Tasavvuf Usûlünü Tarikat Yolunu Kaybederse – Mehmet GÖRMEZ

Tasavvuf Usûlünü Tarikat Yolunu Kaybederse

 Mehmet GÖRMEZ

Bismillahirrahmanirrahim. Bizleri var eden Rabbimize hamdü sena, Hz. Adem’den, Resul-i Ekrem, Muhammed Mustafa’ya kadar bütün peygamberlere salat ve selam olsun. Öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum. Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. İslam geleneğinde usul olmadan vusul olmaz diye meşhur bir söz vardır. Aslında bu söz Ehl-i Tasavvuf’a aittir. Burada vusulden maksat, hakikate vasıl olmaktır. Hakikate vasıl olmak için hem bir usule hem de müstakim bir yola, bir tarike ihtiyaç vardır. Peki, ya Tasavvuf usulünü tarikat yollayabilir, vusulunu kaybederse ne olur? İşte bugünkü dersimizde inşallah Tasavvuf’un hem de İslam tarihindeki bütün merhaleleri dikkate alarak bu sorunun cevabını birlikte bulmaya çalışacağız. Tasavvuf, şüphesiz ismi yok iken kendisi var idi. Hem Kur’an ve Sünnet’te, hem Resul-i Ekrem’in ve ashabının hayatında Tasavvuf’un hakikati hep var oldu.

Bir adab ve ahlak olarak, bir zühd ve takva olarak, bir nefis tezkiyesi, bir ruh terbiyesi, bir gönül tasfiyesi olarak daima mevcuttu. Ancak ilk dönem zahidlerinin zamanla hayat tarzı gelişerek, Hicri 2. asırdan itibaren belli bir zümrenin hayat tarzına dönüşmüş ve Tasavvuf adını almıştır. Zannedilenin adı Tasavvuf. Aksine, Tasavvuf ismini ne Yunanca-Sofya kelimesinden ne de İslam dışı bir başka sistemden almıştır. Tasavvuf’un menşeini diğer dinlerin, inançların, mistik tecrübelerinde aramak beyhudedir kanaatimce. Tasavvuf kelimesinin ismini her ne kadar Sufilerin giydiği yün hırkadan aldığı kabul edilse de, İslam’ın arılığını, duruluğunu ifade etmek adına, arı duru bir din anlayışına, halis bir iman tasavvuruna ve tertemiz bir kamil insan telakkisine işaret etmek ve arınmak dediğimiz tasaffî için bu ismi almış olduğunu ifade etmek isterim. Günümüze kadar kelime ve kavram olarak Tasavvuf’un yüzlerce tanımı yapılmıştır.

Her tanım, Tasavvuf’un bir boyutunu esas almıştır. Ben şahsen okumalarımdan hareketle bütün bu tanımlardan vardığım sonuçları şu şekilde özetleyebilirim. Tasavvuf aslında bir ihsan mektebidir. Niçin ihsan mektebi? İlahi mürakebeyi yani Hz. Peygamber’in ifadesiyle Allah’ı görüyormuşçasına kulluk yapmayı benimsemiştir. Tasavvuf bazı tanımları esas aldığımızda bir irfan mektebidir. Zira insanın önce kendisini bilmesini yani marifetün nefsi ve sonra Rabbini tanımasını yani marifetullahı esas almıştır. Bir başka açıdan baktığımızda Tasavvuf bir ihlas mektebidir. Zira dinde ihlası, samimiyeti, içtenliği, huşuyu kendine şiar edilmiştir. Tasavvuf aynı zamanda bir adab ve ahlak mektebidir. Zira nefis tezkiyesini, ruh terbiyesini, gönül tasfiyesini ilke edilmiş. Bilhassa tevazu, alçak gönüllülük ve mahfiyeti esas almıştır. Tasavvuf bazı tanımları dikkate aldığımızda bir aşk ve muhabbet mektebidir. Zira emir ve yasaklara riayetin de ötesinde Allah’a ve Rasûlüne gönülden sonsuz bir sevgiyle bağlılığa yönelmiştir.

Tasavvuf bazı tanımları dikkate aldığımızda bir aşk ve muhabbet mektebidir. Zira emir ve yasaklara riayetin de ötesinde Allah’a ve Rasûlüne gönülden sonsuz bir sevgiyle bağlılığa yönelmiştir. Tasavvuf aynı zamanda bir merhamet mektebidir. Zira bütün mahlukata, varlığa, kainata karşı şefkat ve merhametle bakmayı ilke edilmiştir. Bilhassa Rabiat-ül-Adeviyye’nin öncülük ettiği Muhabbetullah yolu, Hasan Basri’nin öncülük ettiği Mekâfetullah yolu, tasavvufun o tarihi seyrinde önemli ölçüde belirleyici olmuştur. Tasavvuf bazı tanımları dikkate aldığımızda bir aşk ve muhabbet mektebidir. İslam, iman, ihsan tasnifi zamanla tasavvuf dilinde şeriat, tarikat, hakikat şeklinde İslam dininin üç temel merhalesi olarak anlaşılıp yorumlanmıştır. Buna göre İslam’ın amel boyutu şeriatı işaret eder, imanın amel boyutu tarikatı işaret eder. İhsanın amel boyutu ise hakikatı işaret eder. Daha sonraları bu üçlü tasnife hakikatin önüne bir de marifet kavramı getirilmiştir. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat.

Aynı şekilde şeriatın bilgi boyutu ilm-el-yakin, tarikatın bilgi ve marifet boyutu ayn-el-yakin, hakikatin bilgi ve marifet boyutu ise hakk-el-yakin olarak nitelendirilmiştir. Kainatın uluslu sayılmaktadır ehli tasavvuf tarafından. Hicri 3. asra geldiğimizde, 3. asrdan sonra tasavvuf bir nevi müesseseleşmeye başladı. Fakat bu müesseseleşme tarikatleşme şeklinde değildir. Tabir caizse bu ehli tasavvufun o zühd ve takva ile belirgin bir hayat tarzı oluşan ehli tasavvufun inzivadan çıkarak yeniden hayata ve şehre katılmasıdır. Tasavvuf bu merhalede İslam fütuhatıyla beraber o artan zenginlik ve refah oldu. Bilhassa dünevileşmeye karşı ahirete vurgu yapan bir nevi itiraza dönüştü. Dünyanın malına, mülküne, makamına, mevkiine, şanına, şöhretine aldananlara zahidane bir cevap oldu. İlk fitne dönemlerinde dini siyasi çatışmalardan uzak kalma gayretinin bir tezahürü oldu. Özellikle Emevi saltanatının o güç çıkar ilişkilerine bir tepki halini aldı.

Dahası bu dönemde ehli tasavvufun, aynı zamanda fukahanın şekilciliğine, bazı şekilci düşüncelere, kelam ehlinin cedelciliğine, ehli hadisin rivayetçiliğine bir itiraz olarak da kendisini göstermeye başladı. Böylece tasavvuf İslami ilimleri kendi zaviyesinden de sorgulama vazifesi gördü. Biraz sonra görülecek İslami ilimler tasavvufu sorgulayacak. Ama tasavvuf da, İslami ilimleri kendi zaviyesinden sorgulayarak o teşekkül zamanlarında bu ilimlerin asli hüviyetine uygun inşa edilmelerine de yardımcı oldu. Ancak zamanla tasavvufta başkasına yönelttiği illetlerle muallel olmaya başladı. Tasavvufta birtakım usul dışı söylemler ortaya çıktı. Ne gibi mesela manayı öne çıkarmak adına kendisini lafızla mukayyet görmeyen bazı, ne gibi mesela manayı öne çıkarmak adına kendisini lafızla mukayyet görmeyen bazı, ne gibi mesela manayı öne çıkarmak adına kendisini lafızla mukayyet görmeyen bazı, ne gibi mesela manayı öne çıkarmak adına kendisini lafızla mukayyet görmeyen bazı, ne gibi mesela manayı öne çıkarmak adına kendisini lafızla mukayyet görmeyen bazı, ilimden, irfandan, yoksun, indi, keyfi, aşırı yorumlar, zorlama tevhiller görülmeye başladı.

Hatta mevzu hadisleri sahih diye nakledenler ortaya çıktı. İlmi usulü hatta bütün ilimleri küçümseyenler türedi. İlmi usulü hatta bütün ilimleri küçümseyenler türedi. hudutları çiğneyen şataat ehli zuhur etti. Yine ilk defa bu dönemde sahih tasavvuf, batıl tasavvuf ayrımı ortaya çıktı. İşte bu noktada değerli kardeşlerim, tasavvuf hareketi dışarıdan ve içeriden geniş kapsamlı bir eleştiriye tabi tutuldu. Dışarıdan kimler yaptı bu işi? Fakihler, kelamcılar, ehli hadis. İçeriden ise ehli tasavvufun bilhassa ilk büyükleri, sahih tasavvufu batıl tasavvuftan, usulünü kaybeden batıl tasavvuftan sahih tasavvufu ayırmak için büyük bir çaba göstermeye başladılar. Bu noktada ilk büyük fakihlerin ve bazı kelamcıların aynı zamanda ilk zahitler olduğunu da unutmamak gerekir. İmam-ı Ebu Hanife gibi. Ahmet bin Hanbel, İmam Malik gibi, İmam Şafi gibi büyük alimler. Öyle ki yapılan bu eleştirilerde şu söz sıklıkla dile getirilmeye başlandı tasavvuf için.

Eskiden adı yoktu, kendisi vardı. Şimdi adı var, kendisi yok denilmeye başlandı. Hatta bazı mütassavvuflar nasıl ki dünyadan istiğna etmek iyi prensip edindiler. Aynı zamanda ilme karşı, bilgiye karşı. İlimlere karşı da bir çekince içerisine girdiler, bilgiyi küçümsediler. Değerli kardeşlerim işte tam da bu süreçte tasavvuf tarihinde çok önemli bir tartışma başladı. Nedir bu tartışma? Tasavvuf bir ilim midir? İlimse bir usulü var mıdır? Yoksa tasavvuf bir hal midir? Ya da bütün ilimleri ve halleri kuşatan cami bir şey midir? Hem fakih hem zahid olan bazı mütassavvuflar tasavvufu bozulmaktan korumak için onu usulü olan ilmi bir disipline dönüştürmek istediler. Fakat bazıları buna itiraz etti. İlme dönüşmesinin tasavvufun asli görevlerini sınırlandıracağını söylediler. Bundan çekindiler ve tasavvuf bir hali ilmidir deyip buna karşı çıktılar. Bu fikir sahipleri bilgi kaynağı olarak zaman zaman ifade edilen keşf, ilham, müşahede gibi hususları ilmi bir disiplinin sınırlarına dahil etmeyi mümkün görmediler.

Tasavvufun içinden ortaya çıkan bazı ilmi eserleri yine en çok tasavvuf ehli ihtiyatla karşıladı. Bu tartışmalarda sahih tasavvufu batıl tasavvuftan batın ilmiyle karşılaştık. İlmilikten, batıni yorumlardan ayırmanın temel ölçütü olarak Kur’an ve sünnete bağlılıkta ısrar edilmiştir elbette. Bu da tasavvufun müdevven yani kayıt altına alınan bir ilmi disipline kavuşmasını zorunlu kılmıştır. Nihayetinde imkansız denilen başarılmış ve tasavvuf bir ilim olarak teşekkül etmiştir. İlerleyen süreçlerde tasavvuf artık konusu, kavramları, çerçevesi, gayesi belli olan bir ilim haline gelip, yeniden usule kavuşarak, bir metodolojiye kavuşarak diğer İslami ilimler gibi ilmi hiyerarşisi belli olan, kişisel yorumlardan arındırılmış sistematik bir mahiyet kazanmaya başlamıştır. Tasavvuf, tasavvuf, tasavvuf, tasavvuf, tasavvuf, tasavvuf, tasavvuf, tasavvuf, tasavvuf. Tasavvuf tarihçileri bu aslına rücu edişi kahir ekseriyetle Cüneyd-i Bağdadi’ye nispet ederler. Cüneyd-i Bağdadi ile birlikte tasavvuf, Kur’an ve sünnet çizgisinde, ehl-i sünnetin çizdiği çerçevede müdevven bir ilim haline gelmiştir diyebiliyoruz.

Nitekim Cüneyd-i Bağdadi bu hakikati şöyle dile getirmiştir. İlmuna mukayyedun bil kitabi ve sünneti. Bizim ilmimiz kitap ve sünnetle mukayyettir. Hatta devamında der ki, فَمَنْ لَمْ يَقْرَٓاءِ الْقُرْآنَ وَلَمْ يَكْتُبُوا الْحَد۪يثَ لَا يَصِحُوا اَنْ يَتَكَلَّمَ فِي عِلْمِنَا Kur’an bilmeyen, Kur’an okumayan, hadis bilmeyen, hadis yazmayan kişi bizim bu ilmimiz hakkında söz söyleyemez. Çok değerli kardeşlerim, bir gelenek, bir yol, bir ilmi disiplin, bir düşünce kendi iç tenkidini, kendi öz eleştirisini, ürettiği oranda asli hüviyetini muhafaza eder ve başkalaşmadan yoluna devam eder, süreklilik kazanır. Tasavvuf tarihinde de dikkat çekici olan en önemli husus, ilk asırlarda kendi iç muhasebesini, kendi iç mürakabesini yapacak, iç sapmaları önleyecek, dış sızmaları engelleyecek çok güçlü bir öz eleştirinin ortaya çıkmış olmasıdır. Nitekim böylesi zor zamanlarda tasavvufun imdadına yine ehli tasavvufun yetiştiğini bilmemiz gerekir.

İlmi ve irfanı şahsında cem etmiş, tasavvufun büyükleri tarafından, tasavvufun iç muhasebesini ortaya koyan, hatırı sayılır bir öz eleştiri birikimine vücut verilmiştir. Bu iç mürakabeyle tasavvuf denilebilir ki yeni bir çerçeveye, yeni bir usule kavuşturulmuştur. Kimler bunlar? Yani hemen hemen ilk başta, bütün tasavvuflar Ebu Süleyman el-Dahrani’den Haris el-Muhasibi’ye, Sehel Tüsteri’den Cüneyd-i Bağdadi’ye, Hakim Tirmizi’den Ebu Nasr el-Serrac’a, Kelabazi’den Ebu Talib el-Mekki’ye, Abdülkerim Kuşehri’den Ebu Said el-Hujviri’ye, İmam Gazali’den Abdülkadir Geylani’ye, hatta İmam Şahrani’ye kadar 10. asırdaki büyük alim, nice büyük alim ve tasavvuf, istikamet çizgisini şaşırmadan yani tasavvuf ehlinin sahih yolda kalarak yol alması için büyük bir çaba göstermiştir. Zira tasavvuf bildiğiniz gibi büyük deruni bir yol ve yolculuktur.

Tasavvufun hem manevi bir hal ve hareket hem de bir ilim olarak yoluna sağlıklı bir şekilde devam etmesi için önemli eleştiri ve uyarılarda bulunmuşlardır, saydığım bütün bu konular. Bu alimler. Daha da önemlisi, kadim düşünce geleneğimizde nasıl her ilim için birer usul yazıldıysa, tasavvuf içinde bütün bu birikimden hareketle Kur’an ve sünnet eksenli çerçeve çizen bir usul ortaya çıkmıştır denilebilir. Denilebilir ki tasavvuf tarihinde bu iç tenkit birikiminin, farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda çok önemli örneklerini bizzat yazdıkları eserlerden hareketle birkaçını vermek istiyorum. Mesela denilebilir ki tasavvuf tarihinde bu iç tenkidi, iç mürakebeyi, iç muhasebeyi Bağdat’ta Haris el-Muhasibi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Onun önünde de bulunan bu meşhur, Allah’ın hukukuna riayet isimli meşhur eseri bu türün ilk örneği olarak kabul edilmiştir. Ve gerçekten de bugüne kadar bütün ehl-i tasavvufun bir el kitabı halinde en çok istifade ettiğimiz önemli bir kaynak.

Muhasibi tabirca ise tasavvufun muhasebesini yapıyor burada. Çağındaki, abid ve zahidlere, nasiklere ciddi uyarılarda bulunuyor. Zühd yapıyorum diyerek, ibadetlerde ifrat ve tefrite kaçan, geçimini temin etmeyi bırakmayı tevekkül sanan, neyin ne zaman ne kadar uygun olduğunu bilmeyen, usulden yoksun zahidlerin aldandıklarını, onların birer mağrur olduklarını bütün açıklığıyla dile getirir. Kiminin ezberindeki birkaç satır ilimle, kiminin ara sıra yaptığı ibadetlerle, kiminin tartışmalardaki ustalıklarıyla, cedeliyle, halkın takdirini alma noktasında mağrurlanarak nasıl aldandıklarını ve halkı nasıl aldattıklarını bütün açıklığıyla bu kitapta ortaya koyuyor. Muhasibi özellikle kitabın belli bir bölümünde, uzlet meraklısı sofuları oldukça sert bir şekilde eleştirir ve şöyle der. Bir grupta vardır ki, onlar insanlardan kaçarak yaşarlar. Onlar tam bir uzlet meraklısıdır. Ancak onlarda bir tasannu vardır, bir yapmacıklık vardır. Zira onların asıl maksadı meşhur olmaktır. Halbuki yaptıkları birer yanılgıdan, riyadan ibarettir. Onlar riyaya düşerek amellerini, boşa çıkarmışlardır diye örnekler verir.

Horasan’da tasavvufun bu iç mürakabesini değerleyip toparlayan isim ise El-Luma isimli eserin yazarı Ebu Nasr el-Serrac el-Tusi olmuştur. Serrac, ki bu eser de hakikaten tasavvuf tarihinde çok önemlidir, eserinin mukaddimesinde tasavvufu hakiki manada yaşayanların azlığına, sufiliğe özenenlerin çokluğuna dikkat çekerek kitabını yazma sebebini şöyle ifade eder. Der ki, bugün sufilerin ilimlerine dair söz söyleyenler çok arttı. Gerçek sufi olanla sufiliğe özeneni, onların libaslarına bürünüp sufi geçinenleri birbirinden ayırmak için ben bu kitabı tasnif ettim der. Eserin de sufiliğe özenen şekilci kaba sahte sofuları, bilhassa uzlet, irade, mücahede, ubudiyet, velayet, nübüvvet, bahisleri üzerinden ifşa eder. Her birinin arkasında özellikle eleştirilere yer verir. Kitapta çok önemli bir bölüm vardır. Bölümün başlığı Galatâtu Sufiye. Sufilerin galatları veya muvalataları. Bu başlık altında sahte sofuların hatalarını ikiye ayırır. Bir usul hataları, diğeri ise furû hataları. Usul hatalarını dalalet olarak değerlendirir.

Tek tek her birinin nasıl insanı dalalete düşürdüğünü anlatır. Furû hatalarını, yani asli dini meseleler değil de furû meselelerinde ise yapılan yanlışlıkların insanı fısk-ı fücura götürdüğünü açıkça ifade eder. Es-Serrac, bu eserinde kitap ve sünnet çerçevesinde hakkı batıldan ayıran, ciddiyi gayri ciddiden tefrik eden, sağlamı sakattan ayıran bir usul ortaya koymaya çalışır. Hem de bu eser kendisinden önceki tasavvuf eleştirilerinin tamamını birleştirir. Efendim, kendisinden sonraki bu iç tenkidi, iç mürakebeyi, iç muhasebeyi yapacaklara da yön veren çok önemli bir kitaptır bu. Üçüncüsü, tasavvufun bu dönemlerde iç eleştirisini yapan üçüncü büyük âlim Nişabur’da meşhur sufi Abdülkerim Kuşeyri’dir. Abdülkerim Kuşeyri, neredeyse bin yıldır ehl-i tasavvufun elinden düşmeyen Er-Risale, Er-Risaletul Kuşeyri’ye bu eserde tasavvuf yolunu Kur’an ve sünnet çerçevesinde tahsih cihetine gider, şeriat-hakikat dengesini yeniden tesis etmek ister.

Bu da çok önemli bir eser. Bunun için tasavvufta şeriat dışı tüm unsurları istisnasız reddeder. Kuşeyri, bu eserinde şeriattan ayrılanlara zamane sofuları ismini verir ve adeta onlara ateş püskürür. Onlar gaflet meydanında at koştururlar. Helal-haram gözetmezler. Dine ve din büyüklerine saygıda kusur ederler. Namaz kılmayı, oruç tutmayı bile bazen basit bir şey sayarlar. Kuşeyri, bu eserinde hakiki sufi, sahte sufi tasnifi üzerinden günümüze de ışık tutan hasar tespitlerini şöyle yapar. Der ki, bugün tasavvuf yolunda bir gevşeme ve duraklama baş göstermiştir. Hatta bu yol hakiki manasıyla yok olup gitmiştir. Aynen öyle diyor. Bu yol hakiki manasıyla yok olup gitmiştir. Kendisi değil, sadece izleri, eserleri kalmıştır. İnsanlara hakikat yolunu gösteren şeyhler vefat etmiştir. Onlara tabi olan hakiki sufiler yok olup gitmiştir. Vera kaybolmuştur. Tamah kuvvetlenmiştir. İhtirasın kökleri güçlenmiştir. Şeriata hürmet hissi kalplerden silinmiştir der.

Dördüncü bir örnek vermek istiyorum değerli kardeşlerim. Yani tasavvufun bu iç tenkidini yaparak ona bir usul inşa etmeye çalışan dördüncü önemli alim. Bu Keşf-ül Mahcub eseriyle tanınan Gazneli Ebu Said el-Hücveri’dir. Hücveri bu kitapta tasavvufta taklidin, tahkikin önüne geçmesine ve özellikle önemli bir boyutu tasavvufun ahlaktan kopuşuna dikkat çekmiş. Tasavvufu yeniden hakikat ve ahlakla buluşturmak ve kendi asli kaidesine oturtmak istemiştir. Evet Hücveri der ki bu kitapta bir defa değil birkaç kez tasavvuf mahza ahlaktır. Ulum ve rusum değildir. Yani sadece bilgi ve sadece şekli ibadetlerle yetinmek değildir. Şayet tasavvuf ulum olsaydı öğrenimle elde edilirdi. Rusum olsaydı mücahede ile hasıl olurdu. Lakin tasavvuf ne odur ne bu. Tasavvuf sadece ahlaktır, sadece ahlak der. Hücveri tasavvufun tasavvufun çağındaki keyfiyetini şöyle tasvir eder bu kitapta. Malum ola ki tasavvuf zamanımızda yok olup gitmiştir. Koşeri de öyle demişti.

Heva ve hevesle meşgul olan rıza yolundan yüz çeviren kişiler kalmıştır. Zamanın müddeilerine burada müddei kelimesi daha çok ehli tasavvuf olmayıp da o iddia içerisinde olanlar yani sahte sofuları kastediyor. Sahte sofularda tasavvuf yolunun aslına muhalif halleri görür olduk der. Böylece iş tahkikten çıktı. Tamamen taklit halini aldı. Müddeiler, sahte sofular ve müritler mücahededen el çektiler. Kendi illetli hallerine de müşahede ismini vermeye başladılar der. Hücveri yine bu eserinde. Ehliyetten yoksun. Liyakatsız sofuları ise sert bir dille şöyle eleştirir. Onlar hiçbir şeyhin sohbetinde bulunmamışlar. Bir büyükten edep öğrenmemişler. Sıkıntılara katlanmamışlar. Basiretsiz bir şekilde hırkayı giymişler. Kendilerini sufilerin arasına atmışlar. Saygısızlık ve laubaililik yolunu tutmuşlardır der. Hücveri’nin bu kitapta yaptığı bir tasnif çok dikkat çekici değerli kardeşlerim. Ehl-i tasavvufu üçe ayırır veya ehl-i tasavvuf içindeki şahısları üçe ayırır. Sufi, mutasavvuf ve mustasvif.

Sonra bu mustasvif kelimesi, Tanzimat dönemlerinde İzmirli İsmail hakkı ile Saffet Efendi arasındaki tartışmalarda çok kullanılacaktır. Der ki Hücveri, اَلصَّوْفِي يُوهُ وَصَاحِبُ الْوُصُولِ Sufi, vusul sahibidir. Yani hakikate ulaşma çabası içinde olandır. وَالْمُتَصَوِّفُ صَاحِبُ الْوُصُولِ Hani dersimizin başlığı da tasavvufta usuldir. وَالْمُتَصَوِّفُ صَاحِبُ الْوُصُولِ Mutasavvuf ise usul sahibidir. Peki mustasvif, وَالْمُسْتَصْوِفُ Mustasvif dediği de, Sufi olmayıp Sufi görnendir. صاحب الفضول O da lüzumsuz şeylerle uğraşan kişidir, der. Ona göre, Hücveri’ye göre, tasavvufun özüne sahip olan Sufiler nadiren görülmeye başlanmış. Bu hakikate ulaşmak için hak yolu üzere olan mutasavvuflar ise oldukça azalmıştır. Bilhassa mal mülk edinip, makam mevki sahibi olup, bu dünyadan nasibini almak için, kendisini tasavvuf ehli olarak gösteren, dünyalık namına derviş hırkası giyen mutasavvuflar ise, çoğalmaya başlamıştır, der. Bugünü anlatmıyor, değerli kardeşlerim. Yani kendi çağındaki ehli tasavvufun içerisine sızan yanlışlıkları bize anlatıyor.

Hücveri de, tıpkı Kuşeyri gibi, Risale-i Kuşeyriye’de olduğu gibi, hakiki Sufi, sahte Sufi tasnifine gider. Hakiki Sufileri, ilmiyle amil olanlar, şeriat ile hakka yaklaşanlar diye tarif eder. Hakka değil, halka el açan, rüşveti kelam ile yol alan, giden dervişlerden ve hamsoflulardan sakınılması uyarısında bulunur bu eserinde. Ayrıca tasavvuf içinde ortaya çıkan, ki bu da çok önemlidir gerçekten, kendi zamanına kadar, tasavvuf içinde ortaya çıkan, İslam dışı 12 zümrenin de ismini zikreder Hücveri. Hangi sınıflardır bunlar? Batıniler, Brahmanlar, Dehriler, Hululcüler, İbahiler, İlhamcılar, Kaderciler, Mülhitler, Ruhçular, Sofistler, Tabiatçılar, Tenahsütçüler. Anlaşılıyor ki, başka kültürlerle karşılaşmada da bazı yanlış unsurlar bu şekilde sızmış ve onları da bu kitapta tasih ediyor. Çok değerli kardeşlerim, muhasebiyle hesaba çekilen, serraç ile derlenip toparlanan, kuşeyri ile şeriat hakikat dengesine kavuşturulan, hücveri ile hakikat ve ahlakla buluşturulmak istenen tasavvufu aslında yeniden ihya eden isim ise bunların hepsinden sonra Tuğslu, Hüccetü’l-İslam, Ebu Hamid, Muhammed, El-Gazali olmuştur.

Gazali, ihya ulumu dinde tasavvufun meşruiyetini yeniden tesis eder. İhya’yı kazandırmak için çaba gösterir. İhya’da, hepinizde olduğu için onu almadım önüme, ihya’da çok önemli bir bölüm vardır. Kitabu Zemmil Gurur. Bu bölümde helak sebebi olarak aldananlar arasında ehli tasavvufu da sayar İmam Gazali. Tıpkı İbn-ül Cevzi’nin Telbisu İblis’te yazdıkları gibi. Aldananları, tasavvuf içinde aldananları, marifet ilmi hakkında aldananlar, efendim güzel ahlak ve tevazu hakkında aldananlar, makamlar ve haller konusunda aldananlar, helal rızık konusunda aldananlar şeklinde kategorilere ayırarak her birini ayrı ayrı tenkide tabi tutar. Şeriatın sergisini katlayıp düren, ahkamını bir kenara iten, helaliye haramı aynı seviyede gören ibahiler gibi kendisini şeriatla mukayyet görmeyen gruplara şiddetli tenkitler yönetir İhyada İmam Gazali. Gazali, ehli tasavvufun yanılgılarını şöyle sayar. Onlar, faziletler, nafileler konusunda zaman israfına düşerler. Hem farz ibadetler konusunda, gerçek kulluk konusunda aldanırlar.

Bütün sene oruç tutarlar, ama dillerini gıybetten, kalplerini riyadan, karınlarını iftar zamanı haram yemekten korumazlar. Nafilelerle gereksiz meşgul olurlar. Baş eğerek, boyun bükerek, seccade üzerinde saatlerce oturarak, konuşmada sesini alçaltarak, mütevazi olmadığı halde mütevazi görünerek, şekilde şemailde mutasavvuflara benzeyerek, gerçek sufi olduklarını zannederler de kılık kıyafetleriyle mağrur olurlar. Sadece bir takım yüzeysel bilgilere sahip oldukları halde marifete vakıf olduklarını, hakkı müşahede ettiklerini söylerler ve şekil ile aldanırlar, başkalarını da aldatırlar. Gazali sözlerine şöyle devam eder. Mutasavvuflar arasında bir grup daha vardır ki, onlar kıymetli bir kumaşı lime lime yapıp, parçalarla parçalarını renkli iplikle dikmeyi adet edinmişlerdir. Bunların ahmaklığı, bütün mağrurların, bütün aldananların ahmaklığından daha açıktır. Zira bunlar zahirde bile günahtan sakınmazlar, batına ise hiç önem vermezler. Kelam ilmine de, felsefeye de eleştiriler yöneltmiştir Gazali.

Kelamı yetersiz, felsefeyi, filozofları kifayetsiz gören İmam Gazali ki, bu ihyanın dışında da bilhassa isimli eserinde tasavvufu bildiğiniz gibi dalaletten kurtarıcı bir ilim olarak adeta inşa etmeye çalışmıştır. Ona göre tasavvufun usulü bellidir. Soruları, mesaili, konuları belirlenmiştir. Istilahları, kavramları oturmuştur ve sufiler büyük isimlerini ortaya çıkararak, müstakil bir zümre haline gelmiştir. Ancak o, bu problemlerin aşılmasında, aynı zamanda bir usulün gerekliğine de hep işaret eder. Hatta meşhurdur bir gün kendisine gelir bir mutasavvuf ve şöyle der, Sizin ilminiz işte bu kağıtlardan, biz ise ilmimizi hırkalardan aldık. Yani hırka sahibi olan büyük insanlardan aldık. Siz ilminizi ölülerden alıyorsunuz. Biz ise ilmimizi hay ve la yemut olan hiç daima diri ve hiç ölmez olan Rabbimizden doğrudan alıyoruz.

Sizin ilminiz kabuktur. Bizim ilmimiz ise özdür. Böyle diyen birisine Gazali çok manidar bir cevap verir. Ve ona der ki, Fakih olunmadan sufi olunmaz. Gerçek sufi olunmaz.

Nasıl ki hayat, insanlık için hayat güneşsiz olmaz. Tasavvufu biduni fıkıh. Efendim, fıkıhsız da tasavvuf olmaz. İnsanlar nasıl ki güneşsiz yapamaz, tasavvuf da fıkıhsız olamaz der İmam Gazali. Ve o da tasavvufu tıpkı serraç gibi fıkh-ı batın olarak tarif eder ve fıkh-ı batın ile fıkh-ı zahiri ihyada cem etmeye çalışır. Tabirca ise tasavvuf şeriat, şeriat hakikat bütünlüğünü tahkim etmeye çalışır. 6. ve 7. asırlara geldiğimizde çok kıymetli kardeşlerim, tasavvuf tarihinde dönüm noktası denilebilecek yeni bir dönem başlar. Bu dönemde tasavvuf metafizik konulara yönelir. Felsefe ile tanışır. Daha önce belirlenen usullerin dışında metafizik ile uğraşmaya başlar. Varlığı tasavvuf çerçevesinde yorumlar. Alemi, kainatı, insanı kendi zaviyesinden yorumlamaya yönelmiştir. Kimdir bu akımın öncüleri, yani bu dönemin öncüleri? İşte Maktul Sühre verdiği öncesindedir. İbn-ül Farid Muhiddin İbn-i Arabi İbn-i Seb’in Sadettin Konevi bilhassa İbn-i Arabi ve öğrencisi Sadrettin Konevi malumunuz bu tasavvuf metafiziğinin öncüleri olmuşlardır.

Felsefi tasavvuf diyorlar bazıları. Biz de şimdilik onu kullanalım. Yani bu felsefi tasavvufun ortaya çıkışı ile durum değişmiştir. Zira felsefi tasavvuf doğrudan geleneksel ulemanın ilgi alanında olmamıştır. Bu süreçte usul tartışması yeniden çıkacaktır tabii ki. Ama bu sefer Sufi-Selefi ihtilafı üzerinden bir tartışma başlayacaktır. Yani dışarıdan bir eleştiri yönelecektir bu akıma karşı. Belki çok önceleri Hakim Tirmizi ile Ebu İsa et-Tirmizi arasındaki tartışmayı da burada dikkate almak lazım. O çok öncedir. Çünkü Hakim Tirmizi’nin de bu döneme etkisi olacaktır. Önemli kitaplarıyla. Başka bir ifade ile bu tartışma Sufi tasavvuf ile felsefi tasavvuf arasında yaşanır. Bilhassa İbn-i Teymiye ki Fetevasının birkaç cildi tasavvufla ilgilidir. Onun talebesi İbn-i Kayyim bilhassa onun meşhur Medar-ı Cüsarik’in kitabı ve diğer kitapları bu alimlerin yönelttiği eleştirilerin etkileri zamanımıza kadar devam edecek olan yeni bir ihtilafın öncüsüdür.

Selefi Sufi tartışması. Selefi Sufi tartışmasını hatta yer yer çatışmasını beraberinde getirmiştir diyebiliriz. Aynı zamanda bu tartışma ve çatışmalar tekke ve zaviyeler üzerinden de yürütülmüş. Zaman zaman bu tekke medrese ihtilafı olarak da kendisini gösterecektir. Bu ihtilaf yakın tarihlerde Neo-Selefiliğin doğuşu ile bütün İslam dünyasında daha derin bir ihtilafa hatta tefrika ve ayrışmalara da neden olduğunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca bu dönemde tasavvuf bir başka zengin mecraya yönelmiştir. Şiir ve edebiyata yani divanlar marifetiyle bir tasavvuf edebiyatı ortaya çıkmıştır. Ahmet Yesevi efendim Feridid din Attar, Hacı Bektaşi Veli, Mevlana Celalettin Rumi meşhur Yunus Emre’miz Molla Cami gibi pek çok tasavvuf fetaneti ve bilgisindeki incelikleriyle kendisini edebiyatla şiirle ifade etmeye başlamışlardır. Bu büyük isimler vücut verdikleri anlamlar dünyası ve kurdukları tarikatlar sayesinde biraz sonra değineceğim bazıları bizzat tarikatların da öncüleri bulmuşlardır.

Felsefeyle nazari ilme dönüşerek bir düşünsel uğraşı haline gelen tasavvufu ameli veçesine yeniden kavuşturmak istemişler ve yaygın bir manevi eğitim yolu olmasını sağlamışlardır. İmam Şarani ise bozulan bu takalluk tahakkuk, ahlak tasavvuf, hakikat, şeriat ameli irfan, nazari irfan dengesini meşhur El-Mizan adlı eserinde yeniden tesis etmeye çalışmıştır. Bilhassa 6.-7. asırdan itibaren tasavvuf tarihinde çok daha büyük bir gelişme yaşanır ve tasavvuf tarikatlara dönüşür bu tarikatlar da çok büyük kitlelere hitap etmeye başlar. Her ne kadar bazı ehli tasavvuf ve tasavvuf tarihçileri sonraki dönemlerde Hulafa-i Raşidin başta olmak üzere birçok sahabiye birçok tabiunun büyüklerine, ilk zahidlere ilk sufilerin her birine bir tarikat misbet ederek bir silsile ortaya koymaya çalışsa da asıl bizim tarikat dediğimiz olgu, bugün hala devam eden tarikat olgusu büyük kitlelere hitap eden tarikatlar bu dönemden itibaren çok büyük bir gelişme yaşanmıştır.

İlk tarikatlar hangileridir? Kadiriye, Yeseviye, Sadiyye, Rifaiye bunlar ilk teşekkül eden tarikatlar olmuştur. Sonraki asırlarda ise sırasıyla Sühreverdiye, Mevleviye, Şazeliye, Bektaşiye, Erdebiliye, Nakşibendiye, Halvetiye ortaya çıkmıştır. Kendilerine has evradu ezkarıyla adab ve erkanıyla dergah ve hankahiyle tekke ve zaviyesiyle tarikatlar zamanlar onlarca kola ayrıldılar ondan sonra şubelere ayrıldılar ve bütün dünyanın her tarafına muhtelif yerlerine yayıldılar. Ülkelerin, coğrafyaların bilhassa müslümanlaşmasında milletlerin ihtidasında önemli vazifeler gördüğünü ifade etmek isterim. Mesela Bağdat’ta ortaya çıkan Kadiriye 50 civarında koluyla İslam dünyasının ilk ve en yaygın tarikatı olmuştur. Doğu Afrika’ya ulaşan ilk tarikat olmuş. Bilhassa Hint alt kıtasının müslümanlaşmasında Kadiriye’nin Kadiri tarikatının önemli etkisi olmuştur. Hoca Ahmet Yesevi’nin öncülük yaptığı Yeseviye Maveraun Nehri’de göçebe Türkler’e İslamiyet’i sevdirmiştir. Ehl-i Sünnet akidesini yaygınlaştırmıştır. Maveraun Nehri havzasına adeta İslam’ın mührünü vurduğunu söyleyebiliriz.

Rusya’da yaşayan Tatar kardeşlerimiz Sibirya halkının müslümanlaşması da yine Yesevi dervişleri sayesinde olduğu yazılır, çizilir, söylenir. Irak’ta ortaya çıkan bir başka tarikat Rifaiye’dir. Otuz’a yakın koluyla günümüzde ülkemizin yanı sıra Balkanlardan Avrupa’ya, Amerika’dan Avustralya’ya kadar çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Yine Bağdat merkezli Sühreverdi’ye zamanla Hindistan’ın en yaygın tarikatı haline gelmiştir. Birçok Hindu ve Budist onlar sayesinde müslüman olmuş. Hatta denilir ki bugünkü Keşmir’in müslümanlaşmasına tamamen bu tarikat vesile olmuştur. Ve bu bölgede Karmatilerin ortadan kaldırmışlardır. Mevlana Cihalettin Rumi’nin öncülük yaptığı Mevlevi’ye bilhassa Anadolu ve Balkanların İslamlaşmasında önemli rol üstlenmiştir. Mevlevi dervişlerinin eğitildiği kurumlar yani Mevlevi haneler aynı zamanda farklı bir boyut ortaya koymuş ve Güzel Sanatlar Mektebi gibi çalışmış. Birçok alimin yanı sıra Müslüman Türk kültürü ve sanatının en önemli temsilcilerini yetiştirmişlerdir.

Tunus’ta ortaya çıkan Şazeliye yüz civarında kolu ve şubesiyle Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Libya ve Sudan başta olmak üzere bilhassa Kuzey Afrika’da yaygınlık kazanmıştır. Bektaşiye Hacı Bektaşi Veli ile birlikte malumunuz Anadolu’nun, Balkanların İslamlaşmasında adeta öncü kuvvet olmuştur. Şeyh Akşemseddin İstanbul’un fethinin manevi mimarlarından olmuştur. Bayramiye olduğu söylenir. Bazı istisnalar dışında İslam dünyasının hemen hemen her bölgesine yayılan Nakşibendiye ise bilhassa Şamanist Kırgız gruplarının ihtidasına vesile olmuş. Efendim İslam’ın Moğollar ve bazı Kazak yöneticiler arasında kabulünü sağlamıştır. İmam Rabbani’yi unutmamak gerekiyor bu tarih içerisinde. İmam Rabbani’nin Babürlü hükümdar Ekber Şahin İlah’a karşı verdiği mücadeleyle İslam’ın Hind alt kıtasında yok olmasının önüne geçtiğini biliyoruz. Necmettin Kübra’nın halifelerinin 100 bin Moğol askeriyle birlikte Gazan Han’ın İslamiyeti kabulünde önemli tesiri olduğunu yine tarih bize söylemektedir.

Nakşibendiye Çin’de dahi bütün dönemlerde en dinamik Müslüman gruplardan biri olmuştur. Efendim Ebriz’de ortaya çıkan Halvetiyye kırkı aşkın koluyla Anadolu’dan yine Balkanlara Güney Asya’dan Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada İslam’ın bayraktarlığını yapmıştır. Neticede bütün bu tarikatlar asırlarca değerli kardeşlerim halkın dini inanç ve duygularını canlı tutmuş dini hayata önemli katkılar sunmuştur. Bilhassa tasavvufun Müslüman coğrafyalarda yaygınlık kazanmasını sağlamıştır. Kurdukları tekke ve zaviyeler üzerinden önemli hizmetler ifa etmişlerdir. Seyahat etmeyi bir seyri sülük olarak benimseyen ehli tarih gittikleri coğrafyalara pek çok coğrafyaya adaleti taşımışlar, merhameti taşımışlar, efendim helali haramı ulaştırmışlar. O İslam’ın hakikatlerini ifade eden ahlaki mideyi taşıma gayreti içerisinde olmuşlardır. Hakiki hal ehli olan dervişler kalelerin, şehirlerin, ülkelerin, memleketlerin fethinden çok daha zor olan gönüllerin fethini sağlamışlar. Kitlelerin kalplerinin İslam’a açılmasına vesile olmuşlardır. Bilhassa dönemin gönül durakları tekke ve zaviyelere müntesip dervişler kuşatıcı bir hizmete, hikmete sahip olmuşlar.

Bir taraftan gönülleri imar etmişler. Sınırları aşarak gönül coğrafyası inşa etmişler. Diğer taraftan da ihya-ül mevaht dediğimiz ölü arazileri diriltmişler. Yine tekke ve zaviyeler bu süreçte alan değil veren olmuşlar. Ayende ve ravendeye gelip gidenlere hizmet etmişler. Başkasının alın teriyle geçinen tufeyliler olmamaya, azamiye özen göstermişler. Yol üzerlerinde ziraatle meşgul olmuşlar. Efendim tarlalar sürmüşler, değirmenler yapmışlar, fırınlar kurmuşlar ve ekmeklerini paylaşmışlar. Paylaşırken hiçbir ayrım yapmamışlar. Zaman zaman eşkiyayı evliyaya dönüştürmeyi bilmişlerdir. Sufilerin birlikte sohbet edip zikir yapmaları, inzivaya çekilmeleri için kurulan hankahlar zaman zaman aynı zamanda medresenin de işlevini üstlenmiştir. Tarikat yolunun yanı sıra tefsir, hadis, fıkıh gibi efendim adab-i muaşeret gibi çeşitli konularda dersler vermişler, kitaplar yazmışlar. Bilhassa Osmanlılar döneminde tarikat şeyhleri kendilerini tıp, astronomi, musiki, bestekarlık, hattatlık, nakkaçlık, çiçekçilik gibi ilim, sanat ve meslek dallarında da geliştirdikleri için meşihatını üstlendikleri dergahlar aynı zamanda bir tür güzel sanatlar mektebi, bazen bir şifahane, aşhane işlevini görmüşlerdir.

Buralarda yabancılara, yolculara, hastalara hizmet verilmiştir. Yakın tarihlerde tasavvuf ve tarikatlar Müslüman coğrafyalarda daha farklı bir hizmetle ortaya çıktılar. Bilhassa batının işgal ve sömürge hizmetlerine karşı vatanlarını savunmak için kurtuluş mücadelesine katıldılar. Bir murabata cehdü gayreti ortaya koydular. Mesela Mehdi Hareketi Sudan’da İngilizlere karşı durdu. Efendim Senusiye Hareketi Libya’da İtalyanlara karşı mücadele verdi. Tarihte Kudüs’ü Haçlılara karşı savunan Sadiyye Şeyhi Ferhan Es-Sadi burası çok önemli. 1936’da İzzettin El Kassam ile birlikte Filistin’in kurtuluşu için kıyamı başlatan öncüler arasında yer aldı. Halvetiye Cezayir’de Fransız işgaline karşı büyük bir direniş gösterdi. Balkan Harbi ve Çanakkale Savaşı’nda Mevlevi haneler adeta birer karargah olmuş. Lojistik vazifesi görmüştür. Birinci Dünya Savaşı’nda Cihad-i Mukaddes ilan edildiğinde Velet Çelebi kumandasında kurulan Mücahideyni Mevleviye alayı Filistin cephesinde çarpışmıştır Kudüs’ü savunmak için.

Nakşibendiye halifelerinden Şeyh Şamil Çarlık Rusya’sına karşı Kafkas halkının bağımsızlığı için çeyrek asır bir mücadele verdi. Ayrıca Tasavvuf yine bu dönemlerde Batı’nın yozlaştırıcı ideolojilerine karşı da bir siper vazifesi, bir zırh, bir kalkan olma vazifesi gördü. Ahlaktan uzaklaşma ve dünyevileşme temayüllerine karşı da ahlakı haykıran bir ses olduğunu ifade etmek isterim. Değerli Kardeşlerim, bütün bu merhalelerden sonra dersimizin başında yönelttiğim sorunun cevabına gelelim. Peki ya tasavvuf usulünü, tarikat yolunu kaybederse ne olur? Bilhassa kurumsallaşma zamanla bazı büyük sorunları beraberinde getirmiştir. Zira tarikatlar çoğaldıkça her tarikat yaşadığı toplumun özelliklerini, İslam’ın temel ilke ve prensiplerini süzgecinden geçirmeden bünyesine kattıkça pek çok yanlış düşünce, yanlış anlayışlar, hareketler, yozlaşmış tarikatlar marifetiyle de İslam diyarlarına yayılmaya başlamıştır. Bu sayede tasavvufun usul, tarikatın yol tartışması devam etmiştir. Başka bir ifadeyle tasavvuf tarikatların adeta eline geçmiş ve her bir tarikatın kendine özgü bir tasavvufu olmaya başlamıştır.

Yer yer usulden, ilimden, hikmetten, gelenekten, silsilelerden kopuşlar yaşanmıştır. Zaman zaman bazı tarikatlar şeriatten kopma eğilimine girmiş, saliklerinin hakikat yolculuğunu şeyhlerin kişisel delaletine kurban etmiştir. Tasavvufun ana yolu hurafelerden bazen tanınmaz hale gelmiştir. İrfan Mektebi demiştim, İrfan Burhan’dan kopmuştur. İhsan Mektebi demiştim, ihsan zaman zaman adaletten kopmuştur. İhlas Mektebi demiştim, ihlas samimiyeti yitirir olmuştur. Ahlak Adab Mektebi demiştim, ihlasa zaman zaman ahlakın o arındırıcı vasfı görünmez olmaya başlamıştır. Aşk ve muhabbet Mektebi demiştim, aşk ve muhabbet yerini bazen çıkar ve menfaatlere bırakmıştır. Dünyevileşme, zühd takvayı gölgede bırakmıştır. Tasavvuf fıkıhtan kopunca o derunilik yerini şeklin sığlığına bırakmıştır. Kelam ile arasına mesafeler girdikçe itikadi büyük sorunlar, doğmuştur. Hadis ilminden uzaklaştıkça nebevi mirası tanıyacak o feraseti sönmeye yüz tutmuş, zayıf hatta nice mevzu hadislerle amel eder olmuştur. Ulumul Kur’an’ın tefsirin o aydınlık kapısına sırtını döndükçe ilahi vahyin maksadını, meanisini ayırt etme kabiliyetini kaybetmiştir. Bazen lafza hapsolmuştur, bazen de batini kuyulara düşmüştür. Gücünü yitirdikçe ünvanlarını arttıran Abbasi halifeleri gibi tarikatlar da ruhunu kaybettikçe, özünü yitirdikçe şeyhlerin o mübalağalı lakaplarıyla kendini göstermeye çalışmıştır. Bu dönemde nice cahiller şeyh kisvesine bürünüp sözüm ona insanları işada kalkışmıştır. Abdülkadir Geylani’nin gerçek şeyhler için saydığı şartlar vardır. O şartlar artık hiç aranmaz olmuştur. Hani şeyhlik makamına dair meşhur bir sözü vardır. Abdülkadir Geylani’nin der ki

Eğer bir şeyhte beş vasıf, beş özellik yoksa o cahillere öncülük yapan bir deccale dönüşür. Birincisi şeriatın ahkamını bilmek ve tanımak yani hem alim olmak hem arif olmak ve hakikatin arayıcısı olmak asla ve usule dayanarak hakikati araştırmak ikinci vasfı gelenlere gidenlere güler yüz göstermek ikramda bulunmak bu bilhassa tevazu mütevazilik açısından çok önemli fakirlere miskinlere de öyle protokol mürotokol uygulamaz sözüyle eylemleriyle onlara karşı mütevazi davranır. İşte kadri yüce olan şeyh budur. Helal ve haram hükümlerini bilir.

Yolun taliplerine terbiye vermeden önce onlara ahlak öğretmeden önce kendi nefsini terbiye eder ve o külli bir kerem sahibidir. Değerli kardeşlerim bu dönemde asıl üzücü olan bu zor dönemlerde tarikat ehlinin tasavvuf kültüründe dersin başından itibaren Muhasibi’den Kuşehri’ye Hucviri’den İmam Gazali’ye saydığım bu iç mürakabe öz eleştiri kabiliyetini yitirmiş olmasıdır. Artık bugün tarikatları hesaba çekecek ne bir Muhasibi ne de Galatatu Sufiye’yi hatırlatacak bir serraç yetişmektedir. Ne gerçek tasavvufu tanıtacak yoldan çıkanları yeniden yola koyacak İmam Gazali gelecektir. Gaflet meydanında at koşturan zamane sofularına helali haramı hatırlatacak ne bir Kuşehri ne de sahte dervişlerin yaptıklarını yüzlerine vuracak bir Hucviri çıkmaktadır. İç mürakabe ve öz eleştiri kabiliyetini yitiren tarikat ehli kendisini düzeltmekten uzaklaştıkça bu sefer dış mürakabe arayışları devreye girmiş ve devlet düzeyinde meseleye el atılmak durumunda kalmıştır.

Nitekim değerli kardeşlerim Osmanlı’nın son dönemlerinde dış mürakabe arayışının bir neticesi olarak hem iç sapmaları önlemek dış sızmaları engellemek adına 1793 tarihli bir fermanla şeyhlerden müteşekkil bir meclis oluşturulmuştur. Ancak bu meşhur şekliyle henüz meclis-i meşaih değildir. Bu meclis bu ilk meclis ehli sünneti esas alarak itikadi sorunları olan şeyhleri sistem dışına çıkarmak ve tek tekkelerin izinle açılmasını temin etmekle görevlendirilmiştir. Bu birinci adım 1812 yılında ise çıkarılan başka bir fermanla Taşra tekkelerine atanacak şeyhlerin kim olacağı ve liyakatleri konusunda merkez tekkenin şeyhine veya şeyhu şuyuh dediğim şeyhler şeyhine yetki ve sorumluluk verilmiştir. Buna ilave olarak atanacak şeyhlerin Şeyhülislamlık makamından da onay alması zorunlu kılınmıştır. 1826 yılında kurulan Evkafi Humayun Nezareti sonrası şeyhlerin maaşları devlet tarafından ödenmeye başlanmıştır. 1866 yılında ise resmi bir mürakabe sistemi olan Meclis-i Meşaih kurulmuştur. Meclis-i Meşaih bir zorunluluk olarak kapatılmıştır.

Buna göre tekkeler idari yönden Şeyhülislamlığa, mali yönden Evkafi Humayun Nezareti’ne bağlanmıştır. Bu üst ilmi resmi yapı pek çok sorunu çözüme kavuşturmuş ve Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar devam etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti döneminde ise hepinizin bildiği gibi tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik gibi ünvan ve sıfatlar ilga edilmiş ve bu ünvanlarla ilgili kisve giyilmesi dahi yasaklanmıştır. Elbette büyük bir tarihe sahip olan bu müesseselerin sosyolojik gerçekliği yok sayılarak bir kanun maddesiyle ilga edilmesi ve her birinin vakıf, dernek veya sivil toplum kuruluşu olarak yoluna devam etmek zorunda kalması daha da zor bir dönemin başlangıcı olmuştur. Cumhuriyet tarihi boyunca tarikatları saran beka korkusu ve meşruiyet endişesi her türlü sivil iç mürakabe imkanını da ortadan kaldırmıştır.

Dışarıdan yapılan eleştiriler ise ya din karşıtlığına ya bir sufi-selefi kavgasına mektep-medrese ihtilafına, eski-yeni çekişmesine tahvil edilmiş birbirine zenginlik katan ilmi cevaplar yerine birbirini keskinleştirip sığlaştıran reddiyelerle çok zaman kaybedilmiştir. Çok değerli kardeşlerim denilebilir ki tarikatlar hem tarihten tevarüs ettikleri bu büyük sorunlarını halledemeden hem de beka ve meşruiyet kaygılarını gidermeden, iç ve dış mürakabesini tesis edemeden bugünlere geldiler. Peki ya bugün? Bugün tasavvuf ve tarikatlar her zamankinden daha büyük değişime dönüşümlere maruz kaldılar. Çok değerli kardeşlerim İslam’ın o rahmet mesajlarının yeryüzüne yayılmasında medeniyetimizin sevgi, aşk, merhamet boyutunun öne çıkmasında Anadolu’nun ve Balkanların İslamlaşma sürecinde işlevi yüksek olan bu irfan geleneğimizin bu tasavvufi ekollerin günümüz tezahürlerinin bugün tarihsel misyonlarına uygun şekilde kendi iç muhasebelerini yapmaları artık büyük bir zorunluluk arz etmektedir.

Yeni bir usul, bir ilmi mürakebe, yeni bir ahlak anlayışı, bir ahlaki mürakebe ve bilhassa kurumlaşma konusunda şeffaf bir adım atmaları, mali mürakebelerini yapmaları, yaptırmaları artık büyük bir zorunluluk arz etmektedir. Bilhassa tarikat siyaset ve tarikat ticaret ilişkisinin hem tasavvufa hem tasavvuf üzerinden İslam’a, Müslümanlara ne kadar zarar verdiğinin, muhasebesinin mutlaka oturulup yapılması gerekmektedir. Zira her şeye rağmen ihvanlık hali İslam’ın önündeki uhuveti zedelemeden, tekkenin varlığı İslam’ın varlığının önüne geçmeden, kişinin aklını, iradesini bir başkasına teslim etmeden bu büyük tecrübenin hem bir züt ve takva olarak, ihsan, irfan, ihlas mektebi olarak, adab ve ahlak mektebi olarak, aşk ve muhabbet merhamet mektebi olarak yaşanması, başta Müslümanlar olmak üzere inanın bugünün dünyasında herkes için çok büyük bir ihtiyaçtır. Zira değerli kardeşlerim, ilimden ve hikmetten kopan bir kısım tarikatlar bugün artık insan elinde insanın hakikat arayışına o deruni cevap verme kabiliyetini yitirmiştir.

Kendisine hatırlıyorum, her türlü sualin rahatça sorulabildiği bir peygamberin ümmeti bugün bir din büyüğü olarak bildiği kimselere zihinlerini kurcalayan bir soruyu soramaz hale gelmişse bu bir sorun değil midir? İlimsizlik, müridan-ı mürşidinin söylediklerini sorgusuz sualsiz bir iman esası gibi kabul etmeye eğer mecbur bırakmışsa bu bir sorun değil midir? Her haliyle dinin ahkamına aykırı olduğu açıkça belli hususları dahi dile getirmeyi aklından bile geçirmekten korkar hale gelmişse bir kitle burada bir sorun yok mudur? Değerli kardeşlerim, tarikatların usulsüz vusul yollarına tevessül her geçen gün daha da artar hale gelmiştir. Tarikat önündeki şeriatten kopmuş ve ardındaki hakikate müntesiplerini ulaştıramaz hale gelmiştir. Şüphesiz insan fıtratında tasavvufun önerdiği bir dini tecrübeye ilgi yatsınamaz. Ancak bu tecrübenin kişisel olduğu, herkesi bağlayıcı olmadığı da bilinmelidir. Bilinmelidir ki İslam’da akıl ve irade mükellef olmanın en başta gelen şartıdır.

Bu tecrübe Kur’an ve sünnet çizgisinde kaldığı müddetçe insanın kendisini otokontrol ihtiyacı olarak söz konusu olmalıdır. Zira bu tecrübe, dinin doğru bilgisinden koptuğu takdirde kolayca sübjektif bir hale gelebilmekte ve istismara yol açabilmektedir. Dinin sahih bilgisini referans almaktan ziyade, kişilerin sübjektif görüş ve rüyaları önemli bir bilgi kaynağına dönüşebilmektedir. Bilhassa profi düşüncenin kurumsallaşmasıyla oluşan yapılar, zaman zaman teorik çerçevelerinin dışına çıkarak etki alanlarını güçlendirme adına pragmatizme kayabilmekte ve varlıklarının devamı için maalesef dünyevi kaygılarla hareket edebilmektedir. Burada bireyin ıslahından ziyade sözüm ona kurumsal güç ve çıkar hakikatin önüne geçebilmektedir. Bu da hakikat arayışında olanları çok ama çok büyük bir hayal kırıklığına uğratmaktadır. Değerli Kardeşlerim, günümüzde yeryüzü ahalisinin topyekun içine sürüklendiği maddiyat düşkünlüğü, güç ve çıkar tutkusu, tüketim iştahı ve aşırı dünyevileşme olgusu karşısında insanların manevi ihtiyaçlarını karşılamak için bir sığınma limanı olarak görülen tasavvuf ve tarikatlar kahir ekseriyetle bugün tarihsel referanslarına aykırı bir tutum içerisine girmiştir.

Karşı konulamayan dünyevileşmeyle birlikte mal-mülk ilişkisinde ifrata kaçılmış, terki dünya şiarının yerini maalesef bazen kesbi dünya anlayışı almıştır. Hani Hacı Bektaşi Veli’nin meşhur bir dörtlüğü vardır. Şeriatta şu senindir bu benim. Tarikatta hem senindir hem benim. Hakikatte ne senindir ne benim. Zerre dahi Mevlanındır her daim. Günümüzde bazıları buna ne senindir ne onun hep benimdir hep benim mısrağını maalesef ilave eder hale gelmiştir. Bilhassa dijitalleşmeyle birlikte tarikatlar sosyal medyanın dijital teşhir ve ifşa sahnelerine dönüşüp yaklaşmıştır. Bu mecralarda sanal cemaatler kurulmuştur. Sosyal medya takipçilerinden müritler devşirilir olmuştur. Kimilerince Youtube diploması icazet sanılmaya başlanmıştır. Hatta sahte hesaplar üzerinden din müdafası altında nefsi kavgalar verilmeye başlanmıştır. Neticede modernleşen, küreselleşen, dijitalleşen dünya maddi hayatı zehirleyip emanı kaybettirdiği gibi manevi hayatı da zehirlemiş ve müslüman toplumları bir maneviyat güvenliği sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır.

Değerli kardeşlerim geçen yıl yapılan bir akademik araştırma bir üniversitemizin yaptırdığı önemli bir akademik araştırma gençlerin dinden soğuma sebeplerinin başında temsil sorunu geldiğini ortaya koymaktadır. Yani dinden soğumanın 20 sebebi arasında dini temsil eden insanların temsil sorunu birinci sırada yer almaktadır. Bugün gençlerin %65.5’i cemaat veya tarikat liderlerinin söylenme tutumları İslam’ı temsil düzeylerinin düşüklüğü veya çelişkiliği nedeniyle bir sorgulama içerisine girdiğini söylemektedir. Bu da başka bir sebebe ihtiyaç duymaksızın gençleri dinden soğutmaya yetmektedir. Dünyevileşme ve dijitalleşme ahlakta da büyük bir tahribata sebebiyet vermiştir. Hatta sufiliyle maruf bir kimsenin bırakın ahlaklı, erdemli faziletli olmayı din kisvesi altında gayri ahlaki yollara başvurabildiğini dini istismar etmekten çekinmediğini görebiliyoruz. Dini ve dindarlığını kişisel menfaati hatta gayri ahlaklı hayraki dünyası için bir araç olarak kullandığına rastlayabiliyoruz. Hak davasında hak yemekten, haksızlık yapmaktan çekinmeyenleri müşahede edebiliyoruz.

Mahza ahlak olan tasavvufun ahlak meselesini kendi müritleri bünyesinde dahi çözemediğine şahit olabiliyoruz. Manevi rehberlik iddiasında olanların ahlakta rehberlik edemediklerine tanık olabiliyoruz. Binaenaleyh değerli kardeşlerim ilim irfan ehline, insaf ve vicdan sahiplerine bugün bir kez daha seslenmek istiyorum bir kardeşleri olarak. Bilhassa son yıllarda yaşananlara baktığımızda tasavvuf yolunun, tarikat erbabının müşterek sivil ilmi bir iç mürakabe mekanizması kurması bir zorunluluk arz etmektedir. Zira günümüzde tasavvuf ve tarikatları karşı karşıya kaldığı sorunlar herhangi bir tarikatın tek başına altından kalkacağı türden değildir. Bugün gelinen noktada müşterek basiret ve feraseti temin edecek ortak akla işlerlik kazandırmaktan başka çare yoktur. Tek çare tasavvufun usulünü, tarikatın yolunu yeniden bulmasıdır Kur’an ve sünnet çizgisinde. Bunu sağlayacak mürakabeleri hayata geçirecek ve tatbikatını denetleyecek sivil ilmi bir şura meclisi kurulması bir istişare mekanizmasının oluşması son derece önem arz ediyor.

Nitekim 2016 yılında olağanüstü din şurasında alınan bir karar gereği Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı merhum Prof. Dr. Raşit Küçük hocamızın başkanlığında üst düzey bir heyet İstanbul’da Ertuğrul Tekkesinde 39 farklı dini grubun temsilcileriyle karşılıklı iyi niyet ve güven çerçevesinde önemli istişarelerde bulunmuşlardı. Bu temsilcilerin kahir ekseriyeti istişarelerde usulün ve yolun ilkelerinin kaybedilmemesi sürekliliğin sağlanması adına iç mürakabe vazifesi görecek sivil ilmi bir müşterek istişare mekanizmasının gerekliliği hususunda ortak kanaatlerini izhar etmişlerdi. Üzülerek belirteyim maalesef sonraki süreçte her iki tarafta bunu hayata geçirecek iradeyi ortaya koyamadılar. Böylece gerek tasavvuf ve tarikatlar üzerinden İslam’a yapılan haksızlıkların son bulması, gerekse bu yolun tabiri caizse haramilerden temizlenmesi ve zararların önlenmesi açısından çok tarihi bir fısat kaçırılmış oldu. Fakat aziz kardeşlerim zararın neresinden dönülürse kârdır. Öyleyse gelin farklılıklarımızı yol ve yöntemlerimizi usul ve erkanımızı tevhid terazisinde yeniden gözden geçirelim.

Hatalarımızdan kurumsallaşmış yanlış alışkanlıklarımızdan keyfi yorumlardan aşırılıklardan vazgeçilen ki düz yolda yolumuzu şaşırmayalım. Meslek meşrep asabiyyesiyle birbirimizi hiç ilzam etmeden, yok saymadan, hata ve ayıplarımızdan arınalım ve birbirimizi şahitler kılalım. Birbirimizi şahitler kılalım ki musalla taşından önce kardeş olalım. Kardeşler olalım ki İslam’ın yoluna taş döşeyenler, Müslümanlara dünyayı dar etmek isteyenler, fırsat bulmasınlar ve böylece gelecek kuşaklara aydınlık bir yol bırakalım. Sözlerimi Kur’an’ın bize öğrettiği bir dua ile bitirmek istiyorum. Rabbenâ lâ tuzîh gulûbenâ bâde izhedeytenâ uheblenâ millezunke rahmeh inneke entel uheb Rabbimiz bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma. Bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok ki kuşku bol olan yalnız sensin. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Allah’a emanet olunuz değerli kardeşlerim.

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir