İDRİS GÖKALP

Arif Nihat Asya’dan 15 Şiir

Bayrak

Ey, mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,

Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü!

Işık ışık, dalga dalga bayrağım,

Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

 

Sana benim gözümle bakmayanın

mezarını kazacağım.

Seni selamlamadan uçan kuşun

yuvasını bozacağım.

 

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…

Gölgende bana da, bana da yer ver !

Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar.

Yurda ay yıldızın ışığı yeter.

 

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün.

Kızıllığında ısındık,

Dağlardan çöllere düşürdüğü gün.

Gölgene sığındık.

 

Ey, şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalan;

Barışın güvercini, savaşın kartalı…

Yüksek yerlerde açan çiçeğim;

Senin altında doğdum,

Senin dibinde öleceğim.

 

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:

Yer yüzünde yer beğen !

Nereye dikilmek istersen,

Söyle, seni oraya dikeyim!

 

Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor!

Şehitler tepesi boş değil,

Biri var bekliyor.

Ve bir göğüs, nefes almak için;

Rüzgar bekliyor.

Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;

Yattığı toprak belli,

Tuttuğu bayrak belli,

Kim demiş meçhul asker diye?

 

Destanını yapmış, kasideye kanmış.

Bir el ki; ahretten uzanmış,

Edeple gelip birer birer öpsün diye fâniler!

Öpelim temizse dudaklarımız,

Fakat basmasın toprağa temiz değilse ayaklarımız.

Rüzgarını kesmesin gövdeler

Sesinden yüksek çıkmasın nutuklar, kasîdeler.

 

Geri gitsin alkışlar geri,

Geri gitsin ellerin yapma çiçekleri!

Ona oğullardan, analardan dilekler yeter,

Yazın sarı, kışın beyaz çiçekler yeter!

Söyledi söyleyenler demin,

Gel süngülü yiğit alkışlasınlar

Şimdi sen söyle, söz senin.

 

Şehitler tepesi boş değil,

Toprağını kahramanlar bekliyor!

Ve bir bayrak dalgalanmak için;

Rüzgar bekliyor!

Destanı öksüz, sükûtu derin meçhul askerin;

Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye

Yattığı toprak belli,

Tuttuğu bayrak belli,

Kim demiş meçhul asker diye?…

 

Dua

Biz, kısık sesleriz… minareleri,

Sen, ezansız bırakma Allah’ım!

Ya çağır surda bal yapanlarını,

Ya kovansız bırakma Allah’ım!

Mahyasızdır minareler… göğü de,

Kehkeşansız bırakma Allah’ım!

Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,

Müslümansız bırakma Allah’ım!

Bize güç ver… cihad meydanını,

Pehlivansız bırakma Allah’ım!

Kahraman bekleyen yığınlarını,

Kahramansız bırakma Allah’ım!

Bilelim hasma karşı koymasını,

Bizi cansız bırakma Allah’ım!

Yarının yollarında yılları da,

Ramazansız bırakma Allah’ım!

Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü,

Ya çobansız bırakma Allah’ım!

Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız;

Ve vatansız bırakma Allah’ım!

Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,

Müslümansız bırakma Allah’ım

 

Fetih Marşı

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;

Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;

Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

 

Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın?

Fatih’in İstanbul\’u fethettiği yaştasın.!

 

Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden…

Senin de destanını okuyalım ezberden…

Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…

 

Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın…

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

 

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini…

Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini ?

Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

 

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;

Fatih’in İstanbulu fethettiği yaştasın.!

 

Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleymandır.

Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinandır.

Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!

 

Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın

Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.!

 

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan

Yürüyeceksin… Millet yürüyecek arkandan !

Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan ….

 

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasin;

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

 

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!

Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!

Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın…

 

Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın ?

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

 

Anne

İlk kundağın

Ben oldum, yavrum;

İlk oyuncağın

Ben oldum.

 

Acı nedir

Tatlı nedir… bilmezdin

Dilin damağın

Ben oldum.

Elinin ermediği

Dilinin dönmediği

Çağlarda, yavrum

Kolun kanadın

Ben oldum

Dilin dudağın

Ben oldum.

 

Belki kıskanırlar diye

Gördüklerini

Sakladım gözlerden

Gülücüklerini…

Tülün duvağın

Ben oldum!

 

Artık isterlerse adımı

Söylemesinler bana

‘Onun Annesi’ diyorlar…

Bu yeter sevgilim bu yeter bana!

 

Bir dediğini

İki etmiyeyim diye

Öyle çırpındım ki

Ve seni öyle sevdim sana

O kadar ısındım ki

Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim

Gün oldu kırdın…

İncinmedim;

İlk oyuncağın

Ben oldum… Yavrum

Son oyuncağın

Ben oldum…

 

Layık değildim

Layık gördüler

Annen oldum yavrum

Annen oldum!

 

Çocuk ve Ağaç

Çocuk, çok sevdi ağacı…

Verirdi ona, her kış

Çiçekleri olaydı!

 

Ağaç, çok sevdi çoçuğu…

Öperdi altın saçlarından

Dudakları olaydı!

 

Ve ona öptürmek için,

Eğilirdi yerlere kadar;

Yanakları olaydı!

 

Dökerdi önüne hepsini

Gümüşten, altından, sedeften

Oyuncakları olaydı!

 

Ve çocuk gittikten sonra,

Böyle kalır mıydı ağaç?

Ne olurdu onun da

Bacakları olaydı,

Ayakları olaydı!

 

Vatan

Ezanımdan alışıp tekbîre,

Buldunuz mutluluk, imanımla…

Vatan ettim sizi ey topraklar

Beş vakit damgalayıp alnımla.

 

Mavi

Kayıklarla kayıkçılar

Dalgıçlarla balıkçılar

Bilirsin: ne ister, deniz!

 

Kendini bu isteklerin:

Yelkenlerin küreklerin

Altına seriver, deniz!

 

Balıkların, kandillerin

Ne varsa olsun ellerin

Bana mavini ver deniz!

 

Marş

Gök mavi, başak sarışın…

Tadı ne güzel barışın.

Karları ılık olacak

Yarın yuvalarda kışın.

 

On altı yaş kucağına

Koşabilir yirmi yaşın

Kanatları üzerinde

Aşkın, dileğin, alkışın.

 

Gök mavi, başak sarışın…

Tadı ne güzel barışın!

Fakat senin on savaşa

Değer, ey yurt, bir karışın!

 

İnanmak

Bardaktan seni içmek

Seni teneffüs etmek havada…

Dolaşmak, dolaşmak sana dönmek

Seni bulmak yuvada…

 

Yolumuzda aylar, yıllar

Basamak basamak…

Basamakların çıkamadığı yere

Kanatlarınla çıkmak…

 

Boşaltmak takvimden günleri

Günlerin üstünden yollara bakmak

Rüzgarla esmek, sularla akmak…

 

Baharı yollamak yollara

Alıkoymak bir nisanın tadını…

Dışarda herkes gibi seslenmek sana

Ve koynunda söylemek asıl adını…

 

İnanmak, inanmak, inanmak

Ninnilerinle uyuyup, türkülerinle uyanmak…

 

Ağıt

Ağlayın, parmakları nur

Sularından kınalı kızlarım

Ağlasın Meraga göklerinden

Meraga’ya bakıp yıldızlarım

 

Yollara Kürşadlar uzanmış ölü

Ağlasın Akülke, ağlasın Sütgölü

Yiğitlerim uyur gurbet ellerde

Kimi Semerkant’ta bekler beni

Kimi Caber’de

 

Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok

Ben nasıl varım?

Ağla ey Tanrı dağlarından

İndirilmiş Tanrım

 

Şu yakın suların

Kolu neden bükülmez

Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin

Benden doğar, bana dökülmez?

 

Ben ki ateşle konuşurdum. selle konuşurdum

İdil’le Tuna’yla Nil’le konuşurdum

”Sangaryos”u ”Sakarya” yapan

”İkonyom”u ”Konya” yapan

Dille konuşurdum

 

Kubbe-i Hadra

Kimi, boşlukta sızar asude;

Kimi, bekler gecelerden seheri..

Farkı yoktur gecenin gündüzden,

Ne çıkar yanmasa ufkun feneri

Tunç taslarda içerler kaderi

Bu ecel şerbetinin bekrileri.

Kim bilir, belki giden yolcuların

Bu sefer son seferi

Sisli gözlerde cihetler silinir,

Kimsenin kimseden olmaz haberi

Ne semavatı görürler, ne yeri

Bu ecel şerbetinin bekrileri.

İçlerinden biri vardır ki aba

Bilerek sırtına çekmiş kederi

Yolda lakin onu dimdik yürütür

Belde imanının altın kemeri

Gecenin, gölgelerin şaheseri

Bu ecel şerbetinin bekrileri.

Seslenir da’veti bir meçhulün;

Bir nida der: İleri!

Ki nihayet bir ilahi gecenin

Kapısından süzülürler içeri

Ve aşarlar o karanlık kemeri

Bu ecel şerbetinin bekrileri

 

Düşler

Ana, eski günlerinden

Gelen, tadlı bir düş gördü…

Baba, dilediğinden çok

Altın gördü, gümüş gördü.

 

Engelleri yene yene,

Yol olmuştu ayla sene:

Delikanlı, ülküsüne

Giden bir yürüyüş gördü.

 

Gecelerin ortasında

Neler yoktu aynasında:

Küçücük kız, rüyâsında

Kendini büyümüş gördü.

 

San’at

Sen, mermi yaratırsın;

Ben, ondan saray yaparım!

 

Suya ektiğin kamışı

Keser, biçer ney yaparım!

 

Yuvada Havvâ’ya gelin,

Âdem’i güvey yaparım!

 

Şu manâsız mesafeyi

En yaparım, boy yaparım!

 

Yeter ki sen… ver ben ondan

Mutlaka, birşey yaparım!

 

Bir yalıncık gönderirsin;

Tarar, süsler bey yaparım!

 

Gökteki öksüz dilimi

Bayrağıma ay yaparım!

 

Tepeler

Çadırtepe, Dumlupınar,

Türbetepe, Adatepe…

Ki üstlerinden bir bulut

Geçti güller serpe serpe.

 

Türbe, otağ. kubbe, eyvan…

Adları Dicle’de Seyran,

Fırat yollarında Aslan,

Çukurova’da Kurttepe.

 

Kültür, Tınaz, Dua, Fikir…

Say sayabilirsen bir bir

Kemerlerdir, kubbelerdir

Bir yeni imana gebe.

 

Uzar sınırlar aşırı

Tepelerin kervanları;

Biri mordur akşamları,

Biri şafaklarla pembe.

 

Süslemişler yurdu yer yer…

Ki çocuğun geçer gider

Rüzgârlar alnını, seller

Eteğini öpe öpe.

 

Lâle, Menekşe tepesi…

Fakat hepsinin kubbesi

Allahüekber dağında

Allahüekber tepesi.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir