Bir Din Kurgulamak – Sasanilerden Safevilere Kadar Şia’nın Tarihi – Bölüm 2  

Bir Din Kurgulamak – Sasanilerden Safevilere Kadar Şia’nın Tarihi Bölüm 2

Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi rabbil alemin. Esselatu vesselamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi ve eshabi ecmain. Amin. Esselamu aleykum ve rahmetullahi kıymetli kardeşlerim. İnşallah bugünkü serimizde, bugünkü videomuzda Şia’nın Sasaniler döneminde Arap-Fars çekişmesiyle ilgisini, alakasını ve o dönemdeki bir takım dini inanışların zaman içerisinde Şia’ya etkisi konusuna değineceğiz inşallah. Bu bölümde tabii Şii düşüncenin gelişiminde, milliyetçiliğin rolüne ve Araplarla Sasani devleti tarafından temenni, temsil edilen Farslar arasındaki rekabete giriş yaparak bu konuyu ele alacağız. Daha sonra da bu inanışlar içerisinde bir takım ideolojik akrabalıkları, yakınlıkları tespit etmeye çalışacağız. Şimdi nübüvvetten önce Arap alemine şöyle bir baktığımız vakit, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem doğmadan önce ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem doğduktan bir süre sonra Arap alemi genel manada herhangi bir güçlü medeniyetin, güçlü imparatorluğun, etkisi altında değildi.

Çünkü Arap alemi yani Hicaz bölgesi, Mekke, Medine çöl iklimine sahiplerdi. Yeterince su yoktu, suyun olmadığı, tarımın çok fazla elverişli olmadığı yerlerde ise insan hareketliliği az olur ve oralarda büyük medeniyetler kurulamaz. Zaten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden işte kaç nesil önce İsmail’in, Hazreti İsmail’in, Hazreti İbrahim’in gelmesiyle orada zemzem bulunmuş ve yeni bir yerleşim yeri haline gelmiş orası ve insan kaynakları itibariyle, zayıf bir bölge. Hatta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından sonra özellikle Hazreti Ali döneminde bu daha aşikar ortaya çıkıyor. Hazreti Ali Mekke, Medine’den İslam devletinin başkentini Kufe’ye, insanların daha yani nüfusun daha yoğun olduğu yere taşıyor. Orada tabii Medine’ye baktığımızda Medine biraz daha tarımma elverişli. Bugün bile öyledir. Yani Medine’ye bugün Umre’ye gidenler görürler. Medine’de daha fazla işte hurma ağaçları vardır, daha fazla tarım vardır.

İklimi biraz daha ılımlıdır. Ama Mekke’de hem toprak tarımma elverişli değildir. Her taraf çok sert kayalıklara sahiptir. Hem de su sorunu vardır Medine’ye göre. Hem de tarımma elverişli değil. Mekke halkı da bu bağlamda daha çok ticaret ile ilgileniyor. Mesela Bismillahirrahmanirrahim. Yani yaz ve kış seyahatleri, ticari aktivitelerle ilgili bu ayet mesela inzal olmuş. Kureyş bu manada Mekke’de konumlanmış durumda. Ve hem siyaseti hem ilahiyeti. Halkın siyaseti yürütüyor ve Kureyş tarım ile ilgilenmiyor. Tarım Medinelilerin işi. Kureyş ise ya da Mekke halkı ise daha çok ne ile ilgileniyor? Tarım ve dış ilişkilerle ilgileniyor. Çünkü tüccarlar gidiyorlar değişik yerlerde, değişik dünya görüşlerine şahit oluyorlar ve oralarda en nihayetinde siyasi bilinçleri daha çok gelişiyor. Söz konusu Mekke olduğunda. Ama Mekke, Medine, Yesrib, Taif buralar küçük yerleşim birimleri. Ve o dönem dünyaya baktığımızda dünyada 3-4 medeniyetin çok güçlü olduğunu görüyoruz.

Bunlar ne? Mesela Sasaniler Devleti. O dönemin en büyük süper güçlerinden biri. Diğer bir süper güç ise Bizans İmparatorluğu. Bir diğeri ise işte Habeşistan Krallığı. Habeşistan Krallığı hatta bir dönem Yemen’i de zapt etmiş. Biz biliyoruz mesela Ebrehe olayına baktığımızda fil vakasına baktığımızda orada Habeşistan’ın çok ciddi bir etkisi var. Yani uzun dönem buralara Habeşistan Krallığı ahbaşlar hükmetmiş. Daha sonra onun dışında tabi Hindistan ve Çin’de de bir takım medeniyetlerin varlığından haberdarız. Biliyoruz buralarla ilgili bir takım ticaretler, bir takım alakalar var. Ama buralar Mekke, Medine için yakın yani mücavir bölge olarak sayılmamışlar. Ama Mekke, Medine, Hicaz’a yani Arap Yarımadası’ndan mücavir bölgelerde Bizans’ın egemenliği var ve Sasanilerin egemenliği var. Yani yakın komşu bunlar. Şimdi Bizans ile Sasanilerin egemenliği var. Yani devleti arasında yani Farslılar arasında biz Spartalılar döneminden beri bir rekabet var.

Biz bunu biliyoruz. Hatta bu 300 Spartalı filmine konu olan olaylar dizgisine baktığımızda orada Fars Kralı ile Spartalılar arasında bir savaşın efsanevi bir anlatısı vardır. Orada bu iki güç yani Farslar ya da Persler, Partlar, Ahamenişler çeşitli isimler söylenebilir bunlar hakkında. Onlar ile Sasaniler Bizans arasında ya da işte Roma İmparatorluğu ya da Spartalılar arasında. Batılılar arasında diğer bir tabirle Franklar arasında sürekli biçimde çatışmalar ve rekabet olmuş. Ve bu rekabetler genel olarak Anadolu yani Mezopotamya toprakları, Irak, Şam buralarda bu rekabetler bu hesaplar görülüvermiş. Şimdi baktığımız vakit tabi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin doğumundan önce Tenuhlar var, Gassaniler var. Böyle buna benzer Arap Beylikler bugünkü tabirle Arap Beylik ifadesi daha iyi kullanılabilir. Yani küçük küçük devletler. Bunlar Arap Krallıklar olarak da tabir edilebilir. Bu Arap Krallıklar yani Gassaniler, Tenuhullar ve diğerleri bunlar genel manada bazısı Sasanilerle işbirliği yapıyor.

Sasanilerin vasalı olarak işbirliği yapıyor. Bazıları ise Bizans’ın sınır karakolü görevini yürütüyor. Ve sürekli biçimde bu iki devlet birbiriyle yani sınır boylarını bu Arap kabileleri devşirerek ve onları paralı asker sınır işte garnizonu haline getirebiliyor. Arapları sınır bekçileri haline getirmişler. Arapların güçlü bir medeniyeti yok. Zaten Arabistan Yarımadası da böyle bu imparatorluklar için hani gidelim oraları fethedelim, oralarda birçok hazineler var, ganimetler var diye gördükleri kıymetli bir yerde değil yani. Böyle bir kıymetli görülmemesi de aslında İslam için bir lütuf olmuştur. Çünkü İslam medeniyeti mesela Roma’nın gölgesi altında çıksaydı Roma imparatorluğu demir yumruğuyla ezerdi. Ya da Sasaniler onu demir yumruğuyla ezerdi. Ve hareket kabiliyeti bulamazdı. Bu da bir aslında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Mekke’de ve Medine’de zuhur edişinin önemli hikmetlerinden biri. Diğer bir hikmet de tabii ki baktığımız vakit Sasaniler ve Bizans.

Oralarda ciddi medeniyet var. Ciddi bir inanç, güçlü kültürler var. Yani yüzyıllar boyunca devam etmiş topluluklar var. Bunları değiştirmek çok kolay değildir. Ama Araplara baktığımızda Araplar asabiyeti güçlü. Bedevi nitelikleri fazla. Savaşçı. Böyle adeta bir beyaz yapı. Yaprak gibi yazılmaya müsait yani. Hamur gibi yoğrulmaya müsait. İnançları çok sert değil. Yani tabii Peygamberimize isyan eden, Peygamberimizle çatışanlar olduğu gibi. Yani biz zaten tam da bu içinde bulunduğumuz cehaletten kurtulmak istiyorduk. Bizi yoğur ey Resulullah adeta diyen kimseler de. İşte böyle bir süreçte İslam yani Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem geliyor. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin gelişi sürecine baktığımızda. Peygamberimizin ilk nübüvveti döneminde. Persler ile yani Sasani devleti ile Bizanslılar arasında bir çatışma yaşanıyor. Bu çatışma Şam ve Antakya civarında yaşanıyor. Hatta Heraklius güçlerini işte Sasaniler yeniyor. Yani İranlılar muzaffer oluyorlar. Antakya’yı ve önemli bir takım medeniyet merkezlerini Bizanslılar’dan ele geçiriyorlar

İmparator Heraklius ancak ağır vergiler vererek Sasanilere yani Fars devletine ağır vergiler vererek onların saldırılarını durdurabiliyor. Hatta bu Rum suresinin ilk ayetlerinde. Hani Hulibetur Rum, Rum yenilgiye uğradığı ifadesine baktığımızda Lut gölü civarında Ednal Art ifadesi geçiyor. Hakikaten de oranın aynı zamanda yeryüzünün yani çok derin ve şey en derin en alçak noktalarından biri olması meselesi de o da Kur’an’ın mucizelerinden biri. O zaman Hazreti Ebubekir ile Mekkeli müşrikler arasında bir iddialaşma söz konusu oluyor. Mekkeli müşrikler diyorlar ki Farslar yani Mecusiler. Mecusileri bir nevi bir yönüyle ehli kitap olarak söylüyorlar. Hak saymıyorlar. Dolayısıyla Mecusiler ehli kitabı yendiler. Hıristiyanları yendiler. Demek ki hak olan inanış budur diye bir propaganda yapıyorlar. Hazreti Ebubekir de bundan dolayı müteessir oluyor. Ve bu ayetlerden inzal olunca Hazreti Ebubekir onlar ile bir şeye çekişmeye giriyor.

Ve gerçekten de birkaç sene içerisinde onların yani Rum devletinin yani Romalıların yeniden muzaffer olacağı ifade ediliyor. Gerçekten de bu vuku buluyor. Şimdi biz bu olayı Şia ile alakalı niye anlatıyoruz? Çünkü o döneme bakıldığında Araplar Farsların tebası gibidirler. Hatta Herodot kendi tarihinde Araplar Farsların tebası gibiydiler. Ve Farslar bu milletleri kendi egemenlikleri altında bir alt bir ırk olarak görüyorlardı. İkinci sınıf bir ırk bir teba olarak görüyorlardı. Şeklinde ifade ediyor Herodot kendi tarihinde. Yani bu kavim çok ciddi komutanları yetiştirmiş. Çok ciddi şairleri olan. Sasanileri. Fars devletini kısa süre içerisinde mağlup edecek. Onların saraylarına malik olacak. Farslara baktığımızda yazılı edebiyatları gelişmiş. Sözlü edebiyatları gelişmiş. Devlet sistemleri çok güçlü. Çok güçlü muzaffer orduları var. Rüstem gibi kahramanları var. Yani öyle ki sahabeden bazıları mesela ilk Sasanilere karşı savaşıldığı vakit İranlılara karşı ordunun önemli bir kısmı savaşmak istemiyor.

Hatta Hz. Ömer radıyallahu anh bizzat savaşa katılacağını ifade ediyor. Katılmak istiyor. Tabi Hz. Ali Hz. Ömer’i diyor ki sen savaşa katılmazsan iyi olur. Can güvenliğin için senin Medine’de olman lazım. Sen ümmetin başısın. Diyor Hz. Ali. Nehcül Belaga da bunu söylüyor. Buradan da tabi biz Hz. Ali ile Hz. Ömer arasında böyle muhayyel bir düşmanlık kuruyorlar. Böyle bir düşmanlık olmadığını tabi ki anlıyoruz. Şimdi bu savaşlarda yani 10 bin esir almış Bizans’tan Sasani devleti. Niye övünmesinler ki yani? Dünyanın Roma imparatorluğunu dize getirmiş adamlar. Şair desen şairleri var. Saray desen sarayları, hanları, hamamları var. Şehirleri çok bayındır. Ondan sonra sözlü yazılı edebiyatları var. Öyle ya da böyle belirli bir inanışları, din adamları zümresi var. Çok köklü bir gelenekleri, tarihleri var. Dolayısıyla fars bilinci çok kuvvetli. Ama bir süre sonra ne oluyor?

Bir süre sonra Araplar İslam ile birlikte ciddi manada şeye geçecekler. Atılıma geçecekler. Bir dönem farsların ve Romalıların tebaası var. Farslı olan, vasalı olan yani sınır karakolu görevi gören Tenuhlular, Lahmiler, Gassaniler gibi devletler. Araplar bir süre sonra hem Sasaniler yenilgiye uğratacak ve Sasani devletini yani Pers imparatorluğunu yerle yeksan edecekler. Bunun pek tabidir ki bir takım sonuçları olacaktır. Yani duygusal kırılmalar olacaktır. Şimdi tabi mesela Arap aleminde o dönem yani Mekke’de, Medine’de fars ürünü, silahlar, fars atları, farslara ait bir takım alet, edevatlar bunlar da kullanılıyor. Aynı biçimde o dönemde baktığımızda mesela Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Kur’an’dan bir takım kıssalar ifade ediyor. Bu kıssaları Peygamberimiz anlatırken yani Kur’an-ı Kerim’den bu kıssalar inzal olunurken Araplar farslardan getirdikleri özellikle Nadir bin Haris fars diyarından getirdiği bir takım binbir gece masalları gibi böyle hikayeler ile yani sallallahu aleyhi ve sellem hikaye anlatıyor.

Mesela bizde de hikaye çok şeklinde Kur’an-ı Kerim’i oradaki o kıssaları karikatürize ediyor ve onları böyle bir takım masalsı hikayeler olarak görüyor. Ama biz burada tabi Habeşlilerin, Bizanslıların ve Farslıların Araplar üzerinde önemli bir etkisi olduğunu görüyoruz. Mesela Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ilk kitleyi yani ilk muhacirleri Habeşistan’a gönderdiğinde ne oluyor? Amr bin As bir heyetle birlikte gidip Heraklius ile görüşüyor, şey Necaşi ile görüşüyorlar. Aynı zamanda Heraklius ile Ebu Süfyan’ın Şam’daki görüşmesi var. Yani oradaki egemen devletler ile bir takım ilişkiler de geliştirmişler ve genel manada orada ciddi manada Farslar yakın komşuları ile yani Araplar ile sanatta, ekonomide, askeri alanda, sosyal alanlarda Araplarla kıyaslanamayacak derecede ileri bir seviyedeydiler. Ve işte böyle bir siyasi atmosfer içerisinde İslam dini ne oldu? İslam dini ortaya çıktı.

Burada Farslar’ın Araplara nasıl baktıklarıyla ilgili güzel bir anekdot anlatmak istiyorum. Burada İslam komutanı Sad bin Ebi Vakkas bir heyet gönderiyor Kisra’ya ve bu Kisra ile görüşen heyette Numan bin Mukarrin de yer alıyor. Ve orada Kisra ile bir aralarında diyalog geçiyor. Bu diyaloğu aynen okumak istiyorum. Ben der Kisra, yeryüzünde sizden daha yoksul, daha sayıca az ve sizden daha çok yoksul. Daha geçimsiz hiçbir millet bilmiyorum. Biz sizi sınır kasabalarına terk eder, oradakiler de sizin işinizi bitirirlerdi. Şimdi Farslara karşı dikilmeyi aklınıza koymuş olmamalısınız. Sayınızın çokluğu sizi bize karşı aldanışa sakın sürüklemesin. Eğer açlıktan dolayı bu duruma gelmişseniz, yani açlıktan nefesiniz kokmuşsa, biz bolluğa kavuşuncaya kadar size yetecek gıda veririz. Şayet sizin şereflilerinize ikramda bulunur, sizi giydirir. Başınıza da size yumuşak davranacak birini hükümdar yaparız. Yani ne kadar aşağılayıcı bir dil kullanıyor.

Gerçekten de onlara yani Kisra’nın bunun daha geniş versiyonları var. Yani onları böyle leş yiyen, barbar bir kavim olarak, aşağılık bir kavim olarak, hani sırtınızda çul yok, karnınız aç, mideniz boş, midenizin gürültüsünün sesi bize kadar geliyor şeklinde imalar ile onları aşağılıyor. Tabi orada İslam sahabesinin verdiği, cevaplar da çok önemli. Onlar da ne diyorlar Müslümanların sözcüsü? Sizin dünyayı sevdiğiniz kadar biz ölümü seviyoruz. Biz dünyavi gayeler ile buraya gelmiş değiliz. İslam’a teslim olun, hükmünüz de size kalsın şeklinde bu mealde çeşitli ayrı yerlerdeki konuşmalarda ifade ediliyor. Tabi ilk İran’a dönük İslam akınları 634 yılında başlıyor. Ebu Ubeyde Sakafi liderliğinde başlıyor. Daha sonra da Sad bin Ebi Vakkas liderliğindeki İslam ordusu Tizfuna. Yani Medain’e giriyor. Medain bugün Kufe ve etrafındaki bölgelere biz Medain diyoruz. Yani Kufe dediğimiz yer aynı zamanda Şiili’nin de çıkış noktasıdır.

Ve gerçek manada da Kufe’ye baktığımızda ciddi manada birçok isyanın, birçok sosyal hoşnutsuzlukların, Abbasilere, Emevilere karşı isyanların, hatta Hz. Hasan’ı, Hz. Ali’yi, Hz. Hüseyin’i çağırıp sonra onlara ihanet eden kimselerin yurdunun Kufe olduğunu da unutmamak lazım. İşte bu Kufe dediğimiz yer. Yani o ve civarı, o bölgeler aynı zamanda Sasani İmparatorluğu’nun başkenti. O nedenle bugün mesela bazı insanlar şunu anlamakta güçlük yaşıyor. Biz İran dediğimiz vakit ve Şiili’nin İrani bir inanış olduğunu ifade ettiğimiz vakit, diyorlar ki öyle de kardeşim yani İran ayrı, Irak ayrı diyorlar mesela. Halbuki Irak dediğimiz yer deli İran şehri olarak geçer. Yani İran’ın kalbi olarak geçer. Yani İran, Irak, Sasanilerin en temel yeri. Ve başkentiydi. Sonra Sasani Devleti orada yenilgiye uğradıktan sonra İran’ın içlerine doğru ne yaptı? Çekildi.

Daha sonra tabii 641 yılında Nihavend Savaşı gerçekleşiyor ve bu Nihavend Savaşı ile birlikte İslam orduları İran’a giriyor. Ama İslam orduları İran’a girse bile İran’ın mesela şehirlerini ele geçiriyor. Fakat köyleri, kasabaları, dağlık bölgeleri ciddi manada ele geçiremiyor. Oralara nüfuz edemiyor. Bakın bugün bile 21. yüzyıla gelmişiz. Bu kadar interneti, bu kadar telefon dinlemeleri, bu kadar işte ciddi ordular, düzenli ordular, güvenlik sistemleri, istihbarat teşkilatları var devletlerin. Ama bugün bile mesela bir ülke, mesela Amerika Birleşik Devletleri Afganistan’ı işgal etti. 20 yıl boyunca Amerika Birleşik Devletleri’nin asker indiremediği ve giremediği küçük kasabalar vardı. Yani çok kırsalda, çok dağlık, çok şartları zor, halkı sert, savaşkan bölgeler vardı. Yani o dönemi bir de düşünmek lazım. Yani o dönemde bir ordu bir yere girdiği vakit zaten sayıca çok büyük bir medeniyetten bahsediyoruz.

Yani Sasani Devleti, bakın Hz. Ömer bir sayım yaptırıyor Kufe’de, Medain’de daha doğrusu yani Medain’de bir sayım yaptırıyor. 550 bin toplam, 550 bin savaşabilecek nitelikte erkek sayılıyor. Bu vergilendirme ve buna benzer işler için bu tarz sayımlar yapılıyor ve böyle bir rakam ortaya çıkıyor. Yani ama Mekke’nin, Medine’nin nüfusuna baktığımızda Mekke’nin, Medine’nin nüfusu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin en büyük hutbesinde, en kalabalık hutbesinde 100 bin kişi gelebilmiştir. Yani 110 bin kişiden bahsedilir veda haccında. Mekke’nin nüfusu 15-20 bin, Medine’nin nüfusu hakeza, bunun gibi rakamlar yani. Fakat buralarda çok büyük yerlere sahabe efendilerimiz akınlar yapmış ve buraları fethetmişlerdir. Mesela Tarihi Taberistan isimli eserde İbn-i İslâm’dır. 9. yüzyılda bile bu İran coğrafyasında hala mecusi inanışa sahip kavimlerin varlığını sürdürdüğünü ve ateşkedelerin yani farz ateşkedelerin, mecusi ateşkedelerin hala yanmakta olduğunu ifade ediyor.

Yani bugün bile mesela Ehl-i Hak Yarasen Alevileri var ve onlar ve onlara benzer başka milletlerde ciddi manada mecusi nitelikler var. Bu bağlamda mesela Tahran Encümeni Zerdüştiyanına göre, mesela İran’ın batısında geç dönemde Müslüman olan kavimlere bakıldığında onlar üzerinde çok ciddi zerdüştülük alametleri olduğunu ifade ediyor. Tabi o döneme bir baktığımızda mecusi ateşkedeleri yanıyor, mecusilik inanışı güçlü bir şekilde kırsalda varlığını sürdürüyor. E şimdi bugünkü gibi değil, bugün halkın mesela önemli bir kısmı şehirlerde yaşıyor. Köylerimiz azaldı nüfus olarak. Bu dünya çapında yani küresel mevcut. Bazda yaşanan bir gelişmedir. Yani modernleştikçe halklar şehirlere akın ediyor ve kırsal alan boşalıyor. Ama bundan bin yıl önce, bin beş yüz yıl önce hatta günümüzde bile Afganistan’a baktığımızda hatta Türkiye’ye bakalım. Mesela Muş en fazla kırsal nüfusa sahip illerimizden biridir. Yüzde altmış kırsal nüfus vardır Muş’ta.

Ama İstanbul’a baktığımızda ya da Bursa’ya baktığımızda ne kadar köy var, ne kadar köylü var, nüfusun kaçta kaçı köylerde. Şimdi o döneme bir de bakalım. O dönemde tamam büyük şehirler yine var. Bu büyük şehirleri ordu ele geçiriyor. İslam orduları oralara akın yapıyor, fetih yapıyor ama kırsala hükmedemiyorlar. Bugünkü gibi hani milli eğitimler, ondan sonra ulusal eğitim müfredatları, eğitim hamleleri de yapılamıyor yani. Ya da televizyondan, internetten bütün bir toplumun inanışlarını İslami manada dizayn edecek şekilde bir eğitim reformu, eğitim hamleleri de yapılamıyor. Kampanyalar da yürütülemiyor. Yeni nesil de bu bağlamda istenildiği gibi eğitilemiyor. Bir neslin değişmesi yani bir düşüncenin değişmesi uzun yüzyıllar bile alabiliyor. Bugün mesela bir gelişme yaşansa yani Amerika’da bulunan bir icat belki bir senede Türkiye’de kullanıma arz edilebiliyor mesela. Bir sene bile almayabiliyor belki.

Yani çok ışık hızıyla artık aletler, edevatlar, buluşlar, yaşam biçimleri transfer ediliyor. Ulaşım rahatladı, iletişim rahatladı. Ondan sonra küreselleşmemiz gerekiyor. Küreselleşmeyle birlikte işte paranın akışı, bilginin akışı, modanın akışı, yaşam biçiminin ve kültürün akışı çok seri ve hızlı hale geldi. Ama böyle bir küreselleşmeden de bahsedemiyoruz. İslam orduları İran’a giriyorlar ama İran’ın ana merkezlerini, ana arterlerini hakimiyet altına alıyorlar. Fakat meclisi inanışları ciddi manada devam ediyor o coğrafyada. Hazreti Ömer başta olmak üzere ilk İslam devleti çok önemli kurumlarını, Sassani devlet geleneği üzerine de bina ediyor. Yani devlet sicilleri, arşivler, ondan sonra Beytülmal’ın oluşumu, muhasebe teşkilatı, posta teşkilatı, askeri dizaynlar. Bütün bunlarda Sassanilerin çok ciddi avantajları var ve Hazreti Ömer döneminden itibaren buralarda ciddi manada etkinlik ediniliyor. Ciddi manada buralardan örnekler alınıyor. Mesela Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme baktığımızda mesela Hendek Harbi’nde, Mesela Hendek Harbi’nde, Selman-ı Farisi’den bir fikir alıyor.

Selman-ı Farisi radiyallahu anh fikrini beyan ediyor ve Hendekler kazılıyor. Bu olaylar bize gösteriyor ki Farsların çok ciddi manada buralarda etkisi var. Yani Arap alemi üzerinde tesiri olduğunu gösteriyor. Tabi o dönemde özellikle mesela Yunan tarihçi Herodot şöyle diyor, Perslerin Asya’yı ve burada yaşayan barbarları, çünkü Yunan’a göre, hatta bugün Batılılar da öyledir, Batılı’ya göre kendi gayrısında herkes Bedevidir. Yani Barbardır. Hatta antik Yunan’da, antik işte Yunan dışında olan milletler barbar kavimler olarak kodlanmıştır. Dolayısıyla orada böyle bir bakış açısı var. Medeniyetin merkezi, kültürün merkezi, sanatın merkezi işte Sparta’dır, Atina’dır. Böyle bakılır. Onun dışındaki bölgeler, eski antik Grek dışındaki yerler barbar olarak kodlanır. Aynı şekilde bu Herodot’a da yansımış. Perslerin Asya’yı ve burada yaşayan barbarları kendi mülkleri olarak kodlanır. Herodot olarak gördüklerini ifade ediyor. Tabi burada Kisra’dan bahsettik.

Kisra Arapları hani aşağılıyordu ya. Geldiniz burada işte ağzınız kokuyor, kalkmışsınız, bize dayılanıyorsunuz, gelip buraları fethedeceğini söylüyorsunuz. Yani sizi giydirip yedirelim, defolun gidin deyişine baktığımızda mesela, o dönemde bu İslam akınlarının Sasani Devleti’ni bu şekilde yerle yeksan etmesi kısa süre, çok kısa süre içerisinde, yani birkaç sene içerisinde bir imparatorluk tamamen çöküyor. Yani çatıları üzerine çöküyor. Hiçbir şey kalmıyor. Ha yani kurumlar kalıyor, binalar kalıyor, halklar zorla dinden döndürülmüyor ama yani devletin ordusu buharlaşıyor İslam karşısında. Çok efsanevi bir zaferden bahsediyoruz. Çok ihtişamlı bir zaferden bahsediyoruz. Büyük İskender’in istilası bile Persler üzerinde böyle bir etki oluşturmamıştır. Çünkü Büyük İskender geldi. Oralarda belirli bir istila yaptı. Sonra kısa süre sonra zaten ömrü de vefa etmedi, öldü. Ama bu öyle olmadı. Bu sefer İslam egemenliği uzun yüzyıllar boyunca Farslar üzerinde hep oldu.

Bu da çok ciddi bir kırılmaya, kine ve nefrete Fars toplumunda neden oldu. Özellikle fetihten önce Farslar Arapları aşağılıyorlardı. Ama fetihten sonra Araplar Farsları aşağılamaya başladılar. Hatta onlara kafa tasları, deve yumurtasına benzeyen zayıf askerler olarak ifade ediyorlar. Yani Araplar arasında Persleri böyle tanımlayanlar bile vardı. Şimdi ben burada özellikle bir pasaj okumak istiyorum kitabımızdan. Bu pasajda bizim bu Farslar ile Bizans arasındaki ilişki, o dönemdeki Arap Yarımadası’na, Arap alemine mücavir bölgelerdeki devletlerin durumu ve aynı zamanda Farslar ile Araplar arasındaki ilişki biçimi. Yani karşılıklı rekabete dayalı ve aynı zamanda aşağılama yani. Farsların Arapları aşağıladığı sürece dahil bir pasaj okumak istiyorum. Şii-Sünni çatışmasının tabiatında kadim dönemlerden günümüze miras bırakılan bir Arap Fars çekişmesi vardır. Tarih boyunca Şiiliğin temsilciliğini Araplardan çok Farsların veya Araplaşmış Farsların yapması, önemli isyanların merkezinde Kufe, Horasan, Merv gibi İran topraklarının bulunması yalnızca tesadüfle açıklanamaz.

Zerdüşlü’nün kadim medeniyet merkezleri Şii isyancılar için o dönemden günümüze hep bir kuluçka ve yürütme merkezi olmuştur. Burada önemli bir noktaya da değinmek lazım. O dönemdeki toplumsal düzene de bir değinmemiz lazım. Özellikle Hulefay-ı Raşid’inden sonra yani Hulefay-ı Raşid’in Raşid halifeler dönemi. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali , biz buna bir de Hz. Hasan’ı da ekliyoruz. Hz. Hasan’ın altı aylık hilafet dönemini. Nasıl ekliyoruz? Peygamber bir hadis-i şerifinde hilafetin, Raşid hilafetinin 30 yıl olduğu ifade edilmiştir. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin hilafeti 29,5 yıl ediyor. Hz. Hasan’ın hilafeti ise 6 ay ediyor. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet 6 ay ile birlikte 29,5 ve 6 ay 30 yıl. Bu 30 yılı Raşid halifeler dönemi olarak görüyor.

Bundan sonrası için ise onları gayrimeşru görmemekle birlikte Raşid halifelik standartında da, o yüksek standartta da görmüyor. Fakat onların hilafetini de meşru olarak görüyor. Tabi burada biraz sonra biz değineceğiz. Ehl-i Sünnet halifelere böyle günahsız portreler, tanrısal, lahuti bireyler, masum, Tanrı’dan yetki alıyor, dini manada liderlik ediyor olarak bakmıyor. Ehl-i Sünnet onları bir insan olarak görüyor ve insanların yaptığı hataların onların da yapabileceğine inanıyor. Bu gerçekçi bir bakış açısına Ehl-i Sünnet sahip. Şimdi o dönemde özellikle Emeviler döneminde, yani Hz. Hasan’dan itibaren Hz. Muaviye ile birlikte bir toplumsal bir süreç yaşanıyor. Bu toplumsal süreç çok önemli. Burayı anladığımız vakit bu toplumsal süreçten sonra neden bir takım hareketlerin isyan girişiminde bulundukları ve bu isyanlarda da nasıl argümanları ileri sürdüklerini anlayabiliriz. Şimdi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ashabına baktığımızda Peygamberimiz hani uzun yıllar hep savaşlarla geçiyor.

Ve bu savaşlar, mücadeleler, müşriklerin ve Yahudilerin ihanetleri, onların saldırıları neticesinde az bir dönemi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem artık muzaffer bir devlet başkanı olarak geçirmiştir. Hep mücadele içerisinde açlık, fakirlik, hicret, çeşitli sorunlar, çeşitli gazvelerle geçirmiştir. Fakat özellikle Mekke’nin fethiyle birlikte artık İslam egemenliği iyice oturmuş, çeşitli delegeler gelerek Müslüman olmuşlardır. Bu delegelere baktığımızda bu delegelerin ya da bu işte çeşitlilerin, çeşitli kavimlerin, toplulukların, aşiretlerin, Arap kavimlerin gelip, kabilelerin gelip Müslüman oluşuna baktığımızda bunlar hepsi samimi bir Müslüman olarak adlandırılamaz. Yani bunların önemli bir kısmı Müslüman oluyorlar ama o dönemin trendi, modası İslam olduğu için Müslüman oluyorlar. Bir kısmı, önemli bir kısmı yani bakıyorlar ki Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve onun yarenleri yani ashabı çok güçleniyorlar ve güçten yana oluyorlar. Hatta birbirlerine diyorlar biz güçten yana oluyoruz. Biyat etmeye gidiyoruz.

Bize kalırsa siz de gelin Muhammed’e teslim olun. Çünkü görünen o ki buraların egemeni o. Böyle bakanlar da çok var. Burada yani tabii samimi manada hakkı, hakikati anlayıp heyetler gönderip gerçekten İslam’ı anlayıp ardından iman edenler de var. Ama genel manada bakıldığında ve Kur’an-ı Kerim’in ayetleri de bunu ifade ediyor. Rabbimiz ne buyuruyor? O Bedeviler bu Arap ifadesi geçiyor. Biliyorsunuz Arap ayrıdır, Arap ayrıdır. Arap denildiğinde Bedeviler kastedilir. O Bedeviler iman ettik derler. Ama de ki siz iman etmediniz, siz teslim oldunuz. Yani müslüm oldunuz, müslüman oldunuz. Bu teslim olmak ne? Yani siz aslında önemli bir kısmınız İslam’ın egemenliğine gönül hoşluğuyla değil. Fakat şu anda güç onlarda olduğu için rüzgar onlardan yani estiği için siz siyasi manada boyun eğdiniz. Siyasi manada boyun eğmek ile gerçek manada mümin olmak arasında fark var.

Ha bu bir fark. Diğer bir fark mümin olanlar var. Samimi manada gelip İslam olanlar var. Ama bu İslam olanlar ne kadar eğitilebildiler? Yani onlara Peygamber çeşitli kavimlere mesela öğretmenler gönderiyor. Mesela Musab bin Umeyr’i gönderiyor Medine’ye. Bazılarını gönderiyor bazı kavimlere. Hatta bir yerde çok sayıda müslümanı sahabeyi Rasulullah bir kavme dinlerini öğretsinler onlara diye gönderiyor. Ve onlar ihanet edip bu müslümanları şehit ediyorlar. İslam tarihinde bilinen bir olaydır. Dolayısıyla Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin de insan kaynakları sınırlı. Yani ne kadar olursa olsun yani Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin rıhleyi tedrisatından geçen insanlar sınırlı insanlardır. Ön plana çıkanlar sınırlıdır. Hafız olan sahabe sayısı 26 mesela. Bildiğimiz kadarıyla 26. Ve bunun arasında Hz. Muaviye radıyallahu anh da var. Bunu da unutmamak lazım. Bununla birlikte mesela Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin dönemine baktığımızda.

Mesela kendisinden hadis rivayet edilen sahabe. Fakih olan sahabe. Ya da hicret eden. Belirli yerlerde yöneticilik yapan. Hz. Ebubekir Ömer Osman döneminde komutanlık ve valilik yapan ashaba baktığımızda sınırlı sayıda bir ashab olduğunu görüyoruz. Yani 100 bin kişi Peygamberimizi dinledi. Ama bu 100 bin kişi hepsi son derece mükemmel. Peygamberin şeyinden tedrisatından geçmiş İslam’ı çok iyi anlamış kimseler de sayılmıyorlardı. E bir de gelip Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme hemen iman edip sonra kavmine dönen kimseler vardı. Bazı işte Kur’an surelerini alıyorlardı, ezberliyorlardı, öğreniyorlardı. Ama birçok yanlış ve eksik uygulamanın hatta cahiliye döneminden olan birçok uygulamanın o dönemde hala toplumlarda Müslüman olmalarına rağmen devam ettiğini görüyoruz. Yani bunları da atamamışlar. Böyle bir topluluk var. Yani samimi olmayıp sadece güce inanan ama arka planda kendi inanışını sürdüren. Putlarına tapan ya da işte mecusiliği devam ettiren, Hristiyanlığı devam ettiren kavimler var.

Bu günümüzde bilinmedik bir olgu değildir yani. Yani dönme olgusu, dönmeler olgusu. Yahudi dönmeleri, işte Ermeni dönmeleri, Hristiyan dönmeleri, Sebatayistler başkaları günümüzde bile vardır. Yani bir yerde bir egemenlik olunca bunlar inançlarını, imanlarını ne yaparlar? Farklı gösterir, gizlerler. O dönemde de bu hukuku buldu. Bir de tabii iman edip ama imanın kalplerine tam yerleşmediği ya da yerleşse bile, bunun amele dönüşmediği topluluklar var. Bir de gerçek manada yani tamam biz İslam’ın egemenliğine boyun eğiyoruz. Ama siyasi olarak boyun eğiyoruz. Dinimizde değiştirmiyoruz diyen dobra kavimler de var yani. Böyle kavimler de var. Bunlar da inançlarında serbest bırakılmışlardır. Ama genele bakıldığında çok yıldırım fetihleri yapılıyor. Bu yıldırım fetihlerinde bir süre sonra bırakın Peygamberimizin sahabelerini. Arap olmayanlar Arapların sayısını geçiyor. Yani Arap yarımadasının da nüfusunun fevkinde bir geniş insan toplulukları, geniş şehirler, kasabalar İslam devletinin egemenliğine giriyorlar.

Şöyle bir çatı oluşuyor. Yani sahabeler en üstte. Bir de Arap Müslümanlar var. Peygamberi görmeyen ama Müslüman olan kimseler var. Tabii sahabelerin bir üstünde de kimler var? Bedir ashabı var. İlk hicret edenler var. Habeşistan hicreti, Rıdvan biatına katılanlar var. Uhud’a katılanlar var. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinde, her biri için ayrı övgüler var. Allah her birine ayrı ayrı kefil olmuş. Mesela Ensar var. Muhacirler var. Bunların ayrı özel yerleri ve statüleri var. Bunlar diğerleriyle kıyaslanamaz. Önce iman edip bu işin derdini, tasasını, sıkıntısını çeken, can veren, bedel ödeyen, yaralanan, harplere giren kimse ile sonra artık iş işten geçtikten sonra her şey güllük gülistanlık iken iman eden kimseler aynı sayılmaz. Tabii bunu söylerken, onların imanlarını küçümsemek manasında söylemiyoruz. Ama en nihayetinde her bir inanışta ilk sabikun olanlar, önce olanlar, ilk bedel ödeyenler ne olurlar?

Ayrıcalıklı bir konuma sahip olurlar. Bu da adaletin bir gereğidir. Bundan dolayı onların özel statüleri bulunuyor. Sonra genel sahabeler var. Sonra tabiin var. Ve aynı zamanda bir de Araplı arasında Müslüman olanlar var. Peygamberle çok zaman geçirenler var. Az zaman geçirenler var. Fakat bir de hiç peygamberi tanımayan, çok geniş bir kitle var. Ve bunlar Arap bile değil.

Şimdi Araplık vurgusunu niye yapıyoruz? Bu din herkese, elbette bütün insanlığa gelmiş. Ama şimdi Araplar Kur’an’ı direkt kendi dilinden okuyorlar. Sahabe ile direkt etkileşime giriyorlar. Görüşüyorlar, konuşuyorlar, meclisler oluşturuyorlar. Orada çok doğal olarak özel bir community oluşuyor. Özel bir cemaat oluşuyor. Araplardan müteşekkil bir cemaat. İlim meclisleri Arapça. O dönem cari olan dil, ilmin dili Arapça. Dolayısıyla Arapların İslam’ı anlamaları ve İslam’a göre, Kur’an’a göre, sünnete göre yaşamlarını, kültürlerini ona modifiye etmeleri, ona adapte etmeleri daha kolay.

Bunun için önemli. Yoksa Fars olup başka başka milletlerden olup Acemler arasında İslam’a büyük hizmetler yapanlar var. Nitekim bizler tarih içerisinde Türklerin, Kürtlerin, Sultan Alparslan’ın, Selahaddin Eyyubi’nin, Artuk Bey’in, Sultan Melikşah’ın diğerlerinin ne kadar büyük hizmetler yaptuklarını zaten görüyoruz yani. Bu sonuçta bir bayraktır. Kim onu alır öne geçerse öne geçmiştir. Araplığına, Farslığına bakılmaz. Ama ilk dönemde böyle bir sosyal hakikat var. Şimdi bir de Arap olan gayrimüslimler var. Putperestler, Hristiyanlar. Arap ama. Arap olmayan gayrimüslimler var. Mecusiler, Süryaniler, Ermeniler, ona benzer Hristiyan kavimler, Maruniler bugünkü gibi. Yani bu kavimler var. Çeşitli Hristiyanların mezheplerine ait. Putperestler, animistler var. Bir de Arap olan Müslümanlar ve Arap olmayan Müslümanlar var. Böyle farklı kategoriler var yani. Bu kategorilere göre bir siyaset inşa edilmesi gerekiyor.

Bir de şöyle bir durum var. Biz Arap olmayan Müslümanlara mevali diyoruz. Yani Arap Müslümanlar mevali. Bir de zımmiler var. Zımmiler ise yani onlar Müslüman değiller. Ama İslam Devleti onların dini ve siyasi manada hürriyetlerini, emniyetlerini, mal, can, nesil emniyetlerini, inanç hürriyetlerini sağlamakla mükelleftir. Kimse onları inançlarından dolayı baskı altına almıyor. Böyle bir piramit var. Bu piramidin en üstünde ise özellikle dört halife döneminde yani ilk halifeler döneminde Ensar, Muhacir ve ilk Müslümanlar var piramidin en üstünde. Bu çok doğal bir şey. Ama sonrasında Emevilerden itibaren elbette bu süreç biraz daha değişiyor. Emevi ağırlıklı bir piramit de oluşuyor. Emevi ağırlıklı yani Umeyye oğulları ailesi ağırlıklı bir piramit de oluşuyor. Fakat bunun böyle mutlak manada her köşeyi tutmuş bir Umeyye oğulları anlayışı da tarihsel verilerle aykırıdır. Yani bunu da zaten yeri geldiğinde işleyeceğiz.

 Mesela o döneme bir yolculuk yapalım. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat etmiş. Dar-ı Bekâ’ya irtihal eylemiş. Sahabe efendilerimiz ne yapacaklarını bilmiyorlar. Çok şaşırmış ve çok üzülmüş vaziyetler var. Hıçkırıklarla mescidin her köşesinde ağlayışlar, haykırışlar, feryad-ı figanlar var. Hazreti Ömer peygamberin vefat ettiğine inanmak istemiyor. Ancak Hazreti Ebu Bekir geldiği vakit gözyaşları içerisinde peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek yüzüne bakıyor. Ve teninin soğukluğundan onun vefat ettiğini anlıyor. Sonra mescide döndüğünde kim Muhammed’e tapıyor itiyse Muhammed ölmüştür sallallahu aleyhi ve sellem. Ama kim Allah’a iman etmişse Allah haydir diyor. Ve eğer Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ölür ve öldürülürse siz gerisin geriye topukların üzerine dönecek misiniz diye toplumu teskin ediyor. Hıçkırıklar daha da artıyor ama bu seferki hıçkırıklar artık peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin de bir beşer olduğu ve vefat edebileceği yönünde bir kabul ile birlikte hıçkırıklar artıyor.

Böyle bir dönemde artık birkaç gün içerisinde her tarafa peygamberin vefat ettiği haberi geliyor. Peygamberin vefat ettiği haberi geliyor. Peygamberi zihninde bir kral olarak görenler yani aynı Büyük İskender gibi geldi buraları feth eyledi ve vefat etti gibi görenler yani ona gerçek manada iman getirmeyen kabileler irtidat hareketlerine girişiyorlar. Öyle bir irtidat ki Mekke Medine dışında neredeyse irtidat etmeyen kavim kalmıyor. Yani şöyle anlaşılıyor tabi. Mesela Beni Hanife kavmi irtidat etti diyelim ya da Beni Bekir kavmi Yemen’de irtidat etti. Bahreyn’de irtidat etti. Taifliler irtidat etti. Elbette aralarında irtidat etmeyen kimseler var. Ama aralarında gerçekten imanında sabit olan lider düzeyinde hatta kimseler de çok var. Ama onları ya katlediyorlar ya sürüyorlar ya darbe yapıyorlar onlara. Yani toplumsal taban peygamberin temsilcilerini de katledebiliyor. Böyle olaylar da çok var. Dolayısıyla öyle bir hal geliyor ki artık kadınları yani Medine’de kadınları mescide koyup mescitte onların güvenini veriyorlar. Onların güvenliğini sağlayacak derecede bir korku ve endişe hakim.

Yani bir anda her yerden isyan haberleri geliyor. Ve insanlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi iman etmişler ama onu bir kral gibi görüyorlar. Ve ona verdikleri vergileri vermemeye başlıyorlar. Bunu bir vergi gibi görüyorlar. Bir devlet başkanı gibi görüyorlar. Zekatı vergi olarak görüyorlar.

Şimdi daha sonra tabi bu zaruretler de hilafet seçiminde etki yapmıştır. Yani alelacele peygamber daha işte vefat etmişken hemen halife seçtiniz diye sahabe efendilerimizi Hz. Ali’nin de yapmadığı bir şekilde suçluyorlar. Ama Hasan Nasrallah vefat eder etmez daha cenazesini binanın altından çıkarmadan yeni Hizbullah lideri seçiyorlar. Yani o şeye baktığımızda yani bu söylemlerin son derece siyasi ve tarihi geriye dönük inşa edici olduğunu da anlarız.

Şimdi öyle bir döneme baktığımızda bir kendimizi o döneme koyalım. Kısa sürede Hz. Ali, Hz. Hasan, Hüseyin de dahil olmak üzere İslam ordusu teşkil ediliyor ve cihad ediyorlar. Biz Hz. Ali’nin de mürtedlere, irtidat eden kavimlere karşı Hz. Ebu Bekir’in komutasında cihad ettiğini biliyoruz. Bunu nereden biliyoruz? Mesela Hz. Ali’nin eşi Havle, Beni Hanife kabilesindendir. Ve bu savaşlar sırasında Hz. Ali Havle ile evlenmiştir. Dolayısıyla Hz. Ali bu savaşa katılmıştır. Ama aynı zamanda zaten Havle ile evlenmiştir. Ve zaten biz tarihi kayıtlardan ve hatta Şii kaynaklardan Hz. Ali’nin, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman döneminde onun, Hz. Hasan’ın, Hz. Hüseyin Afrika’ya kadar, başka yerlere kadar gidip cenk ettiklerini, cihad ettiklerini, galimet aldıklarını biliyoruz. Mesela Hz. Hüseyin ile ilgili ileride anlatılacak Yezdi Cerd’in kızı Şehriban’ı ile evlendiği anlatılır. Medine’de Hz. Ömer, Yezdi Cerd’in kızı Şehriban’ı Hz. Ali’ye veriyor Şii kaynaklara göre.

Hz. Hüseyin eğer cenk etmese Şehriban’ı ile evlenemez. Yani böyle de süreç var. Bunu inşallah zaten işleyeceğiz. Ama şimdi öyle bir dönemde bir bakalım ki Halife bu sefer bu bölgelerde irtidat hareketlerini bastırıyor. İslam Halifesi Hz. Ali onun veziri, Hz. Ömer diğerleri onun veziri ve bu vezirleri ile birlikte harbe tutuşuyorlar. Bu bölgelerde ridde savaşlarında bu kavimleri baskı altına alıyorlar. Yani onların isyanları bastırıyorlar ve onlara yeni liderler atıyorlar. Aralarından irtidat etmeyen samimi olanlar. Orada olan kimseleri lider olarak atıyorlar. Aynı zamanda çoğu zaman merkezden lider atıyorlar. Çünkü Adem’i merkeziyetçi bir yönetim sergiletseler ne olur? Bunlar yine isyan ederler. Bunu engelleyebilmek için sadakati güçlü, emanet ehli, peygamberin tedrisatından geçmiş, mümkünse Ensar muhacir, mümkünse Bedir ashabından, mümkünse Rıdvan biatına katılmış kimseleri vali, emir, bürokrat, komutan olarak atıyorlar. İşte asıl tartışma buradan çıkıyor.

Zaman içerisinde bu bir gelenek haline doğal olarak geliyor. Çünkü mesela Hazreti Ömer döneminde, Hazreti Osman ya da Hazreti Ali döneminde daha 10 yıl önce, 15 yıl önce, 20 yıl önce İslam devletine isyan etmiş, irtidat etmiş, mürted olmuş bu kavimlerden hala onlara güvenememişlerdir. Daha düne kadar bunlar ne yaptılar? Peygamberin vefat gününde irtidat ettiler. Dolayısıyla, o bölgelere vali atamalarında, bürokrat atamalarında, asker atamalarında bu halifelerin tümü neyi gözetmiştir? Sadakati, emaneti ve İslam’da öne geçmiş olmayı gözetmişlerdir. Bu da çok doğal olarak nüfus olarak, asker olarak, sayı olarak, demografik olarak çok güçlü topuklara hitap eden mevaliyi yani Müslüman olan gayri Arap unsurları ve aynı zamanda Müslüman olmayan gayri Arap unsurları ya da Müslümanmış gibi görünen unsurları rahatsız ediyor. Bir de bu aynı zamanda Arap unsurları da rahatsız ediyor. Nasıl Arap unsurları?

Yani o irtidat eden kavimler var ya Bahreyn’de, Taif’te, diğer yerlerde. Onlar da bir müddet sonra ya tamam yani bir hata ettik ama bizi niye vali olarak atamıyorsunuz? Niçin bize yetki vermiyorsunuz? Biz de devletten pay istiyoruz. Biz de temsil yetkisi istiyoruz da demeye başlıyorlar. Bu iç kusursuzluklar devam ediyor. İşte bunlar muhalefet etmeye başlıyorlar. Ve bunların muhalefetinde bunlar bir defa zaten İslam’dan çıkarak muhalefet ettiler. İslam’a açıkça savaş açarak hatta sahte peygamber Müseylemetül Kezzab’ı ortaya sürdüler. Ama şimdi muhalefet edecekler fakat bir defa bunu denediler olmadı. Daha farklı yöntemler geliştiriyorlar. İşte bu daha farklı yöntemlerde bunlara meşru bir gerekçe lazım. O meşru gerekçeyi Hulat Şia bunlara veriyor. Nasıl? Yani Ehli Beyt’in hakkı yenildi. Aslında peygamberden sonra Ehli Beyt’in egemen olması lazımdı, halife olması lazımdı. Ehli Beyt’in haklarını savunuyoruz.

Ehli Beyt görüşü ana muhalefet partisine dönüşüyor o dönemin. Ana muhalefet partisine de ana muhalefet partisini seven sevmeyen herkes kendi hedeflerine ulaşabilmek için desteklemeye başlıyor. Hatta öyle ki mesela Muhammed el-Hanefiye’dir, başkalarıdır. Kendi adına isyana kalkışan kimselere. Haber gönderiyorlar. Halklara haber gönderiyorlar. Mesela Muhtar Es-Sakafi benim adıma isyan ediyor ama ben Muhtar Es-Sakafi’yi desteklemiyorum. O beni temsil etmiyor.

E şimdi bugünkü gibi uydu televizyonlar yok ki. Bu işte imamların, Ehli Beyt öncülerinin Twitter adresi de yok. Facebook adresi de yok. Devlet televizyonuna da çıkıp halka hitap edemiyorlar. Yani örnek veriyorum Muhtar Es-Sakafi Kufe’de bir isyan başlatıyor. Muhammed bin Hanefi’ye beni görevlendirdi ya da Hüseyin beni görevlendirdi. Hazreti Hüseyin radıyallahu anh diyor. Hazreti Hüseyin’in bundan haberi oluncaya kadar iş işten geçmiş oluyor. Kan gövdeyi götürmüş oluyor. Ciddi bir iletişim kopukluğu var. Bu iletişim kopukluğunda herkes Ehli Beyt söylemini kullanarak hedeflerine ulaşmaya çalışıyor. Ali radıyallahu anh’ın dediği gibi Kendisiyle batıl murat edilen hak bir söz bağlamında bunlar zaman zaman haklı sözleri, haklı olayları, gerekçeleri de haksız anlaşılıyor. Amaçları için istihdam ediyorlar.

Tabi devlet egemenliğinin ve kritik makamların İslam’ı henüz tam benimsememiş topluluklara ve İslam’ın politik gücüne boyun eğmiş kimselerin inisiyatifine yani gönüllü olarak değil gönülsüz olarak boyun eğmiş kimselerin inisiyatifine terk edilmesi çok haklı olarak tekinsiz bulunmuştur, ihtiyatsız bulunmuştur. Bundan ötürü bu topluluklara çok fazla yetki verilmemiş. Bunlar ise devlette daha fazla Nüfus sahibi olmayı talep etmişlerdir. Günümüzde de mesela bakıyoruz çeşitli etnik unsurlar, çeşitli dini unsurlar, çeşitli topluluklar ne yapıyorlar sürekli biçimde devlet egemenliğinden daha fazla hak ve yetki istiyorlar. Daha fazla valilik, daha fazla işte memurluk, daha fazla askeriyede yer, daha fazla milletvekili hakkı… Bunlar yani her devrin problemidir.

O devirde de böyle problemler yaşanmış. Mesela bazı ehlibeyt evlatları bu yeni siyasi düzene karşı muhalefetin hakim ve gür sesi olmuşlardır. Yani ehlibeyt evlatlarından kastımız burada şunu da ifade etmem gerekiyor. Ehlibeyt kimdir? Ehlibeytin büyüğü Hazreti Ayşe’dir. Ehlibeyt yani günümüzde bazı kimselere sorsak ehlibeyt kimdir? Şöyle derler çok hızlı bir şekilde Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Hazreti Fatma. Niye? Niçin? Ehlibeyt ev halkı demektir. Peygamber eşlerini evden çıkaracaksın, ev halkından çıkaracaksın. Böyle bir şey olabilir mi? Niye yani ehlibeyt dediğimizde aklımıza Hazreti Ayşe, Hazreti Hafsa, Ümmü Seleme ve diğerleri gelmiyor? Çünkü çok ciddi manada Şii hezeyanların ve propagandaların bunlara maruz kalmışız, hedefi olmuşuz. Halbuki biz bu programın ilerleyen bölümlerinde ehlibeyt meselesini de müstakil olarak inceleyeceğiz. Ehlibeyt kimlerdir? Kur’an-ı Kerim ayetlerinde mesela Ey ehlibeyt Allah sizi tertemiz kılmak ister ayetine baktığımız vakit.

Burada kime hitap vardır? Peygamberin eşlerine hitap vardır. Çünkü ayetin bir öncesine baktığımızda Ey peygamberin eşleri sizler normal diğer kadınlar gibi değilsiniz ifadesi var ve ardından da Allah sizi tertemiz kılmak kiri sizden gidermek ister ifadesi var. Dolayısıyla ehlibeyt Kur’an-ı Kerim’in şeyine göre de ölçülerine göre de peygamberin eşleridir. Burada böyle bir parantezi kapatıyoruz. Şimdi ama peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden sonra özellikle Hazreti Ali evladına baktığımızda onlar arasında elbette yapılan bir takım yanlış uygulamalara isyan eden bunları kabul etmeyen kimseler elbette vardı. Ve bu süreçte zaman içerisinde yani Emevi idaresine karşı oluşan muhalefet muhalefetin Gür Kalesi ve Gürsesi ehlibeyt taraftarlığı olmuştur. İyi ve kötü niyetli tüm muhaliflerin ve mevalinin umudu haline gelmiş ve Emevilerden intikam almak için kullanılan bir araca ve bahaneye dönüşmüştür ehlibeyt söylemi. Her şey kullanılabilir.

İnsanlar Allah’ın kitabını bile kötü menfaatleri için istihdam etmeye çalışıyorlar. Peygamberin sözlerini hadis uydurarak kullanmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla ehlibeyt söylemini de pek tabidir ki iktidara erişmek için kullananlar olmuştur ve olacaktır. Evet başlangıçta yalnızca Ali taraftarlığı olan ve Hazreti Ali’yi diğer asaptan daha fazla seven ama tüm yönleriyle ehli sünnet akide ve uygulamalara tabi bulunan Şiilik bidayetinde pek tabi Arap orijinlidir. Ancak ehlibeyt sevgisi istasyonundan kalkan bu tren yolculuğu boyunca pek çok muhtelif yükler ve yolcular almış, rotasını ise sürekli biçimde değiştirmiş işte bu değişim ve dönüşüm süreçlerinde büsbütün farklı bir fırkaya dönüşmüştür. Bu dönüşümde en çarpıcı etki ise bu sefer Araplar değil Fars bakiyesi dini gruplar ve kalabalık gayri Arap sosyoloji icra etmiştir.

Baktığımızda Louis Massing’in özellikle ehlibeyt isyanı olarak bu marka bu etiketle öne çıkan isyanlara ilişkin araştırmasında şöyle bir ifade kullanıyor: Şiilik ile orta sınıf zanatkarların siyasi duygular arasında ilişki kuruyor ve bu sosyolojik anlayışın daha güçlü bir şekli mesela Marksist okumalarda da biz bunu görebiliyoruz. Mesela Marksist eserlerde örnek veriyorum Petrushevski mesela çiftçilerin sünni toprak aristokrasisine kadar karşı isyanlarına atıfta bulunuyor. Yani burada pek doğaldır ki mesela Araplar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem döneminde savaşlarda mücadelelerde büyük bedeller ödediler. Kayıplar verdiler sahabe efendilerimiz. Sonrasındaki fetihlerde de büyük kayıplar verdiler. Bu büyük fedakarlıkların neticesinde pek tabidir ki onların belirli yerlerde güç kazanması, bürokrat olması, vali olması, ganimetlerden paylar alması pek tabidir bunlar oldu. Ve bunu kıskanan unsurlar, haset besleyen unsurlar da oldu. Sahabe efendilerimiz özellikle fetih yoluyla ele geçirilen toprakların bir kısmına sahip olunca toprak manasına zengin oldular. Ciddi manada mülke de hükmetmeye başladılar. Ve burada özellikle çiftçiler, belirli yerlerdeki çiftçiler buna haset beslemeye ve isyan etmeye başladılar.

Ve özellikle fakir göçebeler ve zanaatkarlar arasında Mehdi inanışı da çok güçlü oluverdi. Çünkü onlar adaletsiz bir düzen olduğuna inanıyorlardı. Ve günün birinde bu adaletsizliğin değişeceğine inanıyorlardı. Bu bağlamda mesela çağdaş şii sosyolog Ali Şeriatı Ben-i Ümeyye dönemindeki tüm isyanların özünde toplumsal ve siyasi nitelikte olduğunu ifade ediyor kitaplarında. Biz bu tabi ifadelerimize ilişkin kaynakları bu eserimizde yer alıyor. İlk isteyenler oraya müracaat edebilirler. Burada tabi özellikle daha sonra Emevilere karşı isyanlar oluyor ve Abbasiler devleti kuruluyor. Bu isyanlara baktığımızda da özellikle Abbasilerin Emevilere karşı başarısı üç unsura dayanıyordu. Tebadurumdaki halkın yabancı ırktan yani Arap ırkından müstevlilere, işgalcilere karşı beslediği köklü nefret, peygamber ailesine, nesline duyulan yüksek tazim, yani saygı, aşırı saygı tabi ki ve bir kurtarıcı veya Mesih beklentisi. Bunlar bir araya geldiğinde doğal olarak ne oluyor?

Hızlı ve şiddetli yayılan bir siyasi güç olarak İslam ulaştığı bölgelerde askeri ve siyasi dirençleri tuzla buz ediyor. Ancak bu yeni inanışa ve onun öncülerine içten içe büyük bir nefret besleyen milliyetçi ve dini direnci o denli zayıflatamıyor. Ve akabinde tabi bildiğimiz üzere çeşitli isyanlar oluyor ve bu isyanlara meşru bir gerekçe lazım. Bu gerekçeler çoğu zaman ehli beytin hakkının yenildiği şeklinde tezahür ediyor. Tabi İslam hudutları genişledikçe gerek mevali gerekse de zimmi topluluklar, muhtelif dini ve fikri cereyanların taşıyıcıları oluyorlar. Özellikle bu dönem kadim İran ve mecusilik, mazdekçilik inanışının Araplar ve mevali üzerindeki etkisiyle alakalı çok ciddi elimizde veriler var. Bu verilere mesela baktığımızda bugün bile mesela Fars diyarında adeta kurban ve Ramazan bayramlarını da çok daha fazla geçecek şekilde nevruz kutlamaları yapılıyor. Yine mesela Hüseyin anmaları yani Kerbela matemleri filan da ona da baktığımızda bunun da çeşitli milletlerdeki ritüellerle ciddi akrabalıkları olduğunu ifade edebiliriz.

Bununla birlikte özellikle eski İran’a baktığımızda mesela ölen bir kral ya da din adamı veya tanınmış bir kişinin ardından yas tutma geleneği vardı. Bu yas tutma geleneği matem ismi verilen Muharrem etkinliklerine de direk nakledilmiştir. Bu bağlamda özellikle Hristiyanlarda, Meksika toplumlarında, Budist toplumlarda yas geleneği ve bu yas geleneğinin adeta bugünümüzdeki Kerbela ayinleri gibi kendini dövme şeklindeki tezahürleri tarih boyunca hep var ola gelmiştir. Buna ilişkin de birazdan bir takım veriler açıklayacağız. Tabi mesela Şiiler özellikle Farslar İmam Cafer Sadık başta olmak üzere çeşitli imamlarına ait sözler yani hadisler uyduruyorlar. Bu hadis uydurma süreçlerinde mesela İmam Cafer için şöyle diyorlar. İmam Cafer İranlıların İslam bakımından Araplardan daha üstün olduğunu söylediğini ifade ediyorlar. Mesela hatta bazı Şiiler Hazreti Ömer niçin Farslara düşmandır? Hazreti Ömer’i Farslara salt düşman olarak görüyorlar ki öyle değil.

Halbuki Hazreti Ömer’i katleden Firuz’a baktığımızda, Ebu Lulü el Firuz’a baktığımızda bir değirmenciydi. Onu Hazreti Ömer mesela imkan tanımıştı, Medine’ye getirmişti, affetmişti. Yani Hazreti Ömer kendi kardeşini öldüren, Hazreti Ömer’in Zeyd diye bir kardeşi var. Onu öldürüyorlar, katlediyor ve çok cengaver bir insan bu Zeyd. Kardeşini katleden kimseyi vali yapmıştır Hazreti Ömer. Ama Hazreti Ömer’e Farslara kim tutmakla? Hatta bunu da gareskar bir biçimde, hani Hazreti Peygamber Farsları övmüş, o da bundan dolayı Farslara düşmandır şeklinde ifade edenler var. Burada mesela Hakkul Yakin isimli eserinde mesela Alleme Şialleme Meclisi bir bab açıyor. Açtığı babın ismi mesela Hazreti Ömer’in Farslara düşman oluşuna ilişkin bab. Çeptir. Hazreti Ömer Farslara düşmanmış ve şöyle diyor meclisi. Peygamberimiz bizim destekçilerimiz ve kendisini bize adayanlar Farslardan çıkacaktır. Hadisini söylüyor ve Ömer bu hadisi bildiği için Farslara düşmandı diyor.

Özellikle erken dönemde Gulat Şii çevreler mesela Keysaniye grubu bu gruplarla ilgili de özellikle biz yani bu çalışmamızda bu gruplara da yer verdik ama bunların şu anda ifade edilmesi bizi hedefimizden çokça uzaklaştıracağı için onlara değinmiyoruz. Fakat Gulat Şii dediğimiz vakit yani Şiiliğin aşırı kollarını ifade ediyoruz. Mesela Keysaniye’de ruh göçü, ruhun ceza çekmesi, hülul gibi düşünceler var. Hülul yani ruhun bir kişiden bir kişiye aktarılması, bir insanın öldükten sonra göğe yükselmesi, ruhunun sonra geri gelmesi. Bu şekilde inanışlar mesela Maniheizm’den alınan birtakım inanışlardır. Mesela Ferhat Defteri vardır. Şii bir araştırmacıdır. İsmaili Şiilerindendir. Onun mesela hazırladığı İsmail’likle ilgili hacimli bir eser var. O eserinde özellikle şöyle ifade ediyor. Mesela bu kadim inanışlar ve yorumlar bir dönemde aşırı bulunsa da zaman içerisinde ana akım Şia tarafından emilmiş ve bir genel inanış halini almıştır diye ifade ediyor.

Bir de tabii Kisra’lık döneminde özellikle Pehlevi Bağ fikri vardır. Bu Pehlevi Bağ nedir? Kral dediğimiz şahsiyet, ancak Tanrı onu seçtiğinde için kraldır. O yüzden herhangi bir kişi Tanrı onu seçmemişse krallık iddiasında bulunursa lanetlenir. Krallar o yüzden mesela bunun bizim toplumumuzda yansımaları da vardır. Mesela Kut inanışı değil mi? Kut inanışı Türklerde nedir? Yani kralın Tanrı adına hüküm ferma olmasıdır. Bu zaman içerisinde işte “zillullah fil ard” Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi krallara verilen isimlere de yansımıştır. Yani bir kişi kral olmuşsa Tanrı ona mesela bu hakkı vermiştir. Ahura Mazda yani Hürmiz ona bu hakkı vermiştir. Bu bağlamda kral yani iyilik Tanrısının halk arasında bulunan vekili gibidir ve halkla ilişkiyi o kurar. Şimdi bugün mesela imamlara baktığımızda ya da mesela Velayet-i Fakih inancına baktığımızda bu da ayrı bir başlıktır tabii ki.

Velayet-i Fakih nedir? Yani şimdi bugün Ayetullah Hamani İran dini lideri Velayet-i Fakih’in başıdır. Bu Veli-i Fakih Mehdi adına dolayısıyla da Tanrı adına bütün Müslümanların işlerini sevk ve idare eden kişidir. Yetkisini ve meşruiyetini otoritesini Tanrı’dan almaktadır. Ona itaat eden imam-ı zamana yani Mehdi’ye zamanın imamına itaat etmiş olur. Onu inkar eden, ona muhalefet eden imam-ı zamana muhalefet etmiş olur. İmam-ı zaman kimdir? Bir kişi de imama muhalefet ederse Allah’a muhalefet etmiş olur ve ebedi cehennemliktir. İlk imam ya da son imamı terk eden bütün peygamberleri terk etmiş gibi olur. Bu da Şia’nın hadislerinden biridir. Bu hadislere de bu çalışmamızda kaynak vererek gireceğiz inşallah. Tabi burada mesela bir olaydan bahsedelim. Bu kralların tanrısal yetkilerle donatılması meselesi acaba sadece Farslara özgü bir şey miydi?

Elbette bu mesela Avrupa toplumlarında bu kadar yaygın değildi. Ama Avrupa toplumlarında da soyluluk, soyluluğa dayanan bir iktidar ilişkisi vardı. Bu soyluluğa dayanan bir iktidar ilişkisi vardı. Bu soyluluğun yani zaruri bir biçimde tanrısal bir niteliği olabilirdi de olmaya da bilirdi. Yani farklı örnekleri biz biliyoruz. İngiltere’den, Fransa’dan başka başka yerlerden örnekler biliyoruz. Ama yani mesela özellikle John Locke’un eserlerine baktığımızda Shakespeare’a baktığımızda o dönemin bir takım işte entelektüellerine baktığımızda Martin Luther’e başkalarına baktığımızda onların mesela tahayyülünde Sir Thomas More var mesela Ütopya kitabında onun bir takım kritikleri var. Oralara baktığımızda iktidarın tanrısal nitelikleriyle ilgili verilere ulaşırız. Yani bunu işte eski Yunan’da, Aristo’da, diğerlerinde de buna benzer veriler çokça var. Ama mesela bu eski Yunan’da, eski Sasaniler’de var olan bir görüştü. Yani soyluluğa dayalı ya da tanrısal yetki teorisi yeni bir şey değildir toplumlar için. Burada mesela şöyle bir atıfta bulunabiliriz.

Mesela Hüseyin Gökalp, Irak’ın Şii’leştirilmesi isimli kitapta orada bir alıntım var mesela kitabında. Buna değinmek istiyorum. Şöyle diyor: Buna baktığımızda mesela yani insanlar egemenliklerini yani sonradan kral olmuşlarsa da kendilerine bir meşrubi dayanakları var. Buna baktığımızda mesela yani insanlar egemenliklerini yani sonradan kral olmuşlarsa da kendilerine bir meşrubi dayanakları var. Buna baktığımızda mesela yani insanlar egemenliklerini yani sonradan kral olmuşlarsa da kendilerine bir meşrubi dayanakları var.

Yani mesela bakıyoruz, efsanelerde. Bugün mesela Kore filmlerinde, Çin filmlerinde, hânedânlık filmlerinde çokça yer alır Yani mesela bakıyoruz, efsanelerde. işte bir hânedânlık yok ediliyor ama bir çocuğu mesela yaşıyor mesela. Çocuğu kaçırıyorlar, büyütüyorlar, eğitiyorlar. sonra yıllar sonra bu kralın çocuğudur diye halkın önüne getiriyorlar saraya ve çocuk tahtına yeniden oturuyor. Bu taht kavgalarında kutsal kanı taşıyan veliahtlar çok önemli bir role sahiptirler. Şimdi mesela bu inanışa baktığımızda bu inanış eskiden beri var ola gelmiştir. Mesela Herodot’un bir alıntısı var. Ona da örnek vermek gerekir. Herodot kuruştan bahsediyor. Kuruş Spartalıları yenilgiye uğratıyor. Ardından kuruşun etrafında bulunan kimseler kuruşa geliyorlar ve diyorlar ki yani devletliler yani devletin üst düzey bürokratları diyorlar ki madem ki Zeus sana yeryüzünde egemenliği bahşetti o zaman sür ordularını biz bereketli topraklara gidelim. Yani işte Mezopotamya’ya Yunan topraklarına belki işte İtalya’ya o bölgeleri kastediyorlar. Çünkü İran toprakları biraz sudan mahrumdur günümüzde bile yani çoraktır. Bereketli topraklara gidelim diyor. Kuruş da diyor ki kuruş çok zeki Adam. Peki diyor ama diyor köleliği de kabul etmelisiniz. Niçin diyorlar? Çünkü diyor ki toprağı yumuşak olan yerin adamı sert olmaz. Yani siz oraya gidersiniz yemeğe içmeye alışırsınız tarıma alışırsınız. Savaşkanlığınızı savaşçı niteliğinizi kaybedersiniz. Bu İbni Haldun’un hani bedevi ve hadari ayrımı var ya bu ayrıma da aslında bir atıftır orada. Yani daha doğrusu bu ayrıma atıftır demeyelim. Bununla benzeşmektedir.

Çünkü İbni Haldun sonraları gelmiş bir yani. Herodot çok eski bir tarihçi. Orada böyle geçiyor. Şimdi burada kuruşun mesela zaferini bir de tanrısal olarak görüyorlar. Tanrı vermiştir olarak görüyorlar. Bu bağlamda onlar arasında mesela egemenliğin tanrısal niteliği vardır. Şimdi biz bu olayları niye anlatıyoruz? Çünkü bir grup özellikle Farslar peygamber vefat ettikten sonra kim iktidar olabilir? Yani Teim kabilesinden Ebu Bekir mi? Radiyallahu anh. Kureyş’in en zayıf kolu. Hatta Kureyşliler der ki şiirlerinde eğer bir mesele olsa o meselede biz Teim kabilesinin fikrini bile sormayız. Şayet bir gereklilik olsa da Teim kabilesinin fikrini sorsak öyle bir durumda da onların söylediğini yapmayız. Yani Teim kabilesi kim ki gibi bakıyorlar. Kabilesi Hazreti Ebu Bekir’in zayıftır. Hazreti Ömer’in kabilesi de Kureyş arasında zayıftır. Şimdi insanlar yani özellikle Fars kökenli insanlar ileriki dönemlerde peygamber eğer vefat etmişse peygamberden sonra onun akrabası, damadı, kızı, kızının çocukları yönetici olması lazım. Çünkü peygamberi bir kral olarak zihninde canlandırıyor. Ve orada bir istişare var, bir şuura var. Bunu zihninde açıklayamıyor yani. Bundan ötürü de ne yapıyor? Fars zihni bunu kaldıramıyor. Yeni siyasi süreci kaldıramıyor. Ve çünkü kutsal kanı yok bu insanların. Böyle bakıyor yani. Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bir kutsal kanla geldi. Tanrısal nitelikli. Öyleyse ondan sonra artık bir kişi egemen olacaksa Muhammed’in öyle ya da böyle sallallahu aleyhi ve sellem akrabası, yakın akrabası ve onun kanını taşıyan kimseler olması gerekir  düşüncesi var. Bir de tabii burada mesela şeye bakalım. Bu iktidarın tanrısallığı, lahutiliği meselesinde böyle bir durum var. Fevkal beşer olması, beşer üstü olması ile alakalı. Bir de tabii Şia arasında mesela Mehdi’nin zuhur edeceği gün Nevruz günü. İnanışı var.

Mesela hatta Mehdi’nin Sasani kralı Yezdicerd’in neslinden olacağı şeklinde inanç vardır. Bakın mesela elimde iki kitap. Bihar-ül Envar kitabı Allah’ın meclisinin. Bihar-ül Envar yani nurların denizleri. Yani büyük, yüz on ciltlik bir kitap. Bu kitaba bakalım. Bu mesela meclisi bu kitapta ne diyor? Mecusiliğin Şia mezhebine etkisiyle alakalı bu önemli bir kaynak. Şöyle diyor. Yezdicerd yani Hazreti Ömer döneminde tahtını kaybetti. Beden Fars kralı. Yezdicerd Eyvan’ın kapısında durdu ve şöyle dedi. “Selam senin üzerine olsun ey Eyvan. İşte ben senden ayrılıyorum ama sana geri döneceğim. Ya ben ya da evlatlarımdan henüz zamanı gelmemiş, vakti çatmamış bir adam. Süleyman el-Deylemi dedi ki Ebu Abdullah’ın yani İmam Cafer’in olduğu yere girdim. Ona bunu sordum dedim ki ya da evlatlarımdan bir adam derken neyi kastediyor? Ebu Abdullah dedi ki. O sizin tanıdığınız Kaym-i Emrullah’tır. Yani evlatlarımdan altıncısıdır. Onun doğmasında atası Yezdicerd’in rolü olduğu için o da onun çocuklarından biridir.”

Peki Yezdicerd’in rolü nasıl oluyor Kaym-i Emrullah’ın doğuşunda? İşte burada önemli bir nüans var. Önemli bir nokta var. Şimdi Şii rivayetlere göre Hazreti Ömer döneminde Yezdicerd’in saltanatı yıkıldı. Yezdicerd’in kızları da esir alındı. Ve Yezdicerd’de bir değirmenci tarafından sanırım Merv bölgesinde ya da Nişa burada öldürülüyor. Fark ediliyor. Öldürülüyor, kaçıyor yani. O zaman yani tahtını kaybediyor yani. Yönetimi artık bütün devlet Müslümanların eline geçiyor. Yezdicerd’in kızları da cariye olarak Medine’ye getiriliyorlar. Şii rivayetlere göre ve bu kızlar arasında biri de Şehribanu. Hazreti Ömer mescideye giriyor. O sırada Şehribanu ayağa kalkıyor. Hazreti Ömer mescideye girdiğinde tabi sahabenin saygısından, tutumundan içeriye devlet başkanının girdiği bir şekilde anlaşılıyor. O da ayağa kalkıyor diyor ki vaha Kisra. Yazık oldu Kisra’nın saltanatına diyor. Yani ya da ah be Kisra ne oldu sana şeklinde bir şeyde bulunuyor Nida’da. O sırada Hazreti Ömer susturun şu kadını diyor. Niye böyle diyor? Çünkü peygamberin mescidinde yüksek sesle bağırılmaz. Çünkü bu konuda men vardır. Seslerinizi peygamberin sesinin üstüne. Çıkarmayın. Peygamberin mescidinde mesela ecdadımız ne yapmıştır? Mesela tren istasyonları yapmıştır. Tren istasyonlarının raylarına keçeler döşemişlerdir ki sesiyle peygamberimizin maneviyatı rahatsız olmasın. O bölgeler rahatsız. Böyle bir inceliği vardır. Dolayısıyla Hazreti Ömer susturun şunu diyor. Ondan sonra böyle bir süreç yaşanıyor. Bir tartışma ve orada ganimetlerin dağıtırma süreci. Ve Hazreti Hüseyin de Yezdicerd’in kızı Şehribanu ile evleniyor. Hazreti Ömer. Hazreti Hüseyin’e veriyor onu bu Taksim’de. Ve Farsların kutsal kanı yani Yezdicerd’in kutsal kanı Şehribanu aracılığıyla Hazreti Hüseyin’e geçiyor.

Bundan dolayı Hazreti Hasan’ın çocuklarından imamet devam etmez. Kimden devam eder imamet? Hazreti Hüseyin’in çocuklarından. Yani Hazreti Hüseyin’in de hangi çocuğundan devam ediyor? Mesela Hazreti Ali’nin Muhammed el-Hanefiye diye çocuğu da var. Ama Hazreti Ali’nin Havle’den doğan çocuğundan da imamet devam ediyor. Hazreti Hasan’dan sonra yatay biçimde Hüseyin’e geçiyor. Hüseyin’den de Zeynel Abidin bin Ali’ye yani Şehribanu’nun çocuğuna geçiyor. Dolayısıyla Fars kanıyla peygamberi meşruiyeti ne oluyor? O saltanat gücü birleşiyor. Dolayısıyla Şiilik Yezdicerd’in çocuklarının da yeniden geri döneceğine inanmış oluyor. İşte bu Biharül Envar’dan bir alıntıydı.

Mesela Şiilik’in en temel unsurlarından biri. Zahiri. Zahiri ve batini inanıştır. Zahiri yani batın karın demektir. Zahir de dış demek, açığa çıkan demek. Onlar genel manada bu agnostikler ya da batiniler Pers ve Hint kültüründe çok ciddi manada batinilik fikriyatları, agnostizm vardır. Ve onlar her bir bilginin yani eksi artı kutuplarının olduğu, iyi ve kötü olduğunu, bütün yaşamın iyilik kötülük arasındaki çatışmadan ibaret olduğuna yönelik bir ikililik inanışına sahiptirler. Ama aynı zamanda her bir yani kitabın bir gizlisinin, bir aşkârının olduğuna inanırlar. Bu bağlamda ciddi manada Pers ve Hint inanışlarından bu da etkilenmiştir. Şiiliğin diğer bir ismi de genel manasıyla daha çatı bir kavram olarak batiniliktir. Batinilik buradan mülhemdir.

Yani batinilik nedir? Şimdi elimizde Allah’ın kitabı var. Allah’ın kitabı ve Rasul’ün sünneti var. Bu Allah’ın kitabı bizim açımızdan, Müslümanlar açısından muhkem ve müteşabih. Ayetlere sahiptir. Ali İmran Suresinin ilk ayetlerinde de ifade edildiği gibi muhkem ayetler herkesin anlayabileceği bir kitaptır. Bu kitapta ayetler açık açık ifade edilmiştir. Müteşabih ayetlere gelince kalplerinde hastalık olan kimseler ne yaparlar? O müteşabih ayetlerin peşine düşerler.

Ve onlar üzerinden bir takım yorumlar yapmaya çalışırlar. Ve bu da kalbin hastalığı ve şeytanın kendilerini aldatması olarak ifade edilmiştir. Elbette bu kitapta açıklanmayan sırlar mevcuttur. Ama birileri bu sırların vakıfı ve sahibi benim, maliki benim. Dolayısıyla siz bu kitabı okuyorsunuz ama buzdağının görünen kısmı, bunun ardında sadece bizim bileceğimiz bir takım bilgiler var dediği andan itibaren Allah’ın kitabını bir yönüyle geçersiz kılmakta ve Allah’ın kitabını anlaşılmaz kılmaktadır. Halbuki bu Allah’ın kitabı çiftçinin de, işçinin de, kadının da, erkeğin de, gencin de, yaşlının da okuduğu zaman kendisinden anlayabileceği ve istifade edebileceği bir kitaptır. Dolayısıyla bilgi kaynağı olarak Müslümanlar açısından bu kitap yeterlidir. İşte bu kitabın arkasında bir buzdağı var. Siz buzdağının görünen kısmını görüyorsunuz diyen kimseler bu kitabın hakemliğinin dışına çıkmakta ve sağlaması yapılamayan bir bilgi kaynağına sahip olduğunu iddia etmektedir. Rüyalardır, zorlardır. Zuhuratlardır, kalbime böyle doğdu, bana ilham edildi şeklinde bir takım kanaatler ne olur? Bunlar ölçülebilir, bunlar kontrol edilebilir, sağlaması yapılabilir. Bunlar teyit edilebilir, doğrulanabilir ya da yalanlanabilir şeyler değildir.

Oysa Allah’ın dini herkesin anlayabileceği, son derece aşikar, anlaşılabilir, mesajı çok net ve sade olan bir dindir ve kitabı da son derece anlaşılır ve muhkem ayetleri olan bir kitaptır. Bu kitabın muhkem ayetlerinden sorumluyuz. Her kim bu kitabın fevkinde bilgi sahibi olduğunu, bu kitapta olmayan bilgilere ve hazinelere vakıf olduğunu söylerse, onun bu sözü kesinlikle reddedilmelidir. Batınilik de işte böyle bir düşünceden beslenmektedir.

Bu şii inanışa baktığımızda, az evvel bahsettiğimiz ikillilik düşüncesi ya da agnostizm’e baktığımızda, mesela insanlar şiilikte de yani iyi ruh, kötü ruh, iyilik tanrısı, kötülük tanrısı şeklinde bu meclisi ayırımlara baktığımızda, benzer bir yaklaşımın olduğu görülür. Bu bakımdan şia insanların iki çeşit çamurdan yaratıldığını iddia etmektedir. İyi çamur ve kötü çamur. Sünniler kötü çamurdan yaratılmışlardır. Şiiler ise seçkin bir topraktan yaratılmışlardır. Buna göre bu iki toprağın karışımından başka bir tür çıkmıştır ki, onlar da şiilerin günahkarlarıdır. Fakat onların toprağına sünni toprağa biraz karışmıştır. Sünnilerde görülen salah ve güvenilirlik ise onların toprağına biraz karışmıştır. Onların da toprağına biraz şii toprağa karışmasındandır. Yani birazcık iyiyse biraz şiilik ona karışmıştır toprağına. Böylece kıyamet günü şianın günah ve cezaları sünnilere, sünnilerin hasenatları ise şiilere verilecektir, inanışına sahiptir. İşte bunu da kaynağımızdan görebiliyorsunuz. Tabii farslar aynı zamanda şeyi oluştururken, zaman içerisinde tarih kurgularını oluştururken, fars üstünlüğüne dayalıdır. Fars üstünlüğüne dayalı bir inanış da sergilemişler. Ve bunun çok doğaldır ki bir takım kutsal mabetlerinin de olması gerekir. Necef şehrini de Mekke’den üstün görmektedirler. Hac vazifesinin ifa edildiği yerler olarak tasarlanmış. Bu bağlamda mesela 1600’lü yıllarda Sir John Chardon mesela İran’a bir seyahat gerçekleştiriyor. Ve bu seyahatinde şöyle ifade ediyor. O glorious city of Necef diye başlıyor. Ve orada şöyle ifade ediyor. Yüce şehir Necef, inancın evladının yani Hz. Hüseyin’in köşkü. Senin toprağın zemzem beldesinden, kutsal Mekke’den daha şereflidir. Hakikat arayan kimseler için Necef gerçek Kabe’dir. Zira orası İslam’ın kararlı savunucusunun meskenidir.

Şimdi mesela Şia’nın özündeki İrani dokular, İrani desenler müsteşriklerin de dikkatini çekmiştir. Müsteşrikler, tabii biz müsteşrik düşünceleri yazarız. Ya da fikriyatları. Şia ile aramızda hakem kabul etmeyiz. Ama bununla birlikte İslam denildiği vakit dışarıdan bir göz olarak onların bakış açılarının da en azından meseleyi anlamlandırma açısından önemli olabileceğini düşünüyoruz. Yoksa zaten bizim Şia’nın tezahürü ile ilgili veya teşekkülü ile ilgili ve zaman içerisinde yaşadığı dönüşümler ile alakalı bizim hem Şii kaynaklardan hem Sünni kaynaklardan çokça örnekler verdik.

Hem tarihsel verilerden, kültürel verilerden örnekler verdik ve bunun çok daha fazlası da eserimizde yer alıyor. Ancak müsteşrikler açısından Şii-Sünni meselesi özellikle bundan 100 yıl önce, 150 yıl önce, 300 yıl önce batılı düşünürler açısından, batıdan bakan kimseler açısından bu mesele kolayca ayrımına varabildikleri bir mesele oluvermiştir. Mesela Dozi şöyle ifade ediyor. Şia gerçeği ve özü bakımından farisi bir fırkadır. Farisi kökenli bir kimse halifenin seçimle iş başına gelmesini düşünemezdi. Bu ona yabancı bir şeydir. Onun kolayca kavrayabileceği yegane yöntem veraset yöntemidir diyor. Gerçekten de bu şekilde olmuştur. Tabi bir de burada bir takım Emeviler döneminde, Abbasiler döneminde yaşanan isyanlar var. Bu toplumsal hareketliliklerin de şeceresini çıkarmak lazım. Bu konuda da güzel araştırmalar yapılabilir. Mesela Kerbela’dır. Kerbela vakasından sonra özellikle Kerbela’da Hazreti Hüseyin’e söz verip ama o sözünü tutmayanlar, Hazreti Hasan’a Kerbela’dan önce söz verip onun sözünü tutmayanlar, Hazreti Ali döneminde, Hazreti Ali’nin ordusunda o orduya sızıp işte Cemel vakasında savaşın çıkmasına neden olan kimselere baktığımızda, sonra hariciliğe meyleden kimselere baktığımızda bunlar hangi kabilelerdi?

Bunların irtidat eden kavimler ve kabilelerle ilişkisi neydi? Ne kadar bir eşleşme sağlanabiliyor? Muhtar el-Sakafi isyanına baktığımızda ki bu isyan Hulat-ı Şia’nın çok tesirli olduğu ve Farsların da etkili olduğu bir isyandır. Muhtar el-Sakafi isyanına katılanlar ile mesela Tevvab’ın hareketine katılan insanların, kitlelerin, toplulukların ciddi bir eşleşme gösterdiğini görüyoruz. Aynı şekilde ileriki biraz daha geç dönemlerde Emevilere karşı, Abbasilere karşı yapılan isyanlarda bu isyanları gerçekleştiren insanların mesela kadınları ortak gördüğü, İslam’ın bir takım namazdır, oruçtur gibi kurallarını kaldırdıkları yani ibaha görüşüne sahip oldukları, hululdür, ricattır, ruh göçüdür buna benzer inanışlara sahip olduğunu görüyoruz. Burada mesela Bihafer isyanı 747’de, 750 yılında yaşanmış Ebu Müslim el-Hurasani isyanı mesela vardır. Ebu Müslim el-Hurasani öldürüldükten sonra onun taraftarları mesela Ebu Müslümiyye ya da Horasaniye ismiyle bilinir. Ebu Müslümiyye ya da Horasaniye ismiyle bilinir.

Bu isyan yapmışlardır ve kendisini Mehdi olarak kabul etmişlerdir Ebu Müslim el-Hurasani. Benzer bir şekilde yani bu isyanların çoğu mesela bir diğeri Nişa burada Simbat tarafından gerçekleştirilen isyandır. Bu isyanların geneli Fars ziyarında gerçekleşmiştir. Yine Ebu Mukanna el-Hurasani, Mukanna yüzüne bir örtü örtüyormuş. Çünkü yüzü çok çirkinmiş ama tabii taraftarları yüzünün çok güzel olduğunu, onun nurundan açarsa örtüyü nurundan gözlerinin kör olabileceğine inanıyorlar. Ama yüzünün çok çirkin olduğu ortaya çıkıyor. Mukanna isyanı var. Mesela bunlara bakıldığında bunların genel manada ricat inanışına yani hülül inanışına sahip olduklarını, beda görüşüne sahip olduklarını görüyoruz. Yine genellikle gayri Arap çevrelerde popülerlik kazanan bahse konu bu isyanların temel hususiyetleri, türleri, nitelik ve nicelikleri nazar itibara alınarak Ehl-i Beytin haklarının savunucusunun fetihleri sindirememiş kesimlerin İslam egemenliğiyle mücadele edilmiştir. Bu isyanın bir kılıf olarak kullanıldığı rahatlıkla söylenebilir.

Gerekçe zulme karşı bir isyan ve Ehl-i Beytin hakları olsa da isyanlar gerçekte başka değerlerin taşıyıcısı olmuştur. Evet tabii mesela Avesta’ya baktığımızda mesela Mecusiliğin Kutsal Kitabı Avesta’nın Denkirt bölümünde Şüşyant inanışı vardır ki o Şüşyant inanışı ile Şia’nın Mehdi inanışı neredeyse aynıdır. Tabii Ehl-i Sünnet’te de Mehdiyet düşüncesi inancı vardır. Ehl-i Sünnet’in de Mehdi görüşü vardır. Ama birincisi Mehdiyet Ehl-i Sünnet açısından yani Şia’da olduğu kadar güçlü bir akide konusu olarak kabul edilmemiştir. Burada çok net bir Ehl-i Sünnet’teki Mehdi anlayışıyla orada ciddi bir ayrım bulunmaktadır. Yoksa Ehl-i Sünnet inanışında özellikle her yüzyılda bir dini yenileyen Mehdilerin yani buradan kasıt ne? Mehdi yani hidayet bulunmuş kimseler. Mehdilerin olacağı ile ilgili de müjdeler bulunmaktadır. Tabii burada mesela Ferverdin Yeşt bölümünde Avesta’nın şöyle bir ifade kullanılıyor.

Mesela Abdülkahir el-Bagdadi el-Farkh İsmini verdiği eserde diyor ki yani karşılaştığım hiçbir mecusi günün birinde Zerdüşt’lüyün ve Farsların yeniden egemen olacağına yönelik inancını yitirmemişti. Yine mesela Zerdüşt kendisine inanan Belhli ilk Zerdüşt’ü olan Kustafa şöyle diyor ki, Mülk yani hükümdarlık, iktidar önce Farslardan Rumlara ve Yunanlılara geçecek, sonra tekrar Farslara geçecek, onun ardından da Araplara geçecek, sonra tekrar Farslara geçecek. Dolayısıyla mecusiler Şüşyant yani Mehdi beklentisini zamanın birinde Araplara karşı savaşacak bir Mehdi olarak uyarlamışlardır. Böyle de bir görüşleri var. Bu Ferverdin Yeşt bölümünde Şüşyant inanışına atıflar vardır. Mesela Şehristani El-Milel ve’l-Nihal isimli eserinde mecusilerin krallarını alimlerin alimi olarak gördüklerini ifade ediyor. Alimlerin alimi yani Mu’bezi Mu’bezan ya da Mu’bedi Mu’bedan olarak da söyleniyor. Mu’bezi Mu’bezan olarak ifade edebiliriz.

Bunu alimlerin alimi olarak gördüklerini ifade ediyor ve onlara dini bir kutsiyet atfettiklerini ifade ediyor. Nitekim Velayet-i Fakih düşüncesinde de bugün eğer bir kişi lider olacaksa, o ancak dini niteliklere haiz olmalı, yani dini yetkililerle donatılmış olan bir seçkin olmalı düşüncesi vardır. Tabi mesela Şia’da Hristiyanlıktan da bir takım öğeler var. Mesela Kâfi eserinde Kuleyni, Hasan Musa’ya yani İmam Rıza’ya dayandırdığı bir hadis rivayet ediyor, bir söz. Onlar imamların sözlerine hadis dedikleri için biz de öyle ifade ediyoruz. Şöyle diyor. Allah Şiilere kızdı ve beni ya kendimi ya da kendimi yasakladı. Ya da onları feda etmem konusunda serbest bıraktı. Allah’a yemin olsun ki ben kendimi feda ederek onları kurtardım. Burada da imamın ölümüyle, ölmek ile imamın kavmini cezadan kurtardığını ifade ediyor. Bu görüş biliyorsunuz Hz. İsa’nın insanlığın günahını, insanlığı günahlarından temizlemek için kendini feda etmesi görüşünden çok bariz bir şekilde alıntıdır. Bununla birlikte tabi bu eserimizde gerek Ali Şeriati’den, gerek Mutahari’den, gerek diğer Şii alimlerden ve sosyologlardan Şia’nın bu mahiyetine ilişkin bir takım alıntılar kitabımızda var. Bunlardan birini ifade etmek istiyorum. Mesela Ali Şeriati şöyle ifade ediyor. İranlıların Şiili’ye ve Ali’ye olan temayülünün nedeni milliyetlerini korumak ya da İslam karşısında bir fırka oluşturmak değildir. İranlı İslam’ın kendisinden niçin yönelmişse Şiili’ye de o sebepten yönelmiştir. Ve İlhanlılar ve Moğollar döneminde hak peşinde olanların ya da Ali Allahilerin çektikleri zulümlerden, dolayı tükenmiş ve adalete susamış kişiler olduğunu görüyoruz. Ali onların gözünde bir ilah, bir tanrı, bir ahura mazda, bir adalet ve hak hükümet tanrısı olarak canlanmaktadır diyor. Dolayısıyla biz baktığımızda Ali Şeriati burada Farsların özellikle Ali Şeriati burada Şia’nın Ali’yi bir ahura mazda’ya benzettiğini ifade ediyor. Bugün biz Şiiliğin teşekkülünde bir takım dini, kadim dini inancımız var. Bu tanrıların teşhirini inceledik. İnşallah bir dahaki programımızda Hulefayra’yı tanıyalım.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir