Akıl Ötesi Gerçeklik – İbrahim Kalın
Hocam hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
Hoş bulduk, sağ olun.
Geçen programı izleyenler filanör olmak üzerine söyleştiğimizi fark edecekler, bilecekler. İzlemeyenler de şimdi o ne demekmiş diye dönüp bir bakacaklar. İyi olur. Orada bahsi geçen bir mevzu vardı, beni etkiledi, takıldım oraya. Müsaadenizle oradan devam edelim. Fotoğraf kendini bazen verir, bana verilmiştir dediniz. İnsan bazen kendisi çeker, bazen de bir fotoğraf lütfedilir, verilir. Bu sadece mesela fotoğrafta değil, hayatın her sahasında. Saadettin Ökten Hoca, konuşuyoruz, geçen Ramazan, 82 yaşının Ramazanı. Dedik ya nevafille tanıştım. Maşallah. Şimdi nevafilin ne olduğunu bilmeyen bir zat değildi. Nevafili olan da bir zattı ama tanıştı. Bizim tanışıklığımız böyle sokakta geçerken merhabalaşmaktır. Bak gibi. Ama hocanın ifadesinden anladım ki nevafili gelmiş, eve misafir olmuş. Kalmış, almış, vermiş. Öbüründe biz nevafili almaya çalışıyoruz. Burada hocaya buldurulan bir nevafili var. Her sahada var bu.
Aradaki fark ne? Benim almamla onun bana verilmesi, benim aramamla onun bana buldurulması. Fark ne?
Daha önce bir yerde bunu konuşmuştuk hatırlarsanız. Arapça’da varlık kelimesi, vecededen gelir vücut. Bulmak demektir. Evcede bulunmak demektir. Var olmak, bulmaktır. Bir şeyin var olması demek, onun bulunması demektir. Şimdi demin hoş bulduk diyoruz ya. Hoş geldiniz, hoş bulduk. Türkçedeki en nefis, en leziz ifadelerden birisidir. Hoş geldiniz ve cevap olarak siz diyorsunuz ki hoş bulduk. Neyi bulduk? İnsanı bulduk, bir güler yüzü bulduk, bir hali bulduk, bir mekanı bulduk değil mi? Bulmanın kendisi o kadar varoluşsal bir eylemdir ki sadece basit bir hoş bulduk kelimesinin içerisinde, basit gibi görünen o kelimenin içerisinde çok varoluşsal bir eylemi gizlemiş bizim dilimiz. Açtığınız zaman olmak, bulmak, var olmak hepsi birlikte karşınıza çıkıveriyor. Arzı endam ediyor. Bunu niye söylüyorum?
Büyük sanat eserleri, büyük manevi haller, büyük ilmi keşifler, fikir, düşünce dünyasının büyük keşifleri, böyle bir bulma sürecini ifade eder. Tabi ki arayan, sanatkar, düşünür, kişi arıyor. Onu ortaya çıkartmak için bir çaba ortaya koyuyor. Ama neticede ortaya çıkan şey sadece benim oturup kendi zihnimde, kendi elimle, elimdeki malzemeyle yapıp icat ettiğim bir şey değil. Tam tersine benim aradaki perdeleri kaldırarak, kendi ruhumdaki duyguyu, ışığı, fikri, niyeti katarak beraber inşa ettiğim bir şey. İcat kelimesi de vücutla aynı kökten geliyor zaten. Evcede bulmak, buluş diye Türkçede tercüme ediyoruz ya. Bir şeyi ortaya çıkartıyorsun. Olmayan bir şeyi yoktan yaratmıyorsun. Olan bir şeyi tabiri caizse tebellür ettiriyorsun. Yani billurlaştırıyorsun. Böyle bir açık, seçik, ışıl ışıl, pırıl pırıl hale getiriyorsun. İşte onun için aradaki perdeleri kaldırıyorsun. Ki hakikat kendi ışığını her yere yayabilsin. Ben mesela büyük sanat eserlerine baktığım zaman.
Örneğin Bach’ın bestelerine, Vivaldi’nin bestelerine baktığım zaman. Ya diyorum ki hani Bach’ın Bradenberg konçertosu yahut Reminör bestesi. Yani yahut Vivaldi’nin dört mevsimi. Özellikle de o dört mevsimin yaz bölümü, yaz bölümündeki kısımlar. Bir de şu var. Mesela dört mevsim insanın ömrününde hayatında farklı yönlerine tekabül eder. Belki iki yıl sonra siz yazcı olacaksınız. Ben sonbaharcı olacağım. Çünkü biz de bir seyir halindeyiz. Ben mesela bu bütün büyük eserlere baktığım zaman. Yahut Van Gogh’un resimlerine baktığım zaman. Picasso’nun bazı çalışmalarına, Mimar Sinan’ın eserlerine. Matrakçı Nasuh’un minyatürlerine baktığım zaman. Yani diyorum ki bu sanatkarın büyüklüğü adeta şu metafizik alemde asılı duran o büyük eseri gidip alıp. Bu dünyaya indirmesiydi. Bunlar o kadar büyük eserler ki. Zaten birçok büyük sanatçı öyle der. Öyle bir hale girdim ki bu bana yazdırıldı. Bu bana fısıldandı. Bu bana aktarıldı. Dikte ettirildi. Kalem yetişmiyordu. O kadar hızlı geliyordu ki yetişemiyordu. Mesela Rilke’nin düğünü alıkları da böyle geliyor Rilke’ye. Düğünü kalesinde ikamet ederken orada. Böyle bir kış günü. Böyle bir sarp kayaların üzerine kurulu bir. Aslında küçük bir ev gibi bir yer orası. Tam kalede sayılmaz. Bugün de hala hayatta. Orada bir anda bir ilham geliyor. Uzun süredir şiir yazamamış Rilke. Ve o ilhamla birlikte yanında sürekli kağıt, kalemi, defteri olan birisi Rilke. Hemen yazmaya başlıyor. Kalem durmuyor. Yazıyor da yazıyor. Yazıyor da yazıyor. Düğün anıtlarının ilk gelişi öyledir. Daha sonra tabii 8-10 yıllık süre içerisinde tamamlıyor diğer kısımları. Şimdi mesela bu tür büyük eserler bende hep böyle bir his uyandırıyor. Van Gogh’un kendi kardeşine yazdığı mektuplarda anlattığı, yaptığı güzel tasvirlerden bir tanesidir.
Diyor ki: Gökyüzündeki bu muazzam ışıklar neden gelip benim tuvalime konmasın ki? Yani adeta gökteki o muazzam ihtişamı, güzelliği alıp tuvaline yansıtan kişi işte büyük sanatkar oluyor. O yüzden. İşte yıldızlı gece tablosuna baka baka doyamıyoruz değil mi Van Gogh’un? Adeta demin tamamlamış gibi. Daha biraz önce bitirmiş gibi. O kadar taze. O kadar her an insana hitap eden. Ve birazcık hayal gücünüzü zorladığınızda hareket halinde olan bir tablo çıkıyor karşınıza. Yıldızlar yerinde durmuyor. Ay yerinde durmuyor. Bulutlar yerinde durmuyor. Alttaki o küçük evler, köy evleri yerinde durmuyor. Her an sanki bir oluş, varoluş. Varlığa geliş, varlıktan çıkış hali içerisindeler. Adeta nefes alıyor eser. Siz baktıkça sizinle beraber nefes alıyor. Van Gogh’un bütün tablolarında o fırça darbelerinde mesela bu muazzam incelik var. Onu farklı kılan da buydu. Kendi otoportrelerinde bile mesela onu görüyorsunuz. Bir hareketlilik var.
Baktığınız zaman sizi böyle bir vortex gibi çekiyor. Ama aynı zamanda bir bütünlük de sunuyor size. Şimdi mesela bu tür büyük eserler. Hani deha ürünü diyebiliriz. İşte ifade ettiğimiz şeyler. Bana göre kesbî yeteneklerin yanında vehbî ihsan olarak takdim edilen şeyler. Ne demek bu? Kesb etmek insanın kendi eliyle, gayretiyle, çabasıyla bir şeyi ortaya çıkartması. Vehbî olan ise ona verilen. Cenab-ı Hakk’ın El-Vehhâb isminde ona verilen. Bu ikisi buluştuğu zaman ortaya işte büyük eserler çıkıyor. Kesb olmadan vehb olmuyor. Ama vehbîn gelmesi için de kesbîn olması gerekiyor. İkisi bir arada olacak. O buluştuğu noktada ortaya işte büyük eser çıkıyor. Bu dediğin gibi fotoğraf olur, mimari eser olur, beste olur, resim olur fark etmez. O zaman ortaya büyük eserler çıkıyor.
Bir şey soracağım ama ondan önce başka bir şey daha soracağım. Demin bir mekandan bahisle hala hayatta dediniz. Farkında mısınız? Mekandan, kaleden bahsediyorsun hala hayatta. Hala hayatta.
Öyle mekanlar vardır. Fiziken de yaşar. Ama daha önemlisi ruhu yaşamaya devam eder. Ve insan mesela bizim geleneğimizde sanata, edebiyata, düşünceye bakış açısı dili de böyle şekillendirmiş. Mesela bizde edebiyat kelimesi edepten gelir. Kök olarak. Edep bir şeyi doğru dürüst yapmaktır. Bir işi doğru dürüst yapma sanatıdır. Bir sanattır aslında. Edepli olmak demek bir konuda bir işi doğru dürüst yapmayı bilmek. Onun makamına mütenasip bir şekilde hareket etmek. Bu bir iştir. Marangozluktur. Bu bir kişidir. Hocanla ilişkindir. Dostunla ilişkindir. Talebenle ilişkindir. Eşinle ilişkindir. Bu bir ülkedir. O ülkeye hizmettir. Edeb bunların hepsini içerir. Ve bizde edebiyat batıda literatür diye geçen alanın edeble ilişkilendirilmesi bu açıdan baktığınızda çok anlamlı. Çok derin manaları olan bir şey. Edebiyatın amacı insana bu manada edepli olmayı öğretmektir.
Evrene bakarken, eşyaya bakarken, diğer varlıklara, diğer insanlara bakarken, yaratıcıyla ilişki kurarken edepli olmayı öğretmektir. Hikemiyyat da bizde aynı kökten gelir. Hikmet geleninin yani hikmetli hikayelerin, kıssaların bütününden oluşan hikemiyyat külliyatı tam da bunu anlatır. Mesela kelile ve dimle bile bizde bu hikemiyyat külliyatının bir parçası olarak gelişmiştir. Aslında devlet yönetim sanatını, bugünkü tabirle siyaset ilmini farklı şekilleriyle anlatan Hintçeden tercüme edilmiş, kadim Hint bilgeliğinden süzülerek bize gelmiş bir hikaye kitabıdır aslında. Ve hikayeler hayvanlar üzerinden anlatılır. Bir anlamda hayvanlar alemi insanı ayna tutar. Hayvanların masumiyeti dikkate alınarak bir de farklı yönleri, özellikleri. Aslanın belli özellikleri var, filin başka özellikleri var. Kartalın başka özellikleri var, atın başka özellikleri var. O çeşitliliği de göstermek için insana bir ayna tutar. Bunun gibi hikemiyyat geleneği de bize hikmetten hareketle varlığı, evreni, eşyayı nasıl anlamamız gerektiğini anlatır.
Edebiyat da tam da bunu işte yapmak, insana bu edep duygusunu, fikrini, ruhunu aşılamak için vardır. Edebiyatın içinde şiir vardır, hikaye vardır, kıssa vardır, masal vardır, destan vardır, şarkı türkü vardır, ilahi vardır. Çok değişik formları vardır bunun. Batıda ise literatür diye gelmiş biliyorsunuz. O da literatura. Latince’de kelimeyle yazmak demek. Yani içindeki liter, letter aynı kelime, harf demek. Harfle yazmak demek. Harfle yazılan şey, yani mektup olan, yazılmış bir birikimi ifade ediyor. Farklı bir etimolojik gelenek var. Edebiyattan geliyor. Yazıyı öne çıkartıyor. Yazılı kültürü. Bizde ise edebiyat hem yazılı hem sözlü olarak gelir. Ve bazı yerlerde sözlü kültür yazılı edebiyatın önüne geçer. Neden? Çünkü söz hayatiyettir, canlıdır. Anda üretilen, anda hissedilen, o anda duyulan, tecrübe edilen bir şeyi ifade eder. Bazen yüzlerce yıl o söz, öyle bir sözdür ki nesilden nesile aktarılır. Kulaktan kulağa aktarılır.
Kalpten kalbe aktarılır. Yazıya gerek bile kalmaz. O kadar canlıdır ki, o kadar güçlüdür ki, ya bunu yazalım unuturuz demek kimsenin aklına bile gelmez. Ya bu unutulur mu yani? Bu unutulur mu? Ne diyorsun? Der insanlar. Yazı başka bir şey için kullanılır. Onlar için de bir alan vardır tabii ki. Ama sözlü gelenek o kadar canlıdır ki. O yüzden mesela kadim Yunan filozofları da yazmadılar. Konuştular, anlattılar hep. Sokrat hiç yazmadı. Öğrencisi Eflatun yazdı. Aslında Eflatun’un ilk dönem diyaloglarının tamamı Sokrat’ın sohbetlerinin kayda geçirilmiş halidir. Hazreti Mevlana da yazmadı aslında. Dilinden dökülenler kayda alındı. Oturup masanın başında bugün şu şiiri yazayım, Mesnevi’nin altıncı bölümü eksik kaldı, şu bölümü tamamlayayım demedi. Geldikçe yazdı, anlattı, söyledi. Talebeleri, evlatları, katipleri yazdılar. Fîh-i Mâfih, Hazreti Mevlana’nın en önemli eserlerinden biridir. Sohbetlerinin kayda geçirilmiş halidir biliyorsunuz.
Çok Sokratik sohbetlerdir onlar. Böyle diyalog vardır, hikayeler vardır, masallar, meseleler vardır içerisinde. Çünkü söz orada çok daha canlıdır. Hatta Eflatun, Sokrat’ın söylediklerini kaleme alırken bir müddet tereddüt ediyor. Acaba sözün hayatiyetini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır mıyım diyor kağıda döktüğümde. Yazıya döktüğümde. Onu acaba hapsediyor olabilir miyim? Çünkü sözün o canlılığı, sözün akışındaki hal, o anda hazır olmak. Yani presence dediğimiz şey, yazıda kayboluyor. Yazı kendi başına çok kıymetli elbette ama sözün kendisi hepsinden önce geliyor. Önce söz vardı. Şöyle bir şey var mı hocam? Mesela sözü söylerken insan kendi kendine konuşmaz. Karşıda bir muhatap var. O muhatabın sadrı, talebi, gönlü, o anki hali. O sözün muhtevasını, söyleniş biçimini, derinliğini, etkisini, her şeyi başkalaştırıyor. Ama yazıya döktüğünüz anda onu bir meydanın yerine bırakıyorsunuz. Kim alacak belli değil. Aynen. Ve tabii ki yazı kendi başına çok güçlü bir enstrüman.
Düşüncelerimizi ifade etmek, geleneği korumak adına son derece önemli. Ama bunu birbirinin yerine ikram edilecek alternatifler olarak görmek, tam tersine birbirini tamamlayacak iki araç, iki imkan, iki fırsat olarak görmek lazım. Yazılı kültür çok güçlü, sözlü geleneğe gerek kalmadı demek büyük bir hata olur. Öyle de olmamıştır zaten. Bakarsanız bizim mesela İslam düşünce geleneğine, medeniyet geleneğine baktığınız zaman Orta Asya’dan Anadolu’ya, Balkanlara, Kurtuba’ya, İspanya’ya, Endülüs’e, Kuzey Afrika’ya kadar her yerde bizde yazılı gelenek yükselirken, yani İslam medeniyeti bir kitabi medeniyet olarak yükselirken, sözlü gelenek hayatiyetini, gücünü muhafaza eylemiştir. Hep etmiştir. Bir tarafta divan şairleri oturup divanlarını inşa ederken, yazarken, kayıt altına alırken sözlü gelenek, ozan geleneği, aşık geleneği devam etmiştir. Masal, destan, hikaye geleneği aynen devam etmiştir. Çünkü sözlü gelenekte anlattığınız bir şeyi birebir motomot, lafzen, kelime kelime aynen tekrar etme şansınız var.
Bir eseri bir ustanın icra etmesine benzer. Rahmetli Neşet Usta da öyle derdi. Her bir eseri yeniden icra ediyormuş gibi çalardı. Kendisinden 30 yıldır, 40 yıldır dinlediğimiz bir eseri alıp, neredesin sen, sen benimsin, ben seninim, kendim ettim, kendim buldum, gönül dağı diyelim ki bu eserleri her birini icra ederken başka bir duyguyla, başka bir tezeneyle, başka bir tavırla çaldığını hissedersiniz. Ve bu hermenetik dediğimiz yorum bilim, tefsir ilmine o kadar büyük imkan sağlar ki yazıda bunu bir kayıt altına alıyorsunuz, eyvallah bunda bir sıkıntı yok. Ama sınırladığınızın farkında olarak bunu yapacaksınız. Ama sözlü gelenekte söz ile anlattığınız şeyde o hayatiyet, canlılık her an kendini hissettiren bir unsur haline gelir ve düşünceye, düşüncenin akışına, sohbete başka bir boyut katar. O yüzden ben hep söylüyorum ya, sohbet ehli olmak çok önemli. Konuşabilmek, birbiriyle konuşabilmek. Türkçe’de konuşmak karşılıklı konmaktan geliyor.
Gelip bir telin, dalın üzerine konmak. Konduğunuz zaman konuşmaya başlıyorsunuz. Yani aynı göz hizasında birbirinize komşu oluyorsunuz. Komşu da oradan geliyor, konan. Gelip aynı yere konan insanlar. Kuşlar gibi geliyorsunuz, konuyorsunuz ve birbirinizle konuşmaya başlıyorsunuz. Ben geldim kondum, sen geldin. Şimdi bakın bir sohbet, bir konuşma, bir muhavere akmaya başladı. Bu metafor üzerinden bir şey söyleyeyim. Kuşlar konarlar ve aynı yöne bakarlar. Burada birbirine bakanlar mı rahat konuşur, aynı yöne bakanlar mı rahat konuşur? Belki ikisi birden. Çünkü bazen birbirinize bakarsınız. Sonra bir ufka bakarsınız. Sonra başınızı kaldırır göğe bakarsınız. Bütün o küçük ufak tefek hesaplar, kitaplar, ayrıntılar kaybolur gider. Çünkü evrenin sonsuzluğunu idrak ettiğiniz oranda, başınızın üstündeki gök kubbenin o muazzam ihtişamını idrak ettiğiniz oranda, evrendeki kendi yerinizin ne kadar küçük olduğunu anlamaya, kavramaya başlarsınız. Bunu kavradığınız oranda da, yani sağdakine, soldakine kol atmanın, itmenin, kalkmanın ne kadar saçma, anlamsız bir şey olduğunu görürsünüz.
Dünya hepimize yetecek kadar büyük. Neyin kavgasını veriyoruz? Göğe bir bak. Sonsuz alem. Yani keşfettikçe, yeni yeni boyutlarıyla karşımıza çıkan bir alem, bir evren. Biz bu küçücük mavi soluk nokta haline gelmiş olan bu dünyamızda neyin kavgasını veriyoruz? O yüzden insanda sonsuzluk duygusunun, şuurunun oluşması son derece önemlidir. Normal şartlarda sonlu varlıklar olarak bizim sonsuzluğu kavrama şansımız yok. Çünkü sonlu olanın, sınırlı olanın, sonsuz ve sınırsız olanı kavraması, ihata etmesi, kucaklaması mümkün değildir. Mantıksal olarak bu mümkün değildir. Ama onu hissedebiliriz. Ona ilişkin bir duyguya ulaşabiliriz. Rasyonalite tartışmalarında da, yani akıl, akılcılık tartışmalarında da, bu benim üzerinde ısrarla durduğum bir konu. Modern dönemde kaybettiğimiz denge unsurlarından bir tanesidir bu. Rasyonalite adına, akılcılık adına her şeyi bir varlık düzeyine indirgeyerek kavrayabileceğimizi zannediyoruz. Ve buna da rasyonellik diyoruz. Mantığa uygun olan budur diyoruz. Halbuki rasyonel akla uygun olandır.
Ama bunun dışında aklın altında ve üstünde başka varlık ve bilgi kategorileri de vardır. Mesela iki kere iki dört, mantıksal, matematiksel bir formülasyondur. İki ile ikiyi yan yana koyduğunuzda dört eder. Değil mi? Evet. Bu bir soyutlamadır. Matematiksel soyutlamadır. Çünkü tabiatta iki diye bir şey yok. İki nesne var. İki ağaç var. İki top var. İki kuş var. İki taş parçası var. Biz bunu ne yapıyoruz? Soyutluyoruz. İki rakamına ulaşıyoruz biz buradan. Geometrik şekiller de öyledir. Evrende, tabiatta üçgen yoktur. Üçgene benzer yapılan şekiller vardır. Dörtgen mükemmel manada yani iç açıların toplamı 360 derece olan bir şekil yoktur. Ona yakın şekiller vardır. Biz zihinsel bir soyutlamayla onları geometrik formüller haline getiririz. Geometrik şekillere dönüştürürüz. İnsan aklı burada varlık üzerinde yeni bir alan açar. Zihinsel bir alan açar. Şimdi burada akla ve mantığa uygun olan ikiyle ikiyi yan yana getirdiğinizde bunun cevabının dört olduğunu söylemektir.
Bu rasyonel olandır. İrrasyonel olan yani aklın mertebesinin altında bulunan şey nedir? İki kere ikinin beş olduğunu iddia etmektir. İki kere iki beş etmez işte. İki tane elma yanına iki elma daha koyduk saydık. Dört. Beş dersen bu mantıksal matematiksel bir hata olur. Bunda ısrar edersen artık sana deli denemezsin. Ne demeye başlarız? İrrasyonelite başka bir boyuta taşınıyor demektir. Ama hakikat bunlardan ibaret değil. Rasyonel, irrasyonel bir de bunun ötesinde supra rasyonel, akıl üstü, akıl ötesi dediğimiz bir gerçeklik vardır. O da nedir? Evet iki kere iki dörttür. Ama hakikat dörtten ibaret değildir. Sayı skalası dörtten ibaret değil. Beş var, yedi var, bin var. Sonsuza kadar giden başka bir sayı dizisi var. Elmanın hakikati iki olmaktan ibaret değildir. İki elmayı bir araya getirirsin. Evet sayısal olarak ikidir.
Ama onu öyle bir paylaşırsın ki o beş kişiye gıda olur, on kişiye muhabbet olur, yirmi kişiye can olur. Elmanın matematiksel, fiziksel hakikatini başka bir boyuta taşırsın. Supra rasyonel hakikat. Aklın karşı çıktığı değil. Tam tersine ulaşmak için yöneldiği ufku ifade eder. İman böyledir. Sanat böyledir. Sezgi böyledir. Bunları akla tırnak içinde indirgediğinizde, yani rasyonalize etmeye kalktığınızda organik olan bir hakikati mekanize etmeye başlarsınız. Mekanize ettiğiniz oranda onun ruhunu öldürürsünüz. Bir makineye dönüştürebilirsiniz. Kartezyen formüllerle bunun matematiksel formülü, bu fiziksel izahı, bu geometrik dizilimi bu diyebilirsiniz. Bu bir bina yapmaya benzer. Eyvallah çok güzel bir bina yaptınız. Şöyle geniş, bu kadar metrekare, böyle camı var, kapısı var. Peki bu binanın manasını ne için yaptık? Niçin sorusu, neden sorusu bilimlerin değil, felsefenin, dinin ve sanatın cevaplayabileceği sorulardır. Bilim bize nasıl sorusunun cevabını verir. Binayı nasıl yaptık?
Evren nasıl böyle? Gece gündüz nasıl oluyor? Yağmur nasıl yağıyor? Bunun cevabını fizik bilimleri bize verir. İnsanın biyolojik yapısı neden oluşuyor? Kimyasallar, moleküller, DNA’mız nasıl çalışır, nasıl işlere cevabı bilimler verir ve bu son derece kıymetlidir. Buradan asla bir bilim karşıtlığı gibi bağnaz bir fikri çıkmasın. Bizim geleneğimizde de felsefe-bilim hep bir arada olmuştur. O yüzden rahmetli Teoman Duralı Hoca hep felsefe-bilim derdi. İkisi birlikte birbirini destekleyecek. Çünkü bilim olmadan yani hakikatin fiziki, maddi özelliklerini dikkate almayan bir felsefe sallantılı hale gelir. Bir takım başka yerlere uçabilir. Ama felsefi perspektiften, derinlikten yoksun bilim de bizi bilimciliğe, o bizi fizikalizme, o bizi materyalizme, çok basit bir rasyonalizme götürür. Bu ise bizim hakikati ıskalamamıza neden olur. Dolayısıyla binayı yaptık. Niye yaptık sorusunun cevabını verir. Cevabını biz ancak başka bir düzlemde verebiliriz. Bu binayı şunun için yaptık.
Ne için yaptık? Burayı bir eğitim merkezi yaptık. Burayı sanat merkezi yaptım. Burayı fakir fukaraya yardım için yaptım. Burayı şunun için yaptım. Kütüphane yaptım vesaire. Bir kütüphanenin manası mesela kitapların yan yana dizilmesinden mi ibarettir? Bir kitabı düşünün. Bir kitabın fizik özelliklerini analiz ediyoruz. Kapağı bu, sayfa sayısı bu, rengi bu, yazı bu, kelime sayısı bu. Cildi şöyle, karton kapak yok ciltli kapak. Bunların hepsi bir kitabın fiziki özelliklerine dair tasvirleri yapabileceğimiz temel unsurlarıdır. Ama bir kitabın manası bunlardan daha fazla bir şeydir. Bir kitabın manası bize anlattığı şeydir. Söylediği fikirdir. Aksettirdiği, naklettiği hikayedir, kıssadır. Verdiği mesajdır. İçindeki bir dizedir, bir şiirdir, bir resimdir. O mana kitabın fiziki özelliklerini aşar. Ve bunu, kitabı siz fiziki özelliklerine indirgediğinizde kitabı rasyonalize etmiş olmuyorsunuz. Onu varlık hiyerarşisi içerisinde aslında tenzil rütbe ediyorsunuz. Çünkü kitabın manası fizik özelliklerinden fazla bir şeydir.
Aklın ötesindeki hakikatler de böyledir. Aklın sezgisel olarak hissedebildiği, duyabildiği, görebildiği hakikatlerdir. Mesela din bize bu hakikatin en en kuşatıcı metafizik çerçevesini verir. Sanat insanın ruhuna en fazla dokunan kısmıyla bunun ana zeminini ortaya koyar. Şimdi sanatı rasyonalize etmeye çalıştığınızı düşünün. Ne yapıyor? Picasso’nun resminde de ne var? Tuval var, renk var, boya var. Van Gogh’ta da var. Monet’e de var. Matisse’de de var. Yahut Matrakçı Nasuh’ta da var. Şimdi bu fiziksel analiz çok saçma olmuyor mu? Yani orada da boya var, burada da kağıt var, tuval var. Ortaya çıkan eser, mana, bize o resmin anlattığı şey o kadar farklı ki o fark nereden geliyor? Herhalde kullandığı boyadan şundan bundan kaynaklanmıyor. Bize anlattığı bir hikaye var. Başka bir şey o. Bize başka bir düzlemde başka bir şey anlatıyor o.
Bu manaya açık hale geldiğimizde o zaman işte aklımızı kullanarak ama her şeyi aklın en minimalist tanımına indirgemeden kavrama imkânı ortaya çıkıyor. Akıldan vazgeçmeden ama her şeyi de akla hapsetmeden kavrama imkânı ortaya çıkıyor. İbn Arabi akıl sınırlamadır diyor. Akıl haddir, sınırlamadır. Had tanım demektir. Tanımlama yapmaktır. Her bir tanımlama tanımı gereği bir sınırlamadır. Bir çerçeve çiziyorsunuz. Bu budur. Dolayısıyla diyorsun ki bu, bu değildir. Yani mantıktaki a, a’dır. Dolayısıyla a, b değildir. Kuralının bir uygulamasıdır. Yani bu bir bardaktır dediğinizde bunun aynı zamanda bir top olmadığını söylemiş oluyor. Üçüncü halin imkânsızlığı. Ta Aristo’ya geri giden bir temel mantık kuralıdır bu. A, a’dır. A, b değildir. Üçüncü halde mümkün değildir. Değil mi? Şimdi bu, bu mantık yani kuralı çerçevesinde biz eşyayı analiz ederiz. Yerli yerine bir yerlere koymaya çalışırız. Anlamlandırmaya çalışırız.
Bunu yaparken ben bu koca varlık alemi içerisindeki farklı manaları, farklı varlık ve idrak mertebelerini tek bir seviyeye indirgediğimde hakikati tek düze hale getiririm. Varlığı adeta bir deli gömleğinin içine sokmaya çalışırım. Tanımlama bu noktada akışkan ve dinamik olan gerçekliği, hakikati dondurmaya çalışır. Sabitlemeye çalışır. Halbuki hakikat onun yanından akıp gider. Çünkü hakikat sabit değildir, dinamiktir, sürekli akışkandır. O yüzden Molla Sadra buna hareketi cevheri diyor. Eşyaların cevherinde, özünde cereyan eden bir hareket, bir devinim, bir dönüşüm, bir süreklilik, bir dinamizm diyor. Ve her şey değişir diyor. Cevherler de değişir, arazlar da değişir. Zahirde gördüğümüz bütün varlıklar zaten değişir. Ve gerçek değişim eşyanın özünden gelir diyor. Hareketi cevherinin en önemli noktası bu. Gerçek değişim arazlarda değil, cevherde, özde yaşanan değişimdir. Arazlar cevhere bağlı olduğu için onlar ikincil bir ontolojik statüye sahiptir.
O yüzden arazda meydana gelen değişiklik özde, değişiklik anlamına gelmez. Tersi doğrudur. Hiyerarşi gereği üstte olan, altta olanı belirler. Marx’ın dediğinin tersine altyapı, üst yapıyı belirlemez. Burada. Marx’ın dediği manada sosyoekonomik süreçlerde altyapının üst yapıyı belirlediği dönemler ya da durumlar vardır. Ama burada metafizikte üst yapı, alt yapıyı belirler. Burada da cevher arazın seyrini, gidişini, yolunu, yolculuğunu belirler. Dolayısıyla gerçek değişim özde, cevherde gerçekleşiyorsa değişimdir. Öbürü arazi kalmak zorundadır. O yüzden bir insan kendini değiştirecekse, bir millet kendini değiştirecekse, bir toplum, bir medeniyet kendini değiştirecekse değişim arazlarda değil özde, cevherde olmalıdır. Özde, cevherde doğru bir değişim olursa bu arazlara, ikinci unsurlara yansır. Bir ağacın şekil değiştirmesi gibi. Dalı uzar, yaprağı açılır, dökülür. Bir de ağaç, ağaç kalmaya devam eder ama. Çünkü özü, cevheri aynıdır. Buradaki dinamizm nedir? Özünü, cevherini koruyarak sürekli terü taze kalabilmek.
Dinamik bir akış içerisinde var olabilmek. Aristo da buna türlerin korunması kanunu diyor. Kendisi de bakıyor biliyorsunuz aynı zamanda bir botanikçi olarak. Taksonomi ilminin de kurucusudur. İşte hayvanlara bakıyor, bitkilere bakıyor. Bu kadar farklı ağaçlar var, hayvanlar var, değişik canlı türleri var diyor. Bunlar sürekli ölüyorlar, yaşıyorlar, ölüyorlar, doğuyorlar, değişiyorlar, olgunlaşıyorlar. Sonra ölüyorlar vesaire. Bireysel at, tek bir at doğuyor, büyüyor, ölüyor. Bunun gibi milyonlarca at doğuyor, büyüyor, ölüyor. Tek tek baktığında atlar yok olurken at cevheri yaşamaya devam ediyor. Kayın ağacı, servi ağacı, çınar ağacı doğuyor, 100 yıl, 200 yıl, 500 yıl yaşıyor ama gidiyor. Milyonlarca yıldır bu tür ağaçlar geliyor, gidiyor tek tek. Ama ağaç, cevheri, özü yaşamaya devam ediyor. İşte asıl olan insanın da kendi özünü, cevherini böyle yaşatabilmesidir.
Zamana, mekana, dışarıdan gelen yağmura, kara, fırtınaya, borana vesaireye dirençli bir şekilde ama o dinamizmi her an koruyarak, her an fütüvvet ruhuyla, genç kalarak, feta olarak o özündeki ruhu yaşatabilmesidir. Bunu yaptığı oranda varlıkla bizim aramızda farklı bir ünsiyet ilişkisi oluşur. Bir tetabuk, bir örtüşme, bir üst üste gelme ilişkisi oluşur. O yüzden bu idrak seviyesine ulaştığınızda da evren bilgisi ben bilgisini destekler. Ben bilgisi evren bilgisini derinleştirir. Bir son soruyla bitireceğim hocam. Rasyonal dedik, altında irrasyonel, üstünde süprarasyonal. Rakamlar üzerinden bunu anlattınız. İki kişi düşünsek, aşık ve maşuk bir vesileyle. Normal iki insan bir diğerini bırakıp gitse geride bir kişi kalır. Ama iki aşık terk etse biri, diğeri geride yarım kalır. Bir kişi kalmaz, geride bir yarım kalır. İkiden bir çıkınca yarım kalır aşkla. Bunu süprarasyonel’e dahil edebilir miyiz?
Yoksa bunu dördüncü bir şey olarak, bu programın hediyesi olarak bilim dünyasına armağan edelim. Bilim dünyasının da bu perspektife ihtiyacı var. Çünkü aslında modern bilimler 18. yüzyılda Avrupa’daki Aydınlanma Hareketi ile birlikte geleneksel metafiziğin ve dinin rolünü oynamaya itildikleri, zorlandıkları için aslında üzerlerine vazife olmayan bir takım metafizik görevleri üstlenmek zorunda kaldılar. Bilim, bilim olmaktan çıktı, bilimciliğe döndü. Ve bu aslında bilime yapılacak en büyük kötülük. Çünkü bilim kendi seviyesinin nerede durması gerektiğini bildiği zaman insanlık için büyük bir hayır kaynağıdır. Sınırını aştığı zaman, haddini aşan zıddına döner ilkesi gereğince, başka mecralara kayar, bu sefer sahte bir din olmaya doğru gider. Modern bilimcilik böyle ortaya çıktı. O yüzden aslında Newton’dan Einstein’a kadar modern bilimin bütün büyük kâşifleri, düşünürleri, bilim insanları bilimciliğe şiddetle karşı çıktılar. Newton’un kurduğu Newtoniyen evren anlayışı özünde evrenin mükemmel bir yaratıcı tarafından, mükemmel bir saat gibi yaratıldığı fikri üzerine kuruluydu.
Fakat Newton’un dilemması şuydu, kendisi dindar bir insan olmasına, son derece inançlı, hatta bir takım batınî ilimlerde, okült ilimlerde çok mâhir olmasına rağmen en büyük paradoksu ürettiği sistemin, bir yüz yıl sonra materyalizme, mekanizme ve ateizme kapı aralaması oldu. Newtoniyen sapma dediğimiz şey bu olarak ortaya çıktı. Bunu daha sonra birçok bilim adamı, ta Einstein’a kadar getirebiliriz ki, son büyük düşünür bilim adamı olarak Einstein, bilimin yerini tekrar doğru bir zemine oturtmaya çalıştı. O yüzden Einstein’ın felsefi aforizmalarında çok önemli incelikler vardır. Der ya mesela, Tanrı zar atmaz. Evrende tesadüf diye bir şey yoktur. Mesela bu tür çıkışları Einstein’ın aslında bilimin sınırlarının ötesine geçtiğinizde bilime zulmediyorsunuz mesajıdır. Bırakın bilimler kendi alanlarında, kendi uzmanlık alanlarında, kendi kompetent oldukları alanda çalışmalarını yapsınlar. Fizik, biyoloji, astronomi ve diğer bilimler. Bunun ötesine zorlarsanız bilime haksızlık etmeye başlıyorsun. Bilim bilmediği, elinde bir ışığın, rehberin, kılavuzun olmadığı bir dünyada sağa sola çarpmaya başlıyor. Her şeyi matematiğe, her şeyi fiziğe indirgemeye kalktığınızda, bu sefer hiçbir şeyi izah edemez hale geliyorsunuz. Geçen fizikçi dostlarla sohbet ederken birisi dedi ki, mukadderat öyle bir yere getirdi ki hadiseyi, fizik neredeyse metafiziğin varlığını ispat etme durumuna geldi. Onun için var gibi.
Bir dahaki bölüm bununla devam edelim mi?
Teşekkür ederiz hocam. Eyvallah. Eyvallah.