İDRİS GÖKALP

Atasözleri ve Hikayeleri

NE EKERSEN ONU BİÇERSİN

Atasözünün Açıklaması, Anlamı:

İnsan hem bu dünyada hem öteki dünyada yaptıklarının karşılığını görür. Kötülük yapan kötülükle, iyilik yapan iyilikle karşılanır.

Atasözünün Hikayesi:

Yaşlı adamın eşi evde tereyağı yapıyordu kocası ise her gün yakınlarındaki bakkala götürüp satıyor onunla geçiniyorlardı.

Bakkal, adamın getirdiği tereyağını hiç tartmadan tezgahına koyuyor ve satıyordu. Ancak bakkal bir gün acaba dedi, adam gittikten sonra tereyağını tartıya koydu, 900 gram olduğunu görünce çok öfkelendi ve yarın geldiğinde bunun hesabını sorar bir daha da yaşlı adamdan alışveriş yapmam dedi.

Ertesi sabah yaşlı adam elinde tereyağı içeriye girdi, bakkal sert bakışlarıyla bir daha senden tereyağı almayacağım dedi.

Yaşlı adam üzülerek:

– Efendim bir yanlışım mı oldu dedi.

Bakkal:

– Efendi senin bana verdiğin tereyağını tarttım 900 gram geldi ayıp değil mi bu yaptığın, dedi.

Yaşlı adam utanarak başını yere eğdi:

– Efendim bizim terazimize koyacak ağırlığımız yok, sizden bir kilo şeker almıştık onu ağırlık olarak kullanıyoruz, der.

Bakkal utancından ne yapacağını şaşırır ve yaşlı adamdan özür diler.

Sonuç: Bakkalın yaptığı sahtekarlık yanına kar kalmamış, yaptığı hile ona geri dönmüş ve ne ektiyse onu biçmiş.

 

GÜLÜ SEVEN DİKENİNE KATLANIR

Atasözünün Açıklaması, Anlamı:

Yaptığımız işte başarılı olmak istiyorsak işimizin zorluklarına katlanmamız gerekir.

Atasözünün Hikayesi:

Efsaneye göre bülbül, çiçeklerin kraliçesi güle aşıktır. Gül önce solgun bir ak güldür. Ve goncanın seher vakti açtığı sanılır. Bülbül bütün gece bu anı bekler. Gonca açılacak, bülbül seyredecektir. Ama uykuya dalar bülbül ve goncanın açılışını seyredemez. Her seferinde kaçırır fırsatı. Gül mevsimi geçer bülbül ötemez olur.

Gül mevsimi gelir ötmeye başlar, gülün açılmasını kendi muhabbetine karşılık vermesini bekler. Öter durur, gül naz eder. Bülbül hasretle gülün dalına konar ama daldaki dikeni fark etmez. Ve diken bülbülün göğsüne batar, al kanlar sızar bülbülden.

Gülün toprağına akan kanlar yağmur suyuyla gül fidanına geçer ve ondan sonra beyaz gül kıpkırmızı açmaya başlar…

Bu yüzden “Gülü seven dikenine katlanır…” “Gülün kırmızısı bülbülün kanındandır” ya da “Vefakar bülbülün ölümüne sebep olan gül hicabından kızarır” denir.

 

SAMAN ALTINDAN SU YÜRÜTMEK

Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış. Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.

Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.

Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş. Köylüler “Bu işin içinde bir iş var.” diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler. Sonuç olarak bu deyim gizlice iş görmek, kimselere farkettirmeden işler çevirmek anlamında kullanılır.

 

LAFLA PEYNİR GEMİSİ YÜRÜMEZ

Rivayete göre bir zamanlar İsatnbul’da, Edirneli Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı var imiş. Madrabaz ve cimri birisi olup Trakya’dan getirttiği peynirleri İstanbul’da satar, artanını da deniz yoluyla İzmir’e gönderirmiş. İzmir’de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir ama navlunu peşin vermek istemeyerek, kaptanları yalanlarıyla oyalar durur, “Hele peynirler sağ salim varsın, istediğin parayı fazlafazla veririm.” diye vaatlerde bulunurmuş. Birkaç kez aldanan tüccar gemi kaptanlarından birisi, yine İzmir’e doğru yola çıkmak üzere iken diklenmiş:

-Efendi tayfalarıma para ödeyeceğim. Geminin kalkması için masarifim var. Navlunu peşin ödemezsen Sarayburnu’nu bile dönmem.

Aksi Yusuf her zamanki gibi:

– Hele peynirler salimen varsın… demeye başlar başlamaz gemici.

– Efendi, lafla peynir gemisi yürümez. Buna kömür lazım, yağ lazım.

Aksi Yusuf parayı ödemiş. O gün akşama kadar şu bir tek cümleyi sayıklayıp durmuş.

– Lafla peynir gemisi yürümez atasözü günümüze kadar ulaşmış.

 

PARAYI VEREN, DÜDÜĞÜ ÇALAR

Bir gün Nasrettin Hoca pazara giderken çocuklar etrafını almışlar. Hepsi birer düdük ısmarlamış, ama para veren olmamış. Hoca çocukların tümüne olumlu cevap vermiş:

– Peki, olur…

Çocuklardan yalnız biri, elinde para olduğu halde, Hoca’ya şunları söylemiş:

– Şu parayla bana bir düdük getirir misin?

Hoca akşama doğru pazardan dönmüş. Yolunu bekleyen çocuklar hemen Hoca’nın etrafını sararak düdüklerini istemişler. Nasrettin Hoca, cebinden bir düdük çıkarıp kendisine para veren çocuğa uzatmış. Ötekileri bağırmaya başlamışlar:

– Ya bizim düdükler nerede ?

Hoca’nın cevabı kısa ve anlamlı olmuş:

– Parayı veren düdüğü çalar.

 

YALANCININ MUMU YATSIYA KADAR YANAR

Yalancının mumu yatsıya kadar yanar “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar atasözü”, bir yalancının sözü geçerliliğini çok uzun süreliğine koruyamaz, anlamına gelir. Ma’lumdur ki İslam’da bir gün beş vakte ayrılır. Beş vaktin sonuncusu yatsı vaktidir. Türkçe yat- fiilinden gelir. Bu meşhur deyimin bir hikayesi vardır.

Eskiden Fatih medresesinde talebeler odalarda dörtlü-beşli halde kalırlarmış. Bugünkü yurtlardaki koğuş sistemine benzer bir şekilde. Geceleri ders çalışmak için muma ihtiyaç duyarlarmış.  Yakacakları mumun parasını kendi aralarında toplarlar ve o haftaki nöbetçiye teslim ederlermiş.

Talebelerden birisi kendince uyanıklık yapıp şamdanın dibinde kalan mum kalıntılarını biriktirip onlardan mum yapmış. Mum için diğer arkadaşlarından topladığı parayı da kendi cebine atarmış. Hal böyle olunca onun yaptığı mumlar diğerleri dayanamaz hemencecik sönüverirmiş. Bu vaziyeti fark eden arkadaşları, bir akşam yine yatsı namazından sonra mum sönünce bu arkadaşı sorguya çekmişler:

-Biz sana mum al diye para verdik. Ne diye yenisini almazsın?

Uyanık talebe:

-Aldım işte! Ne yapayım, mumları küçültmüşler. Bu kadar yanıyor.

Arkadaşlarından birisi:

Tabii, o kadar yanar. Sen bir sahtekar bir adamsın. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.

 

VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUD?

Derler ki, Sultan Mahmut’lardan birine kısmeti bağlı bir adamdan söz etmişler. Sultan adamı bir de kendisi denemek istemiş. Bir koca tepsi baklava yaptırmış. Üst tabakadan başka tepsinin her tarafına görünmeyecek şekilde altın dizdirmiş. adamını gönderip ona tepsiyi birinin bir adağı diyerek kısmetsiz şahsa vermesini ve şahsı takip etmesini emretmiş. Adamımız tepsiyi almış. Yolda bir tanıdığına rastlamış. İkisinin de olaydan haberi yok. Adamımız hikayeyi anlatınca, “Senin.” demiş tanıdığı gerçek bir hayırseverlik duygusuyla, “Baklavadan çok paraya ihtiyacın var. al şu iki altını, sat tepsiyi bana.” Teklif adamımızın da işine gelmiş ve tepsiyi satmış.

Sultan hikayeyi duyunca “Fesüphanallah!” demiş. Adamına adamımızın her gün geçtiği köprünün her gün geçtiği tarafına o gelmeden hemen önce altın dizmesini ve kenara çekilip izlemesini emretmiş. Adamımız köprüye gelince “Ya!” demiş, “Hep aynı taraftan geçiyorum, bu gün de diğer taraftan geçeyim, bir değişiklik olsun.” demiş. Sultan hikayeyi duyunca, “Ya hazreti pir!” demiş. Adamımızı yaka paça beylik arazilerden birine getirmelerini emretmiş. Getirmişler. Adam korkudan tir tir titrerken ona bir kasnak verilmesini emretmiş ve adamımıza, “Bu kasnağı atabildiğin kadar uzağa atacaksın. En son durduğu yere kadar olan arazi senin olacak.” demiş.

Adamımız kasnağı savurmuş. Kasnak havada bir yay çizip gelmiş ayaklarının dibinde durmuş. Sultan “Ya malik el mülk!” diye haykırmış, “Getirin onu! doğruca hazineye gitmiş. Adama bir kürek verilmesini emretmiş. “Küreği daldır, ne gelirse senindir.” Adam korku ve heyecandan küreği ters daldırmış ve gele gele bir metelik gelmiş. Sultan “kısmeti bağlı” olmanın ne demek olduğunu anlamış böylece.

Raviyan-ı ahbar, nakilan-ı esrar zikr idürler kim vermeyince mabut, neylesin Sultan Mahmut meselini dahi şol sultan irad buyurmuştur.

 

ÖLME EŞEĞİM ÖLME

Bir kış, neredeyse adam boyu kar yağmış. Aylarca bir toplu iğne başı kadar bile toprak görünmemiş. İnsanlar burunlarını dahi dışarıya çıkaramamış. Hazıra dağ dayanmaz hesabı, halkın yiyeceği de tükenmeye başlamış. İnsanlar lokmalarını sayar hâle gelmişler. Kıtlık sadece insanları değil hayvanları da vurmuş; bir deri bir kemik kalmışlar.

Hoca’nın emektar eşeği de kıtlıktan fazlasıyla nasibini almış; günden güne kötülemiş. Elinde avucunda bir şey kalmayan Hoca, eşeğin kulağına bir umut eğilip:

– Ölme eşeğim ölme, demiş, yonca bitecek. Sen de yersin ben de!

 

TENCERE YUVARLANMIŞ KAPAĞINI BULMUŞ

Bir zamanlar Şenn adında çok zeki ve bilgili bir adam yaşamaktaydı.Bu adam bir gün kendisi gibi bilgin ve akıllı bir kız bulup evlenmek için atına atlayıp yola çıktı.Yolda bir adama rasladı.Adam köyüne gidiyordu.Şenn de adama katılıp birlikte yolculuk etmeye başladılar. Şenn adama sordu:

– Ben mi seni yükleneyim, yoksa sen mi beni yüklenirsin?

Adam:

– Bu nasıl söz?İkimiz de atlıyken birbirimizi nasıl yükleniriz?” diye yanıt verdi.

Biraz ilerleyip köye yaklaştıklarında, Şenn biçilmiş ekinleri görünce tekrar sordu:

-Bu ekinler yenmiş mi yenmemiş mi? Adam iyice sinirlendi:

-Be cahil adam! Ekini saplarıyla görüyorsun da yenip yenmediğini mi soruyorsun?

Köye varınca da bir cenazeye rastladılar. Şenn yine sordu:

– Bu tabutun içindeki ölü mü, yoksa diri mi?

Adam öfkeyle yüzünü çevirdi ve “Senin gibi tuhaf ve cahil bir adam görmedim!” diye çıkıştı. Adamcağız, sorularına bir anlam veremediği bu yol arkadaşını o gün evinde konuk etti.Evde Tabaka adında bir kızı vardı.Kız babasına konuğun kim olduğunu sordu.Adam da onun kendisine sorduğu aptalca soruları sıraladı ve pek tuhaf bir adam olduğunu söyledi.Fakat kız “Baba, o adam tuhaf değil” dedi.”Birinci sorusu,’Ben mi söze başlayayım sen mi?’ demektir.İkincisi, ‘Ekin sahipleri onun parasını yemişler mi acaba?’, üçüncüsü de,’Acaba bu ölü kendi adını yaşatacak evlat bırakmış mıdır?’ demektir.

Bunun üzerine adam, Şenn’in yanına dönüp soruların yanıtını aktardı.Şenn ise, “Bu sözler senin değil.Sahibini açıklar mısın?” deyince, adam kendi kızı olduğunu söyledi. Şenn , “Ben işte böyle bir kız arıyordum.” diyerek onunla evlenmek istedi. Anne babasının da rızasıyla Tabaka ile evlenen Şenn, kızı alıp ailesine götürdü.Çevre halkı da bu evlilik karşısında, “Vafeka şenn tabaka.”, yani “Kap kapağına uygun düştü.” dediler.Çünkü “Şenn” su kabı, “Tabaka” ise kapak anlamındadır. Türkçemizde ise bu söz, “Tencere yuvarlandı, kapağını buldu.” atasözüne dönüşmüştür.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir