Bir Din Kurgulamak –  Ehl-i Sünnet ve Şia’da İmamet ve Hilafet İnancı – Bölüm 4

Bir Din Kurgulamak  –  Ehl-i Sünnet ve Şia’da İmamet ve Hilafet İnancı – Bölüm 4

Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi rabbil alemin. Vessalatu vesselamu ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve ashabihi ecmain. Amin. Esselamu aleykum kıymetli kardeşlerim. Şiilikle ilgili bu bölümümüzde inşallah Ehli Sünnet ile Şia arasında imamet ve hilafet teorisini yani siyaset teorisini inceleyeceğiz inşallah. Bu mesele anlaşılmadan Şiiliğin muradı ve Şiiliğin mantığı bakış açısının anlaşılmayacağı kanaatindeyiz. Şiilik nedir? Şiilik Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hayatı sırasında Hazreti Ali’yi kendisinden sonra veli, kendisinden sonra imam ve kendisinden sonra şiilik. Kendisinden sonra emir olarak İslam ümmetine vasiyet ettiğini, bu vasiyeti Allah’tan aldığı emir ile Peygamberimizin gerçekleştirdiğini, her peygamberin kendisinden sonra bir halifenin mutlaka olması gerektiğini ve bu halifenin de Allah tarafından nas ile seçildiğini, daha sonraki halifelerin ise vahiy yolu olmadan bir takım bilgilendirmeler ile leddünni ilimler ile imamlara bilgi verilmek kaydıyla her bir imamın kendisinden sonraki imamı seçmesi şeklinde tahakkuk ettiğini, düşünüyor.

Fakat ehl-i sünnet hilafet seçimini bu şekilde görmemektedir. Ehl-i sünnette, hilafette şuura esastır. Allah nas ile peygamberden sonra bir halife seçmemiştir ve böyle bir zarurette yoktur. Halife seçilen kişi şiilikte masum olmak zorundadır. Çünkü kendisine mutlak itaat farzdır. Kendisine mutlak itaat farz olan kimsenin de aynı zamanda masum olması lazım. Eğer sürekli hata yapıyor ise bu kişi ona itaat edilmez. Ona itaat mutlak olmamalı. İtaatin mutlak olması için onun hatalardan ahri olması lazım. Fakat ehl-i sünnet burada herhangi bir konuda ihtilaf olduğunda o çekişmenin Allah’ın kitabına ve Rasulünün sünnetine götürülmesi gerektiğini, Allah’ın kitabı ve Rasulünün sünneti ile o meselenin hal çaresine bakılması gerektiğini düşünür. Şiiliye göre imam masumdur, günahsızdır ve lahutidir. Yani tanrısaldır. Hem yetkileri itibariyle tanrısaldır. Hem vasıfları itibariyle tanrısaldır. Yani masumdur ve insan üstüdür.

Fakat ehl-i sünnete göre halife din konusunda şeriat tayin edici değildir. Günahsız değildir, hatasız değildir, tanrısal değildir. İnsanlardan bir insandır. Hatta ehl-i sünnet Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin de beşer üstü fevkal beşer olmasını kabul etmemektedir. Bu bağlamda Muhammedun beşer kella beşer. Bel huve ya’kutun beynel hacer denilmiştir. Muhammed bir insan mıdır? El hak Muhammed de bir insandır. Ama onun insanlar arasındaki yeri, beşer arasındaki yeri, ya’kut taşının diğer taşlar arasındaki yeri gibi müstesnadır. Bu bağlamda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de dahil olmak üzere diğer peygamberler masumdurlar. Ama onların masumluğu Allah’ın onları herhangi bir hata yapmaktan muhafaza edip ilahi irade ile onları korumasıyla ilgili. Ama onların dünya işleri ile ilgili aldığı kararlarda bir takım yanlışlar, hatalar olabilir. Bunlara zelle denilir ve bu zelleler de insani meselelerle ilgilidir.

Ama onların mesajları ile ilgili değildir. Ve peygamberler emanet ve emniyet ve ehliyet sahibidirler. Peygamberler toplumlarının en öncülerinden, en zekilerinden, bir numaralarından seçilirler. Ve peygamberler asla yalan söylemezler. Ve peygamberlerin kendilerini utandıracak. Kendilerinin davetine engel olacağı. Ve kavimlerinin sen daha düne kadar şunu şunu şunu yapmıyor muydun? Bugün bize ahlakı mı tavsiye ediyorsun? Diyeceği şekilde geçmişlerinde yüzlerini kızartacak bir cürümleri, bir hataları olmaz. Ehl-i sünnet görüşüne göre. Fakat şia imamları peygamber seviyesine çıkarmakta. Hatta bazı rivayetlerinde mesela Ayetullah Hümeyni’nin rivayetinde şu gördüğünüz rivayetinde olduğu gibi. Yani bizim imamlarımızın ne bir nebinin ne de bir mukarreb meleğin ulaşamayacağı bir takım makamları vardır Ayetullah Hümeyni’nin. Gördüğünüz gibi kitabında bunu ifade ediyor. Dediği gibi. Yani şia böyle inanıyor. Fakat ehl-i sünnet halifeleri günahsız görmüyor. Halifeler de kendilerini hatasız ve günahsız görmüyorlar. Burada ehl-i sünnet istişareye önem vermiştir.

Şia nassa önem vermiştir. Ehl-i sünnete göre halife, hilafet. Hilafet babadan oğula geçmez. Ama eğer hasbelkader birileri babasından o hilafeti devralmışsa ya da birileri zorla topluma liderlik ediyorsa ve toplumun da o kişiyi değiştirecek bir gücü yoksa ve o kimse de Kuran’a sünnete göre hükmediyorsa ona isyan etmeye gerek yoktur. Çünkü ehl-i sünnet emaneti önemser. Şia ise adaleti önemsediğini iddia eder. Yani emanet nedir? Yani mesela Hasan-ı Basri radıyallahu anh şöyle diyor. Ondan gelen bir rivayette. Her bir fitne döneminde, her bir sorun zamanında kılıçlar taşa vurulsaydı yani taş ile kılıçlar sivriltilseydi o zaman her yerde savaş olurdu, iç savaş olurdu. Toplumsal düzen bozulurdu. Şimdi ehl-i sünnetin bu anlayışa gelmesini gerektiren bir takım olaylar vardır. Şimdi mesela bakıyoruz en ufak bir şeyde isyanı doğru bulan, isyanı emreden, isyanı teşvik eden Şiilere bakıyoruz.

Onlar Emevileri yıkmışlar bakıyoruz. Onlar Abbasilerde bir sürü isyanlara neden olmuşlar. Onlar İslam tarihinin birçok yerinde düşmanlarımızla işbirliği, Moğollarla, Haçlılarla işbirliği yapmışlar. Hep küçük küçük meseleleri büyütmüşler ve adalet merkezli bir yol yürüdüklerini iddia ediyorlar. Ama Suriye’de bir zalim kendi halkını gece gündüz katletmesine rağmen halk ona karşı çıktığında siz niye karşı çıkıyorsunuz diyorlar. Hani Hüseyin’in radıyallahu anh kıyamını haklı buluyorsunuz. Siz şimdi Hz. Hüseyin’in Kerbela’da yaşıyorsunuz. Hüseyin’de yaşadıklarının daha fazlasını yaşayan bir halk, koca bir halk bu Kerbela’yı yaşıyor. Ama onlara isyanı, onlara zalime karşı direnişi çok görüyorsunuz. Yeri geldiğinde de aynı kimseler şunu söylüyorlar. Bakıyorsunuz işte Suriye’ye bakın, Irak’a bakın, lidersizlik çok kötüdür. Bir yerde lider olmadan, devlet olmadan ırzlar çineniyor, namuslar çineniyor, mal emniyeti, can emniyeti olmuyor diyorlar. Fakat her bir fırsatta fırsatını yakaladıkları gibi mevcut düzeni bozmaya yöneliyorlar.

Ama Ehl-i Sünnet bu konuda ihtiyacı var. Yani Ehl-i Sünnet diyor ki eğer yöneticiler İslam’la, Kur’an’la hükmediyorlarsa sorun yoktur. Yönetici fasık bile olabilir. Olsun demek değildir bu. Ama fasıktır hasbelkader ama onun fıskı kendini ilgilendirir. Yani yöneticinin bir fıskından dolayı bir anda isyan başlatılamaz. Bir isyanın, bir kıyamın meşru olması için halkın güçlü olması, isyancıların belirli vasıtalara sahip olması ve yöneticinin de mutlak manada küfürle hükmetmesi gibi zaruretler ortaya koymuştur. Bu zaruretlerin sebebi nedir? Ehl-i Sünnet çeşitli kıyamlar gerçekleştirdi. Çeşitli cihatlar gerçekleştirdi. Ehl-i Sünnet’in ilk kıyamı nedir? Hüseyin’in kıyamıdır. Hz. Hüseyin başta olmak üzere Ehl-i Sünnet, İbn-i Zübeyir mesela Medine’nin savunusunda kıyam eyledi. Onun dışında kurra kıyamı vardır. Kurralar kıyam eylediler. O kadar kurralar şehit oldu ki artık Kur’an-ı Kerim’i ezberleyenlerin sayısı o kadar azaldı ki.

Dolayısıyla buralarda büyük bedeller ödediler. Bu büyük bedellerin neticesinde Ehl-i Sünnet belirli bir yaklaşıma ulaştı. O yaklaşım neydi? O yaklaşım bir devletin yıkılması, yıkılıp yeniden başka bir yönetimin tesis edilmesi ancak belirli zaruretler halinde makul görülebilir. Bu genel manada böyle bakılmıştır. O yüzden Ehl-i Sünnet’in genel mantığı can mal emniyetini öyle ya da böyle sağlamak temeldir. Ve yöneticiye itaati ne ile sınırlı tutmuştur? Kur’an ve Sünnet’e yönetilmiştir. Yöneticinin itaati ile sınırlı tutmuştur. Ama Şia ne yapmaktadır? Şia yöneticiye itaati tam manasıyla Allah’a ve Rasul’üne itaat ile eşitlemektedir. Bunun için de bir ayet-i kerimeyi delil olarak kullanmaktadır. Bismillahirrahmanirrahim. يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اَت۪يعُوا اللّٰهَ وَاَت۪يعُوا الرَّسُولِ وَاُلُو الْاَمْرِ مِنْكُمْ Bu ayette ulul emre itaati Şia Hz. Ali’nin emir olduğunu, ulul emr olduğunu ve Hz. Ali’ye itaatin mutlak olduğunu ifade etmiştir.

Oysa ayete baktığımızda اَت۪يعُوا اللّٰهَ ifadesi geçiyor. Sonra اَت۪يعُوا الرَّسُولِ ifadesi geçiyor. Ama اَت۪يعُوا اُلُو الْاَمْرِ مِنْكُمْ geçmiyor. Ne için geçmiyor? Üçüncüde de اَت۪يعُوا geçebilirdi. Ya da en başta sadece bir tane geçseydi اَت۪يعُوا اللّٰهَ وَاَرْرَسُولِ وَاُلُو الْاَمْرِ مِنْكُمْ da geçebilirdi. Rabbimiz bu ayette iki defa اَت۪يعُوا kullanmasının amacı Allah’a ve Rasûlüne itaatin mutlak oluşu ama emir sahiplerine itaatin mutlak olmayışıyla ilgilidir. Bu ayetin bu nüansını, bu nüktesini gözlerden rak tutmaya, akıllardan uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Ve bunu kendi aleyhlerine olan bu meseleyi ve çünkü devamında ne geçiyor? Eğer bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz o zaman da onu Allah’a ve Rasûlüne götürün. O da onların bu meselesi. Bu temel tezini yalanlayan çok önemli, yanlışlayan çok önemli bir delildir. Bu bağlamda baktığımızda Şia hilafeti bir saltanata çevirmek istiyor.

Bu saltanat Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin soyunun saltanatı olarak lanse edilse de soyunun hepsi bu saltanattan pay sahibi kılınmamıştır. Mesela Hz. Hasan’ın çocukları pay sahibi kılınmamıştır. Hz. Ali’nin çocuğu Muhammed el-Hanefiye ve devamı onun nesli pay sahibi kılınmamıştır. Hatta İmam Zeyd ve soyu da pay sahibi kılınmamıştır. Sadece Hz. Hüseyin’in Şehr-i Banu’dan yani İran Kralı Yezd-i Cerd’in kızıyla evleniyor Hz. Hüseyin. Ve Yezd-i Cerd’in kanıyla yani Fars’ın kutsal kanıyla, krallık kanıyla Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin kanı Hz. Fatıma aracılığıyla Hz. Hüseyin’e geçmiştir. Bu iki kutsal kan onların zihinde, tahyülünde birleşiyor ve bu buradan imamet, buradan kutsal veraset sistemi devam ediyor. İşte bu bakış açısına baktığımızda Emeviler hilafeti nasıl hanedanlık yapmışlarsa Şia da hilafeti bir hanedanlık yapma peşindedir.

Tabi Kuran-ı Kerim’de kıymetli kardeşlerim hilafet kavramı çeşitli yerlerde geçiyor ama anladığımız manada halifelik ve hilafet manasında kullanılmıyor. Hilafetle alakalı mesela Hz. Ebu Bekir’e biat eden Müslümanlar Hz. Ebu Bekir’e Allah’ın halifesi ismi takıyorlar. Ama Hz. Ebu Bekir’e biat eden Müslümanlar Hz. Ebu Bekir’e Allah’ın halifesi ismi takıyorlar. Ama Hz. Ebu Bekir’e biat eden Müslümanlar Hz. Ebu Bekir’e Allah’ın halifesi ismi takıyorlar. Ebu Bekir, Allah’ın halifesi ismini doğru bulmuyor ve ben peygamberin halifesiyim diyor. Çünkü Allah’ın halifesi olmak ileriki zamanlarda Müslümanların zihinlerinde Hz. Ebu Bekir’in bir kutsal, ruhani olduğu, günahsız olduğu, tanrısal yetkilerle donatılmış olduğu düşüncesini doğurur korkusuyla, endişesiyle Hz. Ebu Bekir bundan çekiniyor. Hz. Ömer’e geldiğimizde o bundan da çekiniyor ve ona zaten halifet-i rasulullah dediği gibi, o diyor ki bu da çok uzun bir terkip oldu.

Bana emir-ül müminin deyin yani müminlerin işlerini çekip çeviren, sevkü idare eden kimse deyin diyor Hz. Ömer. Ama Şia’ya baktığımızda Şia, Hz. Ali’ye fevkal beşer, kalıtsal ve öz niteliksel manalar ve yetkiler yüklüyorlar bu bağlamda. Tabi Şia’nın imama yüklediği mana dinin kemal bulmasıyla ilgilidir. Şimdi burada mesela kitabımıza bakalım. Kemaluddin ve Tamamın Nime Şeyh Saduka ait kitap. Şöyle zoomlayalım. Kemaluddin ve Tamamın Nime. Şimdi bu kitabı okuduğumuzda, bu kitabın bablarını okuduğumuzda dinin ancak Hz. Ali’nin imameti ile tamama erdiği savunulmakta. Kitabın ismi de zaten bu yönde seçilmektedir. Fakat bizler Peygamber’in kendisine inzal buyurulan son ayetler ve kendisinin son vasiyetleri ile birlikte dinin tamamen kemal bulması. Bu dinin zaten kamil olduğu. Dolayısıyla yeni gelen imamın ve imamların ya da imamet kurumunun bu dini kemale erdiremeyeceğini, zaten kemale ermiş olanın kemale ermiş olduğuna biz iman edip inanıyoruz Ehl-i Sünnet olarak.

Bu bağlamda Ehl-i Sünnet’in liderliğe bakış açısı farklı tarihlerde, farklı tarihsel dönemlerde, farklı ülkelerde farklı yöntemlerin oluşunu olanaklı kılıyor. Ama Şia’nın bakış açısı farklı. Bu bakış açısı bir dini diktatörlüğe daha fazla zemin hazırlıyor. Çünkü bir takım kimseler yeni liderlikler kuruyorlar. Mesela günümüzde Ayetullah Ali El-Khamene kendisine Velayet-i Fakih, Veli-i Fakih ünvanı veriyor. Ve sahibu zamanın yani Mehdi Aleyhisselam’ın kendisine emir verdiği ya da onun emirlerinin Mehdi’nin emiri olduğunu, ona itaatinde Mehdi’ye itaat olduğunu, Mehdi’nin de imam olduğunu ve Mehdi’ye itaatinde Allah’a itaat olduğunu iddia ediyor. Halbuki Ayetullah Khamene’nin ya da Ayetullah Ruhullah Hümeyni’nin bu Velayet-i Fakih tezine Şia içerisinde de çok ciddi bir kesim, özellikle Ayetullahlar ve merciler, mesela Ayetullah Ali El-Sistani, mesela Bâkır Es-Sadr hayatının son döneminde mesela bunu kabullenmiyor.

Bâkır Es-Sadr, Ayetullah Ali El-Sistani, Ebu’l-Kâsım El-Hûyî, ondan sonra Subhî Et-Tufeylî, Ali El-Hüseynî ve buna benzer mesela Şirâzî Ekolü, Velayet-i Fakih teorisinde. Onlar hani bir teori olursa Velayet-ül-Fukaha, fakihlerin velayeti şeklinde bir formül buldular ama başarısız oldular. Ve Khamene ve Hümeyni kendisini Ayetullahların da Ayetullahı olarak sundu ve ona itaati, kendilerine itaati adeta imam-ı zamana itaat olarak da lanse ettiler. Şimdi Şiiler böyle inanıyorlar. İşte bu da dini bir diktatörlüğün, sorgulanamaz, sual edilemez, eleştirilemez bir diktatörlüğün önünü açıyor. Amin. Ama Hz. Ömer radıyallahu anh, eğer ben hata işlersem, ne yaparsınız dediği vakit ashab kılıçlarını çıkarıp seni kılıçlarımızla düzeltirdik demişti. Hutbe verdiği zaman da daha önceki derslerde gördüğümüz gibi Hz. Ebubekir, ben aranızda en hayırlı kimse değilim ve hata edersem beni doğru yola çekin getirin demişti.

Bu Ehl-i Sünnet’in büyüklüğünün, Ehl-i Sünnet’in dengesinin, Ehl-i Sünnet’in itidalinin bir göstergesidir. Bu bağlamda Ehl-i Sünnet değişik zamanlarda ve zeminlerde. Parlamenter sistemler olabilir, cumhuriyet olabilir, başka başka isimler olabilir. Bunların çeşitli formları var. Yani bunlar arasında şeriat-ı garraya aykırı olan yönetim biçimleri, referandumlar, buna benzer bir takım demokrasi gibi, liberalizm gibi durumlar olmakla beraber farklı farklı yönetim biçimleri de vardır. Bu yönetim biçimlerine Ehl-i Sünnet biraz daha elastiki yapısıyla imkan sağlamıştır. Ama tümünün sonuçta, neticede temel olmazsa olmaz kuralı şeriat-ı sünnet. Şeriat-ı garraya göre hükmetmektir. Evet, şimdi kıymetli kardeşlerim. Şiiler, imamların, peygamberlerin görevlerine benzer görev ve yetkilerinin bulunduğu inanışını benimserler. Onlar, onları tıpkı peygamberler gibi günahsız ve dini konularda yetkili görür ve imamların sözlerini hadis olarak kabul eder, şeriat ve yasa düzenlemede esas alırlar.

Bu bağlamda bir imamın sözü ile Hz. Muhammed’in sözü kaynaklık bağlamında aynıdır. Hatta şöyle bir örnek vereyim, kıymetli kardeşlerim. Bütün bir Şii külliyatta, bütün bir Şii hadis külliyatında, binlerce hadisler arasında, belki on binlerce, Hz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme atfedilen hadis miktarı yüzde beş ile yedi arasındadır. Geri kalan sözlerin kayı ekseriyeti büyük bir çoğunluğu İmam Cafer’e aittir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden kaç nesil, kaç zaman sonra Hz. İmam Cafer yaşamıştır. Ama ona ait diye iddia ediyorlar. Yine aynı zamanda İmam Zeynel Abidine ve diğerlerine aittir. Hz. Fatıma’ya ait hadis Kütüb-ü Erbaa’da hiç yoktur. Dolayısıyla düşünün ki bir mezhep, bir inanış, peygamberden gelen hadislerin genel hadislere oranı yüzde beş ile yedidir. Şimdi ben bazı kaynaklar okumak istiyorum. Mesela Meclisi Biharü’l-Envar isimli kitabında şöyle demektedir.

Kanaatimizce ve bildiğimiz kadarıyla imamların peygamberlerle aynı vasıfta sayılmamalarının tek nedeni, peygamberlik mührüne sahip olmamalarıdır. Yoksa esasen aralarında bir fark görmemekteyiz. Şimdi burada da elimde bir takım Şii kitaplardan, muteber Şii kitaplardan bir takım alıntılar vardır ki bu alıntıları sizlere aktarmak istiyorum. Sonra Es-Sâdık yani Cafer Es-Sâdık dedi ki bu Ebu Cafer el-Kummi’nin Emâli Sadık isimli kitabından bir alıntı. Sonra Es-Sâdık aleyhisselam dedi ki kul Allah’ın huzurunda durduğunda hesaba çekileceği, ilk şeyler şunlardır. Farz namaz, farz zekat, farz oruç, farz hac ve biz ehl-i beytin velayeti. Eğer kul bizim velayetimizi ikrar eder sonra bu hal üzere ölürse namazı, orucu, zekatı ve haccı kabul edilir. Allah’ın huzurunda velayetimizi ikrar etmezse Allah Azze ve Celle ondan hiçbir amelini kabul etmez. Evet yine Şeyh Sadık el-İ’tiqadat kitabının 104. sayfasında şöyle demektedir.

Müminlerin emiri Ali bin Ebi Talib’in ve ondan sonraki imamların imametini kabul etmeyen kişilerin, bütün peygamberlerin nübüvvetini kabul etmeyen kimseler gibi oldukları itikadındayız. Seyyid Nimetullah el-Cezayir’i Ravdatül Cennet isimli kitabında şöyle demektedir. Hz. Peygamber’in kim La İlahe İllallah derse cennete girer sözüne dayanarak bütün fırkalar insanın kurtulması için gerekli olanın şehadeteyn olduğunda ittifak etmiştir. Bu imamiye fırkası istiyor. İmamlar ise kurtuluşun ancak ve ancak Ehl-i Beyt’ten başlayıp 12. imama varıncaya dek imamları veli edinmek ve onların düşmanlarından teberri etmekle olacağını da icma etmişlerdir. Onlar kurtuluşun kendisine bağlı olduğu bu itikad hususunda bütün fırkalardan ayrıdırlar. Yine aynı şekilde Şeyh-u Taife olarak bilinen Et-Tusi Telhisu Şafi isimli kitabında şöyle demektedir. Keza biz biliyoruz ki ona karşı savaşan onun imametini inkar eder. İmameti reddetmek ise küfürdür.

Tıpkı nübüvveti reddetmenin küfür oluşu gibi zira imameti ve nübüvveti bilmemek aynı şeydir. Ebu Cafer dedi ki Resulullah şöyle buyurdu. Ali’nin velayetini terk eden, onun üstünlüğünü reddeden ve onun düşmanlarına arka çıkanlar var ya onlardan bu hal üzeri ölenler İslam’dan çıkmışlardır. Tabi Şiiler bu inanışlarını tekil etmek için bir takım başka hadisler ve hadiseler de uydurmaktadırlar. Bunlardan biri de Usulü Kafi’de geçen Şia’nın en önemli hadis kitaplarından Şia’nın Buhari’si olarak bilinen bir numaralı hadis kitabıdır. Usulü Kafi işte burada kaynağımız. Bunu Arapçasından da okuyoruz şu anda. Arşın üst kısmında Ali müminlerin emiridir yazmaktadır. Yine aynı şekilde şöyle bir iddiaları var. Bunu da Furu’u Kafi’de yani Kafi 7 cilttir. Furu’at ve Usul bir de Ravdatu Kafi var. Burada Abdülmuttalip kuyuyu kazmaktadır. Daha bir karış bile kazmamıştı ki ceylan boynuzu ve başı göründü.

Onu çıkardı. Onda Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed Allah’ın Rasulüdür. Ali Allah’ın velisidir mührü vardı. Bir başka rivayetlerinde de biz yine Usulü Kafi’de Ebu Abdullah dedi ki yani Ebu Abdullah yani İmam Cafer Sadık. Biz mahlukat arasında Allah’ın isim ve şanlarını yücelttiği ilk ehli beytiz. Allah gökleri ve yeri yaratınca bir münadiye emretti. Ve münadi şöyle seslendi. Allah’a şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Bunu üç kere söyledi. Şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın Rasulüdür. Üç kere söyledi. Yine şahitlik ederim ki Ali hakikaten müminlerin emiridir. Bunu da üç kere söyledi. Yine aynı zamanda Şiiler hadis kitaplarında Usulü Kafi’de. Yüce ve büyük olan Allah dedi ki ey Muhammed Rasulullah dedi ki buyur Rabbim Allah buyurdu ki senden sonra ümmetine kim baş olacak. Peygamber dedi ki Allah daha iyi bilir.

Allah buyurdu ki müminlerin emiri Müslümanların emiridir. Yüzleri ve alınları beyaz olanların lideri Ali bin Ebi Talip’tir. Tabi burada Şiiler imameti dinin erkanından bir rükun olarak görmekte. Dinin usullerinden bir usul. Usulü dinin temel direklerinden bir direk olarak görmektedirler. İmamet meselesi Furuat’tan değildir. Bilakis o dinin asıllarından en büyüklerinden ve imanın rükunlarının en azimlerinden biridir diyor Ravdatül Cennet kitabında. Ve El Hansari şöyle diyor. Çünkü imamet şeriatın muhafazası ve dünya işlerinin intizamı noktasında nübüvvet menzilesindedir. Yine Nureddin Tabersi Müstedrekul Vesail isimli kitabında Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme dayandırarak şöyle dedi. Patlıcan yiyin zira o benim Cennetül Mevada gördüğüm bir ağaçtır. O Allah için hak benim için nübüvvet Ali için velayet şahitliğinde bulunmuştur. Kim onu illet olarak görüp yerse ona illet olur. Kim de onu deva olarak görüp yerse ona illet olur.

Bir başka rivayette Muhammed El Amili Tafsilü Vesailüş Şia’da şöyle diyor. Emirül Müminin aleyhisselam yani Emirül Müminin dediğinde Şii istilahında Hazreti Ali kastedilir. Emirül Müminin aleyhisselam yemek için bir karpuz aldı. Karpuzun tadına acı buldu ve attı. Uzak olası helak olası dedi. Tabi Hazreti Ali’nin bir karpuza yani bir bitkiye bu şekilde beddua etmesi doğru değildir. Ona yakıştırmayız. Bu rivayetler uydurma rivayetlerdir maalesef. Ona ey müminlerin emiri bu karpuz nedir böyle denildi. Resulullah dedi ki sallallahu aleyhi ve sellem. Allah her hayvan ve bitkiye bizi sevme yükümlülüğünü sundu. Bu misakı kabul edeni tatlı ve tayıp oldu. Kabul etmeyen ise tuzlu ve acı oldu. Yine Şiiler başka bir rivayetinde yine tabersi. Allah için tekliği, benim için nübüvveti, kardeşim için vasiyeti, muvahhid ümmetim için de cenneti ikrar eden ilk tahıl pirinçtir. Başka bir yerde de yani bunları maalesef söylüyorum.

Bunu söylemek zorundayız. Bakın kıymetli kardeşlerim. Bu Furu’u Kafi’den bir bölümdür. Dileyen Arapçasından buna bakabilir. Maalesef Türkçe’mize tercüme etmiyorlar. Bunlar tercüme edildiğinde de çoğu zaman tercümeleriyle Arapçaları ya da Farsçaları arasında bizatihi kontroller yaptım. Ve bu kontrollerde maalesef tercümelerinde tahrifler var. Bu yerleri tercüme etmiyorlar. Muhtasar olarak tercüme ediyorlar. Ama neyi ihtisar ettiniz? Neyi kıstınız? Neyi kestiniz? Bunu söylemiyorlar. Bir usulünün olması lazım muhtasarın. Yani mesela tekrar olanları muhtasar ettik diyebilirsiniz. Ama istemedikleri yerleri tercüme etmiyorlar. Bakınız burada Ebu Cafer dedi ki bizim şiamız hariç bütün insanlar fahişe çocuklarıdır. Bu Furu’u Kafi’nin 239 numaralı hadisidir. Bu dileyen buna bakabilir. Yine Ebu Cafer dedi ki Ali’nin velayetini bu Bihar’ül Envar’dan terk eden, onun faziletini inkar eden, onun düşmanlarına arka çıkanlar vardır. Onlardan bu hal üzere ölenler İslam’dan çıkmışlardır. Şimdi bu rivayetler daha çokça var.

Fakat bu rivayetlerden bir tanesini daha okumak istiyorum ki bu gerçekten yani pek çok rivayetler var. Bu rivayetlerden müteşekkil ve Şia’nın temelde Ehl-i Sünnet’in tümünü tekfir ettiğini gösteren koca kitaplar yazılmıştır. Bu kitaplardan biri Necefli bir Şii alim olan ve sonra Ehl-i Sünnet itikadına dönen Ebu Abdülmelik el Şafi. Ebu Abdülmelik el Şafi’nin Fikrut Tekfir İndeş Şia isimli hacimli eseridir. Bu eser tamamen Şia’nın muteber kaynaklarında imameti kabul etmeyen kimseleri tekfir ettiklerine yönelik onların tekfirciliğine yönelik şeyleri alıntılarla doludur. Ebu Abdullah dedi ki Allah Teala Misak’ta Adem’e zürriyetini gösterdi. Nebi Ali’ye dayanmış olduğu halde ona uğradı. Fatıma Allah’ın selamı üzerine olsun da ikisinin ardından geliyordu. Hasan ve Hüseyin de Fatıma’nın ardından geliyordu. Allah buyurdu ki Ey Adem sakın onlara hasetle bakma yoksa seni yakınımdan indiririm.

Allah Adem’i cennete iskan edince Hz. Peygamber Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin ona gösterildi. Adem onlara hasetle baktı. Sonra ona velayet arz edildi. Velayeti inkar etti. Bunun üzerine cennet yapraklarıyla beraber onu atıverdi. Hasedinden dolayı Allah’a tövbe edip velayeti de kabul edip Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in hürmetine deyip dua edince Allah onu bağışladı. İşte bu şu ayetin fehvasıdır. Akabinde Allah Adem Rabbinden bazı kelimeler öğrendi. Şimdi maalesef bu imamet inanışı Peygamberlere iftira edecek derecede bir takım sapmalara neden olmuştur. Evet kıymetli kardeşlerim şimdi Şia’nın rivayetlerinden birinde de şöyle ifade ediliyor. Emir-ül Mumin’in imamdır. Sonra Hasan imamdır. Sonra Hüseyin imamdır. Sonra Ali bin Hüseyin imamdır. Sonra Muhammed bin Ali imamdır. Bunu inkar eden Allah’ın ve Rasulünün bilinmesini inkar etmiş gibi olur. Bu bağlamda Şia’nın bakış açısı tamamen imamiyetin nübüvvetle eş görülmesi şeklindedir.

Şia’nın büyük alimlerinden Ebu Cafer et-Tusi imameti inkar etmenin tıpkı nübüvveti inkar etmek gibi olduğunu savunmaktadır. Nimetullah Cezayiri Nur-ül Mubin isimli eserinde imametin nübüvvetten daha önemli olduğunu savunuyor. En nihayetinde Şia imamet teorisi ile hilafet, ehliyet ve imametin, ümmetin seçiminin etkili olduğu bir kurum haline getirmeyi tercih etmemiş, Emevilerin saltanatına benzer bir hanedanlığı tercih etmiştir ve Hz. Fatıma’dan gelen dikey soy bağına özgü yeni bir saltanata dönüştürmeyi amaçlamıştır. Mesela Mutahari’ye göre imamlarla nebiler arasında derece ve kaynak bakımından fark olsa da bilgi bakımından aynıdırlar. Mutahari’nin eserinde böyle geliyor. Aynı şekilde Şii inanış imama yetki ve masumiyet verirken ehli sünnet cemaate vurgu yapar ve Müslüman toplumun ortak akıl ve kararının esas olduğunu savunur. Bu anlamda ehli sünnette liderlik sorgulanabilir, sınırlandırılabilir ve denetlenebilir iken Şia’da diktatörlüğe alan açacak derecede bir lider fetişizmi vardır. Tabi bu konuda çeşitli Şii kaynakların bakış açılarını kıymetli kardeşlerim, kitabımızdan Bir Din İnşası isimli Şiilik kitabımızdan edinebilirsiniz. Bu kadarıyla ittifa edeceğiz ve Hz. Ömer dönemiyle alakalı bir takım mülazalar ile biz Hz. Ali dönemine ve daha sonra da Şia’nın temel tezlerine geleceğiz inşallah.

 

Bir Din Kurgulamak Bölüm 4 – Ehl-i Sünnet ve Şia’da İmamet ve Hilafet İnancı | Abdulkadir Şen

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir