BİR MÜSLÜMAN GELENEK VE MUHAFAZAKARLIĞA NASIL BAKMALI?
Gelenek her çeşit insan toplumsallığının varoluş şartı. İnsanlar birbirlerinden bir şeyler öğrenerek, birbirlerini taklit ederek, belli davranışları tekrarlayarak ve alışkanlıklara dönüştürerek yaşarlar. Bunlar geleneğin temel şartlarıdır ve her şeyden önce bir toplumsal yapının olmazsa olmaz boyutudur.” İnsanlar böylece bir toplumun içinde doğdukları ölçüde gözlerini bir geleneğin içinde açar, geçmişten bir şeyler devreder bunu geleceğe taşırlar. Bu tanım gelenek kavramının veya olgusunun en basit, en yalın tanımıdır. Bu anlamıyla gelenek kolay kolay kaçabildiğimiz bir şey değil, bizim içine doğduğumuz, gözlerimizi ve bilincimizi içine açtığımız bir atmosferdir. Ancak genellikle gelenek ile hiç değişmeyen sabit toplumsal kurum ve alışkanlıklar birbirine karıştırılır. Özellikle geleneksel toplumların modernleşmeyle birlikte maruz kaldığı hızlı değişimin gelenekleri tehdit ettiği ve bunun da özellikle bazı değerlerimizi alıp götürdüğü düşünülür. Gerçekten de günümüzde eski örf adet ve geleneklerimizden geriye neler kaldığına dair yığınla söylem dinleyebiliyoruz. Modernleşmeyle birlikte yitip giden eski yaşam tarzlarımız, alışkanlıklarımız, taklitlerimiz, hayat rutinlerimiz bizi baş döndürücü bir değişim temposuyla baş başa bırakır. Bu değişim temposunun insanda bir sabitlik özlemi, değişmeyen ve değişmeyecek bir şeylere, sabit bir dala tutunma arzusunu uyandırması kadar doğal bir tepki olamaz. Doğrusu, her hızlı değişim dönemine karşı insanların vermeye hazır oldukları bir tepki olarak çıkar karşımıza muhafazakârlık. Elde eskiye dair ne kalmışsa muhafaza etmeye dönük bir arzu. Özellikle kurulu bir toplumsal ortamda belli bir huzuru, istikrarı, geçimi, düzeni bulunanların değişimi olumlu karşılamaları beklenmez. Onlar süregiden düzeni her türlü değişime karşı korumak için daha güçlü tepkiler ortaya koyabilirler. Bu durumda muhafazakârlık değişime karşı bir tepki olarak her zaman nüksedebilecek bir ruh hali olarak karşımıza çıkar./Müslüman olarak muhafazakârlık ve gelenek konusunda bizi asıl ilgilendiren ve sağlıklı bir tutum geliştirmemizi gerektiren çok önemli noktalar vardır. Birincisi, genellikle muhafazakârlık ve gelenek dinle ilişkilendirilir ve gelenekleri muhafaza etmek adeta dindarlığın, Müslümanlığın bir gereği olarak düşünülür. O yüzden Müslüman ve muhafazakâr isimlendirmeleri birbirinin yerine kullanılır. Müslümanın aynı zamanda geleneklere saygılı, gelenekleri korumaya çalışan biri olduğu düşünülür. Müslümanların da önemli bir kısmı bu yakıştırmaları kendilerine uygun görürler.
Bu böyle midir gerçekten? Yani Müslümanlar her türlü geleneğe saygılı olmak durumunda mıdırlar? Her türlü geleneğe karşı ortaya çıkan değişim veya itirazlara karşı bir tutum içinde olmak durumunda mıdırlar? Günümüzde kendisi İslamcı olmasa bile çoğu İslamcının desteklediği ve bünyesinde çok sayıda İslamcı barındıran bir siyasal partinin kendisini muhafazakâr hatta “geleneklere saygılı” olarak tanımladığını biliyoruz. Bu niteleme ve tanımlama İslamcılık ile muhafazakârlığı birbirine ne kadar yaklaştırıyor? Oysa aynı siyasi partinin (AK Parti’nin) Türk siyasi hayatında oynadığı role bakıldığında, bütün siyasi gelenekleri, kurumları ve kuralları değiştiren, Türkiye’ye yepyeni bir format kazandırmaya çalışan önemli bir değişim etkisini de görüyoruz. Birçok geleneği yıkan, birçok kurumları kökten değiştiren uygulamaları ve etkisiyle AK Parti’nin muhafazakâr bir kimliğe veya iddiaya sahip olması arasında görünürde açık bir çelişki bulunuyor. Diğer yandan özellikle Türkiye’de geleneklere bağlı ve muhafazakâr olmak, kendilerine Aydınlanmacı, ilerici ve değişimci nitelikler yakıştıran sol çevreler açısından “gerici” nitelemesini hak eden bir eleştiri hatta düşmanlık sebebidir. Sol-sosyalist çevreler ile birlikte Kemalist çevreler de dindar, İslamcı kesimleri tam da gelenekçilikleri ve muhafazakârlıkları dolayısıyla “gerici” olarak nitelerken, kendilerine de “devrimcilik” ve ilericiliği yakıştırırlar. Oysa Türkiye’de oturmuş siyasi ve toplumsal statüko tam da bunların temsil ettiği akım olmuştur. Buna mukabil ona itiraz edenler ve onu değiştirmeye çalışanlar ise bilhassa dindar ve İslamcı kesimler olmuştur. Aslında bu açıdan roller hiç de isimlendirmelere uygun değildir. Cumhuriyet döneminde yeni bir siyasal, ekonomik ve sosyal yapı oluştu. Bu yapı kendi ideolojisini ilk etapta eski düzeni devirip yeniyi, ileriyi, devrimci olanı getirmekle tanımladı. Kendisine karşı direnen eski düzenin unsurlarını da gericilikle, tutuculukla ve biraz daha yumuşak bir deyimle “muhafazakârlıkla” suçladı. Oysa o kadrolar ideolojileriyle de sonradan oluşturdukları iktidarın kendi elitlerini, kendi bürokrasisini ve kendi kurumlarını yerleştirmesi ve bunda zamanın geçmesiyle birlikte köhnemeye de yüz tuttu, Bir süre sonra mevcut siyasal statüko ideolojisiyle, kurumlarıyla ve elit tabakasıyla birlikte “muhafaza” edilmesi gereken bir yapıya dönüştü. Bu yapıya karşı da en güçlü muhalefet, değişim, hatta devrim talep eden kesimler İslâmi kesimler oldu. İslâmi kesimler mevcut düzeni ekonomik bölüşüm yönünden eleştirdi, seçkinci ve ideolojik yönüyle eleştirdi ve bunu değiştirmeyi talep etti. Yani görünürde zaten roller hiç de kendilerine konmuş isimlere uygun değildi. Bir şeyleri muhafaza etmeye çalışanlar laikçi, solcu veya Kemalistlerdi. Buna mukabil değişimi talep edenler, daha adil ve daha insan haklarına saygıyı talep eden kesimler ise İslamcılar.
Aslında rollerin bu şekilde yeniden dağılımı İslam ve muhafazakârlık ilişkisi hatta İslam ve gelenek ilişkisi hakkında tekrar ve daha güçlü sorular sormamıza bir başlangıç oluşturabilir. Mesela Müslümanlar muhafazakâr mıdır veya muhafazakâr olmak zorunda mıdır? Neyi muhafaza edecekler? Müslümanlık bir gelenek midir? Ecdadımızın bize miras bıraktığı bir şey olarak mı bir değere sahiptir? Bugün dünyadaki siyasal rejimlerin neredeyse tamamı, tesis ettikleri toplumsal ve siyasal düzenlerle birlikte İslam dışı olduğuna göre, Müslüman neyin muhafaza edilmesini savunacaktır? Böyle bir durumda Müslüman daha fazla değişimin mücadelesini yapıp kurulu rejimlere muhalefet etmesi gerekmez mi? Böyle bir gereklilik varsa, Müslüman hangi geleneklerin savunmasını yapacak, hangi gelenekleri devam ettirmenin mücadelesini verecektir? Gelenekler aslında tanımı gereği bir kesintisizlik, yani devam eden bir pratikler bütününü işaret eder. Bugün İslam adına ortaya konulan pratiklerin önemli bir kısmı belli kesintilerle belli nesillere aktarılmaktadır. O zaman bu pratiklerin gelenekle alakası nedir? Bu durumda muhafaza edilen bir gelenekten mi yoksa uydurulan, vehmedilen geleneklerden mi bahsetmek daha doğru olur?
Bu sorular aslında hem muhafazakârlık hem de gelenekle ilgili her türlü düşüncede akla gelmesi gereken sorulardır. Ancak özellikle İslam ile ilişkileri bağlamında düşünüldüğünde bu sorular daha da esaslı sorulara dönüşüyor. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ne yazık ki, Müslümanlık bir gelenek olarak düşünülmektedir ve Müslümanlara daha ziyade muhafazakâr bir tutum yakıştırılmaktadır. Bu sayede Müslümanlar kurulu toplumsal yapıların bütün hatalarıyla birlikte meşrulaştırıcı bir parçası haline getirilmektedirler. Oysa bugünün dünyasını Müslümanlar tesis etmiş değildirler ki onu muhafaza etmeye çalışsınlar. Bugün pratikte yürürlükteki gelenekler insanların İslam’a referansla tesis ettikleri gelenekler değil ki Müslüman kendilerini bu geleneklere nispet etsin.
Tam bu noktada aslında Kur’an-ı Kerim’de hikâyeleri anlatılan bütün peygamberlerin kendi kavimlerine ilahi mesajı getirdiklerinde karşılaştıkları en önemli tepkiyi hatırlamakta fayda var. Peygamberler kendi kavimlerini kula kulluk yaptıkları için eleştirdikleri her seferinde muhatapları kendilerine “atalarını hangi yolda buldularsa, ona tâbi oldukları” şeklinde bir tepki gösteriyorlar. Atalar dini “geleneğin” bizzat kendisi. Yani bir yolun, bir alışkanlığın, bir değerin geleneksel referanslara sahip olması bizatihi İslâmi olmasına yetmediği gibi doğru olduğunu da göstermiyor. Aksine insanoğlunun tutturduğu birçok yanlış yol alışkanlık haline gelip bir kültürel miras olarak nesilden nesle aktarılarak gelenek niteliğine kavuşuyor. Bütün peygamberler belli geleneklere karşı bir itiraz, bir isyanı temsil etmişlerdir. Buna mukabil karşılarında da her seferinde atalarının geleneklerini korumaya çalışan onları muhafaza etmeye çalışan bir elit tabaka ve onlara tabi kitleler bulmuşlardır. Bu gelenekler bizatihi toplum içinde ekonomik ve toplumsal sömürünün, kula kulluğun sebebi olmuştur ki, peygamberler onlara karşı çıkmışlardır. Neticede bugün birçok yerde kast sistemini meşrulaştıran, onu kutsayan, onu kozmik varoluşun bir parçası olarak dokunulmaz kılan büyük dini gelenekler vardır. O geleneklerin içerdiği bazı inceliklerin büyüsüne kapılıp bir gelenek edebiyatı ve övgüsü yapanlar olabiliyor. Oysa bu insan ayırımcılığının, bu kula kulluğun, şirk düzeninin övgüye değer, hoş görülecek hiçbir tarafı yoktur. Bugün birçok geleneğimiz tam da bu çarpıklığı barındırmaktadır ve bir Müslümanın sadece kültürel mirastır veya ecdadımızdan kalmıştır diye bir geleneği kutsamasının hiçbir kabul edilebilir tarafı yoktur.
Ancak elbette atalardan gelen her türlü uygulama ve gelenek de sırf gelenektendir diye de karşı çıkılmayı hak etmez. Geleneklerin tamamının yanlış olduğu söylenemez elbet. İnsan toplumsallığının tamamının geleneksel, yani nesilden nesle öğretilen, aktarılan, sürekliliği olan bir boyutu vardır ve hepimiz bir geleneğin içine doğarız. Gelenek bir çırpıda insanın karşı çıkıp alternatifini ortaya koyabileceği bir şey değildir. Neticede gelenekler içinde İslam’la, tevhid ilkesiyle çelişen uygulamalardır itiraz ettiğimiz. Bu konuda ölçüyü tamamen Kur’an ve Sünnet kılarak geleneklere karşı eleştirel bir tutum benimsemek tek geçerli yoldur. Ancak belli bidat, hurafe veya kula kulluk davranışlarına itiraz ederek, onlara karşı çıkarak bir değişime önayak olan peygamberler veya İslâmi hareketlerin de zamanla kendi düzenlerini, davranış tarzlarını ve geleneklerini oluşturduklarını unutmamak lazım. Çünkü din de en devrimci haliyle bile her zaman belli davranışların sürekli tekrarına, kitlelerce taklit edilmesine ve belli davranışların alışkanlığa dönüşmesiyle yerleşir. Böylece bir geleneğe de dönüşür. Bu geleneğin ruhunu bazen insanlar kaybedip sadece kalıbı, davranışları önemsemeye başlayabilirler. Bu kalıplar anlamını yitirdiğinde bizatihi kendileri bazı toplumsal hiyerarşilerin, eşitsizliklerin, haksızlıkların hatta ekonomik sömürünün sebebi olmaya başlayabilirler. Bu durumda din devrimci niteliğini kaybedip muhafaza edilen bir toplumsal, siyasal ve ekonomik düzenin kalkanı haline gelebilir. Aslında dine dair yaygın olarak gördüğümüz manzara bu oluyor ve burada din ve muhafazakârlık veya din ve gelenek tekrar insanların zihninde özdeş hale gelmeye başlar. İslam’ın ruhunu kavramış bir hareket tam da bu yüzden geleneğe karşı nasıl bir tutum geliştirmesi gerektiği noktasında çok bilinçli ve uyanık olmak durumundadır.
Bu kitabın da amacı Müslümanın gelenek ve muhafazakârlık karşısında takınması gereken sağlıklı tavra dair bir bilincin sınırlarını işaret etmektir. Bunun için her zaman yaptığımız gibi başta hem muhafazakârlık kavramının hem de gelenek ve gelenekçilik veya gelenekselcilik kavramlarının sosyal bilim literatüründeki anlamlarını ortaya koymaya çalışacağız. İlerleyen bölümlerde kavramların veya kavramlara tekabül eden tutumların İslam ve Batı dünyasındaki genel tarihsel gelişimini irdelemeye çalışacağız. Ardından bu kavramların bir Müslüman zihne ve hayatına dokunduğu yerleri tespit etmeye çalışacağız. Böylece bir Müslüman olarak Muhafazakârlık ve Geleneğe nasıl bakmamız gerektiğine dair soruya kendimizce bir cevap vermeye çalışmış olacağız.
İlk etapta diyebiliriz ki hem gelenek hem de muhafazakârlık hakkındaki tartışmalar modern dönemdeki gelişmelerle ilgilidir. Meselâ modern dönemde bir ideoloji veya siyasal-tutum olarak şekillenmiş olan Muhafazakârlık, modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan ideolojilerden biridir. Liberalizmden sonra ve ona tepki olarak ortaya çıkmış bir ideoloji olarak kabul edilir. Fransız Devrimi sonrasında geçmişin izlerini ortadan kaldırma anlayışı karşısında geleneği ve geleneksel kurumları koruma anlayışını temsil etmektedir. Muhafazakârlığı bir ideoloji olarak tanımladığımızda onun bir dünya görüşü olduğunu ve diğer dünya görüşlerinden ayrıldığını iddia etmiş oluruz. Böylece muhafazakârlığa bağlı olan bir insanın kendisini muhafazakâr olarak tanımladığını ve muhafazakâr olmayanlardan kendisini ayırdığını da söylemiş oluruz. Yine kendisini muhafazakâr olarak tanımlayan bir insan, bazı ideolojilere kendisini daha yakın ve bazılarına da daha uzak hissedebilir. Üstelik bu durum toplumdan topluma değişiklik gösterebilir.
İdeolojiler genelde ortaya çıkış şartları göz önünde bulundurularak tarihsel bir bağlamda tanımlanır. Ancak ideolojilerin zamanla tarihsel, sosyolojik, ekonomik ve siyasi değişmelere bağlı olarak değiştikleri ve vurgularının farklılaştığı da görülmüştür. Yine ideolojilerin farklı toplumlarda farklı vurgulara sahip olmaları da işin doğası gereğidir. Bu özellikler muhafazakârlık için de geçerlidir. Bu kitapta gelenek üzerine yürütülen tartışmadan bahsedildikten sonra gelenekselliğin ideolojisi ve muhafazakârlığın bir ideoloji olarak ortaya çıkışı değerlendirilecektir. Özellikle Müslüman düşünürlerin modernlik ve gelenek ikilemindeki arayışlarına ve farklı yorumlara da değinilecektir. Bu ikilemin bir yansıması olarak İslam ile modernliğin hiçbir şekilde uyuşamayacağını iddia edenler, bir birleriyle uzlaşamaz iki yorumun ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Bir tarafta İslam’ı modern bir yorumla geleneksel birikiminden ayrı yorumlayanlar ile diğer tarafta İslam’ı yeni şartlara hiçbir şekilde uyamayacak, geçmişe ait bir geleneksel dini öğreti olarak yorumlayanlar iki kutbu temsil etmektedir. Burada birinci kesim daha çok modernist olarak adlandırılırken ikinci kesim gelenekselci ya da muhafazakâr olarak adlandırılmaktadır. Bu farklılaşmanın bu kitabın genel iddiası açısından önemli ve değinilmesi gereken bir mesele olduğu kabul edilebilir.
Tarih içinde muhafazakârlık da değişmiş ve yeni yorumlar kazanmıştır. Ayrıca farklı tarihsel ve kültürel gerçekliklerin farklı muhafazakârlıklar üretmesi de beklenebilir bir durumdur. Buna bağlı olarak Türkiye’de muhafazakârlık ile İngiltere’deki muhafazakârlığın birbirlerine benzer vurguları olsa bile önemli ve ayırt edici farklılıkları vardır. Bu nedenle hem genelde muhafazakârlık ideolojisinin ne olduğu hem de onun özellikle Türkiye’deki değişim sürecinin genel bir değerlendirmesi yapılacaktır. Türkiye’de muhafazakârlık, doğrudan Türkiye’nin yaşadığı değişme süreciyle ilişkilidir. Osmanlı’dan itibaren Türkiye’nin Batılılaşma tecrübesinin belli kesimler tarafından desteklenirken, belli kesimler tarafından da tepkiyle karşılandığı bilinmektedir. İki yüzyılı aşan modernleşme tecrübemizin sonuçlarından birisi de Türkiye’de ortaya çıkan muhafazakârlıktır. Ancak Türkiye’deki muhafazakârlığın biçimlerini tespit etmek, kendine has tarihsel ve sosyolojik tecrübeyi göz önünde bulundurmayı gerektirmektedir. Bu bölümün içinde yaşadığımız toplumu anlama adına önemli olduğunu düşünmekteyiz.
Çalışmanın son bölümü, İslâmi bir hassasiyetle muhafazakârlık meselesine nasıl bakacağımız sorusuna odaklanmıştır. Bugün Türkiye’de “muhafazakâr” şeklinde tanımlanan kesim, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi dindarları da kapsamakta ve hatta doğrudan bu kesime işaret etmektedir. Hatta bu konuda bir kavram kargaşası olduğunu tespit etmek mümkündür. Başından itibaren bir ideoloji olarak kabul ettiğimiz ve tarihsel süreçte belli değişmelere muhatap olmuş bu dünya görüşünün Müslümanlar tarafından benimsenmesi ya da kendilerini tanımlamasına nasıl yaklaşmak gerekir? Bir Müslüman kendisini muhafazakâr olarak tanımlayabilir mi? Aynı soruyu tersi bir akıl yürütmeyle de sorabiliriz: “Bir Müslüman muhafazakârlık karşıtı olmak zorunda mıdır?” Veya sözümüzün başındaki sorularımızı tekrarlamak gerekirse kendilerine muhafazakârlığı yakıştıran Müslümanlar neyi muhafaza edecekler?
Müslümanlık ecdadımızın bize miras bıraktığı bir miras bir gelenek olarak mı bir değere sahiptir?
Bugün dünyadaki siyasal rejimlerin neredeyse tamamı, tesis ettikleri toplumsal ve siyasal düzenlerle birlikte İslam dışı olduğuna göre, Müslüman neyin muhafaza edilmesini savunacaktır? Böyle bir durumda Müslüman daha fazla değişimin mücadelesini yapıp kurulu rejimlere muhalefet etmesi gerekmez mi?
Son bölümde bu ve benzer sorulara cevaplar bulunmaya çalışılacaktır. Elbette verilen cevaplar, bu konu ve etrafındaki tartışmalar açısından bir perspektif sunmayı amaçlamaktadır. Aksi takdirde “hakikati bulma” ve son sözü söyleme gibi bir iddiamız söz konusu değildir. Sorular ve sorulara vereceğimiz cevaplar ile ilgili arayışımız devam edecektir.
Yasin Aktay, Mahmut Hakkı Akın Bir Müslüman Gelenek ve Muhafazakârlık’a Nasıl Bakmalı? Beyan Yayınları