hissettikleri ve baskıdan kaçındıkları için, sizin hoşunuza gitmeyen şeyler de paylaşabilirler. Gerçek hayatta olduğu gibi, burada da yapılması gereken davranış biçimi, saygı göstermek ve kırıcı tartışmalardan, yorumlardan uzak durmaktır. Size anlamsız ve olumsuz gelen bir paylaşımı görmezden gelmek, sizi rahatlatacaktır.

Kaygınızı kontrol etmenizi sağlayacak ve karşılıklı kırgınlığı engelleyecektir. İlle de bir şeyler yazmak istiyorsanız, kelimelerinizi özenle seçin ve nazik olun. Öfke anında kelimeler ve tutumlar genellikle pişmanlık verirler. O nedenle, özellikle böyle zamanlarda daha dikkatli olmak gerekir. Bilgisayarı kapatın. Aslında bütün bunların daha kolay bir yolu var. Bazen siz de öyle yapın. Bilgisayarı kapatın, telefonu bir kenara atın ve dışarıya çıkın. Arkadaşlarınızla konuşun. Asla planlar yapın. Sinemaya gidin, konser dinleyin, spor yapın, yemeğe çıkın. Biliyorum, sosyal medyada olmanın faydaları da var. Ama unutmayın, birçoğumuz bir şekilde kendini var etmek ve dış dünyadaki sorunlardan kaçmak için orada. Ne var ki sosyal medyada, telefonda oyalanmak, kaygılarınızı azaltmıyor ve mutluluğunuzu artırmıyor. O nedenle bazen, hatta çoğu zaman, bilgisayarınızı kapatın ve hayatı olduğu gibi yaşayın. Sanal olarak değil. Sosyal medya. Acımız büyük. Geniş çerçevede yeni teknolojilerin, daha dar anlamda sosyal medyanın iletişim yöntemlerimiz üzerindeki ciddi etkisi yatsınamaz.

Çevrimiçi dünyada konuşma biçimimiz, kullandığımız kelimeler ve hatta kişiliğimiz hızla başkalaşabiliyor. Elbette sadece olumsuzlukların var olduğunu iddia etmek hatalı olacaktır. Mesela en çok kullanılan sosyal medya mecrası olan Facebook sayesinde her gün onlarca kişiyle irtibata geçiyoruz. Yakınlarımız ve arkadaşlarımızın neler yaptıklarını görebiliyoruz. Yine Twitter kullanarak haberleri daha aktif takip edebiliyor. Etkilendiğimiz kişilerin paylaşımlarıyla günlük entelektüel kazancımızı elde etme çabası içinde görünebiliyoruz. Sanatsal faaliyetlerden farklı mecralardaki aktifliğimizle haberdar oluyor. Kültür dünyasındaki performanslara katılarak bu endüstrinin sadece elitlere ait olduğu kompleksinden kurtulabiliyoruz. Diğer taraftan yeni teknolojilerle iletişim yapısal olarak hızlandığı ve iletişim metotları anlık gelişim gösterdikleri için çevrim içi de olsa iletişim kurma sorumluluğumuza daha da sadık kalabiliyoruz. Bütün bunların yanında kafamızı kurcalayan çok şey var. Her gün kullanıp da yakındığımız şu ucube uygulamalara neden sosyal medya dediklerinden başlamak gerek. Neden sahi? Yani onları kullanan daha mı sosyal oluyor?

Kullanmayınca hayattan kopuyor muyuz? Ne olup bittiğini sadece sosyal medya uygulamaları üzerinden mi öğrenebiliyoruz? Belki de bütün bu sorular bize dikte edilen bir algı yöntemi biçimidir ne dersiniz? Yani bu teknolojileri üretenlerin amacı ismini sosyal medya koyalım ki kullanmayan kendini dışlanmış hissetsin olabilir mi? Bir reklam spotu gibi düşünün, ihtiyacımız olmayan bir ürünü, almazsanız hayatınız çok zorlaşır ya da eskiler zaten işe yaramıyordu gibi mesajlarla, almaya mecbur bırakıyorlar sanki. Oysa pekala sosyal medyayı kullanan herkes sosyalleşmiyor. Etrafımızda bunun onlarca örneği var. Telefona gömüldüğümüz için kaçırdığımız hayatlar var mesela. Çocuklar yani melekler etrafımızda bıcır bıcır büyüyorlar. İnstagram’a, Snapchat’e saatlerce bakmaktan gözlerindeki o neşeli ve masum parıltıyı göremiyoruz. Bizimle oynamak istediklerinde yaptığımız en iyi şey onlara telefonu vermek ya da tabletten bir şeyleri seyretmelerini istemek oluyor. Dolayısıyla çocuklar hayal dünyalarını sadece o ekranlara bakarak geliştirebiliyorlar.

Ya da dünyada yapılabilecek en iyi şeyin telefon veya diğer teknolojilerle zaman geçirmek olduğunu sanıyorlar. Yeşillik ve parklardan arındırılmış beton harmi bir çevrenin yokluğunun ıstırabını dindirmek yerine, onları hepten yalnızlıklara bırakıyoruz. Oysa onlar daha çocuklar. Bütün uzuvları ve zihinleri, gelişime fazlasıyla açık. Ancak biz onları akıllı bildiğimiz araçlarla aptallaştırmayı tercih ediyoruz. Böylesi daha kolay geliyor çünkü. Parklar ve salıncaklar boş artık. Güneşli havalarda koşturan çocukların sayısı her geçen gün daha da azalıyor. Hatta çocuk cıvıltılarını dahi duymak zorlaşıyor. Ne laleli bel kız şarkısıyla ip atlayan uzun saçlı şirinler, ne yendik şişirdik dolma yaptık pişirdik sözleriyle rakibini iğneleyen haylazlar, ne de yağ ve bal satarak ölmüş ustaların işini üstlenen çocuklar görüyoruz. Hangisi çocuklarımızı daha çok geleceğe hazırlıyordu acaba? Okuldan dönüşlerinde ellerine tutuşturduğumuz akıllı telefonlardaki oyunlar mı? Yoksa ağaçlara tırmanarak eskittikleri ayakkabılar ve düşe kalka kirlettikleri elbiseler mi?

Sonra hangisi kas gelişimlerinin daha sağlıklı olmasını sağlar? Yakalamaç ya da dokuz taş gibi yarışlar mı? Yoksa mobil teknolojilerdeki silahlı oyunlar mı? Ya da hangisi duygusal zekalarını ve sosyalleşme güdülerini daha anlamlı kılar? Kutu kutu pense veya aç kapıyı bezir yan başı gibi birliktelikler ve dokunsallıklar mı? Yoksa sadece ekrana bakarak vakit geçirdikleri ve çevrimiçi imkanlarla konuştukları için iletişim kurabildiklerini sandıkları video ve oyunlar mı? Kaç tane bilgisayar oyunu çocukların edebi zevklerini böyle geliştirebilir? Kaç tanesi onlara ip yarışındaki üst üste düşme düşüncesini sunabilir ve kaç tanesi dolaptaki pekmezin çok lezzetli olduğunu anlatabilir? Ya da hangi teknolojik uygulama onlara üşüdüm üşüdüm daldan elma düşürdüm şarkısıyla hasta ablalarına varıp tasta çorba ikram etmeyi öğretir? Yalnız küçükler mi etkileniyor bu gerçek dışı dünyadan? Ya internet bağımlılığımız nedeniyle bizim kaçırdığımız fırsatları ne yapacağız?

Her gün okumamız gereken onca kitap karşımızda dururken telefonlarımızla vakit geçirmeyi yeğliyoruz. Önceleri uzun yolculukları kitap okuyacağız heyecanıyla severken şimdilerde kilometrelerce yolu etrafı görmeden ve bir cümlecik öğrenmeden bitiriyoruz. Belki kafamızı kaldırsak yanımızdaki koltukta oturanla bitmeyecek bir arkadaşlık başlatacağız. Ah o periskoptaki canlı yayınlara dalmasak çantamızdaki kitapla yeni bir dünyanın kapılarını aralayacağız. Ya sanal evrenin bize öğrettiği kelimeler ve sabun köpüğü duyguları nasıl tolere edeceğiz? Sosyal medya, arkadaşlıktan çıkar, takipleşmek, selfie, tweet atmak, likelamak gibi kelimelerle dilimizi her geçen gün daha da değiştiriyor. Günün büyük bir kısmını bilgisayarda, telefonda yahut tablette geçirdiğimiz için kullandığımız teknoloji kelimeler hızla hayatımızı sarmalıyor. Şüphesiz bunun farklı sebepleri de var. Sosyal medya dilini biraz Facebook’lara benzetebiliriz. Tamam kullanıcılar bu mecralarda çok vakit geçiriyorlar ama aktarılacak konuların kısa ve öz olması bunların temel özelliklerinden. 140 karaktere sığdırmaya çalışıyoruz her şeyi, daha uzununu okumaya takatimiz yok.

Çünkü ilgilenecek onlarca hesabımız var, hepsine laf yetiştirmeyi becerebilmeliyiz. Varlığımızı online kanallardaki like’larımızla, takipçilerimize, retweetlerimize bağlayınca kaçınılmaz olarak statü ödemeyebiliriz. Fakat hepimizi kaybetmek bize çok korkunç geliyor. Hele kendimizi başka bir alanda uzmanlaştırmamış ya da sanatsal bir performansta ustalaşmamışsak, sosyal medya var olmanın en kolay yolu gibi görünüyor. Bir siyasi tweetimize mention ya da retweet almışsak ve Facebook paylaşımımıza alkış emojisi gelmişse artık kendimizi buraların hakimi bilmeye başlıyor, aslında hiç de fena olmadığımıza inanmaya başlıyoruz. Az olarak, kendi egemenliğimizin altında olduğu sanrısına kapıldığımız sanal dünyanın kuralları neyse ona göre davranıyoruz. Kelimeleri kısaltıyor, takipçi sayısını yahut like’ları artırmak için gerekli paylaşımları yapıyor, olmadı her şeyi bilen Google’dan copy-paste yaparak geçici bir bilgelik hayaliyle sarhoş oluyoruz. Böylece gururlanıyor ve yakınlarımızdan aynı saygıyı görmediğimizi düşünerek, zamanla bu çevrimiçi alemde yalancı kimliği görüyoruz.

Çünkü artık gerçek dünyadaki zorunluluklar, sorumluluklar, takdir kazanma uğraşısı çok yorucu geliyor. Çevrimiçi kanallarda yüzlerce kişi tanıdığımızı düşünsek de aslında yalnızlıklarımızı çoğaltıyoruz. Emojiler, kip gibi kısaltmalarla girdiğimiz Facebook büfesinden ok, buy diye ayrılıyoruz. Peki nasıl mı yapmalı? Sosyal medya hesaplarımızı kapatalım mı? Elbette ki yapalım. Peki hayır? Her konuda olduğu gibi, burada da temel ölçü yerinde, zamanında ve dozunda olmalı. Tümüyle kapatmak, size de biraz iradeyi kontrol edememe korkusu gibi gelmiyor mu? Aksine güçlü olmalı, her yerde var olmalı, fakat prensiplerimize sanal alemde de sahip çıkmalıyız. Ancak sosyal medyanın büyüsüne kapılıp her şeyi bildiğimiz yanılgısına kapılmamalıyız. Kemal Sayar bunu sahte bir doygunluk hissi olarak açıklıyor. Karnını doygunluk hissi olarak açıklıyor. Bu da ne? Google’dan Facebook’tan her an onlarca bilgi ediniyoruz. Bu da bizler için kısa sürede gereksiz bilgi çöplüğüne dönüşmektedir. Yani bizleri bilgi obezleri haline getiriyor. Oysa ihtiyaç duyduğumuz şey faydasız bilgi ile hayatımıza anlam katacak bilgi arasında seçim yapabilme kabiliyetidir. Hikmeti arama çabasıdır. Hem hayat sanal dünyada kaybolacak kadar uzun değil ki. Hadi o zaman kaldır kafanı telefondan, etrafına bak.

EKMEL GEÇER , SOSYAL MEDYA VE İLETİŞİM PSİKOLOJİSİ, DİYANET YAYINLARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir