Diriliş Mevsimi: Ramazan
Zaman su gibi akıp gidiyor… Yüce Rabbimiz (c.c.), Kitab-ı Kerim’inde zamana ve çeşitli dilimlerine yemin ediyor: “Asr’a andolsun”, “Fecr’e andolsun”, “Kuşluğa andolsun”…
Ömürlerimiz gün gün, ân ân eriyor; adeta yazın sıcağında hızla eriyen buz gibi… Ahiret bilincine sahip olmayanlar için, korkunç bir tükeniş ve dehşet verici bir son bu… Ama Allah’a ve ahiret gününe iman edenler için dünya bir imtihan yurdu, bir sürgün yeri… Ve asla bir “son” değil… Ahiret ise sılamız; asıl varılacak yer; asıl yaşanacak yer… Esasen, “hayat, sadece Ahiret hayatı”…
Ve ölüm yeni bir başlangıç… Ebedi hayata yeniden doğuş ve diriliş… İşte yaklaşan Ramazan ayı da, bu ebedi dirilişin her yıl kapımızı çalan habercisi… Üstad Sezai Karakoç’un ifadesi ile; “Zaman, insanı hep ölüme doğru götürürken, Ramazan gelir, diriliş ayı başlar. Oruç ayı insanı ölüme değil, diriliş aydınlığına götürür… Oruç, insanı, yeniden var olma, yeniden yapılanma, yoğrulma yolunda bir ay süren bir çileye tâbi tutar… Hırsla, ihtirasla dünyaya bağlanmanın, adeta ahireti unutmanın mevsimlerinin geçtiğini, din gününün geldiğini ilân eden bir sancaktır çekilmiş insanlık ufku burçlarına oruç…”(S. Karakoç, Samanyolunda Ziyafet) Şu haz ve hız çağında, tutkularının esiri olmaya başlayan insanlık için bir özgürlük muştusu…
Aliya’nın Gözüyle Ramazan’a Bakabilmek Ne ki, hırsla ve ihtirasla dünyaya bağlanıp ahireti unutan diğer insanlar gibi müslümanlar da, giderek seküler dünyanın etkisi altında kalabiliyorlar ve İslâmî değer yargılarından bir kısmını zaman zaman bir kenara bırakabiliyorlar. Merhum Aliya İzzetbegoviç’in dikkat çektiği üzere, bu yaman çelişki, Ramazan algımızı bile etkileyebiliyor: “Haram-helal denkleminin yerine, en kârlı olanın meşru sayıldığı, kaynağı ve usulü sorgulanmaksızın elde edilen her türlü kazancın mubah görüldüğü, erdemin, tevazuun sözde kaldığı, değerleri ‘piyasa’nın belirlediği hayat, seküler hayattır.
Seküler hayat, eş zamanlı olarak seküler bir ahlak, seküler bir siyaset, seküler bir din tasavvurunu da beraberinde getirmektedir. Öyle ki, ubudiyetin en kapsamlı şekilde yaşanması gereken Ramazanlar bile bu sekülerleşmeden nasibini almakta, kişi başına düşen tüketim miktarı had safhaya ulaşmaktadır. Sekülerleşme başkaca isimler ve biçimler altında her dönem var olmuştur, olacaktır. Ancak mesele, seküler hayat tarzının günümüzde hiç bir alternatif bırakmayacak derecede yaygınlaşması, Müslüman hayatının en mahrem alanlarına kadar sızması, buna mukabil asgari eleştiri ve tashih anlayışının yerini, her şeyin normal karşılandığı izafi, kaygan, belirsiz bir ortama bırakmasıdır.” Aliya’nın sözünü ettiği böylesi bir sekülerleşmenin meydana getirdiği aşağıdaki türden olumsuz sonuçların son yıllarda Türkiye’de de görülmeye başlaması oldukça anlamlı ve dikkat çekicidir: “…
Son on beş-yirmi yıldır, siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda kazanılan mevzilerin maddi refaha tahvil edilmesiyle kaba saba da olsa bir tür burjuva sınıfı doğmuş, ancak bu sınıf aracılığı ile ne ilmi, entelektüel anlamda her hangi bir terakki yaşanmış, ne de bu imkânlar, lisanın, edebiyatın, müziğin neşv-ü nema bulduğu gündelik yaşam tarzlarında bir zerafete, bir inceliğe dönüşmüştür. Çünkü daha lüks hayatlar, pahalı eşyalar, yüksek makamlar, ‘kalb-i selim’, ‘akl-ı selim’ ve ‘zevk-i selim’in garantisi olmadığı gibi, bizatihi dünyevi gücün kendisinin bu ‘selimler’ olduğu yanılgısını beraberinde getirir. Bu değişimin sonucu olarak da; “bir zamanlar topluluk olarak veya şahsen gördüğümüz yüce ‘hayaller’, ‘rüyalar’ bugün yerini ‘projelere’ bırakmıştır. Oysa Müslüman topluluğun kıymeti, projelerinin büyüklüğü, sayılarının çokluğu, maddi gücünün bolluğu, siyasi bağlantılarının stratejik oluşu gibi niceliksel değerlerden çok, adalet, istikamet, sahih itikad gibi niteliksel değerlere sahip olmasıyla alakalıdır.
Müslüman topluluğun caydırıcı gücü, yeryüzünün herhangi bir yerinde işlenecek herhangi bir kötülüğün, bu topluluğun hesaba katılarak işleniyor olmasında yatar. ‘Bu kötülük işlendiğinde kendilerinin ne diyeceği ve nasıl bir tavır takınacağından çekinilen topluluklar’dır hayır sahipleri. Bu durum ölçü olarak kabul edilirse, en küçük semtimizden ülke geneline kadar yaşadığımız topraklarda bir kötülük, bir yolsuzluk, bir şer fiil işleneceği esnada ‘bir şekilde hesaba katılan, kendilerinden çekinilen’ bir zümre, dane ile samanın karıştığı, haklıyla haksızın eşitlendiği zamanlarda her şeye rağmen savrulmayan, direnen, işaret taşı görevini sürdüren bir topluluk, artık kalmamıştır.” Bu değişimden medyanın özellikle yaklaşan Ramazan ayındaki tavrı da payını almış ve “Bilge Kral” Aliya’nın bilgece tespiti ile Ramazanlar da medyatikleştirilmiştir: “Radyolarda, televizyon kanallarında ve gazete köşelerinde Ramazanlarda nispî olarak artan ‘dini’ içerikli yayınlar, iftar ve Ramazan programları, sohbetler, magazinle karışık muhabbetler medyatik ortamın ramazanlaşmasından çok, Ramazan’ın medyatikleşmesiyle ilgilidir. Medyatik ortamlarda artarak süren faaliyetlerin sıhhatinin sağlaması, Ramazan ve ona ait değerlerin her yıl yeniden tazelenerek yaşanmasından çok giderek sıradanlaşmasına bakılarak yapılabilir.” Ramazan: Sabır, Takva, Özgürlük, Ötelere Kanatlanmak…
Özgürlüğe Kaçışım-Zindandan Notlar isimli eserinde yer alan bir Ramazan öncesi yazısında yukarıdaki harika tespitleri yapan merhum Aliya İzzetbegoviç, “bu ve benzeri tespitlerin yapılması, Müslümanlığa ve onun barındırdığı imkânlara halel getirmez” der ve nihayet yaklaşan Ramazan ayını ve özgürlüğe kanatlanma vesilesi olan Ramazan orucunu samimiyetle değerlendirmeyi önerir: “Her şeye rağmen Ramazan bütün rahmetiyle, bereketiyle ve coşkusuyla gelmiştir. Samimiyetle tutulan ve kabul edilen tek bir oruç, açılan bir iftar, yapılan bir dua, sadece Müslümanları değil, belki bütün insanlığı Rahim-i Zülcelâl nezdinde temsil edebilir, onlara şefaatçi olabilir.” İşte mübarek Ramazan ayı böyledir; oruçla, Kur’ân’la, infakla, imsakla, iftarla, teravihle, dua, tövbe ve istiğfarla hayatımıza yeni bir ivme katar, Rabbimizle, kendimizle, diğer insanlarla ve eşya ile ilişkilerimizi vahyî geçeklik ışığında yeni baştan düzene koyar ve asli mecrasına oturturuz. Ramazan orucu ile tepeden tırnağa takvayı kuşanırız…
Mustafa Kutlu’nun ifadesi ile ‘Açlık bizi doyurur… Sabır bizi coşturur… İçimizde kurulan kürsü bizi hesaba çeker. Ağlar ve tövbe ederiz…’ Dahası, oruçla iç âlemimize ve ötelere yönelik kutlu bir seyahate çıkarız; “sâimûn: oruç tutanlar” olurken “sâihûn: seyahat edenler” de oluruz. Bu yolculukta yegâne rehberimiz, şaşmaz kılavuzumuz da elbette Kur’ân-ı Kerim olur… Çağdaş İslâm düşünürlerinden İsmail Raci elFaruki ve eşi Luis Lamia el-Faruki, birlikte hazırladıkları İslâm Kültür Atlası’nda; Ramazan’ın mübarek bir rahmet ve merhamet ayı olduğu belirttikten sonra şöyle devam ederler: “Bu ay bütünüyle kendini tezkiye ve itaat için ahdini yenileme ayıdır. İftar ve sahurdan sonra, gün doğumundan batımına kadar yine aç kalmaya hazırlık, ideal bir şekilde insanın kendisini disipline etmesini sağlayan bir tekerrürdür. Ramazan, Müslümanlar için kendini hesaba çekme ayıdır; ahlaki ve ruhi değer ve sorumlulukların birikimini temin eden tek aydır.
Öyleyse gelin, Ramazan ayını fırsat bilerek, Kur’ân’ın ‘hayat verici’ ilkeleri doğrultusunda her şeyimizi yeniden formatlayalım. Eğer bozulan ilişkilerimizi fabrika ayarlarımıza geri döndüremezsek, dünyamız da ahiretimiz de heba olur. Rahmetli, bereketli, takvalı Ramazanlar duasıyla…
Abdullah YILDIZ