Ara Güler – Işığın, Hafızanın ve İstanbul’un Fotoğrafçısı

Ara Güler – Işığın, Hafızanın ve İstanbul’un Fotoğrafçısı

Ara Güler, yalnızca bir fotoğraf sanatçısı değil; zamanın içinden geçen bir tanık, şehirlerin hafızasını emanet alan bir anlatıcıdır. O, deklanşöre bastığında sadece görüntüyü değil, insanın hâlini, mekânın ruhunu ve çağın vicdanını kayda geçirirdi. Bu yüzden Ara Güler’e çoğu zaman “fotoğrafçı” demek yetmez; o, görsel bir tarih yazarıydı.

1928 yılında İstanbul Beyoğlu’nda dünyaya gelen Ara Güler, Ermeni kökenli bir Osmanlı bakiyesiydi. Çocukluğu, imparatorluğun yıkıntıları üzerinde yeni bir cumhuriyetin doğduğu, İstanbul’un hâlâ eski seslerle konuştuğu yıllara denk geldi. Babası eczacıydı; entelektüel çevrelerle iç içe bir evde büyüdü. Daha genç yaşlarında tiyatroya ilgi duydu, Muhsin Ertuğrul’un sahnesinde dolaştı. Sinema ve tiyatro onun ilk aşkıydı. Ancak hayat onu sahneden alıp sokağa, ışıktan perdeye değil; ışıktan fotoğrafa yönlendirdi.

Gazetecilik onun için bir meslekten çok bir bakış biçimiydi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ndeki öğrenimini yarıda bırakıp Yeni İstanbul, Hayat ve Time-Life gibi önemli yayınlarda foto muhabirliği yaptı. Ama o hiçbir zaman “olayı çeken” bir muhabir olmakla yetinmedi. Onun karelerinde haber değil, insan vardı. Bir balıkçının yorgun bakışı, bir kahvehanede dalgınlıkla çay karıştıran yaşlı bir adam, sisin içinde kaybolan bir vapur… Bunlar Ara Güler’in asıl başlıklarıydı.

Ara Güler’i dünya sahnesine taşıyan şey, insanı merkeze alan bu bakış oldu. Henri Cartier-Bresson tarafından “Master of Leica” unvanına layık görüldü. Magnum Photos çevresiyle tanıştı; Picasso’dan Churchill’e, Salvador Dalí’den Indira Gandhi’ye kadar birçok ismi fotoğrafladı. Ancak o, hiçbir zaman “ünlülerin fotoğrafçısı” olmayı merkeze almadı. Onun asıl tutkusu İstanbul’du. Çünkü İstanbul, ona göre yaşayan bir organizma, konuşan bir varlıktı.

Ara Güler’in İstanbul fotoğrafları bir şehrin kayıp hatıra defteridir. Yıkılmadan önceki ahşap evler, Haliç’te paslanan tekneler, sisin ardında silikleşen minareler, yoksul ama vakur insanlar… O kareler, modernleşmenin hızla unutturduğu bir İstanbul’u bugüne taşır. Bu yüzden Ara Güler, çoğu zaman “İstanbul’un Gözü” olarak anıldı. Ama belki daha doğru bir ifade şudur: O, İstanbul’un kalbini dinleyen adamdı.

Sanata dair görüşleri nettir, hatta zaman zaman serttir. “Ben sanatçı değilim, foto muhabiriyim” derken aslında fotoğrafın süslenmiş bir estetikten ibaret olmadığını vurgulardı. Ona göre fotoğraf, gerçeğin namusunu korumalıydı. Kurguya, yapaylığa ve sonradan eklenen romantizme mesafeliydi. Fotoğrafın gücü, gerçeği olduğu gibi gösterebilmesindeydi.

Ara Güler’in edebî tarafı çoğu zaman fotoğraflarının gölgesinde kalır. Oysa konuşmaları, anıları ve metinleri de en az kareleri kadar güçlüdür. Dili sert ama samimidir; nostaljik ama romantize etmeyen bir tavrı vardır. Geçmişi sever ama kutsamaz, bugünü eleştirir ama küçümsemez. Onun hüznü, şikâyet eden değil; tanıklık eden bir hüzündür.

2018 yılında hayata veda ettiğinde geride yalnızca arşivler bırakmadı. Bir bakış ahlâkı bıraktı. İnsana yukarıdan bakmamayı, yoksulluğu estetik bir dekor gibi kullanmamayı, fotoğrafı bir vicdan işi olarak görmeyi öğretti. Ara Güler, ışığı doğru yerden tutmanın aslında hayata doğru yerden bakmak olduğunu bilenlerdendi.

Bugün hâlâ onun karelerine baktığımızda, sadece eski İstanbul’u değil; kaybettiğimiz yavaşlığı, sessizliği ve insan yüzündeki hikâyeyi görürüz. Ara Güler, zamanı durdurmadı. Ama zamanın içinden geçerken unutmamamız gereken şeyleri bize gösterdi. Ve belki de en büyük mirası budur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir