Din Toplumların Afyonu mudur?

Din toplumların afyonu mudur?

 

Tanım: İslam için geçerli olmayan söylem.

Not: çayınızı, kahvenizi alıp gelin. Hafif uzun soluklu fakat okuduktan sonra pişman olmayacağınız bir yazı olacak. 

Bu yazıda Marks amcamızın, “din halkların afyonudur” sözünün sanayi devrimi öncesi batı’ya cuk oturduğunu fakat genelleme ile İslam’a mal edilmemesi gerektiğini anlatacağım.

Marks bu sözü, Avrupa’nın karanlık orta çağı yaşadığı o döneme bakarak söyledi. Peki, haksız mı? Hayır. Herif hayvan gibi haklı.

Yazının üst kısmını sabırla okuyun ki, alt kısmı anlayasınız… 

Başlıyorum…

Bakınız, Avrupa’nın “karanlık orta çağ” dediğimiz döneminde din adamları, dini katıksız ruhani bir hale dönüştürdü. Bunu da, dini sadece ibadet ile, dünyadan el etek çekme duygularına bürüyerek yaptılar.

Ara not: “bu çağa ‘karanlık orta çağ’ adını ben vermedim, Avrupalıların bizzat kendileri bu şekilde adlandırıyor.”

Sanayi devrimi öncesi Avrupa’ya baktığımızda; kilise ile bilim sürekli çatışma halindedir. Zira kilise, söyledikleri bazı şeylerin temelsiz birer yalan olduğu insanlar tarafından anlaşılırsa, otoritelerinin yıkılıp gideceğinin gayet farkındadır. Bu sebepten kilise, kendi ilkeleri dışına çıkan kim varsa aforoz etti, işkencede bulundu, yakıp öldürdü.

Misal: kilisenin “dünya merkezli evren” ön kabulüne karşın, bilimsel olarak doğruya yakın bir güneş sistemi ve dünya modeli çizen Jardano Bruno’yu diri diri tahta ateşinde yaktı. Kopernik’in yakılması hükmünü verdi. Hüküm kendisine uygulanmadan önce ölmemiş olsaydı, Kopernik de yakılacaktı. Galileo da diri diri yakılmasına dair hüküm yiyince görüşünden döndüğünü söylemek zorunda kaldı. Fakat ölüm döşeğinde yine de “yer küreseldir, yer küreseldir…” şeklinde sayıkladı.

Yani kilise, “sizler dindar olmak istiyorsanız, bilimi ve ilmi terk edeceksiniz” şeklinde bir algı empoze ederek, ilim ile din arasına kalın duvarlar ördü ve insanların bilim yapmasına engel oldu.

Din halkların afyonudur…

Bitmedi, ilmi tuğyanın dışında bir de mali ve siyasi tuğyan ile çökmüşlerdi mazlum halkın üzerine.

Kilise; insanlara, cennete girebilmek için çileci bir ömür sürmeleri gerektiğini söyledi. İnsanların geçimlerinde asgari ihtiyaçlarla yetinmeye çağırdı. Halkı mistikleşmeye zorladı.

“Göklerin melekûtunu elde etmek isteyen kimseye, arpa ekmeği ile köpeklerle birlikte çöplükte uyumanın…” (Markos incili/10-12) bile fazla geleceğini söyledi. Yada “yola çıkarken azık bile hazırlamayın, iki tane elbiseniz olmasın. Ne bir ayakkabınız, ne de asanız bulunsun.” (Markos/13-14) dedi.

Din halkların afyonudur…

Kiliseler mevcut arazilerin 3’te birine sahipti. Zaten geri kalan kısmından da ağır vergiler alıyordu. Mesela “velda manastırı” 15 bin küçük saraya sahipti. Kardinal din adamı olan Alquin Feitor’un 20 bin kölesi vardı. Baya feodalizmin bir parçası haline gelmişti kiliseler.

Bu mülklerin kaynağı da, yine kanı emilen halktı. Halk da ne yapsın, afaroz olma ve rabbin gazabına uğrama korkusu ile gıklarını çıkaramıyordu.

Din halkların afyonudur…

İşte, başta kiliseler olmak üzere feodalist Avrupa’nın, insanların akılları ve ruhları üzerinde kurdukları hakimiyet bu raddeye ulaşmıştı.

Fakat o dönemde Müslümanların fetihleri doğu ve batı’da genişlemişti. Her iki yönde de okyanusa kadar ulaşmıştı. Endülüs’te devlet kurmuş, oradan Fransa’nın güneyi Sicilya’ya ve İtalya’nın güneyine kadar nüfuz etmiş, bunlar dışında dünyanın farklı bölgelerine yayılmış ve öğrenme arzularını, oldukça atılgan olan bilimsel ruhlarını da beraberlerinde taşımışlardı.

Avrupa böyle bir dönemde, bilgisizlik ve cehalet içerisinde kavrulurken, ellerinde Endülüs ve Kuzey Afrika’da Müslümanlara öğrencilik yapıp, onların kitaplarını ve eserlerini okumanın dışında bilgi tahsili yapabilecekleri başka kaynakları yoktu.

Ara not: Müslümanların bilim yapma istekleri Araplardan gelen bir gelenek değildir. Zira Arapların o dönemde şiir ve edebiyatla uğraşmak veya basit kabile kavgalarıyla meşgul olmak dışında herhangi bir çabaları yoktu. Müslümanları bilim yapma motivasyonunu sağlayan etken, kuran ayetleridir.

Doğal olarak Avrupa, Arapçayı ve İslami ilimleri öğrenmek için kafileler halinde Endülüs’e, Kuzey Afrika’ya akın etti ve tıp, astronomi, fizik, kimya, cebir, biyoloji, aritmetik, geometri, felsefe metafizik vs daha birçok bilim dalını Müslüman bilim adamlarından öğrendiler.

Batılı abilerin/ablalaların kaleminden bakalım isterseniz…
Dileyen paragrafın tamamını okur, dileyen yalnızca çizdiğim yeri.

Bakınız Robert Briffault “insanlığın yapısı” isimli eserinde şunları söyler:

Alman bilim kadını Sigirid Hunke “Allah böyle değildir” adlı eserinde şunları söylüyor:

Ayrıca Müslümanlar, batılıların binlerce bilimsel yanlış varsayımın doğrusunu ortaya koymuş, binlerce eksik teoriyi formülize etmişlerdir.

Bunlara örnek olarak; Salahaddin Eyyubi’nin doktoru olan anatomi bilgini Abdullatif’in, Calinos’a ait net iki hatasını ortaya koymasını gösterilebilir.

Yine İbnü’n Nefis tarafından Calinos’un kalpteki duvarın içerisinde bir deliğin varlığı ile ilgili teorisini; küçük kan dolaşımını keşfederek, -calinos’un suratına çarparcasına- bu teorinin “katıksız bir hayal” olduğunu söylemesini gösterebiliriz. Veya Öklides’in ve Batlamyus’un gözün görünenler üzerine ışık gönderdiği şeklindeki teorilerinin yanlışlığını ortaya çıkaran optik biliminin kurucusu İbnu’l Heysem’i gösterebiliriz.

Veya Sind’in, dünya haritasındaki boylam daireleri üzerindeki hatalarını düzelten Biruni’yi de gösterebiliriz.

Aklıma geldi, söylemeden geçemeyeceğim.

Ümit Burnu’nun bilimsel keşfini, Müslümanlardan 4 asır sonra gerçekleştiren Vasco da Gama’ya nispet eden MEB müfredatı… Kendi çocuklarımıza bile yalanın babasını atıp, fikri sömürgeciliğin ürünlerini yediriyoruz. Yazıklar olsun.

Vasco da Gama’nın, Ümit Burnu’nu keşfettiği söylenilen 15. Yüzyıldan 400 yıl öncesine kadar, Müslümanlar, -Çin’den Fransa’ya ve İngiltere’ye kadar- bütün ticaret kervanlarını geçirmek için kullanıyordu o yolu zaten.

Hatta ve hatta Vasco da Gama’nın gemisinin kılavuzluğunu İbn’i Macid yapmasaydı ve Müslümanların haritalarına güvenmiş olmasaydı 400 yıl sonra bile babayı bulurdu ya, neyse.

Hâsılı kelam Avrupa kötüden daha da kötüye giderken, bitap düşmüş sürünürken; tabip, kimyager, matematikçi, astronomi vs bilgini olan Müslüman alimlerinin gerçekleştirdiği başarılar, teknik icatlar, keşifler Avrupa’ya ölmüş toprağa yağan yağmur misali can verdi. Daha da önemlisi, şu anki halini almadan önceki gelişim süreci için, Avrupa’ya gerekli itici gücü ve dinamizmi sağladı.

Avrupa’nın günümüzde teknoloji ve üretimde ilerde olmasının temelinde, Müslümanların zamanında yaptığı bilim ve çalışmalar yatmaktadır.

Son olarak İngiliz tarihçi Wells’in şu sözünü bırakıyorum:

Her neyse, burada benim parmak basmak istediğim nokta: “din halkların afyonudur” sözünün İslam için geçerli olmadığıdır.

Yani sanayi devrimi öncesi ve sonrası Avrupa’ya bakılarak; “Avrupa dini terk edip darwinizme geçmesi, teknolojide ilerlemelerine ve refah içerisinde hayat sürmelerine sebep oldu. Demek ki din bilim yapmaya engel bir olgu, demek ki din toplumun afyonu düşüncesinin hâkimiyet sağlaması kaçınılmazdı.

Bu sözü islama nispet edip, islamın adının geçtiği her yerde “din toplumların afyonudur” diye zırlayan zekâ küpleri artık ağızlarını kapasınlar. 

Bu söz sanayi devrimi öncesi Avrupa’ya cuk diye oturmuş, çok yerinde bir sözdür ama İslam için asla geçerli değildir. Hatta taban tabana zıttır.

Zira ilk emri “oku” olan bir dinden bahsediyoruz…

Her sekiz ayetinden birinde insana sorgulamayı, üretmeyi, düşünmeyi ve akıllarını kullanmayı öğütleyen bir din…

“O halde bir iş-oluştan boşalır boşalmaz başka bir işe koyul ve yorul!” (inşirah/7)

“Namaz kılınca hemen yeryüzüne dağılım ve rızkınızı arayın…” (cuma/10)

“Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur.” (necm/3)

“Haydi çevir gözünü: kusur görecek misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir. Gözün sana yorgun ve hakir geri dönecektir.” (mülk/3)

Zulme rıza gösteren, onunla mücadele etmeyip oturan, boyun eğen kimseleri dünyada da, ahirette de kötü akibet ile tehtid eden bir din…

“Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacakları kimselere melekler ‘ne işte idiniz?’ derler. Onlar ‘biz yer yüzünde zayıf düşürülmüş kimselerdik’ derler. ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret edeydiniz ya’ derler. İşte onların durakları cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir.
Ancak (hicret etmek için) çare bulamayan, yol bulamayan erkek, kadın ve çocuklar arasında zayıf bırakılmış olanlar müstesna. İşte Allah’ın onları affedeceği umulur. Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (nisa/97-98-99)

Anlayacağınız, zulme göz yummak, İslam’da affedilmesi zor büyük bir suçtur. İnsanın zayıf olduğunu gerekçe göstererek zulme razı olması da suçtur. Ve bu kimseler “kendi nefislerine zulmedenler” diye adlandırılır.

Tabi ki tek çözüm “hicret” değil. Benim burada anlatmak istediğim, İslam’ın; zulme boyun eğmenin cezasının cehennem olacak kadar ileri derecede yasakladığını göstermek. Zira gerçekten gücü olmayan zayıflar müstesna.

İslam, miskin zayıfları da kendi hallerine terk etmez. Gücü yeten Müslümanlara, mazlumların gördüğü zulme engel olmaları gerektiğini söyler.

“Size ne oluyor ki Allah yolunda ve ‘rabbimiz bizi halkı zalim olan şu şehirden çıkar nezdinden bize bir sahip gönder, tarafından bize bir yardımcı yolla’ diyen zayıf düşürülmüş erkekler, kadınlar, çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!” (nisa/75)

Görüldüğü üzere, gücü olup ta zulme karşı mücadele etmeyenden Allah’ın razı olması söz konusu bile değil.

Yine İslam; feodalizm ve kapitalizmde de olduğu gibi, malların özel bir kesimin elinde toplanmasını, elden ele dolaştırmasını ve kamunun bu maldan mahrum bırakmasını yasaklamıştır.

“Ta ki o mal zenginler arasında dönüp dolaşan bir güç olmasın.” (haşr/7)

“Altın ve gümüşü yığıp biriktiren ve onları Allah yolunda infak etmeyenlere gelince; onları acıklı bir azap vardır.” (tevbe/34)

Yine Kuran’da lüksü ve israfı yasaklayan ayetler çokça vardır. 

Yani islamın zulme razı olmayı, yoksulluklara karşı sessiz kalmayı, çileci bir hayat sürmeyi öğütleyen bir afyon olduğunu söyleyen insan, anlama gücü bulunmayan statükocu, sığ ve zırcahildir. Net.

Hemen Emevilerden sonrası ağırlıkta olmak üzere, öncesi de dâhil uzunca bir süre yeryüzünde eşi ve benzeri görülmemiş, muhtemelen bundan sonrada görünmeyecek olan bir adalet hâkimdi tüm İslam coğrafyasında.

Müslümanların sadaka ve zekâtlarını verecek ihtiyaç sahibi insanlara ulaşmak için uzunca mesafeler sarf etmek zorunda kaldıkları bir dönemden bahsetmiyorum.

Ömer bin Abdulaziz’in “dağlara bayırlara buğday serpin, Müslüman ülkesinde kuşlar aç kaldı demesinler” şeklinde sitem ettiği bir dönem den bahsediyorum.

Modern tıbbın babası ibni sina’ların, cebiri bulan harezmi’lerin, med-cezir olayını açıklayarak bilim dünyasına damga vuran Ebu maşer’lerin, havan topunu icat eden fatih’lerin, kimyanın babası Cabir bin hayyam’ların, ilk dünya haritasını çizen piri reis’lerin, seviyesine bugün dahi ulaşılamayan yapıtların sahibi mimar Sinan’ların mensubu olduğu bir dinden bahsediyorum.

Galipte bu dine; bilim ve sanat yapmaya engel, çileciliği öğütleyen, halkın çektiği ızdırapları bastıran, onları mistikleştiren bir afyon olduğunu söylersen, senin olmayan beyninin nöronlarını törpülerler ekşici.

Son olarak toparlayacak olursak; bütün dünyada, halklara afyon olmaya elverişli bir din olsa dahi… Bütün şekilleri ve türleri ile zulme karşı mücadele eden, zulmü kabul edenleri ise en ağır cezalar ile korkutan, sürekli bilim yapmayı, okumayı ve üretmeyi öğütleyen İslam asla olamaz.

Mudara

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir