Furkan Suresi 63. Ayetin Tefsiri
Rahmân’ın(has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Selam!» derler (geçerler);
(Furkan Suresi 63. Ayet)
“Rahmân’ın kulları…” cümlesi, aslında bir tanımdan çok bir davettir. Yüce Allah, Furkân suresinin bu ayetinde, kendisine gerçekten ait olan, rahmetinin gölgesinde yaşayan, kalplerini merhametle yoğurduğu kulların portresini çizer. Bu portre; unvanlarla, makamlarla, gösterişli sözlerle değil, yürüyüşle ve bir cümleyle özetlenir: “Yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahiller onlara laf attığında ‘Selâm!’ der geçerler.” Yani bu ayet, Rahmân’a nisbet edilmeye layık bir kul olmanın, gündelik hayatta nasıl bir duruşla, nasıl bir tavırla ete kemiğe büründüğünü gösteren canlı bir tablo gibidir.
“Yeryüzünde tevazu ile yürümek” ifadesi, sadece fiziksel yürüyüşü anlatmaz; insanın hayatın içinde, insanlar arasında aldığı tüm tavrı kapsar. Tevazu, zillet ve eziklik değildir; aksine kendini, haddini bilen insanın ağırbaşlılığıdır. Rahmân’ın has kulları, kibirli bir edayla, başkalarını küçümseyerek, omuzlarını gererek, bakışlarıyla bile insanları ezen bir tarzda yürümezler. Onların yürüyüşünde gösteriş değil, vakar; acelecilik değil, sükûnet; kibir değil, Allah’a karşı derin bir saygı ve mahlûkata karşı incelik vardır. Bu tevazu, sadece adımlarına değil, bakışlarına, ses tonlarına, insanlarla konuşurken seçtikleri kelimelere de yansır. İç dünyasında Rabbi’nin büyüklüğünü idrak eden insan, zorunlu olarak kendi küçüklüğünü fark eder; bu fark ediş, tavırlarına zarafet olarak dökülür.
Böyle bir kul, yeryüzüne basarken bile kendini “yeryüzünün sahibi” sanmaz; toprağın üstünde geçici bir misafir olduğunu bilir. Yürüyüşündeki tevazu, yaratılışın bütününe karşı saygısından kaynaklanır. Çünkü Rahmân’ın kulu, toprağın da, taşın da, ağaçların da, insanların da, hayvanların da Rabbi’nin aynı olduğunu bilir. O yüzden sokakta yürürken de, bir meclise girerken de, öğrencisinin karşısına çıkarken de, evine dönerken de, daima Allah’ın huzurunda olduğunun farkındadır. Bu farkındalık, onun her adımını ibadet ciddiyetiyle ve edebiyle doldurur.
Ayetin ikinci cümlesi ise, bu tevazunun en çok sınandığı yeri gösterir: “Kendini bilmez kimseler onlara laf attığında…” Teorik tevazu kolaydır; kimse karşımıza çıkıp nefsimizi dürtmediği müddetçe, herkes sabırlı ve anlayışlı görünür. Fakat asıl imtihan, kalbi kıran sözler duyulduğunda, haksız ithamlarla karşılaşıldığında, alay, küçümseme ve kışkırtma geldiğinde başlar. Tam da burada Rahmân’ın kullarının farkı ortaya çıkar. Onlar nefislerinin öfkesine teslim olmazlar, gururlarını kurtarma telaşıyla seviyesizleşmezler; “Selâm!” deyip geçerler. Bu “Selâm”, sadece bir kelime değil, bir tavrın özeti, bir ruh halinin ifadesidir.
“Selâm!” demek, “Benden sana zarar gelmez, ben kavga için var olmadım” demektir. Aynı zamanda “Ben senin cehaletinin seviyesine inmeyeceğim, kendimi bu kavgaya heba etmeyeceğim” demektir. Rahmân’ın kulu, hakaretin karşısında hakaretle durmaz; çünkü bilir ki, çamurun içine girerse, kirlenen sadece karşısındaki olmaz. Kendini bilmez insanlarla didişmek, çoğu zaman hakikati ulaştırmak için değil, nefsi tatmin etmek için yapılır. Bu ayette övülen tavır, hakkı söylemekten kaçmak değil; cehaletin beslendiği boş tartışmanın tuzağına düşmemektir. Mümin, gerektiğinde hakkı açıkça söyler; ama seviyeyi cehaletin belirlediği bir tartışma dilini reddeder.
Böylece ayet, mümine iki dengeyi öğretir: Hem vakar ve tevazu ile yeryüzünde yürümek, hem de provokasyona kapılmadan izzetini korumak. İzzet, ses yükseltmekte, bağırmakta, hakaretle cevap vermekte değil; haklı iken bile kendini Allah için tutabilmekte gizlidir. Rahmân’ın kulu, iç dünyasında şunu söyler: “Benim Rabbim beni görüyor; ben bu sözle ne kazanacağım, ne kaybedeceğim? Nefsimin öfkesini mi besleyeceğim, yoksa Allah’ın razı olacağı bir sabır mı göstereceğim?” İşte “Selâm!” sözü bu iç muhasebenin dışa yansıyan kısa ve öz ifadesidir.
Bu ayet aynı zamanda bir medeniyet ölçüsü verir. Çünkü Rahmân’ın kulları dediğimiz insanlar, sadece bireysel dindarlığın değil, toplumsal ahlakın da omurgasını oluştururlar. Kırıcı dilin, sosyal medya linçlerinin, öfkenin ve hakaretin normalleştiği bir çağda, “Selâm deyip geçmek” pasiflik değil, yüksek bir ahlakın ilanıdır. İnsan, her hakarete cevap verme hakkına sahip olabilir; fakat her hakkını kullanmak zorunda değildir. Rahmân’ın kulunun hedefi, nefsi tatmin değil, Allah’ın rızasıdır. Bu rıza arayışı, ona “Gereksiz kavgadan uzak durmak, izzetimi çamura sürmemekten daha değerlidir” dedirtir.
Peygamber Efendimiz’in hayatı da bu ayetin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. O, taşlandığında beddua etmemiş, alay edildiğinde seviyesizleşmemiş, cehaletle karşılaştığında hikmet ve merhametle cevap vermiştir. Tâif’te taşlandığında meleğin helak teklifine rağmen, onları değil, onların soyundan gelecek hidayet ehli nesli düşünmüştür. İşte Furkan 63. ayette anlatılan kulluk, böyle bir ufka işaret eder: İncitildiğinde bile incitmemek, kırıldığında bile kırıcı olmamak, zulme boyun eğmemekle beraber, zulmü cehaletin ürettiği bir dil ve üsluba düşmeden reddedebilmek.
Sonuç olarak bu ayet, Rahmân’ın kullarının kimliğini iki çizgiyle çizer: Yeryüzünde tevazu ile yürümek ve cehalete, cehaletin diliyle değil, selamın diliyle karşılık vermek. Bu iki haslet aslında birbiriyle bağlantılıdır. Kalbinde gerçek tevazu olmayan kimse, incitildiğinde selamla geçemez; selamla cevap veremeyen kimsenin tevazusu da iddiadan öteye geçmez. Mümin, her adımında ve her kelimesinde şu idraki diri tutmaya çalışır: “Ben Rahmân’ın kulu olmak istiyorum.” Bu idrak, yürüyüşünü değiştirir, dilini değiştirir, tartışma tarzını değiştirir, öfkesini bile değiştirir. Furkan Suresi’nin bu ayeti, işte bu değişimin Kur’ân’daki en zarif ifadesidir.
