Dil: Edep, Hikmet ve İtidalin Aynası
Dil, insanın iç âleminin dışarıdaki en sahici akislerinden biridir. Kalbin nabzı dudakta atar; zihin hangi istikamete bakıyorsa kelimeler oraya yürür. Bu sebeple kişinin dili, edebin elinden tutmalı; üslubu, hikmetin gölgesinde serinlemeli; sözleri İslâm’ın nezaketini ve ilmin vakur ölçüsünü taşımalıdır. Zira söz, ya köprü olur gönüller arasında ya da uçurum. Köprü kurmak isteyenin malzemesi merhamet, direği adalet, zemini ise edeptir.
Edeb, dile yakışan ilk elbisedir. Edebi olmayan bir cümle, manası doğru olsa bile çıplaktır; üşütür, ürpertir, insanı kendinden uzaklaştırır. Edep ise sıcak bir hırka gibi sözü sarar, dinleyenin omuzlarına sükûnet indirir. “Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” buyruğu, edebin dildeki karşılığını tarif eder. Emin kılan dil; bağırmayan, yakmayan, yargılamayan dildir. Kırıcı olmak kolaydır; incitmemek emektir. Hakikati taş gibi fırlatmak maharet sayılmaz; hakikati gül gibi sunabilmek fazilettir.
İslâmî bir dil, ölçüsünü Rabbanî çağrının ana prensibinden alır: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır.” Hikmet, sözün vaktini ve yerini bilmektir; her gönle aynı tonda konuşmanın doğru olmadığını fark etmektir. Zira kelimelerin de mevsimi vardır. Kışın tohum ekilmez; yazın fidan budanmaz. Hikmet, kime konuştuğunu, ne söylediğini, nasıl söyleyeceğini bilme sanatıdır. Aynı hakikat, kibir sahibine uyarı, mazluma teselli, arayan kalbe ışık olarak farklı üsluplarla ulaştırılır.
İlmi bir dil, iddiayı delille, kanıyı kaynağıyla taşır. Acele hüküm vermez, hükmüne acele delil aramaz. “Bilmiyorum” demek, sözün asaletinden bir şey eksiltmez; bilmeden konuşmak ise sözün izzetini düşürür. İlimle kurulan cümle, alçakgönüllüdür: “Gördüğüm budur” der, “Mutlaka böyledir” diye bağırmaz. Sorar, araştırır, karşısındakini anlamaya çalışır. “Edebü’l-bahs ve’l-münazara” geleneği, fikirde sert, üslupta yumuşak olmayı öğretir; şahsı değil fikri muhatap alır. Böylece dil, hakikati aramanın araçlarından biri olur; galibiyet hırsının değil, hakkaniyet arzusunun hizmetine girer.
Vasat ve mutedil dil, Kur’an’ın “vasat ümmet” idealinin kelimelere yansımasıdır. Aşırılıklar çarpıcı gelebilir fakat çoğu zaman hakikati örter. Orta yol, sıradanlık değil istikamettir; kararsızlık değil denge; korkaklık değil itidal. Vasat dil, yeri geldiğinde yakıcı gerçekleri söyler; fakat bunu yıkmadan, dökmeden, inceltmeden yapar. Kınayanın kınamasından çekinmeden hakkı dile getirirken, muhatabını küçümsemez; zira küçümseyen dil, önce sahibini küçültür.
Ahlaklı dil, başkasının yokluğunda çoğalır. Dedikoduya ekmek taşımaz, iftiraya su vermez. Yanlışı görünce önce kendini yoklar: “Benim payım nedir?” Sonra nasihat edecekse, yalnızken eder; zira kalabalığın ortasında yapılan ikaz çoğu zaman izzet kırar. Ahlaklı dil, öfkelendiğinde sükûtu da bir söz sayar; zira bazen susmak en yüksek edebdir. “Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler” emri, “en doğru”yu değil “en güzel”i de sorumluluk olarak yükler. Doğruyu çirkin bir dille söylemek, doğruya ettiği haksızlıktır.
Hikmetli üslup, kelimeleri damıtarak konuşur. Çok konuşmak her zaman çok söylemek değildir; bazen bir damla, bir nehirden daha çok susuzluk giderir. Hikmet, vecizliğin, sahihliğin ve vaktin kesişim noktasında doğar. İnsanın en çok ihtiyaç duyduğu, bazen en az kelimeyle anlatılabilendir: “Ben buradayım.” “Seni anlıyorum.” “Haklısın.” “Özür dilerim.” Bu kısa cümlelerin ardında koca bir ahlak yatar; merhamet, empati, adalet ve tevazu.
Edepli, İslami ve ilmi bir dilin en görünür sınavı, yeni çağın gürültülü meydanı olan dijital âlemdir. Ekran karşısında, yüzünü görmediğimiz insanlara konuşuruz; oysa görmediğimiz bir yüzün de kalbi vardır. Anonimliğin ardına saklanmış hoyratlık, dilin iffetine sürülen lekedir. Paylaş tuşuna basmadan önce, “Bu söz bende kalsa daha mı hayırlı olur?” diye sormak, dijital takvânın kapısını aralar. Sözümüzün peşinden gidenler, bizi görmeden hâlimizi okur; işte bu yüzden edep, görünen bir elbise kadar değil, giyilen bir ruh kadar gereklidir.
Ailenin içinde de dil, huzurun mimarıdır. Çocuklar, anne babalarının dudaklarından dökülen kelimelerin terbiyesiyle büyür. Bir evde ses tonları yükseldikçe, kalpler alçalır; kelimeler güzelleştikçe, yüzler açılır. “Üslûb-ı beyan ayniyle insan” denmiştir; çocuk, büyüklerin üslubundan ahlak devşirir. Emredici değil davetkâr, yargılayıcı değil yol gösterici cümleler; küçük omuzlara büyük yükler değil, büyük ufuklar taşır.
Toplumun zemini de dil ile düzleşir. Adaletin dili, tarafgirliğin dumanına karışmaz; ötekileştirmeyen kelimeler, mahalleleri birbirine komşu kılar. Farklı düşüneni düşmanlaştıran üslup, gerçekte düşünmeyi de fakirleştirir. Oysa ilim meclisleri, farklı seslerin bir arada nefes alabildiği ortamlardır. Bir görüşü reddederken bile hakkını vermek, ahlakın en ince çizgilerinden biridir: “Seni dinledim; şu şu sebeplerle katılmıyorum; şu noktan ise kıymetli.” İşte bu cümle, aynı anda hem adil hem mütebessimdir.
Güzel dil, sabırla yoğrulur. Öfke anında beklemek, yanlış bir kelimenin ömür boyu taşınabilecek yükünü hafifletir. Herkesin çok söylediği yerde az söylemek, az kişinin söyleyebildiği yerde doğruyu söylemek hikmettir. Kırılan bir kalbin onarımı, çoğu zaman bir tek kelimeye bakar; çoğu zaman da bir tek kelimenin susmasına.
Bütün bunların nihayetinde, dil bir emanettir. Emanetin şükrü ise onu hayra sarf etmektir. Dil, bir dualar meşalesi de olabilir, bir fitneler kıvılcımı da. Dua eden dil, karanlık odalara ışık taşır; beddua eden dil, ışığı söndürür. Dilimizin sabahı istiğfarla açıldığında, akşamı şükürle kapanır. Böyle bir günün içinde kurulan cümleler, yalnızca kulaklara değil, kalplere de yerleşir.
İnsana yakışan; edebi elbise, İslâmî ölçü, ilmî vakur, vasat ve mutedil denge, ahlaklı duruş ve hikmetli üsluptur. Bu terkibin ortaya çıkardığı söz, keskinlikten değil netlikten güç alır; gürültüyle değil vakar ile duyulur. Dil, sahibini temsil eden bir elçidir: Gittiği yere barış götürürse, sahibi de barış bulur; ateş taşırsa, önce sahibini yakar. O hâlde söylemeden önce düşünmek, düşünürken kalbe danışmak, kalbi yoklarken Hakk’ın rızasını aramak gerekir. Çünkü güzel söz, kökü yerde sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir; mevsimi gelince meyve verir, mevsimi gelmese bile gölge olur. Ve insan, en nihayetinde, dilinin gölgesinde serinler.
