İDRİS GÖKALP

Ayasofya Dile Geldi

Kitabın Adı: Ayasofya Dile Geldi

Yazarı: Durali Yılmaz
Yayın Evi: Beka Yayınclık
Bu kitabı okumadan önce Ayasofya’yı sadece kulaktan dolma bilgilerle tanıyordum. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fetih etmesiyle camiye döndüğünü, fakat daha önceki tarihi süreci bilmiyordum. Kitabı okumaya ilk başladığımda biraz garip geldi anlayamadım. Kitap karşılıklı konuşmalarla başlıyor fakat karşılıklı konuşan iki kişi yok. Ayasofya kendisini Faruk Yücel adında bir kişiye anlatıyor ve devam ediyor.
Gerçekten de Ayasofya, tarihini, başına gelen olayları bu kitapta çok güzel bir şekilde anlatıyor. Adeta insanda bir Ayasofya sevdası-sevgisi oluşuyor. Böylesi tarihin izleri olan bir mekan şu an hak ettiği değeri ne yazık ki görememektedir. Genç yaşta İstanbul’u feth edip Ayasofya’yı özgürleştiren Fatih’in torunları maalesef şu anda feth (işgal) edilmiş haldeler.
Kitap İncil’den ayetlerle başlıyor ve Ayasofya başından geçenleri dönem dönem anlatmaya başlıyor. Okudukça adeta Ayasofya’dan bir parça gibi hissedebiliyorsunuz kendinizi.
Ve başlıyor Ayasofya…
BİRİNCİ BÖLÜM:
“Bir zamanlar benim yerimde küçük bir mabet varmış. O, dünyanın bu en büyük İmparatorluğunun başşehrinin küçücük, sevimli bir mabediymiş. Yüz elli – iki yüz yıldan beri Hıristiyanlığa sıkıca sarılmaya başlayan ve böylece bu dini dünyanın en yaygın dini haline getiren bu dev İmparatorluğun ileri gelenleri, her Pazar gelip ibadet ederlermiş burada. İsa, Meryem ve azizi resimlerinin önünde yerlere kadar eğilir ve İmparatorluklarının ölümsüzlüğü ile övünürlermiş. Artık Hıristiyanlığın da kendileri sayesinde ölümsüzleştiğini söyleyip mumlar yakarlarmış bebek İsa’nın ve annesi Meryem’in resimleri önünde. Başka şehirlerden de gelenler olurmuş buraya. Böylece bir İmparatorluğun olduğu kadar, bir dinin de gözbebeği olmuş bu büyük şehir. Büyük şehrin o küçücük mabedi de dalga dalga Hıristiyanlık dağıtmış bütün ülkeye ve dünyaya…”
Bir gün büyük bir isyan çıkar ve İsyancılar dört bir taraftan gelerek bu mabedi yakıp kül haline getirirler. O dönemin İmparatoru Justinien ses çıkarmaz bu isyancılara. Fakat daha sonra mabedin yakılıp yıkılmasına çok üzülür ve bunun Tanrı tarafından bir mesaj olduğunu ve yerine Tanrının ondan bu mabed yerine büyük bir mabed istediği düşüncesi hasıl olur ve üzüntüsü sevince dönüşür.
Bu planın Tanrı tarafından gökten bildirildiği İmparatorun kafasında canlanan bir olay haline geliyor ve bütün düşüncesini bu plan üzerine yönlendiriyor. Ülkenin dört bir tarafına haber salıyor ve en iyi mimarların gelip bu planın uygulamaya konması için vezirlerine talimatlar veriyor İmparator.
“Uçsuz bucaksız İmparatorluğumun bütün mabedlerinden en güzel mermerler ve taşlar seçilerek getirilsin. Şu anda dünyanın ve insanlığın en büyük mabedinin planını görüyorum. Gözlerimin önünde şekillendiriyorum o mabedi… Derhal işe başlansın ve dünya durdukça duracak bir mabet yapılsın buraya.”
Bu talimatlar doğrultusunda on bin işçinin çalışacağı ortam hazır hale gelir ve mabedin inşaatına başlanır.
Ülkenin dört bir tarafına böylesi muhteşem bir mabed yapılacağı haberi duyurulunca halk akın akın inşaata katkı sağlamak için İstanbul’a gelirler. Belli zaman sonra şehir o kadar kalabalık hale gelir ki artık inşaat ilerlemez hale gelir kalabalıktan. Ve İmparator ilan eder herkesin kendi memleketlerine gitmesi talimatını verir ve şehre girişleri yasaklar…
Ve nihayet inşaat 532 yılında başlar. İnşaatta beş yüz yapı ustası ve bunların yanında iki bin beş yüz işçi, burada on bin işçinin barınacakları barınak yapmaya başlarlar. Tuğla ocağı inşaatı ve inşaatta kullanılacak malzemeler Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki eski mabedlerden gelmeye başlar.
“537 yılının Noel gününde İmparator Justinien, beni ibadete açmaya karar verdi. Karar bir ay içinde bütün ülkeye ilan edildi. İnsanlar akın akın gelmeye başladılar İstanbul’a. Etrafta binlerce çadır kuruldu. Şehir en az beş kat daha büyümüştü. Aralık ayının soğuğu kimseyi ürkütüp korkutamıyordu. İnsanlar, benim hayalimle, beni görme sevinç ve umuduyla içlerini ısıta ısıta İstanbul’a geliyorlardı, yağmurun, karın, tipinin ve soğuğun doldurduğu yollardan. Benim çevrem askerlerle kuşatılmıştı. Gelenler ancak uzaktan bakabiliyorlardı büyük cüsseme.
Noel sabahı Justinien büyük bir heyecan ve sevinçle sarayından çıkarak bana doğru geldi. Gördü ki, hayalindeki Ayasofya önünde ve tam karşısında duruyor. Ben İmparator’a bakıyorum, İmparator bana bakıyordu. Dayanamadı İmparator ve haykırdı:
-Ey Süleyman; ben seni de geçtim!..
Evet, o beni yapmakla dünyanın gelip geçmiş bütün krallarını geçmişti. İşte bak, Hz. Süleyman’dan geriye gözle görülür bir şey kalmadı fakat Justinien’den ben kaldım ve de kalacağım.
İmparator, benim karşımda dalıp gitmişti ki büyük bir gürültüyle sarsıldı sanki bütün dünya. Beni taşıyamamak korkusuna kapılmıştı belki de bu dünya. Bu korkunç deprem, kubbemi alıp indirivermişti. Neden böyle bir felaketin başıma geldiğini ben de anlayamamıştım. Üstelik sayısız ev yıkılmış, birçok insan ölmüştü. Anlayamamıştım, dünya neden böyle ansızın ürperip titremişti.”
İmparator yaptığının yanlış olduğunun farkına varıyor ve Tanrı tarafından bir ceza olarak bu olayın geçekleştiğinin farkına varıyor. Ve bu olaydan sonra üç dört kez mimarlar tarafından tekrar kubbe tamir ediliyor ve tam açılış yapacakları zaman kubbe tekrar çöküyor.
 Bu olayların tek sebebinin kendi hatalarından kaynaklandığının farkına geçte olsa varıyorlar. Yaklaşık yirmi beş yıl uğraşları sonuçsuz kalınca yaşlı bir ihtiyar İmparatorun karşına çıkıyor ve kubbenin nasıl yıkılmadan ayakta kalacağını şu şekilde açıklıyor.
“…İhtiyar aynı tonda konuşmaya başladı:
-Sizler görmüyor musunuz ki, o Tesellici’nin gelmesi yakındır ve o, mutlaka gelecektir. Ayrıca yazılmıştır ki, o, çöllerde dolaşacaktır ve dünyaya hükmedecektir.. O, bize gelecek şeylerden haber verecektir ve her söylediğini Allah’tan alacak, bize iletecektir. Şimdi gidin ve o Tesellici’nin dolaşacağı yerlerden ve şimdi göklerde oturan İsa’nın dolaştığı yerlerden topraklar getirin. Hemen Arap çöllerinden, Yeruşalim çöllerinden ve Kenan, Mısır çöllerinden topraklar getirin. O topraklarla karıştırın Ayasofya’nın kubbesinde kullanacağınız harcı ve o topraklardan saçın Ayasofya’nın her yanına. Tanrının adıyla birlikte, o gelecek olan Tesellici’nin ve İsa Mesih’in adını da anın işe başlarken.”
Ve nihayet beş yüz yirmi üç papaz inşaatta çalışacak bir o kadar işçi ile Ortadoğu’nun bütün çöllerine giderek birer avuç kum getirmek üzere yollara düştüler ve döndüklerinde tekrar kubbe inşaatına başlamaya karar verirler.
“23 Aralık 562….  537 Noel’inden bugüne tam yirmi beş yıl geçmişti. Yirmi beş yıl boyunca benim kubbemi yerinde tutabilmek için seferber olan, gece-gündüz dayanılmaz bir ruh eğitimi gören Bizanslılar, nihayet emellerine ulaşmışlar ve benim kubbemi duvarların üzerine kondurabilmişlerdi. Kubbemin her yıkılışında ölümsüz Bizans İmparatorluğu yıkılışın kenarına gelip gelip gitmiş. Tarih sahnesinden çekilme korkusuyla kıvrandığı anda, yeni bir umutla tekrar silkilinip kendine gelmiş ve kubbemi yapma işine koyulmuştu.”
Ve Ayasofya ilerde olacakları heyecanla beklemektedir.
Çünkü İsa ilerde yeni olayların yaşanacağını bildirmişti Ayasofya’ya ve bunu ondan başka kimse bilmemektedir.
İKİNCİ BÖLÜM
“… Genç Padişah yanındaki Akoğlan’la beraber kapımdan içeri girdi. Kubbemin altına girince, gözleri yaşardı ve secdeye kapandı. Bir an Justinien dirildi ve Bizans bütün ihtişamıyla ayakta sandım. Evet, bu genç adam Jutinien değildi, ondan daha fazla sevmeye başladığım biriydi. Roma imparatorluğu ve onun devamı olan Bizans yoktu fakat bundan böyle büyük Türk İmparatorluğu vardı; ilk gördüğüm günden beri sevdiğim Türk milleti vardı. Anladım ki genç Padişahın secdesi beni tamamen değiştirmişti. O sıradan kubbemin altında bir ses yankılanmaya başladı. Şimdiye kadar duymadığım, bilmediğim bir şeyler söylüyordu bu ses ve ben olanca dikkatimle onu dinliyordum:
Bismillahirrahmanirrahim.
 Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sad. Bu, Rabbinin, kulu Zekeriya’ya rahmetinin zikridir.  Hani o, Rabbine gizlice seslendiği zaman;  Demişti ki: “Rabbim, şüphesiz benim kemiklerim gevşedi ve baş, yaşlılık aleviyle tutuştu; ben Sana dua etmekle mutsuz olmadım. Doğrusu ben, arkamdan gelecek yakınlarım adına korkuya kapıldım, benim karım da bir kısır (kadın)dır. Artık bana Kendi Katından bir yardımcı armağan et. Bana mirasçı olsun. Yakup oğullarına da mirasçı olsun. Rabbim, onu (kendisinden) razı olunanlardan kıl.” (Allah buyurdu:) “Ey Zekeriya, şüphesiz Biz seni, adı Yahya olan bir çocukla müjdelemekteyiz; Biz bundan önce ona hiçbir adaş kılmamışız.” Dedi ki: “Rabbim, karım kısır (bir kadın) iken, benim nasıl oğlum olabilir? Ben de yaşlılığın son basamağındayım.” (Ona gelen melek:) “İşte böyle” dedi. “Rabbin dedi ki: Bu Benim için kolaydır, daha önce sen hiçbir şey değil iken, seni yaratmıştım.” Dedi ki: “Rabbim, bana bir alamet (ayet) ver.” Dedi ki: “Senin alametin, sapasağlam iken, üç tam gece insanlarla konuşmamandır.” Böylelikle (Zekeriya) mescid ten kavminin karşısına çıkıp onlara (şu anlamları) işaret etti: “Sabah akşam tesbih edin.”
 (Çocuğun doğup büyümesinden sonra ona dedik ki:) “Ey Yahya, Kitabı kuvvetle tut.” Daha çocuk iken ona hikmet verdik.  Katımız’dan ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva sahibi biriydi.  Ana ve babasına itaatkârdı ve isyan eden bir zorba değildi.  Ona selam olsun; doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak yeniden kaldırılacağı gün de.
 Kitap’ta Meryem’i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu tarafında bir yere çekilmişti. Sonra onlardan yana (kendini gizleyen) bir perde çekmişti. Böylece ona ruhumuz (Cibril’i) göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü. Demişti ki: “Gerçekten ben, senden Rahman (olan Allah)a sığınırım. Eğer takva sahibiysen (bana yaklaşma).” Demişti ki: “Ben, yalnızca Rabbinden (gelen) bir elçiyim; sana tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için (buradayım).” O: “Benim nasıl bir erkek çocuğum olabilir? Bana hiçbir beşer dokunmamışken ve ben azgın utanmaz (bir kadın) değilken” dedi. “İşte böyle” dedi. “Rabbin, dedi ki: -Bu Benim için kolaydır. Onu insanlara bir ayet ve Bizden bir rahmet kılmak için (bu çocuk olacaktır).
” Ve iş de olup bitmişti. Böylelikle ona gebe kaldı, sonra onunla ıssız bir yere çekildi. Derken doğum sancısı onu bir hurma dalına sürükledi. Dedi ki: “Keşke bundan önce ölseydim de, hafızalardan silinip unutuluverseydim.” Altından (bir ses) ona seslendi: “Hüzne kapılma, Rabbin senin alt (yan)ında bir ark kılmıştır.” Hurma dalını kendine doğru salla, üzerine henüz oluşmuş-taze hurma dökülüversin.” Artık, ye, iç, gözün aydın olsun. Eğer herhangi bir beşer görecek olursan, de ki: “Ben Rahman (olan Allah)’ a oruç adadım, bugün hiç kimseyle konuşmayacağım.”
 Böylece onu taşıyarak kavmine geldi. Dediler ki: “Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, utanmaz (bir kadın) değildi. Bunun üzerine ona (çocuğa) işaret etti. Dediler ki: “Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?  (İsa) Dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. (Allah) Bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam (olayım,) beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm müddetçe, bana namazı ve zekâtı vasiyet (emr) etti. Anneme itaati de. Ve beni mutsuz bir zorba kılmadı. Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de.”
 İşte Meryem oğlu İsa; hakkında kuşkuya düştükleri “Hak Söz”. Allah’ın çocuk edinmesi olacak şey değil. O Yücedir. Bir işin olmasına karar verirse, ancak ona: “Ol” der, o da hemen oluverir. (Meryem 19/1-35)
Bu sözlerin haşmeti karşısında irkilip ürperdim Dünyada çok şeyler olmuş da benim haberim yokmuş. Bütün bu olanları Bizanslılar inatla kabullenmemekte direnmişler ve onlar yüzenden ben de hiçbir şeyden habersiz, İstanbul’un bu köşesinde büzülüp durmuşum. İsa’nın, “Beni taziz edecek” dediği Tesellici çoktan gelip gitmiş şimdi milyonlarca insan onun dinini yaymak için çalışıyor. İşte Tesellici’nin getirdiği son ve tam  dine inananların Padişahı benim kubbemin altındaydı ve Allah’a secde ediyordu. İsa’nın ilk yapıldığım zaman kubbemin altına gelerek bana vaat ettiği şeyler de gerçekleşmişti, işte insanlar benim kubbemin altında yepyeni şeyler öğrenmeye başlıyorlardı.
Bütün dünyaya şöyle seslenmek istiyordum : “Tesellici gelmiş. O yüce Peygamber Allah’tan getirdiği ölümsüz Kitab’ı koydu önümüze. Allah’ıma binlerce hamd ve senalar olsun, beni bugünlere kavuşturdu ve bana son dinin mabedi olmayı nasip etti. Artık ben kilise değil, camiyim; benden duyulacak olan artık çan sesi değil, ezan sesidir. İlk günkü manevi havama tekrar kavuştum.”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
“Ankara’da yeni bir Türk devleti kurulmuş, İstanbul bu yeni devlete bırakılmıştı.
…Bundan sonra savaşlarda yorulan insanlık, geçici  bir sükunete bürünmüştü. Geçici diyorum, zira nizam-ı alem bozulmuştu artık; insanlığın nizamını sağlayan Osmanlı Devleti dağılmış, onun yerinde onunla hiç ilgisi olmayan ve olamayacak küçük küçük devletler kurulmuştu.
24 Kasım 1934 günü minarelerimden okunan ezanlar sustu. Akşam vakitlerinde kubbemi aydınlatan kandiller söndü. Artık tam bir karanlığa ve sessizliğe bürünmüştüm burada.
1 Şubat 1935 günü yüzlerce insan toplandı avlumda. … Şimdiye kadar hiç görmediğim tuhaf giyimli, garip bakışlı kişilerdi bunlar.
Kravatlı pantolonlu biri çıktı kalabalığın ortasına kurulmuş bulunan kürsüye. Şapkasını çıkartıp orada toplananları selamladı ve önüne koyduğu kâğıda bakarak konuşmaya başladı. Benim önemimi ve tarihimi anlatıyordu. Önemimi diyorsam, manevi önemimi değil tabii; güya sanat değerimden söz ediyordu. Benim duyduğum heyecanlardan, çektiğim ıstıraplardan hiç mi hiç haberi yoktu. Adam, benim bundan böyle müze olarak insanlığın hizmetine sunulacağımı söyledi…”
Ey Ayasofya yıllar geçti ve sen hala hüzünlü bir şekilde beklemektesin. O ihtişamlı günlerine dönmek için beklemektesin hala. Evet, bekliyorsun Fatih’in, Selahattin Eyyubi’nin torunlarından bir Fatih, bir Selahattin çıkmasını.  Bekle ey Ayasofya esaretin inşaallah yakında sona erecek. Bizlere Müslüman olduğumuzu ve zaferin bizlerin olduğunu hatırlamamız için dua et ey Ayasofya…
Gevşemeyin, tasalanmayın. Eğer inanıyorsanız üstün olan sizsiniz. Size bir yara değiyorsa, o topluma da benzeri bir yara mutlaka değmiştir. Bak işte günler! Biz onları insanlar arasında dolandırır dururuz. Allah bu sayede, iman edenleri bilecek, sizden tanıklar / şehitler edinecektir. Allah zulme sapanları sevmez.
Tüm bunlar, Allah iman edenleri iyice seçip arındırsın ve küfre sapanları mahvetsin diyedir.
Yoksa siz, Allah içinizden uğraşıp didinenleri seçmeden, sabredenleri seçmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yemin olsun ki siz, onunla karşılaşmadan önce ölümü arzuluyordunuz. İşte gördünüz onu ve bakıp duruyorsunuz.
Muhammed bir resulden başkası değildir. Ondan önce de resuller gelip geçmiştir. Şimdi o ölse yahut öldürülse ökçeleriniz üzerine gerisin geri mi döneceksiniz! İki ökçesi üzerine geri dönen, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah, şükredenleri ödüllendirecektir. Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kişi ölmez. Vakti belirlenmiş bir yazıdır o. Dünya çıkarını gözetene ondan veririz; ahiret yararını gözetene de ondan veririz. Şükredenleri ödüllendireceğiz biz.
Nice peygamber, beraberinde kendisini Rabb’e adayan birçok kişi bulunduğu halde savaşmıştır. Onlar, Allah yolunda kendilerine gelip çatan zorluklar yüzünden gevşememiş, zayıflık göstermemiş, susup pusmamışlardır. Allah sabredenleri sever. Sözleri yalnız şu olmuştur: Ey Rabbimiz! Bağışla bizim günahlarımızı, affet işlerimizdeki taşkınlığımızı, sağlam bastır ayaklarımızı ve yardım et bize küfre sapan topluma karşı. Allah da onlara, hem dünya nimetini verdi hem de ahiret sevabının en güzelini. Allah, güzel düşünüp güzellik sergileyenleri sever.
Ey iman edenler! Eğer küfre sapanlara boyun eğerseniz sizi ökçeleriniz üstünde geri çevirirler de hüsrana uğrayanlar haline gelirsiniz. Hayır, hayır! Sizin Mevla’nız Allah’tır. Ve O, yardımcıların en hayırlısıdır.(Al-i İmran 3/139-150)
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir