Aşkın Ruhu: İshak Paşa Sarayı 

Aşkın Ruhu: İshak Paşa Sarayı 

Bir boşluk sarmalar önce sizi, biraz daha ileriye doğru baktığınızda bir tepenin üstünde, tüm ihtişamıyla kollarını açmış İshak Paşa Sarayı’nın etrafı gözetlediği sanrısına kapılırsınız bir an! Efsunludur, gözünüzü alamazsınız bu görüntüden.

Sarayın aşağılarına taşınmıştır şehir, bu nedenle sessizdir, etrafı boştur; işte bu boşluktur sizi hem ürperten hem de gözünüzü kamaştıran. Sanki kendi kaderine bırakılmıştır saray, ister istemez iç çekersiniz. Kültürümüzde olmayan ama okuduğumuz kitaplarda, filmlerde gördüğümüz ıssız, perilerle dolu şatolara götürür düşleriniz sizi. İçine girdiğinizde neyle karşılaşacağınızı, neyin sizi karşılayacağını pek de bilemezsiniz doğrusu. Şimdilik sadece çevreyi gözünüzle tararsınız.

Heybetli Ağrı Dağı’nın sessiz, buğulu bakan gözü hep üzerindedir sarayın. Sessizliğin gözü, kocaman gölgesiyle sarmalar, korur, sanki söyleşir sarayla. İçiniz rahatlar, dağın dostluğunu hissedince. Belki dağın koruyuculuğunu belleğimize yerleştiren, Nuhun Gemisi’nin bu dağın üzerinde olduğuna dair bölgedeki yaygın inanıştır. Oysa, bu inanışın Kur’an-ı Kerim’de ‘Sular çekildi ve gemi Cudi’de karaya oturdu” (Hud Suresi, 11/44) ayetinde yeri açıkça belirlenmiştir. Fakat, sessizliğin gözü Arat dağları, Van Gölü’nün güneyinden başlayıp Cudi Dağı’nın da bulunduğu Dicle Nehri’ne kadar uzayan dağ silsilesi olarak düşündüğünüzde, yöre halkının bu masum inanışına neden olanın aslında komşuluk ilişkisi olduğunu da hemen anlarsınız.

Evet, artık sizin de kurgulayacağınız öyküler içerisinde İshak Paşa Sarayı’na doğru yol alabilirsiniz. Aşkın ruhu ile sarmalanmış bu saraya iyice bakın. Aşağıdan yukarıya doğru bakarken tepenin üzerine kurulmuş, heybetli sarayın siyah bazalt taşlarla örülen eğimli teraslarının yüksekliği kimi yerlerde 15 metreyi bulur. Sarayın sizi çağıran sesini duyuyor musunuz?

İshak Paşa sarayının yapımı; IV. Murat’ın, İran Seferinde (1634) Osmanlı ordusuna cesaret ve kahramanlık göstererek, sağ kolunu kaybeden ‘Çolak’ lakaplı Abdi Paşa ile başlamış, İshak Paşa tarafından tamamlanmıştır. İshak Paşa Sarayı, Doğubeyazıt ilçesinin 5 Km. doğusunda, bir tepe üzerine kurulmuş, saraydan öte bir külliyedir. İstanbul Topkapı Sarayından sonra ikinci teşkilat saray sistemidir. Ayrıca saray, Osmanlı İmparatorluğu, Lâle Devri’ndeki son büyük anıt yapısı sayılmaktadır. 18. yüzyıl Osmanlı mimarisinin en belirgin ve şaheser örneklerinden olduğu gibi, tarih ve sanat tarihi açısından da önemlidir. Saray, yaklaşık olarak 115×50 m ölçülerinde bir alana kurulmuştur. Sarayın harem dairesi Takkapı Kitabesi’ne göre, sarayın yapılış tarihi Hicri 1199, Milâdi 1784’tür. Osmanlı Türkçesi ile yazılmış kitabede sarayın yapım tarihi belirtilmiştir.

“Bin yüz ile doksan dokuz oldu buna tarih İshaka meram üzere kerem kıl dü cihanı”

Bu mükemmel koordineye sahip sarayın Ahıskalı ustalarca yapıldığı söylenmekle birlikte, ustasının kim olduğuna dair bir kayda henüz rastlanılmamıştır. Sarayın tamamlanmasında Bayazıt bölgesinin, önceki dönemlere oranla az savaş görmesi ve doğu batı arasındaki kervan ticaretinin yoğunlaşmasına bağlı olarak gelişen bölge ekonomisindeki refah etkili olmuştur.

Sarayın çevresindeki boşlukta rüzgâr sanki cirit atar, sert eser, yüzünüze çarpar ara ara, bazen de düşlerinize. Cümle kapısından içeri girersiniz. Bu kapı müdafaa bakımından sarayın en zayıf noktasıdır. İlk bulduğu cümle ile yazın kapısını açmak ve okuyucuyu da içine almak bir yazar için ne kadar anlamlıysa, sarayın bu kapısı da halka açık oluşuyla her daim anlamlıdır. Cümle Kapısı’nın yapısı İstanbul ve Anadolu’da kurulan saraylardan farksız olup taş işçiliği ve oymacılığı muntazamdır. Rüzgâr bir ara kulağınıza fısıldar; bu kapı altın kaplamaymış. 1877-1878 yıllarında Osmanlı-Rus Harbi’nde Ruslar burayı işgal ettikten sonra Berlin Antlaşması ile geri çekilince değerli eşyalarla birlikte kapı da sökülerek Moskova’ya götürülmüş ve halen müzelerinde sergilenmekteymiş! Cümle Kapısı’nın kırgın ve üzgün olduğunu, sarayın hasretini çektiğini hissediyorum nedense. Saraya bakıyorum, babasını yitirmiş bir çocuğun acısı vuruyor yüreğime. İlginçtir; bu sarayın daha içini gezmeden bir hüzün sarmalıyor sizi.

Böylesine görkemli yapının iç ve dış mimarisinde Osmanlı, Fars ve Selçuklu medeniyetlerinin ortak etkisi hemen gösterir kendini. Sarayın iç içe iki avlu etrafında toplanan ancak birinci avlu çevresindeki yapılar büyük bir tahribata uğradığından artık ayakta duran bölümlerinin olmayışına takılırsınız. İkinci avluya bir umutla tutunmak, kalan yapı bölümleriyle avunmak istersiniz. ‘U’ şeklindeki iki avludan birincisinin yalnız kalın çevre duvarları ayakta, ikinci avlunun sağ, sol ve karşıda olan bölümleri ve yıkılan yerlerin temellerine üzülerek bakarsınız. Oysa Beyazıt da 1840 yazında büyük bir deprem olmuştur. Bu deprem sarayın ufkunda bulunan Yakup Manastır’ının yerle bir olmasına neden olurken sarayın bazı bölümlerinin yıkılmasına karşın dayanıklılığını göstermiş, bugüne kadar gelebilmiştir. Yörede, dağın bu sarayı koruduğu ve gizlediği söylenir. Bir baş keşişin İshak Paşa Sarayı’nın ufkunda bulunan Yakup Manastırını ziyarete geldiğinde, yok olup gidenin sadece manastır olmadığını, sarayında bu depremle yok olduğu yanılgısı kulaktan kulağa dolaşır.

Bu avlularda önemli bir şey dikkatinizi çeker, simetrik olmayan bir biçimin kullanıldığı. İyice bakınca bunun nedeni de anlaşılır, avluların bu biçimde tasarlanmasının nedeni, işlevselliği dikkate alınarak, ihtiyaca göre genişletilebilen bir özelliğinin olması. İslam mimarisi matematiğe ilahi bir nitelik vermiştir. Yinelenen geometrik desenler ve simetri tanrının kusursuzluğunu anlatmak içindir aslında. Evet, gerek bu yapı, gerekse yapının süslemelerine yönelik Tanrı’nın kusursuzluğunu görmek mümkün, ayrıca nakış gibi işlenen süslemelerde geometrik şekilleri de görmek mümkündür.

Sarayın planında Türk saraylar geleneği hakimdir. Sarayın duvarları, Türk Hat Sanatı’nın sülüs yazı örneklerinden ayet ve beyitlerle süslenmiştir. İslam- î bir süsleme özelliği göstermekle birlikte barok bir dekorla iri bitki motifleri ve hayvan figürleri günümüze kadar dayanırken, süsleme, döşeme, dolap, şerbetlik ve tabanlarından ahşap olan hiçbir parçanın kalmadığı görülmektedir. Sarayın duvarları ve tabanı taştandır.

Bir eserde sadelik o eserin sanatsal özelliğini ortaya koyar. Sarayın yapımında da özellikle sadeliğe özen gösterilmiştir. Bütün binada üç, dört çeşidi geçmeyen taş kullanılmıştır. Kullanılan taşlarsa tamamen yöreye özgüdür. Su basman kısımlarında kullanılan taş kırmızımtrak kalkerdir. Selamlık ve Harem kısmı su basmanları üst kornişi ve avlunun diğer su basmanları ve kapı basamaklarında siyah bazalt taşı da görülür. Minarede kullanılan kırmızı taştan başka yapının iç ve dış duvarları ile oda ve taban döşemeleri bir nevi küfekiye benzer krem renk taşla örülmüştür. Duvarların örülüşünde bol miktarda kireç harcı kullanılmıştır. Sarayda ince işçilik hakimdir. Süslemeler hem sade hem de eşsizdir. Göz nuru, el emeği yanında sanki ilahi bir gücün verdiği ilhamla, ince ince işlenmiştir.

Saray bölümü iki kattan oluşmaktadır. 366 oda da bu iki kat içinde yer almaktadır Saraya ilk önce büyük bir kapıdan birinci avluya girilir. Solda uşak odaları ve ahırlar vardır. Bu avludan ikinci bir avluya geçilir. Burada oturanlar için daireler bulunmaktadır. İlginç olansa o dönemde kalorifer sisteminin bir şekilde kurulmuş olması. Her oda da taştan yapılmış ocaklar vardır. Taş duvarlardaki boşluklar ise bütün yapının merkezi bir ısıtma sistemine sahip bulunduğunu göstermektedir. Avlunun sağında bir Divan sofası bulunmaktadır. Divan Sofası’nın avluya bakan pencereleri kare şeklinde olup üst kısımları sivri kemerlidir. Paşa, aşiret reislerini bu sofada kabul eder, toplantılarını yapar. Sofa otuz metre uzunluğunda, yirmi metre genişliğindedir. İç taraftaki pencereler avluya, öbür taraftakiler ise ovaya bakar. Büyük sofada başka odalara açılan kapılar vardır. Sofanın asıl kapısı yanında, tabandan aşağı yukarı bir metre yükseklikte dar ve karanlık küçük bir loca yer alır. Aşiret reisleri ve bölgenin ileri gelenleri burada oturup davaları, tartışmaları dinlerler. Sofaya bitişik odalar yüksek memurlara ayrılmıştır. Bunların pencereleri baş döndürücü bir yükseklikten Ağrı Dağı’na hakimdir.

Unutmadan bir de zindan bulunmaktadır sarayda. Davalar sonucunda, ışık oyunlarıyla karşılaştığınız bu zindana suçu ağır olanlar daha karanlık, az olanlar ise daha aydınlık bölümlerde tutulurmuş. Bu sarayın her bir bölümünü gezdiğinizde hayal gücünüzün nasıl harekete geçtiğini görürsünüz. Sarayda bir dönem katiplik yaptığı söylenen Ahmed-i Hani ve ünlü eseri Mem ü Zin’in usuma düşüşü bu yüzdendir. Belki de Mem’in de zindana atılması çağrıştırdı bu duyguyu. Siz bir mekânı gezerken, yöredeki efsaneler de sizi takip eder aslında. Bu efsanelerin de peşine düşersiniz aslında. Farklı dönem ve mekânlarda da olsa bu yöreden çıkmışsa eser, esintisinin her bir mekâna sızdığını düşünürsünüz. Nasıl ki aşkın ruhu tekse, mekânların ruhuna yansıyan ve taşların içine sinerek yeniden yaşam bulan bu aşk da tekmiş gibi gelir bana. Yaşananların da duyulan seslerin de tek olduğu gibi. Kulağımda, Mem’in ölürken ağzından “Zin” diye seslenişi. Bu destanda beni etkileyen Mem’in, Dicle nehrine seslenişi…

“Ey benim gözyaşlarım gibi dökülen nehir!
Ey âşıklar gibi sabırsız ve sükûnetsiz nehir!
Sabırsız, kararsız ve sükûnetsizsin,
Yoksa benim gibi sen de deli misin?
Senin için hiçbir karar kılmak yok,
Galiba senin gönlünde de bir yar var.’
Ya, Zin’in, Mem’in mezarı başındaki ağulu seslenişi, gelip vurmaz mı yüreğinize?
‘Ey vücudumun ve canımın mülkümün sahibi,
Ben bahçeyim, sen de bahçıvan
Senin bahçen sahipsizdir
Sen olamazsan onlar neye yarar
Kaşlar, gözler, zülüfler neyedir.
Zülfümü tel tel çekeyim
Sonra yarim sen beni belki değişik görürsün”

Mistik yönü ağır basan böyle bir mekânı ziyaret ettiğinizde, duygularınızın hareketliliği şaşırtır sizi. İlle de sanatçı olmanız gerekmez. Ama inanın, dolaştığınız her an, bulunduğu bölge, yaşanan tarih ve sizin içinizde kurguladığınız yaşamlar, böyle sanatsal bir yapının yeniden yapılışına katkı sağlar. Öyle değil midir, bir eseri değerli kılan, onun yeniden yaşam bulmasını sağlayan okuyucusu, izleyicisi ve içinde gezen insanıyla yeniden, yeniden çoğalışı. Bir eserin içinde yer alıyorsak artık o bizimdir; gözlerimizle, duygularımızla ve en önemlisi ruhumuzdan yayılan ışıkla o esere kattıklarımızla…

Gezerken aklınız şaşarken, gözünüz taşların üzerindeki işlemelere takılır. 11. yüzyılda yaşamış filozof ve bilim adamı, İbn-i Sina’nın “Bir süslemeye hayran kalmak Allah’ın zaferini teslim etmek demektir.”sözü sanki burada yerini tam olarak bulur. Yüz otuz taş ustasının imzası vardır bu sarayda. Yüz otuz ruhun müziği, inceliği ve sesi duyulur. İyice kulak kabartın, burada yaşayanların seslerini de duyun. Siz de katın sesinizi. Çok sesli bir koronun içinde yeniden canlanır saray. Evet, bir yapıyı gezmek size sadece o yapıyı göstermez, o yapının tarihini, yaşananların öyküsünü de anlatırken, yeni bir karakter olarak sizi de içine alır, aslında. Öyle çok efsaneler dolaşır ki bu sarayda. Siz de duydunuz mu Perişan Hanım’ın iç çekişlerini? Bu sesin bu kadar yakından duyulması belki de sarayın son beyi olan Behlül Bey zamanında yaşanan hazin bir aşk öyküsü olsa gerek. Bazen hepimiz çocuklarımıza bir isim verirken, çocuğun aldığı ada göre sanki kaderini de belirleriz.

Suluçem köyü ağasının güzelliğiyle dillere destan kızı Perişan Hanım! Neden bu isim? Diye sormadan edemem kendime. Yaşadıklarıyla bu ismi bir araya getirdiğimde ürperiyorum sadece. Çocuklarımıza ad seçerken dikkatli olmalıyız gibi geliyor bana. Behlül Bey’in yeğeni Halil Bey ve Perişan Hanım’ın aşkı. Aşk, kavuşamamak mıdır? Kavuşunca aşk olmaz mı? Yoksa aşkın gereği acı mıdır? Yoksa İlahi aşkı bulmanın yolu mudur? Bütün bunları düşünmeden edemiyor insan. İki aşığın kavuşmalarına bin bir fesatlıkla engel olan at seyisi Gello’nun hileleri sonrasında Bey’in yeğenini suçsuz yere işkence ile öldürmesi. Üstüne Perişan Hanım’la kendisinin evleneceğini duyurması. Yürek bir kez başka bir yüreğe tutunduysa, o yüreğin içine başkasının girmesi artık imkânsızdır. Bey bunu bilmez mi? Kırk gün kırk gece düğün yapılarak zorla Behlül Bey’le evlendirilen Perişan Hanım, gelinliğiyle sarayın doksan dokuz merdivenli minaresine çıkar, yanık sesiyle Halil Bey’e olan aşkını anlatır. Gello’nun, kendilerine kurduğu tuzağı da. Sonra aşk onu yanına çağırır, rengi beyazdır, üzerindeki gelinliği aşkın kefenidir. Bayazıt halkının gözleri önünde kendini minareden aşağı bırakırken ruhu da aşka yükselir, Perişan Hanım’ın.

Perişan Hanım bugün bile anlatıldığına göre ölümsüzleşmiştir artık. Bereket, ölümsüzlük ve cenneti simgeleyen Hayat Ağacı, öyle sanıyorum ki bu sarayda ve civarında yaşananları-yaşayanları ölümsüzleştirdiği gibi başka diyarlardan gelen çağrışımları da bugün ölümsüzleştiriyor. Harem Taç kapısının iki yanında Ab-ı Hayat çanağından yükselen ve Lale’yle biten bir yüksek kabartma vardır. Bu kabartma da varlık bilgisinin Lale’yle tamamlanması ise ruhun uzanabildiği son nokta da Allah’ı bulduğu düşüncesini simgeler. İslam kültüründe Lale çiçekten öte mukkades sayılırdı. Lale kelimesi ile Allah kelimesi aynı harflerden meydana gelirdi. Ebced hesabında Hilal, Lale ve Allah aynı sayıyı verirdi. Allah ismi şerifin ebced isminin değeri altmışaltıdır. Hilal ve Lale’nin de kelimelerinin değeri altmışaltıdır. Bu nedenle Allah’a, iman gücüyle sımsıkı bağlı olan atalarımız, Allah’ın ismini oluşturan harflere çok önem vererek Hilal ve Lale’yi el üstünde tutulan kutsallar haline getirmişlerdir. Ab-ı Hayat çanağının tam ortasında yer alan motif ise İslam sanatında görülmeyen bir melektir. Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Batı İran’ın oluşturduğu bir sanatın esintisinin kullanıldığı görülmüştür. Dikkat çekici olansa üç boyutlu bu süslemenin yapıdan ayrılmasıyla bir heykeli anımsatmasıdır. Ayrıca hareme açılan dar ama oldukça yüksek bir kapıyı birbirine bakan iki aslan heykeli süslemektedir.

Hayat ağacı, 1799’da İshak Paşa ve eşi için yapılmış türbe üzerinde de bulunmaktadır. Üzerindeki motiflerin 6 cm. kadar derinleşerek işlenmesi bu yontuların en önemli özelliğidir. Genellikle 2,5 cm derinlikte işlenirken böylesine bir işçiliği yapanların sanatsal derinliği ve sabrına saygıyla eğilmeden geçemiyor insan.

Divan sofası ile harem arasında bir geçit bulunur. Yapının bu kısmında mihrabı ve minberi olan küçük bir camii vardır. Harem yukarıdan bir camlıkla aydınlatılmıştır. Bu haremin duvarlarında Paşa’nın başardığı büyük işleri anlatan güzel yazılarla süslü renkli bir süslemenin kalıntıları görülür. Mutfaklar, kileSarayın en sağlam kalan yeri camisidir. Kubbesi olduğu gibi kalmış, içi sıvalıdır. Bu kubbe Semerkand kümbetlerini andırmaktadır, kare şeklinde bir plan üzerine yapılmıştır. Bu karenin bina duvarlarını teşkil eden dört köşesinde yine küçük kubbeli ve sekiz köşeli dört tane kulecik yükselir. Kuleciklerin yüksekliği camii kubbesinin kasnağı kadardır. Camiye mekân yönünden hakim olan kubbenin içi ağaç ve çiçek tasvirleriyle, Rokoko üslubunda kalem içi tezyinatı ile süslenmiş ve motiflerle işlenmiştir. Fakat motifler özelliklerini yitirmek üzeredir. Özellikle ikinci avlunun giriş kapısında bulunan selvi süslemelerinin benzerini caminin kubbesindeki kalem işlemelerinde de görebilirsiniz. Sekiz adet selvi bulunmaktadır. Bu selvilerin üst kısmı eğiktir; öyle sanıyorum ki insanın potansiyel tamlığını ve ruhun ölümsüzlüğünü sembolize eden bu ağaçtaki eğik çizim, tanrıya teslimiyeti göstermektedir. Sarayın mezar taşlarında da selvi motiflerine rastlarsınız. Camii de minber ve mihrap yan yanadır.

Aşk, düşmüşse bir kez usunuza, camiyi gezerken dilinize dolanır belki de ilahi aşk ile yanan Yunus Emre’nin söylediği şu dizeler:

“Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün-ü günü
Bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni”

Camiden çıktıktan sonra sarayın çekici bir diğer köşesi de Selamlık dairesinin kuzeyinde cumbalı köşktür. Burada dört ahşap konsol vardır. Konsollar üst üste, insan baş ve gövdesi, aslan ve kartal tasvirlerinin sıralamasından oluşmuştur. Türk-İslam sanatında kesinlikle görülmeyen bu heykel örnekleri realist bir anlayış ve olgun hatlarla çizilmiştir. Söylentiler doğrultusunda düşünülecek olursa; insan iradesi, aslan gücü ve kartal yırtıcılığının saraya mal edilmesi amaçlanmıştır.

İshak Paşa Sarayı’ndan gün batımını izlemeye ne dersiniz? Buraya kadar gelmişken Ağrı Dağı’ndan batan günün renklerini görmek ve sarayın gizemlerine bir kez daha tanıklık etmek. Ama durun bitmedi daha… Sarayın girişinde sağdaki çeşmeleri görmeden olmaz. Çeşme muslukları altın kaplamaymış. Üzerindeki aynalıkların çerçevesinin küçük bir vazodan çıkan güle benzer bir süslemesi varmış. Çeşmelerden birinde su, diğerinde süt akmaktaymış. Çeşmenin üstündeki depoya sağılan ineklerin sütleri boşaltılır, böylece taze süt içilirmiş. Peki, İshak Paşa yaptırdığı bu muhteşem sarayda ömrünün sonuna kadar mutlu bir hayat yaşamış mı? Hayır! Paşa ancak dört yıl kadar bu sarayda ikâmet etmiştir. Ayrıca sarayın yapımı, doksan dokuz yıl sürmüş, dense de fısıltısını duyuyorum taşların; o kadar da değil, diye. Evet, bu sarayda dudağınızı uçuklatacak güzelliklere bakmaktan şaşı olursunuz her an. Akıl, sır erdiremezsiniz mekânın yapılışına, süslemelerine ve bugüne kadar gelişine, taşların diline, kulağınıza gelen müziğe…

O halde, Perişan Hanım’ın, Mem’-i Zin’in, İshak Paşa Sarayı’nın Ağrı Dağı’na olan aşkının, Yunus Emre’nin “Aşkın aldı benden beni”diye sevdasını anlatışını, Nuh’un gemisinin selamını, ruhun ölümsüzlüğünü duymak, yeniden duyguların denizinde kaybolmak için hep birlikte İshak Paşa Sarayı’ndan gün batımını izlemeye, ne dersiniz?

TEKGÜL ARI

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir