Beşerî Bilginin Sınırları, İlahi Bilginin Mutlak Hakikati ve Gazzâlî’nin Uyku Örneği
İnsan, doğası gereği merak eden, aklı ve duyuları aracılığıyla varlığı anlamaya çalışan bir varlıktır. Ancak Gazzâlî’nin uyarısıyla fark ederiz ki, insanın aklı ve duyuları, mutlak hakikati kuşatmaya yetmez; beşerî bilgi, zaman ve mekân sınırlarının esaretindedir. İnsan, gördüklerine, duyduklarına, dokunduklarına dayanarak kesin kanaatler geliştirir; fakat bu kanaatler, hakikatin tamamını temsil etmekten uzaktır. Gazzâlî’nin verdiği rüya örneği, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar: Bir insan rüya gördüğünde, duyularıyla algıladığı her şeyin gerçek olduğuna inanır; rüya uzayıp gitse, bu gerçekliğe şüpheyle yaklaşmaz. Ancak uyandığında, hakikatin, zannettiği şeylerden farklı olduğunu idrak eder.
İşte Gazzâlî’nin işaret ettiği nokta budur: Zaman ve mekân, insan bilgisinin doğruluk derecesini belirler; insanın kesin zannettiği şeyler, bağlam değiştiğinde birer hayale dönüşebilir. Bu, beşerî bilginin zayıflığını ve sınırlılığını gösterir. İnsan, aklı ve duyuları ile ulaştığı bilgide yanılgıya açıktır; algılar değişir, zaman değişir, mekân değişir, şartlar değişir ve hakikat zannettikleri bir anda yıkılır.
Buna karşılık, ilahî bilgi –el-ilmü’l-ilahî– asla fıtrata aykırı değildir ve zaman-mekân ile kayıtlı değildir. Rabbimizin vahiy yoluyla insanlığa bildirdiği hakikat, insan aklının ve duyularının ötesindedir. Bu bilgi, zandan ve vehimden arındırılmış, kalpte şüphe bırakmayan, yakin derecesinde bir bilgidir. Gazzâlî, bu bilgiye ulaşan kişinin, karşısına olağanüstü mucizeler çıksa dahi imanında ve hakikate olan bağlılığında bir şüpheye düşmeyeceğini belirtir: Taş altına, değnek ejderhaya dönse dahi, bu bilgi sahibinin kalbi sarsılmaz; çünkü o bilgi, akılla kavranandan çok daha öte, imanla kuşatılmıştır.
Bu noktada Gazzâlî’nin işaret ettiği hakikat şudur: İnsanın gerçek bilgisi, teslimiyetle kavranır. İslam, bu teslimiyetin adıdır. Ancak bu, şekil ve geleneklerle sınırlı kültürel bir İslam değil; vahyin özüne dayalı, kalbi yakin ile dolduran hakiki İslam’dır. Kur’an’ın işaret ettiği hakikat, insanın akıl ve duyularının ötesinde bir ufka davet eder: “Onların çoğu zanna uyar. Zan ise, hakikatin yerini tutmaz.” (Yûnus, 36)
Bu bağlamda ilahî bilgi, yalnızca akılla değil, iman ve teslimiyetle kavranır. İslam’ın hakikat bilgisi, insanı rüya ile gerçek arasındaki farkı ayırt etmeye davet eder. Beşerî bilgi, rüyadaki bir görüntü gibi aldatıcı olabilir; ancak ilahî bilgi, insanı hakikate uyandırır, ona hem bu dünyada hem de ahirette sabit bir yol gösterir.
İşte bu yüzden, Rabbimizin vahyi ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti, insanın yanılgıdan kurtulup yakin bilgisine ulaşması için yegâne kaynaktır. Gazzâlî’nin ifadesiyle, bu bilgi, kalpte sarsılmaz bir iman doğurur; zihinleri, zaman ve mekânın aldatıcı bağlarından kurtarır.
İnsan, aklına güvenebilir; fakat aklının sınırlarını ve zaafını idrak etmedikçe hakikate ulaşamaz. İlahi bilgiye yönelen, teslimiyetle vahyin rehberliğini kabul eden kimse, rüyanın sislerinden sıyrılıp hakikatin berraklığına kavuşur. Çünkü Kur’an’ın vadettiği gibi: “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir ve ummadığı yerden rızık verir.” (Talâk, 2-3) Hakikatin yoluna yönelen için, ilahi bilgi, bütün perdeleri kaldıran bir nur olur.