FÂTİHA SÛRESİ TEFSİRİ – ALİ KÜÇÜK

FÂTİHA SÛRESİ TEFSİRİ – ALİ KÜÇÜK

Mushaf’taki sıralamaya göre bi-rinci, nüzûl sırasına göre beşinci sûre-dir. Âyetlerinin sayısı yedidir. Mekke’de nâzil olmuştur.

“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü-ne, âline ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen duala­rımızı işiten ve her şeyi hak­kıyla bilen­sin.

1: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”

2: “Hamd  Âlemlerin Rabbine mahsustur.”

3: “O, Rahmân ve Rahîmdir.”

5: “Ancak sana kulluk eder ve ancak yardımı sen­den dileriz.”

6: “Bizi doğru yola hidâyet eyle!.”

7: “O kendilerine nîmet verdiğin mutlu kimselerin yoluna. O gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna de­ğil.”

Tertip sırasına göre kulluk kitabımızın birinci sırasında yer al­mış, Mekke’de nazil olmuş Fâtiha sûresi diye maruf bir sûreyle karşı karşıyayız. İnşallah iki üç haftalık bir ders süresi içinde Rabbimizin bu sûrede bize intikal ettirmeyi murad buyurduğu mesajlarını, bize ulaş­tırmayı dilediği kulluk maddelerini tanımaya çalışacağız. Rabbim, an­latana anlatılanın güzelliğine uygun bir vüs’at, bir anlatım güzelliği versin. Hem anla­tana, hem de dinleyenlere iman etmek ve amel et­mek üzere, Allah kelâmını dinleme şuuru nasip buyursun inşallah.

Şunu  itiraf edeyim ki; Fâtiha sûresini anlamak ve anlatmak ger­çekten çok zordur. Çünkü “Ümmü’l Kitap” Kita­bın anası ve “Fâtihatu’l kitap” Kitabın açıcısı, kitabın anahtarı sayılan bu sûre, hemen hemen Kur’an’ın tümüne bir bakıştır. Onun içindir ki bu sûreyi anlayabilmek ve anlatabilmek için Kur’an’ın tü­münü anlamayı, Kur’an’ın tümüne vukûfiyeti gerektirecektir.

“Kur’an’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın tamamı da besmelede toplanmıştır”.

Buyuran Hz Ali (r.a) hazretleri de herhalde bunu kasteder. Kur’an’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın tamamı da besmelede özetlenmiştir. Onun içindir ki Fâtiha’yı an­layabilmek Kur’an’ı anlamaya bağlıdır. Kur’an’dan on sûre bilen bi­risinin Fâtiha’yı anlaması ve anlatmasıyla, yirmi sûre bilenin anlaması ve anlat­ması farklı olacaktır. Kur’an’ın tümüne vakıf olan birisinin anlat­ması elbette farklı olacaktır. Keşke şurada, içimizde böyle birisi ol­saydı da Fâ­tiha’yı ondan dinleseydik.

Ama inşallah ben anlayabildiğim kadarıyla size anlatayım, duyabildiğim kadarıyla size duyurmaya çalışayım, ben de, sizler de Fâ­tiha’yla kuşanalım. Ben de, sizler de yarına Fâtiha bi­len birileri ola­rak çıkalım. Ben de, sizler de Fâtiha’yla dirilip çevremiz­dekileri Fâ­tiha’yla diriltelim inşallah.

Kur’an’ın daha bir güzel anlaşılabilmesi için âlimlerimiz onu ikiye ayırırlar; Mekkî ve Medenî diye. Yine meselâ Mevlânâ Ebul Ke­lâm ve Elmalı merhum gibi bazıları da Fâtiha ve diğerleri diye Kuranı ikiye ayırır. Bunların delilleri de Kur’an-ı kerim’deki şu âyet-i kerimedir:

“Andolsun ki, sana daima tekrarlanan yedi âyetli (Fâtiha’yı) ve Kur’an-ı Azîm’i verdik.

(Hicr 87)

Rabbimiz kitabını işte böyle tekrar edilen yedi ve Kur’an diye ikiye ayırırken, kimilerinin de günümüzde farklı ayırımlar yap­tıklarına şâhit oluyoruz. Meselâ kimilerinin iman ve diğerleri diye kitabı ikiye ayırdıklarını ve sadece kitabın iman âyetlerini gündeme getirip öteki âyetleri görmezden geldiklerini, kimilerinin zikir âyet­leri ve diğerleri diye onu ikiye ayırıp sadece zikre konu olan âyet­leri bayraklaştırıp ötekileri örttüklerini, kimilerinin cihad ve diğerleri diye onu ikiye ayırıp sadece cihad âyetlerini terennüm edip diğerle­rini diskalifiye ettiklerini, kimilerinin kıssa ve diğerleri diye, kimileri­nin ahlâk âyetleri ve diğerleri diye, kimilerinin tevhit âyetleri ve di­ğerleri diye onu ikiye ayırıp bir bö­lümünü sürekli gündeme getirip öteki bölümü görmezden geldiklerini görüyoruz. Tabii böyle işine gelen tarafı gündeme getirip öbür tarafı örtmek adına değil de Kur’an daha güzel anlaşılsın diye âlimlerimiz Fâtiha ve diğerleri diye onu ikiye ayırmışlardır.

Fâtiha’nın genel muhtevasına baktığımız zaman üç bölüm­den müteşekkil olduğunu görürüz:

1, Övme (hamd),

2, Talep (isteme),

3, Talebe cevap.

Sûrenin bu üç bölümü ihtiva ettiğini görüyoruz. Bunu şöyle anlayabiliriz: Farz edin ki resmi bir daireden, bir makamdan bite­cek bir işimiz var. Bir daire müdürüne sunacağımız bir maruzatı­mız, yahut ondan bitecek bir işimiz var. Ne yaparız? Önce bu mü­dürün yanına kadar gidilir ve övülür müdür. İşte sen bu makamın sahibisin, sen bu işin ehlisin diyerek methedilir. Sonra da halimizi, maruzatımızı ona  arz ederiz. Benim durumum şudur, şöyle bir müşkilim var ve hu işin halli sendedir, bunu sen halledersin. Ne olur bu işime bir el atıp ta­vas-sut ediversen, şuraya bir telefon  ediversen, bir emir veriversen deriz.

İşte Fâtiha’nın muhtevası da aynen böyledir. Fâtiha’da da önce överiz Rabbimizi, hamd ederiz O’na. Hamdimiz, övgümüz sana­dır ya Rabbi! Sen buna lâyıksın! Sen bunun ehlisin! Senden başka ham-de lâyık birini bilmiyoruz! Bu işin sahibi sensin! deriz. Sonra da kulluğumuz sanadır Allah’ım! Köleliğimiz sanadır! Sen­den başkasına kulluk yapmayız! Senden başkasına minnet etme­yiz! Senden başka­sının önünde el açıp dilencilik yapmayız! Sen­den başkasına halimizi arz et-meyiz! Senden başkasından bir şey beklemeyiz! dedikten sonra hemen müşkilimizi, maruzatımızı, ta­lebimizi söyleriz. Allahım! Sen bu işin ehlisin, ne olur bize sırat-ı müstakimi gösteriver. Bize doğru yolu  gösteriver! Bizi doğru yola iletiver! Bizi doğru yoldan ayırma! deriz.

Fâtiha’daki bizim bu ısrarlı talebimize karşılık Rabbimiz de bun­dan sonraki sûrenin, yâni Bakara sûresinin ikinci âyetinde ce­va­ben buyurur ki: Kullarım! Gerçekten siz bu talebinizde ciddi mi­siniz? Gerçekten benden ne istediğinizin farkında mısınız? Eğer sarhoş filan değilseniz, eğer aklınız başınızdaysa, eğer gerçekten benden ne is­tediğinizin farkındaysanız, yâni sırat-ı müstakim tale­binizde ciddi ise­niz, öyleyse işte istediğiniz sırat-ı müstakim. İşte istediğiniz hidâyet buyurarak kitabını karşımıza çıkarıveriyor:

“Elif lâm mîm. İşte kendisinde şüphe olmayan bu kitap muttakiler için hidâyet kaynağıdır.”

(Bakara 1,2)

 

İşte Kur’an! İşte hidâyet! İşte doğru yol! İşte kendisinde asla şüphe olmayan ve kendisiyle yol bulmak isteyenlere yol gösterici olan Kur’an! buyurarak bize kitabını gösteriveriyor, önü­müze kitabını açı­veriyor. İşte bizim Fâtiha’daki talebimizin cevabı budur.

Bir insan düşünün ki günde en az kırk defa namazlarında Al­lah’tan sırat-ı müstakim istiyor. “Ya Rabbi ne olur bana dosdoğru yolu göster, ne olur beni sırat-ı müstakime hidâyet et” di­yor. Allah da; “Ey kulum, işte sırat-ı müstakim! İşte istediğin dosdoğru yol!” buyurarak kitabını kendi­sine arz ettiği halde, yine de Kur’an’la beraber olmu­yor-sa, Kur’an’la yol bulmaya çalışmıyorsa, Kur’an’ı anlamaya çalışmı­yor-sa, ona müra­caata yanaşmıyorsa, esasen bu adam ne istediğinin farkında ol­mayan bir sarhoştan başkası değildir. Namazlarında ne dediğinin, ne okuduğunun, ne istediğinin farkında olmayan sarhoştur bu in­sanlar.

Öyle değil mi? Meselâ birine yol sorup da o yola koyulma­yan insan, ya küstahtır, ya da ne dediğinin, ne istediğinin, ne sor­duğunun farkında olmayan bir sarhoştur. Madem ki gitmeyecektin niye sordun? Sordun niye gitmiyorsun? Ama adam sarhoş. Aklı ba­şında değil. Ne dediğinin, ne istediğinin farkında değil. Günde an az kırk defa namazlarında:

“(Ya Rabbi) Bizi doğru yola hidâyet eyle!.”

(Fâtiha 6)

Diyor. Ya Rabbi! Ne olur bizi hidâyete ulaştır! Bize sırat-ı müsta­ki­mini göster! diyerek Allah’tan böyle bir talepte bulunurken, söy­lediği bu cümlenin, okuduğu bu âyetin ne anlama geldiğini bilme­diği için, o anda ne dediğinin, ne istediğinin farkında olmadığı için, tıpkı bir sarhoş gibi bu âyeti okuduğu için bu talebin cevabı olan Kur’an’la beraber olma gereği, Kur’an’la yol bulma gereği de duy­ma­maktadır.

Ve işte Fâtiha’daki bu talebine karşılık Rabbimizin gösterdiği hidâyet rehberi olan Kur’an’ı gece gündüz anlamaya çalışmayan her­kes sarhoştur. Kitaptan habersiz yaşayan herkes Allah’a karşı büyük bir küstahlık içindedir. Elinde kendisi rehberliğinde bir hayat yaşaması gereken Kur’an olduğu halde o kitaptan habersiz yaşayanlar, kitaptan habersiz hayatına program yapanlar kesinlikle yolsuz yordamsızdırlar.

Daha önce ifade ettiğimiz gibi Fâtiha sûresi için Rabbimiz “Seb’ül Mesânî” buyurur. Tekrar edilen yedi mânâsına. Çünkü Fâtiha sûresi tüm namazların tüm rekatlarında tekrar edilir. As­lında namazın bir önceki rekatında okunan bir sûrenin bir sonraki  reka­tın-da okunması mekruhtur. Ama Fâtiha böyle değildir. Her rekatta okumaktayız bu sureyi.

Fâtiha sûresinin yedi âyeti vardır. Yedi, İslâm’da son­suzluk ifade eder. Kâbe’nin etrafındaki tavafın sayısı yedidir. Safa ve Merve arasındaki say’in sayısı yedidir. Yedi kat sema vardır. Allah’ın günle­rinin sayısı yedidir. Bunlar hiç durmadan nasıl sürekli devam edip du­rurlarsa Fâtiha da hiç durmadan sürekli okunur du­rur.

Sûrenin ismi sadece “Seb’ül Mesâni ve Fâtiha”  de­ğil­dir. Bunların dışında onun başka isimleri de vardır. “Ümmü’l kitap, Fâtihatu’l kitap, Sûre’tül hamd, Esas, El Vâfiyye, El kâ-fiyye, Kenz, Es Salât, Sûre-i Şükür, Sûre-i Dua, Sûre-i Şifa, Ta’lim-i Mesele” gibi isimleri de vardır.

 

Allah’ın Resûlü Fâtiha’nın faziletiyle alâkalı bir hadislerinde bu­yurur ki:

“Şu dört âyet Rabbimin arşının altında asılı idi de Rabbim onları çok sevdiği kullarına hediye olarak in­dir-di.”

 

Bunlardan birisi de Fâtiha’dır. Hattâ melekler: “Ya Rabbi sen onları, onların kıymetini bilmeyen insanlara mı indiriyorsun?” Demiş­lerdi de Cenâb-ı Hak: “Siz bilmezsiniz, ben bilirim!” İnsanlar onun kıy-me­tini bilecekler buyurmuştu. Gerçekten de tarih boyunca onun kıy­metini bilenler bildiler. Kitabın kıymetini, Fâtiha’nın kıymetini bi­len­ler hiç bir zaman eksik olmamıştır. Onun anlaşılması, tebliği ve mu­hafa-zası adına niceleri kendilerini feda ettiler. Kur’an adına bu üm­metten nice başlar verildi. Nice canlar feda edildi. Onun anla­şılması ve mu-hafazası adına niceleri başlarını verdi de başlarının gittiğinin farkına bile varmadılar.

Hiç bir kitaba nasip olmayan hıfz ancak bu kitaba nasip oldu. Yeryüzünde baştan sona ezbere bili­nen hiç bir ki­tap yoktur, ama yoklayın Müslümanlardan en az onda biri bu kitabın hafızıdır. Yeryüzü bu kitabın hafizlarıyla doludur.

Bir gün Ayşe annemizin yanında Hz Yusuf (as) ve Mısır’daki ha­yatından söz açılır. Mısır’daki saray sosyetesi kadınların Hz Yu­suf’-un güzelliği karşısında dayanamayarak elma yerine ellerini doğra­dıklarından söz edilir. Kadınlık duyguları galeyana gelen an­nemiz der ki: “Ne yâni! Mısır’da üç beş kadın Yusuf’u görünce onun güzelliği karşısında hayrete kapılıp parmaklarını doğramış­lar. Bu da büyük bir şey mi sanki? Halbuki benim sevgilim öyle güzel ki onu bir kere gö­ren, benim sevgilimin cemalini bir kere seyreden nice binler vardır ki, onun yolunda başlarını vermişlerdir” Hattâ onun yüzünü bile görme­dikleri halde  ona inanmış nice binler vardır ki onun uğrunda boyunla­rını verdiler de o başı verenlerin haberleri bile olmadı. Onun uğrunda nice canlar verildi de o canların sahipleri can verdiklerinin farkına bile varmadılar.

Hattâ işte şu anda ondan asırlarca sonra geldik­leri halde, onun cemâlini bile görmedikleri halde, bir kere adını duyup ona gönül vermiş, onun dâvâsına iman etmiş niceleri onun uğruna kellerini ver­meye devam etmektedirler. İşte Çeçenistan, Filistin, Bosna ve doğu­suyla batısıyla tüm İslâm dünyası.

Tarih boyunca ve bugün bu kitabın, bu peygamberin kıymetini bilenler hiç bir zaman eksik olmamıştır. Bu kitabın ezber­lenmesi adı-na, bu kitabın okunup anlaşılması adına, bu kitabın muhafazası, ha-yata hâkimiyeti adına nice kelleler, nice canlar, nice ömürler, nice me-sailer fedâ edilmiştir.

“Ben isteseydim Fâtiha’dan yüz deve yükü kitap telif eder­dim” buyuran Hz. Ali Efendimizden tutun da, Fâtiha’dan bin mesele çıkaran Fahreddin Râzî’ye kadar, Fâtiha’yı anlayabilmek için on, on beş yılını veren selef­ten pek çoklarına kadar onun kıymetini bilenler bildiler. Al­lah biz­leri de Fâtiha’nın kadr u kıymetini bilenlerden, onu anlayıp onun is­tediği gibi inanan ve yaşayan kullarından eylesin inşallah.

Bu kısa mukaddimeyle genel bir bakış yaptığımız sûrenin âyetle­rini tek tek tanımaya çalışalım inşallah.

 

1: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”

Fâtiha sûresinin birinci âyeti besmeledir. Âlimlerimizin ekseri­ye­tinin görüşü budur. Kur’an-ı Kerim’de 114 yerde besmele vardır. Bunlardan 113 tanesi sûre başlarında, bir tanesi de Neml sûresinde, sûre ortasındadır.

“Süleyman’dan bana Rahmân ve Rahîm olan Al­lah’ın adıyla bir mektup bırakıldı.”

(Neml 30)

Âlimlerimizin ekseriyetine göre Neml sûresinin ortalarında ge­çen bu besmele sûreye ait bir âyettir. Diğer sûre başlarında ge­çen besmeleler de o sûrelere ait birer âyettirler.

Besmele çok çeşitli fonksiyonlara sahip bir muammadır. Bes­mele bizim dilimizde koruyucu bir melektir âdeta. Bir türlü dilimizden düşürmeyiz onu. Çin’den gelmiş çok kıymetli bir vazo. Bir yere koyar­ken besmele, silerken kırılmasın diye besmele. Yemek yerken şeytanı yediğimize ortak etmemek için besmele, az yemek için besmele, doymak için besmele. Ticaretle uğraşıyorsak müş­teri bol olsun, kazancı­mız iyi olsun diye dükkanın kapısını açarken besmele, aman hırsız girmesin diye kapatırken besmele. Para sayarken aman yanlışlık yapmayalım diye besmele. Tehlikeli bir iş yaparken besmele, ampulü takarken, sökerken aman elektrik çarpmasın diye besmele, bes-mele, besmele. Âdeta koruyucu bir melek gibi onu dilimizden hiç düşürme­yiz. Hattâ bazılarına göre iyi bir besmele çekersen suda yürür, gökte uçarsın. Besmele sadece bu işler için kullanılıyor bugün. Onun bizim hayatı­mızdaki fonksiyonu işte bu kadar basitleştirilmiş.

Halbuki besmelenin bizim hayatımızdaki mânâsı ve rolü bu ka­dar basite indirilmemeliydi. Çünkü besmelenin bizim hayatımızda ta­şıdığı çok daha büyük fonksiyonları vardı.

Besmeleyi biraz tanımaya çalışalım inşallah. Hani demin söyle­miştim; Hz. Ali Efendimiz der ki:

“Kur’ân’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın tamamı besmelede, besmelenin tamamı da (B) harfin de toplan­mıştır.”

Her gün, her namazımızda defalarca okuduğumuz ve âlimle­rimi­zin beyanıyla Kur’an’ın tamamını içine alan bu besmele­nin “B” harfi nedir acaba? “B” harfi Türkçe’de “ile” mânâsına gelen bir bağ­laçtır. Arapça’da bunun adına “ilsak” denir. Bir konuş­mada, bir ya­zışmada “ile” kelimesini gördüğümüz veya duydu­ğumuz zaman he-men anlarız ki, iki taraf var ve bu iki taraf ara­sında bir ilgi, bir bağ, bir münâsebet kuruluyor. Meselâ “Hasan ile Tahir” ifadesinde, bu “ile” bağlacını  görünce hemen iki taraf arasında, yâni Hasan ile Tahir arasında bir alâkanın, bir münâsebetin kurulduğunu anlarız. Bu cümle nasıl tamamlanırsa tamamlansın fark etmez. Hasan ile Tahir Afganistan’a gittiler, veya beyaz giyinmiş­ler gibi. İşte bu “İle” kelime­siyle ikisi arasında bir münâsebetin ku­rulduğunu anlarız.

Biz Besmelenin daha  “B” harfine başlarken, “Bi” ”İle” der­ken hemen iki taraf olduğunu ve bu iki taraf arasında bir münâse­betin kurulduğunu görürüz. Peki kimle kim arasında bir münâse­bettir bu? Allah ile kul, âbid ile Mâbûd, Rab ile âbid arasında bir münâsebet. Allah ile kul arasında bir ilişki kuruluyor. Peki nedir bu münâsebet? Kulluk münâse­beti, ubûdiyet ve rubûbiyet münâsebeti. Demek ki Besmele Al­lah’la kulun irtibatının beyanı, Rab ile âbid arasındaki kul­luk mu­kavelesidir. Başka bir ifadeyle Allah’la kul arasındaki program maddelerinin tespitidir. Yâni bir mü’min besmelenin daha “B” har­fine başlarken şunu demektedir: Ya Rabbi! Şu anda senin adına, senin namına, senin için, sen istediğin için, senin benim hayatıma aldığın kulluk maddelerinden birini söyleyeceğim veya yapacağım demekte­dir.

İnsan ya konuşmaya başlarken, ya da bir iş yapmaya başlar-ken besmele çeker. Meselâ ben burada konuşmaya başlarken bes­mele ile başladım. Bu şu demektir: Ben Allah adına, Allah he­sabına, Allah namına bu işi yapmaya başlıyorum. Ya Rabbi! Ben şu anda se­nin namına, senin hesabına, senin adına konuşuyo­rum. Yâni yapaca­ğım bu konuşmayı yapmamı sen benden istedi­ğin için, bunları ko­nuşmamı kulluk maddesi olarak benim haya­tıma sen aldığın için ko­nuşmaya başlıyorum. Çünkü Allah’la kul arasındaki bu kulluk mad­delerini tespit eden kimdir? Bunu da he­men Besmelenin ikinci keli­mesinden anlıyoruz ki “Bismillah” Allah adına.

Öyleyse kul için, kulu adına kulluk maddelerini tespit eden Allah’tır. O halde besmeleye başlarken biz demek istiyoruz ki: Ya Rab-bi! Şu anda ben senin benim için, benim adıma tespit ettiğin, hayatıma koyduğun, yapmamı istedi­ğin kulluk vazifelerinden, kulluk mad­delerinden birini yapacağım, yapmaya başlıyorum. Yâni bir ko­nuş-maya veya bir iş yapmaya baş­larken besmele çekerek ya Rabbi bunu yapmamı sen istediğin için senin adına yapmaya baş­lıyorum diyoruz, ya da bunu ortaya koyma adına besmele çekiyo­ruz.

O halde meselâ içki içerken, içki içmeye başlarken çekebilir-se­niz besmele çekin. Veya zinaya başlarken, faizli muamelelere gi­rer-ken, tesettüre uymayan bir elbiseyi üzerinize giyerken, sakalınıza usturayı vururken, vurdururken, yabancı bir kadının elini sıkarken, ha­ramla, israfla kurulmuş bir sofraya otururken, parmağınıza altın bir yüksük takarken, meşru olmayan bir paraya el uzatırken, kanalizas­yonları seyretmeye başlarken, eliniz onun düğmesine giderken, mâlâ-yâni işlerken çekebilirseniz besmele çekin. Allah adına, Allah namına, Allah istediği için ben bunu yapmaya başlıyorum deyin diye­bilirseniz.

Eğer Allah içki içmenizi istiyorsa, veya üzerinize tesettüre uygun olmayan bir elbise giymenizi istiyorsa besmele çekin. Ya Rabbi, ben bunları senin adına, senin namına, sen istediğin için yap­maya başlıyorum deyin. Ama yok Allah bütün bunları yapmanızı iste­mi­yor-sa, o zaman bunların başında “bismillah” demeye hakkınız yoktur. Ya Rabbi ben bunları se­nin adına, senin namına yapıyorum, sen istediğin için yapıyorum diyemezsiniz.

Hattâ haramın başında besmele çekmek insanı din­den bile çıkarır. Çünkü haramın başında besmele çekmek onu helâl kabul etmektir ki bu küfürdür Allah koru­sun. Haramın ba­şında besmele çekmek Allah’a akıl vermeye kalkış­mak ve Allah’a en büyük iftira etmektir. Allah’ın istemediklerini O isti­yormuş po­zisyonunda, O’nun adına yapmaya çalışmak zulümlerin en büyüğü­dür.

İşte besmelenin bizim hayatımızdaki rolü budur. Öyleyse  ha-ya­tımızda başında besmele çekemeyeceğimiz işimiz olmamalıdır. Yâ-ni bismillah diyerek, Allah adına diyerek yapacağımız her işimiz, ko-nuşacağımız her sözümüz İslâmî olmalıdır. Esasen besmele İslâmî bir hayatın ifadesidir. Besmele mahza İslâm’dır. Onun içindir ki Kur’-an’ın tamamı onda toplanmıştır. Mü’min besmele çekeme­yeceği bir hayatın adamı değildir. Onun yaptıklarının tamamı kul­luk akdine uy-gun olmalıdır. Yaptığı her şeyin yaptırıcısı Allah ol­malıdır. İşte o za-man mü’min her işinin başında besmele çekebi­lecektir.

İşte bu mânâda insanların kimilerinin besmelesi farklıdır. Ha­yat­larının programlayıcısı Allah olmayan, amellerinin yaptırıcısı Allah olmayan, hayatlarının kulluk maddelerini Allah’tan başkalarının aldığı kimselerin besme­leleri farklıdır. Meselâ hayatlarını Firavunlar adına yaşayan, yap­tıklarını Firavunlar adına, onları razı etme, onları yü­celt-me adına yapanlar “Bi iz­zeti Firavun”  Firavun adına, Firavun namına, Firavun şerefine derler. Kimileri “Bi ismi para”  Kimileri “Bi ismi kadın” Kimileri “Bi ismi menfaat”Kimileri “Bi ismi Tâğut” Kimileri “Bi ismi dünya” Kimileri “Bi ismi moda” “Bi ismi çevre” “Bi ismi âdet”diyorlar. Çünkü onların hareket nokta­ları bu varlıklardır. Onların hayat programlarını belirleyenler bu var­lıklardır.

Yâni onların kulluk maddeleri bu varlıkların istediği biçimde gerçekleşmektedir. Yâni onların yaptıklarının tümünün yaptırıcısı bun-lardır. Hayatlarını Al­lah’tan başkaları adına yaşayan insanların el­bette besmeleleri de farklı olacaktır.

O halde önemine binaen şu gerçeği bir daha söyleyelim: Müs­lüman olarak bizim hayatımızda başında besmele çekemeye­ceğimiz işimiz olmamalı. Veya besmele çektiğimiz her işimiz, Allah adına diye başladığımız her şeyimiz Allah’ın rızasına uygun olmalıdır. Allah’ın istediği cinsten olmalıdır. Çünkü bizim hayatımıza kulluk maddesi alan sadece Allah’tır. Bizim program yapıcımız, yaşam belirleyicimiz sadece Allah’tır, bunu hiçbir zaman unutmamalıyız.

Bizim hayatımızın kulluk maddelerini alan Allah’tır. Bu­rada kul olarak bizim hatırımıza şöyle bir sual gelebilir. Tamam, benim haya­tımda yaptıklarımın, yapacaklarımın tümünün kararını alan Allah’tır. Ben O’nun benim adıma tek taraflı seçtikle­rini yapacağım. O benim adıma neleri yapmamı istemişse ben sadece onları yapacak, neleri yapmamamı istemişse onlardan uzak dura­rak irademi O’na teslim edeceğim. Tamam bunu anladım ve ka­bullendim de, acaba Rabbimin tek taraflı, bana sormadan, benim fikrimi almadan benim hayatıma tespit ettiği bu programın, bu yaşam biçiminin, bu kulluk prensiplerinin tamamı benim menfaatim icabı mıdır? Acaba Rabbimin benim adıma aldığı kararların tamamı benim hayrıma mıdır? Acaba Rabbimin ka­rarlarının tamamını yapayım mı? Yap­mayayım mı? Yaparsam ne ka­zanır, ne kaybederim? Kul olarak aklımıza böyle bir soru gelebilir.

Meselâ ben insanlardan birisiyle, içinizden birisiyle bir ticaret ortaklığı yapmaya karar versem, ortaklık anlaşmasının şartlarını tek taraflı olarak karşımdaki şahsın hazırlamasına razı olmam, ola­mam. Çünkü karşımdaki bir insandır. Zaafları vardır, menfaat duygusu var­dır. Kendi lehine hareket ederek beni kandırabilir. Onun içindir ki bu konuda ondan kuşkulanabilirim ve gözü kapalı ona teslim olmayabili­rim. Zira karşımdaki bir insandır ve her ân beni kandırabilir. Meselâ karşıma şöyle bir anlaşma metniyle ge­lebilir: Sermayenin 10/9 unu bana, 10/1 ni kendisine, kârın da 10/1 ni bana, 10/9 nu kendine ayı­rabilir. Böyle bir anlaşma şart­namesiyle, metniyle karşıma çıkıp baş­tan beni kandırabilir. İnsan olduğu için kuşku duyabilir, onunla böyle bir ilişkiye girmeyebilirim.

Ama Allah için böyle bir şeyi düşünmek mümkün değildir. Çünkü bakın bizim hayatımıza bize danışmadan tek taraflı kulluk maddesi alan Rabbimiz bu konuda herhangi bir endişemiz olma­sın diye besmelenin üçüncü kelimesinde bizi serinletmek ve ra­hatlatmak üzere şöyle buyurmaktadır.

“(O) Rahmân ve Rahîmdir”

 

Er Rahmân, Er Rahîm. O Allah Rahmân ve Rahîmdir. Sanki bu­nunla bize diyor ki Rabbimiz: “Kullarım! Benim sizin adınıza tek ta­raflı alacağım kulluk maddeleri, yapacağım hayat programı konu­sun-da sakın aklınıza bir şüphe, bir tereddüt gelmesin. Acaba Rabbimizin bizden istedikleri, isteyecekleri bizim hayrımıza mı, şerri­mize mi? Bizim adımıza yapacağı hayat programı acaba bizim men­faatimize mi, zararımıza mı? diye sakın bir endişeniz olmasın. Çünkü bilesiniz ki ben Rahmân ve Rahîmim. Ben sizin için Rahmân ve Ra­hîmim. Sizi sizden daha çok bilen, sizin hayrınızı, sizin menfaatinizi siz­den daha çok düşünen benim. Sizin bilmediklerinizi bilen be­nim. Benim size karşı ilişkim rahmet ve merhamete dayanmakta­dır. Zaten sizi yoktan var ederken benim bu rahmetim açığa çık­mıştır” buyura­rak, Rahmân ve Rahîm sıfatlarının gündemiyle  biz­leri serinletiyor Rabbimiz. O halde Rabbimizle böyle bir kulluk iliş­kisine girerken zerre kadar bir tereddüt ve korku duymuyoruz. Çünkü adına iş yaptığımız, hatırına hareket ettiğimiz, hayat prog­ramımızı kendisinden aldığımız, bizim adımıza tek taraflı kulluk maddeleri belirleyen Rabbimiz bize karşı Rahmân ve Rahîmdir. Bizi bizden çok bilen, bizim hayrımızı, menfaatimizi bizden çok düşünendir O. Onun için gözü kapalı O’nun programına teslim oluyoruz.

Rabbimiz bu bölümde bizim tüm tereddütlerimizi izâle ederek kendini bize böylece Rahmân ve Rahîm olarak tanıtıyor. “Kulum, sa­kın sen bu ko­nuda merak etme! Seni senden daha çok düşünen, se­nin adına aldığım kararlarla bildiğin bilmediğin bütün zararlardan seni koru­yan, sana bildiğin bilmediğin bütün menfaatlerini celbeden Rah­mân ve Rahîm’im ben” diyor ve böyle bir kuşkuyu ta işin başında izâle ediyor, bizi serinletiyor Rabbimiz.

“Rahmân ve Rahîm” Cenâb-ı Hakkın besmele ile zikredilen iki ismidir. Biliyoruz ki O’na ait olan 99 isminden sadece bu ikisi besmele ile zikredilir. Rabbimizin bu iki ismiyle alâkalı kısaca şunları söyleye­lim: Rahmân; düşünebileceğimiz, hayal edebileceğimiz merhame­tin, şefkatin tümünü içine alır. O’nun Rahmetinin, merhametinin hudu­dunu insan aklının ihata etmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bir hadis­ten öğreniyoruz ki Rabbimizin Rahmeti 99 parçaya bö­lündü ve bu parçalardan sadece bir tanesi dünyaya indirildi. Onun içindir ki, anne yavrusuna merhamet etmektedir. Onun içindir ki, hayvan yavrusuna merhamet etmektedir. Onun içindir ki insan eşine merhamet etmekte­dir. Onun içindir ki, mü’min mü’mine mer­hamet etmektedir. Dünyada O’nun rahmetinin sadece 100/1’ inin tecellisi böyle ise, varın cennette 100/ 100 ünün tecellisini siz düşünün.

Ama Rabbimizin dünyaya indirdiği bu rahmetinin bu dünyada bazen ters tecelli ettiğini görüyoruz. Meselâ bir Janjark çıkar ve top­lumu adına kendini yakıverir, rahmet ters tecelli eder. Veya meselâ bir anne sabahleyin yatağında mışıl mışıl uyuyan yavrusunun başucuna gelir, merhametinden dolayı onun uykusunu bölmeyeyim diye çocu­ğunu sabah namazına uyandırmaz, rahmet ters tecelli eder. Veya bir Müslüman darılt­mayayım diye arkadaşının namazsız hayatına göz yumar, rahmet ters tecelli eder. Veya karısının, kocasının İslâm dışı tavırlarını ona olan sevgisinden ötürü sîneye çeker, onu uyarmaz, rahmet ters tecelli eder. Böyle bizim toplumda ters tecelli etmiş rah­met misalleri pek çoktur.

Rabbimizin bu Rahmân ve Rahîm isimlerini bazıları şöyle an-la­maya çalışmışlar: Rahmân sıfatı dünyadakilere umûmîdir. Cenâb-ı Hak mü’min demez, kâfir demez, dinsiz demez, ateist de­mez, komünist demez, şinktoist demez herkese nîmetlerinden bol bol ihsan eder. Hattâ Allah’ın günü kendisine küfredenlere bile mer­hame­tiyle, rahmetiyle muamele eder. Havalarını, sularını, güneşlerini, ni­metlerini kesivermez insanların. İşte bu Rahmân sıfatının ge­reğidir. Ama tabi burada mü’minin hatırına bir sual gelebilir. Ya Rabbi! Ben dünyada seni Rab ve İlâh bildim. Ben hayat progra­mımı senden al­dım. Bir ömür boyu senin benim adıma aldığın kulluk maddelerine ri­âyet ede-rek yaşadım. Ama sen beni bir kâ­firle denk tutuyorsun. Beni ondan niye ayırmıyorsun ya Rabbi? diye eğer mü’minin hatırına bir soru gelirse, o zaman da Cenâb-ı Hak buyurur ki: Kulum! Sen üzülme, ben senin için Rahîmim de aynı zamanda. Benim Rahîm sı­fatım da var. Bu sıfa­tımın gereği ve tecellisi olarak öbür tarafta sa­dece mü’minlere merhamet edeceğim diyor besmelenin bu bölü­münde. Kulum, sen hiç endişe etme, öbür tarafta seni cennetime ko­yacak ve yalnız mü’min-lere cemâlimi göstereceğim buyurur. Rabbimizin Rahmân sıfatının tecellisini burada görüyoruz, ama belki de Rahîm sıfatının tecellisini öbür tarafta göreceğiz. Cennette cema­lini bize göster­mek sûretiyle Rabbimiz bize Rahîm sıfatıyla tecelli edecektir.

Rahmân ismi tek başına çocuklara isim olarak konmaz, eğer ko­nursa o şeytan olur diyor Allah’ın Resûlü. “Abdurrahmân”  şek­linde konulabilir.

Rabbimizin “Rahmân” ismi öyle bir isimdir ki, tüm isim ve sı-fatları buna bağımlıdır. Meselâ Allah “Hâdî” dir, kullarını hidâyet edicidir, ama bu ismi Rahmân ismine bağlıdır. Yâni eğer Rabbimiz Rahmân olmasaydı, sonsuz merhamet sahibi olmasaydı kullarını hi­dâyete ulaştırmazdı. Veya meselâ Rabbimiz “Rezzâk” dır, tüm ya­ratıklarını doyurup besleyendir, ama eğer Rahmân olmasaydı hiç kimseye rızk vermezdi. Öyleyse Rabbimizin tüm isim ve sıfatlarının başı bu “Rahmân” sıfatıdır.

Besmelenin bizim hayatımızdaki fonksiyonu işte böyle çok bü­yüktür. Rabbimizin tüm isimlerini, tüm sıfatlarını ihtiva eden bir cüm­ledir besmele. Bize yansıyan yönüyle de besmele mahza kulluğun iz­hârıdır. Besmele ubûdiyetin, kulluğun izhârıdır. O halde kendisinden sonra gelecek bütün söz ve işlerin İslâmî olması şart­tır. Yoksa her ân Allah’a iftira etmiş olmaktan kurtulamayız. Burası çok önemlidir. Yâni hiç bir zaman unutmayalım ki, besmeleden sonra gelecek bütün amellerimiz, bütün eylemlerimiz kulluk mad­desidir ve besmeleden sonra yapacağımız her şey İslâmî olmalı­dır.

Bakıyoruz Kur’an-ı Kerim’de 114 yerde besmele var. Bunlar­dan 113 tanesi sûre başlarında, sadece bir tanesi sûre içindedir. O da demin ifade ettiğim gibi Neml sûresindedir ve kesinlikle Neml sûresin­deki bu besmele o sûreye ait bir âyettir. Diğerleri ise, yâni sûre başla­rındaki besmeleler ise ulemânın ekseriyetine göre o sûreye ait birer âyettir. Kur’an-ı Kerim’de sadece Tevbe sûresinin başında besmele yoktur ve bu sûreye başlanır­ken bes­mele okunmaz. İslâm âlimleri bu­nun sebebini şöyle açık­larlar:

a- Bu sûre müstakil bir sûre olmayıp, Enfâl sûresinin deva­mı­dır, onun içindir ki, müstakil bir sûre olmayan bu sûrenin başında besmele yoktur derler. Ama biz biliyoruz ki bir sûrenin başından değil de ortasından Kur’an okumaya başlarken de besmele ile başlanır.

b- Âlimlerimizden kimilerine göre de bu sûre müşrikler hak­kında bir ültimatom ve ölüm fermanıdır. Binaenaleyh kâfirlerle bir sa­vaşın, kıtalın gündeme getirildiği bir ortamda besmele çekile­rek yâni Rahmân ve Rahîmle irtibat kurularak bu sûreye başlan­maz demişler­dir. Onun içindir ki böyle bir ortamda inen bu sûrenin başında bes­mele yoktur. Nitekim kurban keserken de biz besmele çekerek Rah­mân ve Rahîmle irtibat kuramıyoruz. “Bismillahirrahmanirrahîm” di­yemiyoruz, ancak “bismillah Allahu Ekber” diyebiliyoruz.

c- Yine âlimlerimizden kimine göre burada da besmele var­dır. Zira madem ki Kur’an-ı Kerim’in tümü Fâtiha’dadır, Fâtiha’­nın tümü besmelededir, besmelenin tümü de (B) harfindedir. O halde bu sûre de zaten (B) harfiyle başlıyor ve bu sûrede de bes­mele vardır.

Fâtiha’nın ilk âyeti olan besmele ile alâkalı bu kadar söz yeter. Sûrenin ikinci âyeti:

2: “Hamd  Âlemlerin Rabbine mahsustur.”

 

Hamd kelimesinin bir kaç mânâsı vardır, inşallah şöyle kısaca özetlemeye çalışalım:

1- Hamd; hamd etmek, tam ve mükemmel kabul etmek de-mektir. Eksiksiz ve kusursuz kabul etmek demektir. Bu mânâda hamd yalnız Allah’a aittir. Zira tam ve mü­kemmel olan, eksiksiz ve kusursuz olan sadece Allah’tır. Allah dı­şında herkes ve her şey eksiktir, nâkıs­tır, kusurludur, mükemmel değildir. “Hasan çok iyi ama ah şöyle ol­masaydı” “Şu yazı çok güzel ama ah şurası şöyle olmasaydı” “Şu halı çok güzel ama ah şu renk uyumu şöyle olsaydı” deriz değil mi? Ne­den? Çünkü Allah dışında her şey eksik ve nâkıstır. Hiç bir şey tam ve mükemmel değildir. Ama Al­lah için böyle bir şey düşünemeyiz. Al­lah mükemmeldir, tamdır, eksiksiz ve kusursuzdur. O halde hamd sadece Allah’a aittir.

2- Hamd övmek, methetmek, senâ etmek demektir. Bu mânâ-da da övgü sadece Allah’a aittir. Bizler günde en az kırk defa namaz-larımızda Rabbimize bu ahitte bulunuyoruz. Diyoruz ki; “Ya Rabbi! Hamdimiz, övgümüz, senâmız sadece sanadır. Sadece sana hamd eder, sadece seni överiz.” Tabi Allah’ı övmek demek O’nun za­tını öv-mekle beraber, aynı zaman O’nun övdüklerini de övmek de­mektir. Öyleyse biz namazlarımızda okuduğumuz bu âyetle günde en az kırk defa “Ya Rabbi, biz sadece seni överiz, sadece senin övdükle­rini överiz. Senin övüp beğenmediklerini asla övüp beğenmeyiz. Se­nin övüp beğenmediklerini asla sahiplenmeyiz” diyoruz.

O halde, Rabbimize böyle bir ahitte bulunduğumuz namaz son­rası hayatımıza bir bakalım. Eğer günde kırk defa namazları­mız­da; “Ya Rabbi, biz sadece seni ve senin övdüklerini överiz” dediğimiz halde, namaz sonrası hayatımızda Allah’ın övmediklerini övmeye, Al­lah’ın övdüklerini de övmemeye kalkışırsak, bilelim ki bu halimizle Al­lah’a verdiğimiz bu sözü nakzederek O’nunla dalga geçmiş, O’na iftira etmiş oluruz Allah korusun. Meselâ Allah’ın övmediği bir evi, ev tefri­şini, Al­lah’ın övmediği bir sofrayı, Allah’ın övmediği bir kazanma har­cama düzenini, Allah’ın övmediği bir meslek seçimini, Allah’ın övme­diği bir alfabeyi, Allah’ın övmediği bir hukuk sistemini, Allah’ın övme­diği bir ekonomik anlayışı, Allah’ın övmediği bir eğitim sistemini, Al­lah’ın övmediği bir kılık kıyafet modelini, Allah’ın övmediği bir düğün modelini, hâsılı Allah’ın övmediği bir yaşam biçimini, bir ha­yat tarzını hamd etmeye, övmeye ve sahiplenmeye kalkışırsak Allah korusun günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz sözümüzü bozuyor ve başkala­rını hamd ederek, başkalarının yasalarını, başkalarının ürünlerini öve­rek, kabullenerek şirk içine düşmüş oluyo­ruz.

Demek ki bir şey övülecek, bir şey methedilecek, kabullenile­cek, sa­hiplenilecek ve hamd edilecekse unutmamalıyız ki o şey ancak Allah’la ilgisi kadarıyla övülecek ve hamd edilecektir. Yâni Allah’ın öv­düğü övülecek, övmediği de asla övülmeyecektir. Namazlarımızda bu sözü veriyoruz Rabbimize. Öyleyse şimdi bir bakın ha­yatınıza. Bir ba­kalım hayatımıza. Acaba namazlarımızda söz ver­diğimiz gibi sadece Allah’ı ve O’nun övdüklerini mi övüyoruz? Yoksa Allah’ın övmedikle­rini övmeye, hamd etmeye, sahiplen­meye mi çalışıyoruz? Yâni ya bi­zim namazlarımızda dediğimiz doğrudur, ya da namaz dışı hayatı­mızda yaptığımız doğrudur. Namazdaki söylediğimiz Rabbimizden ol­duğuna göre kesinlikle doğru olan o dur. Çünkü Rabbimizin bizden istediği o dur.

Şimdi Allah için bir düşünelim. Namazlarımızda Allah’a ne söz veriyoruz ve kimleri ve neleri övüyoruz namaz sonrası hayatımızda? Meselâ bir adam ki, namaz kılmıyorsa, müslümanca bir hayat ya­şa­mıyorsa bu adamın durumu, konumu, makamı ne olursa olsun asla övülmesi mümkün değildir. Çünkü Allah’ın övmediğini bir mü’minin öv­mesi düşünülemez. Namazsız bir adam Allah’ın övmediği bir adam-dır. Bir eğitim sistemi ki, temeli materya­lizme dayanıyor, Allah âyetlerinin kokusuna bile müsaade etmi­yorsa, Allah’ın övmediği böyle bir eğitim sistemini bir Müslümanın övmesi, hamd etmesi, yâni ona sahip çıkması, gerek kendisini, gerek ço­cuklarını böyle bir eğitimin kucağına teslim etmesi mümkün değildir. Bir kılık-kıyafet anlayışı ki, Allah onu övmüyor, bir Müslümanın bunu sahiplenmesi, bunu hamd etmesi kesinlikle mümkün değildir. Al­lah’ın övmediği bir gelinlik ki Sirilanka’-dan getirtilmiş, dünyada eşi ve benzeri yok. Bir Müslümanın böyle bir gelinliği övmesi, sahip­lenmesi, giymesi mümkün değildir. Bir düğün ki onda din adına sadece mevlit okunmuş, bir Müslümanın bunu hamd etmesi, öv­mesi mümkün değildir. Bir sofra ki israflı, ya da haramlarla hazırlanmış ve onu Allah ve Resûlü övmemiş. Böyle bir sofrayı bir Müslümanın övmesi asla mümkün değildir.

Tamam, sadece Allah’ın övdüklerini övecek, Allah’ın beğen­diklerini sahipleneceğiz, bunu anladık da acaba Allah’ın neleri ve kim-leri övdüğünü nereden bileceğiz? Bizler Allah’ın övdüklerini Allah’ın kita­bından ve Rasulullah Efendimizin hayatından öğreniyoruz. Çünkü ke­sinlikle biliyo­ruz ki Allah’ın Resûlü Allah’ın övdüklerini övmüş ve mahza Allah’ın övdüğü bir hayatı yaşamıştır. Rabbimizin kitabı bunu tescil etmektedir. Öyleyse bir sofra ki Al­lah’ın Resûlü hayatı boyunca onun başına oturmamış, benimsememiş, hamd etmemiş. Şimdi böyle bir sofrayı mü’minin övmesi mümkün değildir. Me­selâ karşınızda iki sofra var. Birisinde etlisinden, sütlüsünden, tatlısından, Panama mu­zundan, anzer balına, geyik sütünden ceylan pastırmasına kadar ak­lınıza ne geliyorsa her şey var. İkinci bir sofra daha var ki sadece çor-ba, yahut tuz biber var. Hangisini översiniz bunların? Eğer birinci sofrayı över, ikincisini reddederse­niz Fâtiha’da Allah’a verdiğiniz sözü bozuyorsunuz demektir. Hamdi Allah’a mahsus kılmıyorsunuz, Allah’ı ve O’nun övdükle­rini övmüyorsunuz demektir.

Allah korusun da bugün insanlar, namazlarında Allah’a ver­dik-leri ahitlerini bozuyorlar. Allah ve Resûlünün övmediklerini övmeye, hamd etmeye çalışıyorlar. Allah’ın övmediği bir hukuku, Allah’ın öv­mediği bir siyasal yapıyı, Allah’ın övmediği bir yaşam biçimini, Allah’ın övmediği bir eğitim yapılanmasını, Allah’ın övmediği bir kılık kıyafet anlayışını, Allah’ın övmediği bir kazanma harcama usulünü övmeye ve sahiplenmeye çalışıyorlar. İmanı olan değil pa­rası olan övülüyor. Namazı olan değil villası olan övülüyor. Takvası güzel olan değil sesi güzel olan övülüyor. Ahlâkı olan değil mesleği ve şöhreti olanlar övü­lüyor. İlmi yüce olan değil arabası pahalı olanlar övülü­yor. Halbuki ke­sinlikle bilelim ki Allah’ın övdüklerini övmedikçe, Allah’ın övdüklerini sahiplenmedikçe hamdi Allah’a ait kılmış ola­mayız. Allah’ın övdüğü bir yaşam biçimini, Allah’ın övdüğü bir ha­yat tarzını övmedikçe, bile­lim ki Fâtiha’da Allah’a verdiğimiz bu ahdi nakzediyoruz, yok sayıyo­ruz demektir.

Unutmayalım ki; Allah’ın övdüğü hayat tümüyle, Allah’ın söz sahibi olduğu bir hayattır. Allah’ın övdüğü hayat, her saniyesinde Al­lah’ın egemen olduğu bir hayattır. Allah’ın övdüğü hayat, Allah için ya-şanan bir hayattır. Allah’ın övdüğü hayat, yaptırıcısı, belirle­yicisi Allah olan bir hayattır. Allah’ın övdüğü hayatta, dünyanın âhirete ter­cih edil-mesi yoktur. Allah’ın övdüğü hayatta, dünya adına âhiretin ikinci plana atılması yoktur. Allah’ın övdüğü hayatta, dünya zevklerine gömülüp kulluğu terk etmek yoktur. Allah’ın öv­düğü hayatta, Allah’ın kitabından, Allah’ın hayat programından ha­bersiz bir şekilde heva ve hevesler istikâmetinde yuvarlanıp git­mek yoktur. Allah’ın övdüğü ha­yat-ta, ilim öğrenmek vardır, Kur’an ve sünneti tanımak ve hayatı on­larla düzenlemek vardır. Allah’ın övdüğü hayatta, Allah’ın arzularını her şe-ye tercih etmek vardır. Allah’ın övdüğü hayatta, az yemek, az uyumak, çok yorulmak, vahyi tanımak, hakkı insanlara tebliğ etmek ve bu uğurda çile çekmek vardır. Allah’ın övdüğü hayatta sürgün var­dır, sorgulanma vardır, hapis vardır, işkence vardır, maldan ve can­dan, eşten dosttan geçme vardır, kan vardır, şahâdet vardır.

İşte böyle bir hayatı be­nimseyen, kabullenen, hamd eden kişi “Elhamdülillah” demeye hak kazanmış, hamdi Allah’a ait kılmış de­mektir. Allah’ı övmüş, Allah’ın övdüklerini övmüş demektir. Değilse bir kişi namazla­rında dilini kaybedecek kadar “Elhamdülillah” dese de, onun bu ifadesi boştur, yalandır, Allah’la dalga geçmedir.

3- Öyleyse buradan hamdin bir üçüncü mânâsını söyleye­lim: Demek ki bu mânâda hamd, hayatın İslâmlaşmasının adıdır. Hayatı İslâmlaşan bir Müslüman, İslâmlaşan hayatına “Elhamdülil­lah” deme-ye hak kazanıyor demektir. Çünkü hamd Müslümanca bir haya­tın so-nucudur. Bakın Rabbimiz bu gerçeği anlatırken, Kur’an’ın başka bir yerinde şöyle buyurmaktadır:

10: “Oradaki duaları: “Münezzehsin ey Allah’ım” dirlik temennileri: “Selâm size” ve dualarının sonu da: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun” dur.”

(Yunus 10)

Bir hayat ki, neticesinde “Elhamdülillah” gerçekleşecek. Bir ha­yat ki, sonunda o hayatı yaşayanlar “Elhamdülillah” demeyi hak ede­ceklerdir. İşte bu hayat, Allah ve Resûlünün bizden istediği hayattır. Allah’ın kitabıyla ortaya koyduğu, Rasûlullah Efendimizin de bizzat pratik hayatıyla örnekleyip açıkladığı bir hayattır bu. Yâni Allah’ın Re­sûlü bu hayatı bizzat yaşamıştır. Çünkü bir gün, Ayşe annemizden onun hayatı sorulunca mü’minlerin annesi: “Sizler Kur’an oku­muyor musunuz? Onun hayatı mahza Kur’andı”  buyurur. Eğer onun yolunun yolcusu olan ve her yönden onu taklit etmek zo­runda olan bizler de onun yaşadığı gibi bir hayat yaşarsak o zaman bu hayata “Elhamdülillah” demeye yü­zümüz ve hakkımız olacak de­mektir. Peki ne yapmıştı Allah’ın Resûlü? Nasıl bir hayat yaşamıştı?

Mekke’de peygamberlik görevine başladığı günlerde Rabbi-miz: “Ey örtülerine bürünen peygamber! Kalk ve uyar! Kalk ve çevreni uyandır! Gece kalkıp Kur’an oku! Gündüz onu yaşa ve çev­rendekilere ilan et! Gece Rabbinle istişare et! Gündüz de Rabbinin büyüklüğünü ilan et!” buyurmuştu. Rabbinden aldığı bu emirle, Rabbinden aldığı bu hayat programıyla öyle bir kalkmıştı ki Allah’ın Resulü, ömrünün so-nuna kadar bir daha yatma nedir, uyku durak ne­dir bilmemişti. Öm-rünün sonuna kadar bir tek geceyi bile ihmâl etme­den kalkıyor, Kur’-an okuyor, gündüz de tak tak kapıları çalarak gece ilgi kurduğu Allah âyetlerini, Rabbinden aldığı mesajı insanlara ilan etme, du­yurma ve onunla insanları diriltme savaşı veriyordu. Gittiği kapıdan hüsnü kabul görmese de, eli boş dönse de yine “Elhamdülil­lah” diyordu. Neden? Çünkü Allah’ın istedi­ğini yapıyor, Allah’ın iste­diği hayatı yaşıyor, Allah’ın övdüğüne talip oluyordu.

Eğer şu anda bi­zim de böyle bir derdimiz varsa, biz de her gece kalkıp Kur’anla ilişki içine giriyor, iliklerimize kadar Allah vahyini özümlemek ve insanlara duyurmak derdiyle dertlenebiliyorsak, o zaman biz de ha­yatımıza “El­hamdülillah” diyelim. Yaşadığımız hayatımıza hamd edelim.

Yine Allah’ın Resûlü vefatı esnasında, bir yahudi çocuğu­nun baş ucuna gidiyor, acaba onu son deminde cehenneme kaçı­rır mıyım endişesiyle heyecandan kalbi ve kafası kaynıyor ve son derece titrek bir sesle o çocuğu imana davet ediyordu. Müslüman olması için âdeta yalvarıyordu ona. “Evlâdım, gel Müslüman ol ve kurtul diyordu.” O ço­cuğun bu mübarek nefese kulak verip son anında kelime-i şahâdet getirmesi karşısında Allah’ın Resûlünün etekleri sanki mücevherlerle doluyor, yüzü gülüyor ve “Elhamdülil­lah” diyerek sevinçle oradan ay­rılıyordu. “Elhamdülillah” ki cennete bir kişi daha kazandırmıştı. “El­hamdülillah” ki cehennem bir üyesini daha kaybetmişti. “Elhamdülil­lah” ki Allah’ın kendisinden istediğini yapabilmişti.

İşte böyle bir amele “Elhamdülillah” denebilir. Eğer şu anda si­zin de böyle bir heyecanınız varsa, hiç durmayın siz de “Elhamdülillah” deyin. Sizler de eğer in­sanları cennete kazandırma, cehennem yollarına barikatlar koyma derdiyle çırpınabiliyorsanız, bu işi kendinize iş edinmişse­niz, dert edinmişseniz “Elhamdülillah” deyin.

Mekke’de, Medine’de üst üste üç gün karnı doymuyor, gün­lerce ocağı yanmıyor, bacası tütmüyor. Çoğu zaman kepeği alınma­mış arpa ekmeği bulabiliyor ve sonunda böyle bir hayata “Elhamdü­lillah” diyordu Allah’ın Resûlü. “Elhamdülillah” ki Allah’ın istediği, Al­lah’ın övdüğü bir hayatı yaşıyordu. “Elhamdülillah” ki dünyaya meyle­dip, dünya nîmetlerinin içine gömülüp âhireti, hesabı, kitabı ve kulluğu ihmâl etmiyordu. “Elhamdülillah” ki dünya onu kendisine kul köle edi­nememişti. Eğer sizler de böyleyseniz, “Elhamdülillah” deyin.

Tebliğ için gittiği, insanları cennete kazandırmak için gittiği Ta-if’ten kan revan içinde dönüyor, ama o yine “elhamdülillah” di­yordu. Elhamdülillah ki, insanlara Allah’ı duyurmuştu. Elhamdülillah ki, Allah için gitmişti ve görevini başarmıştı. Elham­dülillah ki dönüşünde Allah ona Ninova’lı Addas’ı nasip etmişti. Eğer sizler de Allah için akrabala­rınıza, komşularınıza gidebilmişseniz, başka şeylere üzüldüğünüz kadar Allah için de üzülebilmişseniz elhamdülillah deyin.

Mekke’de müşrikler tarafından boykota maruz kalıyor, Ebu Ta­lip mahallesinde üç yıl boyunca muhasara altında kalıyor, yarı aç yarı tok çile çekiyor, göz yaşı döküyor, ama sonunda “elhamdülillah” di­yordu. Elhamdülillah ki, Allah’ın istediği hayat buydu. Elhamdülillah ki, Allah adına katlandığı sıkıntılar ve gösterdiği sabır karşısında Allah’ın nusreti gelmiş ve müşriklerin Kâbe’nin duvarına astıkları boykot an­laşmasını güveler yemiş bitirmişti. Elhamdülillah ki onun sabrını gören kâfir çocuklarından pek çoğunun kalbi erimiş, ve onun kervanına ka­tılmıştı.

Mekke’de, doğup büyüdüğü şehirde tüm kapılar yüzüne ka­panı­yor, evini barkını terk edip hicrete mecbur kalıyor, sonunda “el­hamdülillah” diyordu. Elhamdülillah ki, Allah’ın istediğini yapı­yordu. Elhamdülillah ki, Allah ona yepyeni bir vatan nasip edi­yordu. Elham­dülillah ki, Allah ona Akabe’de biat edecek, onu kendi şehirlerine da­vet edecek yiğitler gönderiyordu. Elhamdülillah ki, davası Medine’de çığ gibi hüsnü kabul görüyordu.

Bütün bunlardan şunu anlıyoruz. Demek ki; “elhamdülillah” ha­yatın İslâmlaşması demektir. Elhamdülillah, İslâmlaşan bir hayatın sonucudur. Aslında elhamdülillah’ı anlamak Kur’an’ı anla­mak demek­tir. Elhamdülillah, Kur’an da Allah’ın istediği hayatı ya­şamak demektir. Şimdi bir adam düşünün ki, Kur’an’dan ve sünnetten haberi yok, Al­lah’ın kendisinden istediği hayattan haberi yok. Müslümanım diyor, ama henüz Müslümanlığın farkında değil.  Hayatında her türlü İslâm dışı şeyler mevcuttur. Sof­rasında içki eksik olmuyor. Kazanmasında ve harcamasında Allah söz sahibi değil. Zevkini tatmin edecek kadın, müzik, televizyon gibi her türlü İslâm dışı eğlencelere düşkün. Haya­tında sınır tanı­madan, haram helâl dinlemeden, dilediği gibi bir hayat yaşıyor. Şimdi bu adam İslâm’la, Kitap ve Sünnetle tanışınca, Allah’ın iste­diği gibi bir Müslüman olmaya karar verince, hayatındaki İslâm dışı her şeyi atacak ve sonunda “elhamdülillah” diyecektir. İşte, bunu yapabilen bir kişinin “elhamdülillah” demeye hakkı vardır. Çünkü el­hamdülillah, hayatın İslâmlaşmasının adıdır.

Çünkü Uhut’ta yiğit sahabe Amr ibni Cemuh kendisini şa­ha-detten, Allah ve Resûlünün cihad çağrısından engellemeye çalışan, kendisini meşgul eden ağzın­daki hurmaları tükürdüğü anda “Elham-dülillah” demişti. Elhamdülil­lah ki, Allah’la arasına giren o en­geli aşa-bilmiş, nefsinin arzularına teslimden kurtulup Allah’ın istedi­ğine koşa-bil­mişti.

Bir başka yiğit, Abdullah bin Revaha da nefsinin cimrili­ğini yenip en kıymetli bahçesini Allah yolunda infak edebildiği gün,” el-hamdülillah” demişti. Bir başka yiğit Hz Ömer Efendimiz, ya­şama ar-zusundan vazgeçip Allah adına sırtına zehirli bir hançer sapla­nıp şa-hâdetin kokusunu aldığı anda “elhamdülillah” demişti.

Hayat İslâmlaşmalı ki, kişi o hayata “elhamdülillah” diye­bilsin.  Böyle değilse İslâm dışı bir hayata “elhamdülillah” demek, Allah’a en büyük iftiradır. Bir Müslüman düşünün ki;  Allah’ın ken­disi için hayat programı olarak indirdiği kitabından ve kulluk örneği peygamberinin hayatından habersiz. Âhiretten, hesaptan ve kitaptan habersiz, tıpkı bir kâfir gibi keyfine göre aklına ne geliyorsa yapı­yor. Kendisinin hızla cehenneme gidişi, hanımının, çocuklarının hızla cehenneme gidişi, onu hiç düşündürmüyor. Şimdi bu adam yaşadığı bu hayata nasıl “el­hamdülillah” diyebilir?

Dünyada yaşadığı hayatı Müslümanlaştıkça Müslü­manlaşan hayatına, Müslüman hamd edecek, “elhamdülillah” diye­cektir. Ama Kur’an’ın başka âyetlerinden de anlıyoruz ki, Müslü­manlar sadece bu sözü dünyada değil, aynı zamanda Cennette de Rablerinin kendile­rine lütfettiği, o güzel hayatı gör­dükleri zaman da elhamdülillah diye­cekler ve kendilerine bu ha­yatı sağladığı için Rablerine hamd ede­ceklerdir. Yunus sûresindeki âyeti az evvel okudum:

…Ve dualarının (davalarının) sonu da: “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun” dur.”

(Yunus 10)

“Allah Odur; Ondan başka İlâh yoktur. Hamd, dün­yada da âhirette de O’nun içindir; hüküm de O’-nundur. Yalnız O’na döndürüleceksiniz.”

(Kasas 70)

Hamd âlemlerin Rabbine aittir. Rab; terbiye eden, hü­küm ko­yan, kanun vaz eden, yeryüzünde yarattığı her canlının hayat prog­ramını çizen, her varlığın kulluk programını belirleyen demektir. Rab; kişiye yaptığını yaptıran, yapmayıp terk ettiğini terk ettiren varlık de­mektir. Yaptıklarımızın tümünü bize yaptıran, bizim hayatımızda ege­men olan güç, sebep, saik, otorite neyse bizim Rabbimiz odur.

Şu anda bizi hareket ettiren güç neyse bizim Rabbimiz odur.    Meselâ eğer ben bu kardeşlerime Fâtiha sûresini anlatırsam bana para verirler, bana değer verirler, beni alkışlarlar niyetiyle gelmiş an­latı­yorsam benim Rabbim bu istediğim şeylerdir. Veya, farz edin ki ya­rın adaylığımı koyacağım, bu kardeşlerin oylarına ihtiyacım olacak, beni bir tanısınlar niyetiyle gelmiş konuşuyorsam, Rabbim odur ve Allah’-tan bir şey istemeye hakkım yoktur. Ama, benim burada bu ko­nuşma-yı yapmamı Allah istiyor, Allah istediği için ben bunu yapmak zorundayım ni­yetiyle gelmiş konuşuyorsam, beni şu anda konuşturan güç, se­bep, saik, otorite Allah’sa,o zaman benim bu konuda Rabbim Al­lah’tır ve mükâfatını O’ndan isteyeceğim  demektir.

Sizler de şu anda ne için buradaysanız, sizi burada topla­yan sebep ne ise, Rabbiniz O’dur. Eğer sizler de, ben de rıza şar­tıyla Al­lah’tan başka güçler, Allah’tan başka sebepler adına bura­daysak siz­lerin de, benim de Rabbimiz Allah değildir. Konuşan ne için konuşu­yorsa Rabbi O’dur, dinleyen ne için dinliyorsa Rabbi O’dur. Biraz önce namaz kılındı. İmam ne için imamlık yapıyorsa Rabbi odur, cemaat ne için gelip cemaat olmuşsa Rabbi odur. Öğ­retmen ne için öğretmenlik yapıyor, talebe ne için öğreniyorsa Rabbi odur. Yaptığımız amelleri­miz de şunlar şunlar da olabilir; ama ben bunu Allah istediği için yapı­yorum demek,  Allah’ı Rab bilmek anlamınadır.

Demek ki Rabb; kişinin hayat programını belirleyen var­lık de­mektir. İnsanın hayat programını belirleyen kim ise onun Rabbi odur. İnsan, kimin arzularını gerçekleştiriyorsa, kimin dediği gibi yaşamaya çalışıyorsa, onun Rabbi odur. Daha öncede söylediğimiz gibi Rabb; insanın yaptıklarını yaptıran yapmadıklarını da yaptırmayan güçtür. Şöyle giyiniyor veya böyle giyinmemeye çalışıyoruz. Peki Kim söyledi bunu? Kimi razı etmek için böyle yapıyoruz? Yâni  böyle giyinirken bu­nun yaptırıcısı kim ise, bilelim ki o konuda Rabbimiz odur. Moda mı? Toplum mu? Çevre mi? Âdetler mi? Töreler mi? Müdür mü? Amir mi? Yö­netmelikler mi? Yasalar mı? Yoksa Allah mı? Kim dedi böyle giyi­nin diye? Kimdir bize bunu yaptıran?  Kim ise işte, kişinin Rabbi odur.

Birine küsüyoruz, yaptırıcısı kim? Allah mı? Yoksa bir başka sebep mi? Allah mı? Yoksa menfaat mı? Birini seviyoruz. Kim dedi di-ye? Birileriyle beraber olmaya çalışıyoruz. Kimi memnun etmek için? Filan mektepte okuyoruz. Kim dedi bunu? Evimizi şöyle şöyle tef­riş ediyoruz. Kim dedi diye? Şu şu meslekleri seçiyoruz, kim dedi? Evet yaptıklarımızın yaptırıcısı kim ise bizim Rabbimiz odur. Öy­leyse geçen ay neler yaptınız ve kim yaptırdı bunları size? Allah için bunları bir düşünün. Veya geçen haftayı unuttunuz, dün neler yaptınız? Bu­gün neler yaptınız ve kim yaptırdı bunları size? Bunu düşünmek zo­run-dayız. Yaptıklarımızı yaptıran, yapmadıklarımızı terk ettiren kim? Meselâ namaz kılıyoruz, kıldıran kim? Diz kireç­lenmelerini önlemek için ise O zaman Rabbimiz odur. Oruç tutu­yoruz, tutturan kim? On bir ay yorulan midelerimizi dinlendirmek, perhiz yapmak, vücut güzelleş­tir-mek için ise o zaman Rabbiniz odur.

Yaptıklarımız konusunda bu böyle olduğu gibi yapmayıp terk ettiklerimiz konusunda da böyledir. Negatif davranışlarımız konusunda da etkili varlık kimse bizim Rabbimiz odur. Meselâ içki içmiyoruz, sebep nedir? Siroza yakalanı­rız, kara­ciğeri kaybederiz diye mi? O zaman bilesiniz ki Rabbiniz sağ­lığınızdır. Allah yasakladı diye ise O zaman Rabbiniz Allah’tır. Zina yapmıyorsunuz, sebep nedir? Eids hastalığına yakalanma korkusu ise Rabbiniz odur. Allah haram kıldı diye ise Rabbiniz Allah’tır.

İşte mü’min, bunu düşünen ve yaptıklarını Allah istedi diye , ki­tabında böyle söylüyor diye yapan, ve yaptıklarının tümünü Allah’a lâyık ola­rak yapan kimselerdir.

Çünkü Bizi yaratan, büyütüp besleyen,  koruyup doyuran, bi­zim için yeryüzünde yasa belir­leyen Rabbimiz Allah’tır. O’nun tarafın­dan getirildiğimiz şu dünya hayatında neler yapıp, neler yapmayaca­ğımızı, O’na ait olan bu hayatımızı nasıl yaşayacağımızı belirleyen Allah’tır. Bizim boynumuz­daki kulluk iplerinin ucu elinde olan ve çek­tiği yere gitmemiz gere­ken Rabbimiz O’dur. Gündüz hayatımızın,  gece hayatımızın, aile hayatımızın nasıl olacağını, hukukumuzun, eğitimimizin, sosyal ve siyasal yapılanmalarımızın nasıl olacağını, soframızda nelerin bulunup, nelerin asla bulunmayacağını, neleri yi­yip, neleri yemeyeceğimizi, nerelerden kazanıp, nerelerde harcaya­cağımızı, çocuklarımızı nasıl eğitece­ğimizi, hanımlarımızla nasıl bir münâsebet kuracağımızı, kılık kıyafetimizin nasıl olacağını, hâsılı tüm hayat programımızın nasıl olacağını belirleyen Rabbimiz Allah’tır.

Müslüman, Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul eden, ya da bir başka deyişle seçimini Allah’tan yana kullanan kişidir. Müslü­man iradesini Al­lah’a teslim eden kişidir. Müslümanım diyen birisinin gerek kendisi hakkında, gerek evi ve ev halkı hakkında, gerek malı ve işi hak­kında söz söyleme ve hüküm beyan etme hakkı yoktur. Bir müslüman asla, bu benim zevkimi okşamıyor, bu bana yakışmıyor, bu benim mantığıma ters geliyor, diyemez. Bunu ancak Allah’a inanma­yan bir kâfir diyebilir. Çünkü o Allah’a inanmamıştır. Ben Allah filan ta-nımam. Ben kendi hayatımı ken­dim belirlerim demiştir ve dilediğini yapabileceğine inanmıştır. Ama bizler Allah’a iman etmiş insanlarız. Öyleyse kâfirler gibi bizim muhayyerlik hakkımız, seçme hakkımız yoktur. Allah’ın bizim adımıza seçtikleri ve be­ğendikleri güzeldir, gerisi boştur ve batıldır.

Demek ki Rabb, günlük hayat programını çizendir. Gün­lük ha­yatımızın tümünde Rabbimiz Allah olmalı. Hayatımızın bazı bölümle­rinde Rabbimiz Allah, bazı bölümlerinde de başka Rab’lere, başka efendilere hizmet etmemeliyiz. 24 saatin tümünde Rabbimiz Allah ol­malı. Hayatımızın tümünde boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucu Allah’ın elinde olmalı. Eğer günlük hayatımızın herhangi bir biriminde arzuları Rabbimizin arzularıyla çatışan bir varlığın arzularını gerçekleştirmeye yönelirsek, o zaman -Allah korusun- hayatımızda başka rab’ler edin-mişiz demektir. Emirleri ve arzuları istikâmetinde hareket ettiğimiz bu varlık baba­mız, annemiz, karımız, kocamız, çocuklarımız,  patronu­muz, devletimiz, nefsimiz, şeytanımız olabilir. Allah’ın arzula­rıyla bun-ların arzusu çatıştığı zaman Allah’ın arzuları tercih edilecek ki sonun-da Allah’tan başka Rabbimiz yok diyebilelim.

Ama -Allah korusun- hal-i pür melalimize baktığımız zaman kor­kunç bir manzara görüyoruz. Camide  sözünü dinlediği­miz bir Rabbimiz var, sosyal hayatımızda da hayatımıza hâkim başka Rab’le-rimiz var. Camide bir Rabbin şuurundayız ki; fazla yanan elektrik varsa söndürüyoruz. Çünkü O Rab savurganlığı ya­saklamıştır. Ama evi­mizde, yahut dükkânımızda, işyerimizde öyle yanıp giden elektrikler var ki bizi hiç enterese etmiyor. Bu hali­mizle demek istiyoruz ki; sanki ev hayatımıza, iş hayatımıza Allah karışmaz. O konuda söz sahibi başka Rablerimiz var. O sadece ibâdet hayatımıza karışır, ama ev tefrişimize, düğünümüze, ticare­timize, meslek hayatımıza, cebi­miz-deki paramıza, kazanmamıza, harcamamıza, hukukumuza, eğitimimi-ze, siyasal yapılanmamıza, evimize aldığımız avizemize, serdiğimiz halı­mıza karışmaz. Sanki O’nun hükmü ve oto­ritesi sadece camiye ve ibâdete mahsustur.

Halbuki bizim, kul olarak  hayatımızın tümü ibâdettir. İbâdetin dışında tutabileceğimiz bir tek saniyemiz bile yoktur . Bi­naenaleyh ha-yatımızın her saniyesinde Rabbimiz Allah olmalı­dır. Yerken, içer­ken, yatarken, kalkarken, konuşurken, yürürken, ticaret yaparken, tır­nak keserken, çocukla­rımızla konuşurken, birine bir şey anlatırken, bir ko-nuda karar ve­rirken, düşünürken, gülerken ağlarken, severken, kü-serken, her ân, her saniye bizim için kulluk ve ibâdettir.  Her ânımızda Rabbimiz Allah olmalıdır.  İbâdet sadece namaz, oruç, abdest, hac ve zekattan  ibaret değildir. Hayatımızın tamamı ibâdettir. Hayatımızın tümünde Allah’ı dinlemeliyiz.

Sabahleyin erken kalkıp namaz kılmalıyım, neden? Çünkü bu konuda benim kulu olduğum Rabbim öyle istiyor. Yemeğimde sof­ramda içki olmayacak, Rabbim öyle istiyor. Yerken, içerken, giyerken, harcarken israf etmeyeceğim, Rabbim öyle istiyor. Konu­şurken hep hayır konuşacağım, yalan söylemeyeceğim, Rabbim öyle istiyor. Gece Kur’an okuyacak, anlayacak ve gündüz onu yaşayacağım, baş­ka-larına anlatacak ve ilan edeceğim, Rabbim öyle istiyor. Harama el sürmeyeceğim, başkalarının namusuna el uzatmayacağım, kendi na-musuma sahip çıkacağım, Rabbim öyle isti­yor. Çocuklarıma, hanı­mı-ma, komşuma, arkadaşlarıma, talebele­rime her fırsatta Allah’ı an­lata-cağım, Rabbim öyle istiyor. En çok O’nu öveceğim, en çok O’nu gündeme alıp O’ndan bahsedeceğim, O’nu ölçü alacağım, Rabbim öyle istiyor. Hukuk olarak O’nun hu­kukunu hamd edeceğim, kılık kı­yafet olarak O’nun seçtiğini hamd edeceğim, Rabbim öyle istiyor. Ha­yatı-mın tümünde sadece O’nun çektiği yere gideceğim. Ondan  baş­kası-nın  önünde eğilmeyeceğim, O’ndan başkalarının yasalarını be­nimse­meyeceğim, Rabbim öyle istiyor. Hâsılı tüm hayatımda sadece O’nu dinleyecek ve yüzümü sadece O’na döneceğim, Rabbim öyle is­tiyor. O Allah benim Rabbimdir. Benim ondan başka arzu­sunu yerine getireceğim, emir ve yasaklarını hayatımda uygulaya­cağım, daraldı­ğım zaman kendisine dua edip imdadıma çağıraca­ğım, sığınıp koru­naca-ğım Rabbim, efendim yoktur.

Evet önemine binaen bunu bir kere daha söyleyip âyetin öteki bölümüne intikal edeyim inşallah. Arkadaşlar, unutmayalım ki yaptık­larımızın yaptırıcısı, yapmayıp terk ettiklerimizin de terk ettiricisi kimse bizim Rabbimiz odur. Yâni pozitif ve negatif tüm amellerimizde haya­tımızda etkili varlık kimse, neyse Rabbimiz odur. Dikkat ederseniz ka­birde bize sorulacak ilk soru da bu olacaktır. “Men Rabbuke” “Rab-bin kim?” Düşünebiliyor musunuz? Bir adam 50-60 sene bu dünyada bir hayat yaşayacak. Yaşadığı bu süre içinde özgür irade­siyle pozitif ve negatif pek çok şeyler yapacak. Sonra da ölüp kabre konulunca kendisine çok basit bir soru gelecek. Rabbin kim? Bu basit soruya herkes cevap verebilir gibi geliyor. Ama iş öyle değildir. Bunun mânâ-sı şudur: Orada pozitif ve negatif her bir amelimiz gündeme geti­rilip bu konuda Rabbin kimdi? Buyurulacak. Hayatında iken şöyle bir kıya-fetten yana olmuştun, bu konuda Rabbin kimdi? Kimi memnun etmek için böyle giyinmiştin? Kim istemişti bunu? diye sorulacak. Bu dün-yada âkıl ve bâliğ olduğumuz andan son nefesimizi vereceğimiz ana kadar tüm yaptıklarımız ve yapmadıklarımız tek tek ortaya dökü­lecek ve her biri konusunda Rabbimizin, yâni onun yaptırıcısının kim olduğu sorulacak. O zaman basit bir soru değil bu soru değil mi? İşte Rabb budur ve Rabbimiz hesap gününde bu konuda bizim yardımcı­mız olsun inşallah.

Ama O Rabbim sadece benim değil, bütün âlemlerin Rabbidir. Güneş, Ay, Yıldızlar, galaksiler, yürüyenler, sürünenler, can­lılar, can­sızlar, akıllılar, akılsızlar, bilinenler ve bilinmeyenler ola­rak, görülenler görünmeyenler olarak göklerde ve yerlerde ne varsa, O bütün âlemle­rin sahibidir, mâlikidir, otoritesidir, Rabbidir.

Bütün varlıkları yaratan, öldüren, büyüten, küçülten, besleyen, doyuran, sevk ve idare eden, hayat programlarını çizen, haklarında kanun koyan O’dur. Evet O bütün âlemlerin Rabbidir.

İslâm âlimleri âlemi şöyle tasnif etmişlerdir: Âlem “Ma si-vallah” demektir. Yâni âlem,  Allah dışında her şey demektir. Âlimle­rimiz önce âlemi iki kısma ayırmışlardır:

1: Gayb âlemi,

2: Şehâdet âlemi.

Gayb âlemi bilginin konusu değildir. Bu âlem bilinemez, gö­rüle­mez. Bu âlem ancak imanın konusudur. Kur’an’ın bize haber verip inanmamızı istediği, cennet, cehen­nem, cin, melek bunların hepsi gayb âlemidir.

Şehâdet âlemi de görülen ve bilinebilen âlemdir. Bilginin ko­nusu olan âlemdir. Bu âlemi de İslâm âlimleri yine ikiye ayırmışlardır:

A- Bilinenler (varlar),

B- Bilinmeyenler (yoklar)

Bilinmeyenler, meselâ dün çiçek aşısı bilinmiyordu, ama bu­gün bilinmektedir. Veya şu anda benim cebimde ne olduğunu herkes bilemez ama ben bilebilirim. Yâni sizin için bi­linmeyen benim için bili­nendir. Veya meselâ doktorun bildiğini, mühendisin bildiğini herkes bilemez. Bunun gibi as­lında şahâdet âleminin konusu olanlardır.

Bilinen (varlar) lere gelince bunları da âlimlerimiz dört kısma ayırmışlardır.

A- Üç boyutlular,

B- İki boyutlular,

C- Tek boyutlular,

Ç- Boyutsuzlar.

Üç boyutlular madde, iki boyutlular resim ve gölge, tek boyut-lular zaman, renk ve sayı, boyutsuzlar da nokta, namus, hare­ket, akıl gibi şeylerdir.

Üç boyutlular dediğimiz maddeyi de ikiye ayırmışlardır:

A- İradeli olanlar, İnsanlar,

B- İradesiz olanlar, diğer varlıklar, hayvanlar bitkiler gibi.

İradeli olanları da ikiye ayırmışlar.

A- Kadın.

B- Erkek.

İradesiz olanları da ikiye ayırmışlar.

A- Ruhlular.

B- Ruhsuzlar.

Ruhsuz olanlar, toprak, hava, su ve ateş gibi şeylerdir. Ruhlu olanları da ikiye ayırmışlar.

A- Bitkiler,

B- Hayvanlar diye.

İşte âlimlerimizin bu şekilde tasnif ettikleri veya insanların bil­dik­leri, bilemedikleri sayılabilecek ne kadar âlemler varsa bunla­rın hepsinin Rabbi Allah’tır. Bunların tümünü yaratan, yoktan var eden, hayat programlarını tespit eden, hepsini doyuran, koruyan, yaşatan, ayakta tutan ve hepsinin boyunlarındaki kulluk ipinin ucu elinde olan, hepsinin kendisine boyun büküp yasalarına teslim ol­dukları Rabb, Allah’tır.

İşte bizler Fâtiha sûresinin bu bölümünde tüm âlemlerin ve bi­zim Rabbimiz olan böyle bir Allah’a hamd ediyoruz. Böyle bir Allah’ı övüyor, böyle bir Allah’ın övdüklerini övüyor, böyle bir Al­lah’ın bizim adımıza seçip, beğenip gönderdiği hayat programını övüp başımıza taç yapıyoruz. Ve O’nun övmediklerini, beğenme­diklerini de övmeye­ceğimize, sevmeyeceğimize, onlara sahip çı­kıp benimsemeyeceği­mize, hayatımızda onlara yer vermeyeceği­mize dair ahitte bulunuyo­ruz. Bu konuda Rabbimize söz veriyoruz. Hamdımızı sadece O’na ait kılacağımıza, O’ndan başkalarını asla hamd edip emirlerini dinleme­yeceğimize, O’ndan başkalarının ar­zularını gerçekleştirip, yasalarını uygulamayacağımıza, O’ndan başkalarının gösterdikleri, çektikleri yerlere gitmeyeceğimize söz veriyor, ahitte bulunuyoruz. Ve her gün en az kırk defa da bu ahitlerimizi yeniliyoruz.

O halde günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz bu ahitleri­mizi bozmamalıyız. Ahitlerimize sâdık kalmalıyız. Namazlarımızda Rabbi-mize verdiğimiz bu sözlerimizi unutup, namaz sonrası hayatımızda o hayata karışacak söz sahibi başka Rabler, başka efendiler bularak Allah’la dalga geçmeye çalışmamalıyız. Hayatı parçalayıp bir bölü­münü Allah kaynaklı, öteki bölümünü başka Rabler, başka İlâhlar kaynaklı düzenleyerek şirkin içine düşmemeliyiz.

3: “O, Rahmân ve Rahîmdir.”

 

O Allah, kendisini Rab bileceğimiz, günlük hayat prog­ramımızı kendisine soracağımız ve boyunlarımızdaki kulluk iplerinin ucunu eline vereceğimiz, sadece kendisini ve sistemini hamd edeceğimiz  Allah, Rahmân ve Rahîmdir. Allah’ın tüm ya­ratıklarıyla ilişkisi rahmet esasına dayanmaktır. Kur’an’ın başka yerlerinde Rabbimiz bunu an­latır.

“O Allah, rahmet etmeyi nefsine yazmıştır.”

(En’âm 12)

 

Allah, kullarına karşı rahmeti nefsine yazmıştır. Zira mülkün sa­hibi O’dur. Bu konuda O’nu kimse zorlayamaz. Kimse O’nu min­net altında tutamaz. Mülkün sahibi olarak kendisi öyle, dilemiş,  dünya ve âhirette mahlukâtına rahmet etmeyi kendisine yazmıştır. Rabbimizin dünya ve âhirette kullarına muamelesinin temeli işte bu rahmettir. Bu-hâri ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadis-i kut­side:

“Benim rahmetim gazabımı geçmiştir.”

 

Buyurulur. Allah, kulları için rahmeti bol olandır. Kendisini in­kâr edenleri bir anda yerin dibine batıracak güçte olduğu halde yine de bu insanlara rahmeti gereği mühlet tanıyor, dönüş imkânı veriyor.

Hz Ömer Efendimiz anlatıyor. Rasulullah Efendimizin huzu­runa bir kısım esirler getirildi. Bir de baktık ki esirler arasında bir kadın yana döne kaybolmuş çocuğunu arıyor. Bu kadını gösteren Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:

“Şu kadını görüyor musunuz? Onun aradığı çocu­ğuna duyduğu şefkat ve merhametten çok daha fazlasıyla Allah size merhamet etmektedir. Çocuğu­nun kendisine dönmesine bu kadının sevinmesinden çok daha fazlasıyla sizin Rabbinize dönmenizden Al­lah sevinmektedir.”

 

Rahmet İslâm’ın ana umdesidir. Yaşadığımız bir tek sa­niye yoktur ki; bizler Rabbimizin rahmeti altında olmayalım. Rabbimizin bi­zim adımıza rahmeti kendi üzerine yazdığını bildirmesi bile bir rahmet eseridir. Rabbimizin rahmeti önce insanın varlı­ğında te­celli eder. İn­sanın yoktan var edilişi, kendini bile bilmez bir varlık iken kendisine Allah bilgisinin ulaştırılması, kitap gönderil­mesi ve halife yapılması, tövbe ettiği takdirde günahlarının affe­dilmesi, günahlarına misliyle ceza verilirken sevaplarına on mis­liyle, bazen daha fazla­sıyla mukâ­bele edilmesi, günahlarının iyi­liklerle silinmesi, rahmetiyle cennete konulması, evet bunların hepsi rahmet eseridir. Besme­lede bu Rah­mân ve Rahîm sıfatları konusunda epey bir şeyler de­miştik, burada da bununla iktifa edelim.

4: “O din gününün mâlikidir.”

 

işte bu Rahmân ve Rahîm olarak tanıdığımız, inandığı­mız Al­lah, din gününün sahibi ve mâlikidir. Mâlik, sahip demektir, otorite de-mektir, söz sahibi demektir.

Din günü de hakla batılın, iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, mü’minle kâfirin, Müslümanla müşrikin, mü’minle münafığın birbi­rin­den ayrılacağı, iyilerin iyiliklerinin mükâfatı olarak cennete uça­cak­ları, kötülerin de kötülüklerinin cezası olarak cehenneme akıp dola­cakları gün demektir.

Din günü kıyamet günü demektir. Din günü, Allah katında bir gündür ki, bizim dünyadaki günlerimize benzemez. Bir gündür o, ama farklı bir gündür. Bugün dünya, yarın âhiret sözüyle de ifade edildiği gibi dünyanın tüm ömrü bir gün, âhiret hayatı da bir gün ola­rak ifade edilmiştir. Yevmü’d dünya ve yevmü’l âhireti. İnfitâr sûresinde Rabbi-miz bu din gününü şöyle anlatır:

“Din gününün ne olduğunu sen nerden bilir­sin?  Evet ceza gününün ne olduğunu nereden bile­ceksin? O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda sağla­mayacağı bir gündür. O gün buyruk yalnız Allah’ındır.

(İnfitar 17,18,19)

Evet o gün insanlar ne kendilerine, ne de başkalarına bir şey sağlayacak değildirler. Yâni o gün insanlar hiç bir şeye mâlik değil­dirler. O gün söz sahibi sadece Allah’tır. O gün hâkimiyet sadece O’nundur. O gün hiç kimsenin ne söz söyleme, ne de mâzeret ileri sürme hakkı ol­mayacaktır. O gün sadece söz hakkı Allah’ındır. O gün mâlik Al­lah’tır. O gün mutlak otorite Allah’tır.

Burada insanın hatırına bir soru geliyor. Peki acaba sa­dece bu dünyadaki hayat son bulup insanlar ölünce mi Allah söz sahibidir? Yâni sadece dünya hayatı son bulup âhiret hayatı baş­layınca mı Allah hâkimiyet ve otorite sahibidir? Bundan önce Allah söz sahibi değil mi­dir? Yâni şimdi, şu anda Rabbimiz otorite ve hâkimiyet sahibi değil midir? Bu dünyada sözü geçmiyor mu Al­lah’ın? Allah’ın hâkimiyeti, egemenliği bu dünyada yok da öbür ta­rafta mı başlayacaktır? Acaba Aristo’nun dediği gibi, dünyayı ya­rattı da işi bitti mi hâşâ Allah’ın? Acaba Allah dünya işlerini bilmi­yor da dünyada bizim hayatımızı dü­zenleyecek başka Rablerimiz mi var? Veya dünyayı yarattıktan sonra beğenmeyerek, onun ida­resiyle ilgilenmeyerek onun idaresini bize bı­rakan, nasıl bilirseniz öylece yaşayın, nasıl isterseniz öylece hukuk yapın, canınız nasıl isterse öylece giyinip soyunun, diyen dünyada hiç ses çıkarmayıp hâkimiyetini öbür tarafta gündeme getirecek olan bir Allah mı bu Allah? Hayır hayır, bugün de, yarın da yegâne Mâlik, dün-yada da, âhirette de yegâne söz sahibi, yegâne otorite ve hâkimi­yet sahibi Allah’tır. Hem öyle bir hâkimiyet sahibi ki, mülkünde ortağa asla rızası yoktur O’nun. Kullarını başkalarına itaat konusunda, baş­kalarını dinleme, başkalarına kulluk etme, kendi yasalarını bı­rakıp başkalarının yasalarını uygulamaları konusunda, soğanın di­şisinden bile kıskanan bir Allah.

Ama şu anda dünyanın konumu gereği, dünyadaki imtihan ge­reği istediği gibi yaşamayan kullarına, kulluktan çıkıp kendisine isyan bayrağı çeken kullarına anında cezalarını verip dokunma­dığı için in­sanların çoğu bunu anlayamıyorlar. Vahiyden habersiz olanlar bunu yanlış anlıyorlar. Dünyanın konumu, dünyanın ya­saları kendilerini al­dattığı için din gününü unutarak bir hayat yaşı­yorlar. Hayatlarını dün­yada yaptıklarından ötürü hesap ödeye­cekleri bir makamın, bir mah­kemenin yokluğu inancına bina edi­yorlar. Halbuki bakın Rabbimiz Mü’min sûresinde şöyle buyurur:

“O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiç bir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır.”

(Mü’min 16)

 

O gün onlar açığa çıkarlar, her şeyleri açığa çıkar. Mantar biti­yormuş gibi kabirlerinden dışarı fırlayıp atılırlar. Halbuki bu adamlar, dün bunu inkâr ediyorlardı. Dünyada iken bunu, bugünü akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Bir daha dirilmeyecekle­rini, sümenaltı edileceklerini, gizlenip saklanabileceklerini, tüm yaptıklarının yanla­rına kâr kalacağını zannediyorlardı. Ama iş, hiç de öyle olmamış. İşte şimdi diriltilmişler, gizli ve âşikâr tüm yaptıkları, tüm suçları ortaya dö­külmüş, tıraşları gözlerinin önüne inmiştir.

O gün onlar, her şeyleriyle açığa çıkarlar. Kendileri, amelleri, niyetleri, gizledikleri, sakladıkları, yaptıkları, yapmadıkları her şey açığa çıkar, her şey ortaya dökülür. Faili meçhul hiç bir şey kalmaz o gün. İşte insanların dirilip açığa çıktıkları o gün Allah buyuracak ki: “Mülk kimin bugün? Mâlikiyet kimin bugün? Gökte­kiler, yerdekiler, ka­salarınızdakiler, keselerinizdekiler, altınızdaki­ler, üstünüzdekiler kimin bugün? Evleriniz, arabalarınız, kadınla­rınız, çocuklarınız kimin bu­gün? Hâkimiyet kimin? Egemenlik ki­min bugün? Söz hakkı kimin bu­gün? Cevap verecek kimse yok ki. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölmüş. Hareket eden, nefes alan bir tek canlı kalmamış. Cevap vere­cek kimse olmayınca yine Allah cevap verecek ve buyuracak ki: “Bu­gün mülk, bugün hâkimiyet, bugün egemen­lik, bugün söz hakkı Kah-hâr olan, tek olan Allah’ındır.”

Peki sadece o gün mü diyecek Allah bunu? Bugün sormuyor mu Allah bunu? Ya da sadece o gün mü mülkün sahibidir Al­lah? Bu­gün mülkün sahibi O değil mi? Bugün söz sahibi Allah de­ğil mi? Evet bugün de mülkün sahibi O’dur. Bugün de söz sahibi, yarın da söz sa­hibi O’dur. Bugün de, yarın da mâlik O’dur. Ama imtihan gereği, dün­yanın konumu gereği bugün kimseye dokunmuyor Allah. O’nu mülkün sahibi bilenlere de, O’nu mülkün sahibi kabul etmeyerek kendilerini mâlik konumunda görenlere de dokunmuyor Allah. O’nu Rab bilenlere de, O’ndan başka Rabler kabul edenlere de dokunmuyor. Namaz kı­lanlara da, kılma­yanlara da, hayatını Rab Allah kaynaklı yaşayanlara da, O’nu diskalifiye edip başka Rabler kaynaklı yaşayanlara da do­kunmuyor. Tıpkı lokantada yemek masasıyla hesap masasının ayrıl­dığı gibi. Yemek masasında yemek yenir, hesap masasında da hesap ödenir. Yemek masasında hesap ödemeye, hesap masasında da ye-mek yemeye kalkışanlara gülerler. Aynen bunun gibi Rabbimiz dünya için burası yemek masası, burası amel masası, burada kimse­den hesap sormayacağım, dileyen dilediği gibi bir hayat yaşasın, ben hesap masasını öbür tarafta kuracağım buyuruyor. Onun için sorgu­lama orada başlıyor. Onun için din gününün, kıyamet gününün, hesap gününün mâliki deniyor. Değilse din gününün de, dünya gününün de mâliki sadece Allah’tır. O’ndan başka mâlik, O’ndan başka sahip, O’ndan başka egemen ve söz sahibi yoktur.

Diyor ki Rabbimiz: Bugün mülk, bugün hâkimiyet tek olan, Kahhâr olan Allah’ındır. Bugün egemenlik, heybet ve korku­sundan tüm mahlukâtın sustuğu Kahhâr olan Allah’ındır. Bugün söz hakkı kendisinden başka her şeyi mağlup ederek üstün gelen Azîz olan  Al-lah’ındır. Hükmü O verecek, kararı O verecektir. Artık herkes sus­muş, suspus olmuş, kimsenin ağzını bıçak açmı­yor ve herkes Allah’ın hükmünü beklemektedir. Yine aynı sûrenin bir altındaki âyetinde Rab-bimiz şöyle buyuruyor:

Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bu­gün haksızlık yoktur. Şüphesiz ki Allah, hesabı çabuk gö­rendir.”

(Mü’min 17)

O gün hüküm günüdür. O gün ceza günüdür. O gün adâlet gü­nüdür. O gün adâletin ve hakkın ikame edildiği gündür. O gün hiç kimseye haksızlık yoktur. Yâni o gün hiç kimseye, hiç bir var­lığa en küçük bir adâletsizlik ve zulüm yapılmayacaktır. Ne dün­yada hesabını kitabını bugün için yapıp da Allah’ın istediği kul­luğu yaşamak için ça­lışıp çabalayan birinin hakkını alamaması gibi, mükâfatını elde ede­memesi gibi bir adâletsizlik, ne yaptıklarının karşılığını tam olarak alamama gibi, yâni bir kısım haklarının zayi olması gibi bir adâletsiz­lik, ne de kişi­nin hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması bi­çi-minde bir haksızlık olacaktır. Zerre kadar bir zulüm, bir haksızlık, bir kayırma söz konusu olmayacaktır.

Yâni ne yapmadıklarından ötürü birinin mükâfatlandırılması, ne de hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması biçiminde bir adâletsizlik yoktur o gün. Yâni ne bir kişinin cezalandı­rılması gerekir­ken hak ettiği bu cezadan kurtulması, ne cehen­neme gitmesi gerekir­ken yanlışlıkla cennete gitmesi, ne de cen­nete gitmesi gerekirken yapmadığı şeyler kendisine isnat edilerek haksız yere cehenneme gitmesi türünde bir zulüm olmayacak. Ya da hiç kimseye hak ettiği cezadan daha fazlasını yüklemek biçi­minde veya yanlışlıkla birinin günahının bir başkasına yüklenmesi, yâni birinin yerine başkasının cehenneme gitmesi gibi hiçbir adâletsizlik olmayacaktır. O yüce mah­kemede böyle bir adâletsizlik yoktur. Herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir. Herkes yaptığının tam karşılığını görecektir.

Fâtiha sûresinde günde en az kırk defa kendisini din gününün mâliki, otoritesi, söz sahibi olarak zikretmemizi, bunu sürekli hafıza­mızda diri tutmamızı isteyen Rabbimiz, aslında bununla bu günün bi­zim hayatımızda canlı tutulmasını, bir an bile unutmamamız gerekti­ğini, hayatımızı bu inanca bina ede­rek yaşamamız gerektiğini anlatı­yor. Öyleyse din gününü hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmadan ya­şayacağız. Bugünün imanını hep taze tutacağız. Bugünü sürekli iki kaşımızın arasında tutacak ve hayatımızı buna göre yaşayacağız. Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz şöyle buyurur:

5: “Ancak sana kulluk eder ve ancak yardımı sen­den dileriz.”

 

Fâtiha’nın bu bölümünde Rabbimiz bizim yalnız olmadığımızı, bizim gibi inanan, bizim gibi düşünen bir İslâm ümmetinin üyesi oldu­ğumuz şuurunu veriyor bize. “Ancak sana ibâdet eder ve ancak sen­den yardım dileriz.” Dikkat ederseniz fiiller tekil değil, çoğuldur. Yâni “yalnız sana ibâdet ederim ve yalnız senden yardım beklerim” şek­linde tekil değil, “yalnız sana kulluk yaparız ve yalnız senden yardım bekleriz.” Biz tek başına namaz kılarken de böyle demek zorundayız. Ben yok, biz var. Bunun mânâsı şudur:

“Ya Rabbi, tüm varlıklar, göklerde ve yerde ne varsa hepsi sana kulluk yapmaktadır. O varlıklardan birisi olarak ben de onla­rın arasına katılıp sana kulluk yapıyorum. Ama sadece ben değil, biz sana kulluk yapıyoruz” demektir bunun mânâsı. Yâni ben yalnız ken­dim O’na, O’nun istediği kulluğu, O’na lâyık kulluğu yapamaya­cağım için kendimi diğer mü’min kardeşlerimin ve tüm varlıkların içine kata­rak ancak sana kulluk yaparız diyorum. Duanın kabulü, ibâdetin ka­bulü için böyle demek daha güzeldir. “Ya Rabbi! Biliyo­rum ki şu benim ibâdetlerim sana lâyık değildir. Sana lâyık olarak yapılan ibâdetler ve dualar arasında benimkini de kabul buyur Al­lah’ım” demek daha uy­gundur. Bunu bize tarif buyuran Rabbimizdir. Eğer O böyle bir sûre indirerek bizi bilgilendirmemiş olsaydı bizim bunu kendi kendimize bilmemiz mümkün olmayacaktı.

Bir de yine buradan anlıyoruz ki Rabbimiz; bizim cemaat ol-ma­mızı iste­mektedir. “Ben” değil “biz” olmamızı istiyor. Fâtiha’da biz­den bu ko­nuda ahit alıyor ve bu ahitlerimize sâdık kalmamızı, bu ahitlerimizi sosyal hayatımızda gerçekleştirmemizi istiyor. Sûrenin bu bölü­münde bir taraftan bize bu konuda yol gösterirken, diğer taraftan da kendisine kendisinin istediği gibi kul olamayanları, Rablerini tanı­ma-yanları, Rablerini Rab kabul etmeyenleri uyarırken, bir diğer taraf­tan da onların da Rablerini Rab bilecekleri ve sadece O’na kulluk edecekleri âna kadar bizim tebliğ için onlara gitmemiz gerektiğini, bu uğurda her şeyimizi feda edecek biçimde çırpınmamız gerektiğini an­latmak-tadır.

“Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım bekleriz.” Yal­nız sana kul köle oluruz ve yardımı da sadece senden bekleriz. Yalnız seni dinleriz, yalnız senin çektiğin yere gideriz ve sadece sen­den yardım umarız. Evet burada bizden kendisine bu sözü vermemizi istiyor Rabbimiz. Acaba günde en azından kırk defa bu sözü bize verdiren, sürekli bu ahdi bize yenilettiren Rabbimizin maksadı nedir? Israrla tüm namazlarımızda bizim bunu hatırlamamızı, hiç bir zaman unutmamamızı isteyen Rabbimiz acaba bizim başkalarına da kulluk yapacağımız, yanılıp şaşırıp da hayatımızda başkalarını da dinleye­ceğimiz, başkalarının da çektiği yere gideceğimiz konusunda bilgi sa­hibi de, bu konuda bizi uyarmak ve sakındırmak mı istiyor? Acaba bizi, bizden daha iyi bilen Rabbimiz bizim boyunlarımızdaki kulluk ipini kendisinden başkalarına da verebileceğimizi bildiği için mi ki, bizi uyarmak istiyor? Acaba kendisinden başkalarına da kul­luk edeceği­miz konusunda bizden bir endişesi mi var ki her huzu­runa çağırışta bizden bu ahdimizi yenilememizi istiyor? Bu mânâ etrafında düşüne­lim şimdi.

Acaba biz günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz bu söze sâ­dık mıyız? Acaba şu anda bizler gerçekten sadece Allah’a mı kulluk ediyoruz? Acaba bizim hayatımızda başka Rablerimiz, başka efendi­lerimiz, başka mâbudlarımız yok mu? Acaba şu anda tüm hayatı­mız-da sadece Allah’ı mı dinliyoruz? Acaba hayatımızın tümünde söz sahibi Allah mı? Yoksa hayatımızın bazı bölümle­rinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını mı dinliyoruz? Bu ko­nuda sıhhatli bir karar verebilmek için ibâdet kavramını tanımamız gerekecektir. İbâdet, itaat demektir. İtaat etmek de bir varlığın arzularını ye­rine getirmek, tevâzu göstermek ve itiraz etmeksizin onun is­teklerine boyun bükmek demektir. Bakın Şuarâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır. Firavun Allah’ın elçisi Hz Mûsâ’yı sorgulamaya başla­yınca Hz. Mûsâ da ona şöyle diyordu:

“Başıma kaktığın bu nîmet, İsrail oğullarını ken­dine kul ettiğinden ötürüdür” dedi.”

(Şuarâ 22)

Evet âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, Firavun İsrail oğullarını zorla kendi arzularına itaat ettirerek, onları kendisine kul köle edin­mişti. Demek ki bir varlığın emirlerine itaat, ona kulluk mânâsına gel­mek-tedir. Yine Mâide sûresinde de şöyle buyurulur:

“Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bu­lunduğunu size haber vereyim mi” de, Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğut-lara kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.”

(Mâide 60)

Dikkat ediyor musunuz? Âyet-i kerimede Rabbimiz yeryü­zün-de en kötü, en şerli varlıkların özelliklerini sayarken “Ve Abedet tâ-ğut” buyuruyor. Yâni tâğutlara kulluk yapanlar, tâğutların, şey­tan-ların kulu olanlar. Allah’tan başkalarının emirle­rine itaat ederek, Al-lah’tan başkalarının yasalarını uygulayarak onlara kulluk yapanlar buyuruyor. İmam Taberî tefsirinde tâğutu şöyle tarif eder: Allah’a is­yan edip, Allah’a baş kaldırıp kendi arzu ve yasalarıyla insanlara hükmeden insan, şeytan, put ve her türlü sistem, her türlü otorite, her türlü kurum, her türlü hâkimiyet ve başkanlıktır.

“Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı ina­nacağız? ” deyip onları yalancı saydılar.

(Mü’minûn 47)

Mü’minûn sûresinin bu âyet-i kerimesinde de anlatıldığına göre; Rabbimiz, Hz Mûsâ ve kardeşi Harun’u, Firavun ve erkânına mûcizeleri ve apaçık delilleriyle göndermişti de onlar Al­lah’ın elçilerine karşı büyüklük tasladılar ve dediler ki; “Bu Mûsâ ve Harun’un milleti zaten şu anda bize kulluk yapıp dururlarken, biz onların Rabbi konu­mundayken kalkıp da bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz? Onlar bize kul iken, onlar bizim egemenliğimiz al­tındayken, o toplumun, o köle toplumun iki üyesine iman edeceğiz ha? Bu olacak şey midir?” diyorlardı.

Bu konuda son olarak Yâsîn sûresinden de bir âyet okuya­lım inşallah:

Ey insanoğulları! Ben size, şeytana ibâdet etme­yin, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi? “

(Yâsîn 60,61)

Yâsîn sûresinin bu âyetinde de şeytana ibâdetten söz edili­yor. Rabbimiz diyor ki; “Ey kullarım! Ben size şeytana ibâdet etmeyin dememiş miydim?” Peki acaba şeytana nasıl ibâdet edilir? Biz biliyo­ruz ki yeryüzünde hiç kimse şeytana ibâdet etmez. Bütün insanlar tab’an, fıtraten ondan nefret ederler. Ama anlıyo­ruz ki burada kaste­dilen ibâdet, tapınma çok açıktır ki; ona itaat etmek demektir. Şeytana itaat etmek, onun sözünü dinlemek, fısıltılarına, vesveselerine kulak vermek, onun arzuları peşi sıra gitmek, onun istediği şekilde hareket etmek ve gösterdiği yolda yürümek demek­tir.

Öyleyse şu okuduğum âyetlerin tümünde anlatılan ibâdet, bu varlıklara secde etmek, bu varlıklara namaz kılmak demek de­ğil; bu varlıkların arzularını yerine getirmek, bu varlıkların emirlerini dinle­mek, bu varlıkların belirledikleri yasalar çerçevesinde hayatı düzen­lemek, bu varlıkları hayatta söz sahibi kabul etmek demek­tir.

Demek ki; Allah’ın dışında hayata karışacak, yasa belirleyecek başka ilâhlar, başka rabler, başka efendiler belirleyip onların emirle­rine itaat de ibâdettir. İşte bizim bu duruma düşmemizi iste­meyen, hayatımızın tümünde sadece kendisini dinlememizi, hayatımızın tü­münde sadece kendisine kul olmamızı isteyen Rabbimiz, Fâtiha sûre­sinin bu bölümünde bu ahdimizi sürekli yenileyerek hatırımızda canlı tutmamızı istemektedir. Namazlarında sürekli bu ahitlerini yenileyen ve hayatlarında bu ahitlerine sâdık kalan mü’minler tüm hayatlarında sadece Allah’a kulluk ederler. Müşrik­ler ise hayatlarına karışacak Al­lah’la beraber başka Rablerin, başka İlâhların varlığını da kabul ederler. Tamam, hayatımızın ibâdet bölümüne Allah karışsın, ama ha­ya-tımızın öteki bölümlerinde söz sahibi bizim başka Rablerimiz, başka ilâhlarımız da vardır. Biz onları da dinlemek, onlara da kulluk etmek zorundayız. Bunlar rubûbiyet ve ulûhiyet konusunda Allah’ın yeryüzünde ortaklarıdır. Bunların sözleri de dinlenmelidir. Bunların yasaları da uygulanma­lıdır. Bunların da emretme, nehyetme hakları vardır. Bunlar da itaat edilme makamındadırlar. Bunlar da fayda ve zarar verme yetkisine sahiptirler. Kulluk bunların da hakkıdır diyorlar.

İşte bu şekilde yeryüzünde Allah’tan başka itaat edilmeye lâyık varlıklar kabul etmek demek; onlara da kulluk etmek demek­tir. Adiy Bin Hatem hadisinde Allah’ın Resûlü son derece açık bir şekilde böyle din adamlarının, bilginlerin, idarecilerin emrettiklerini yerine geti­rip yasakladıklarına da itaatin mahza onlara kulluk ol­duğunu, onlara ibâdet olduğunu anlatır.

Demek ki Fâtiha’nın bu bölümünde herhalde bizim kendi­sini bı­rakıp başkalarına kulluk yaparak, ya da kendisine kullukla birlikte başkalarına da kulluk yaparak, başkalarını da din­leyerek, başkalarının önünde de eğilerek belimizin kamburlaşaca­ğından endişe ediliyor ki, sürekli bu ahdi yenilememiz isteniyor? Yâni deminden beri anlattığım gibi ibâdet; bir varlığa itaat demektir ve şu anda Allah’ın dışında bizi kendilerine itaate çağıran yeryü­zünde binlerce tâğut, binlerce sahte Rab’ler, sahte efendiler, ka­nun koyucular, çevre, âdetler, moda, nefis, şeytan, zevkler, amir­ler, ağalar, babalar, analar, patronlar vardır. Bizi kendilerine de kulluğa, kendilerini de dinlemeye çağırarak bizi şirke düşürmek isteyen binlerce unsur var çevremizde. Onun içindir ki bir Müslüman her gün kırk defa namazlarında Allah’a verdiği bu sözü unutup, hayatını par­çalara bölüp, her bir parçasında ayrı ayrı efendi­lere itaat etmeye bir başladı mı; Allah korusun, artık şirke düşmüş demektir.

Acaba şu anda öyle olmamış mı? Diyesim geliyor. Acaba böyle değil miyiz bugün? Allah için bir düşünün. Allah için vaziyetinize bir bakın. Acaba şu anda Müslümanların başı Allah’tan başkalarının önünde eğilmiyor mu bugün? Acaba Müslümanlar Allah’tan başkala­rına itaat etmiyorlar mı bugün? Allah’tan başkala­rından korkmuyorlar mı? Allah’tan başkalarına güven bağlamı­yorlar mı? Allah’tan başkala­rını Rab, Melik, İlâh ve hâkim görmü­yorlar mı? Allah’tan başkalarını hayata egemen bilmiyorlar mı? Allah’tan başkalarını rezzâk bilmiyor­lar mı? İkinci üçüncü derecedeki rezzâklarının gazabından emin ol­mak için Allah’ın arzularını terk etmiyorlar mı? Acaba Allah’tan baş­kalarının kapısında adâlet arayanlar Allah’ın adâletini beğenmedikle­rinden, Allah’ın emirlerini dinlemediklerinden gitmiyorlar mı? Biz sa­dece Allah’ı dinleyemeyiz, O’nun dışında da dinleyeceğimiz ilâhları­mız var demiyorlar mı bu halleriyle?

Halbuki Nahl sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyordu:

“Allah buyurdu ki İki İlâh edinmeyin, sizin İlâhınız tek İlâhtır”

(Nahl 51)

“İki İlâh edinmeyin” diyor Allah. Sizin kendisine kulluk edece­ği­niz, boyunlarınızdaki ipin ucu elinde olacak, çektiği yere gidece­ğiniz, hayat programını kendisinden alacağınız bir tek İlâhınız var, diyor. Kendisine itaat edeceğiniz, sözünü dinleyeceğiniz, hayatı­nıza karışa­cak iki İlâhınız olmasın. Camide ayrı bir ilâhınız, cad­dede ayrı bir ilâ­hınız olmasın. Namaz konusunda sözünü dinleye­ceğiniz ayrı bir ilâhı­nız, hukukunuz konusunda ayrı bir ilâhınız ol­masın. Oruç konusunda ayrı bir ilâhınız, kılık kıyafetiniz konu­sunda ayrı bir ilâhınız olmasın. Âhiret konusunda etkili ayrı bir ilâhınız, dünya yasaları konusunda söz sahibi ayrı bir ilâhınız olma­sın. Evet camide ayrı bir ilâhınız, caddede, sosyal hayatınızda ayrı ilâhlarınız olmasın diyor Rabbimiz. Çünkü bi­zim camide yap­tıklarımız da, caddede yaptıklarımız da hepsi ibâdettir. Hayatı­mızda ibâdet sayılmayacak bir tek saniyemiz bile yoktur.

Allah’ın saptırdığı kavim hıristiyanlar hayatı ikiye ayırdılar. Kilise­nin içindeki hayat ve dışarıdaki hayat diye. Veya kilisenin içinde Allah’a ayrılan, Allah’ın dinlendiği, Allah kaynaklı hayat ve dışarıda, sosyal hayatta başka İlâhlara ayrılan, başka ilâhlar kay­naklı hayat diye hayatı ikiye ayırdılar. Camide ayrı bir ilâh, camide ayrı bir Rab, ticaret hayatında ayrı bir ilâh. Namaz, oruç konu­sunda ayrı bir ilâh, kılık kıyafette ayrı bir ilâh. Hukukta ayrı bir ilâh, ekonomide ayrı bir ilâh. Düğünde ayrı bir ilâh, kazanırken ayrı, harcarken ayrı bir ilâh ka­bul edersek, yâni hayatı parçalar ve ha­yatın her bir biriminde ayrı bir ilâhın sözünü dinlersek Allah koru­sun aynen hıristiyanlar gibi biz de şirke düşmüş oluruz. Çünkü bakın Rabbimiz onların bu sapmalarını anlatırken adlarını da ko­yarak şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki, “Allah üçten biridir” diyenler kâ­fir ol­muştur; oysa İlâh ancak bir tek İlâhtır. Dedikle­rinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr eden­ler elem ve­rici bir azaba uğrayacaktır.

(Mâide 73)

Evet eğer bir Müslüman da hayatını parçalara bölüp her bir par­çasında ayrı Rablere, ayrı İlâhlara kulluk ederse aynı duruma düşmüş olacaktır. Çünkü hayatı parçalamak şirktir.

Selef âlimlerimiz iyi anlaşılabilmesi için dinin hükümlerini, emir­le­rini ikiye ayırmışlar. İbâdet ve muamelât diye. Kur’an’ın ini­şin­den asırlar sonra bu ayırım yapılmış. İnsanın Allah’la arasındaki iliş­kilerini düzenleyen dinin emirlerine ibâdet, insanın diğer insan­larla ilişkilerini düzenleyen bölümüne de muamelât denmiş. Ama bidâyette bunu yapanların niyetleri samimi idi. Yâni herhangi bir art niyetleri yoktu. Ve gerek bu ayırımın yapıldığı dönemlerde, ge­rekse ondan sonra asırlarca ibâdet dediğimiz dinin Allah’la insan arasındaki ilişkile­rini düzenleyen prensipleri de, muamelât dediği­miz insanın çevresiyle münâsebetlerini düzenleyen prensipler de Kur’an’dan alınıyordu. İbâ­detin prensipleri de, muamelâtın prensipleri de Allah kaynaklı idi. Her iki alanda da söz sahibi dindi. Ama öyle bir zaman geldi ki ibâdet de­diği­miz Allah’la kul arasındaki ilişkilerin prensipleri Allah’tan, muame­lât dediğimiz insanın çevresiyle ilişkilerini düzenleyen prensipler de Parlamentodan alınmaya başlanınca işte Müslümanların haya­tında şirk açığa çıkmış oldu. Müslümanlar Allah ve başkaları kay­naklı ikilem içinde bir hayatın mahkûmu oldular. Hayatlarının bir bölümünde Al­lah’ın kulu olurlarken, öteki bölümünde başkalarının kulu durumuna düştüler.

İşte bu, dini parçalamaydı, hayatı parçalamaydı. Hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleme, ama öteki bölümlerinde başka rablere, başka ilâhlara kulluk yapmaydı. Çünkü insan kafasına göre mü’min olamaz. Kimse kafasına göre bir iman ve İslâm be­lirleyemez. Bu dinin belirleyicisi Allah’tır. Öyleyse iman da, İslâm da Allah’ın istediği bi­çim-de olmalıdır. Şunu kesinlikle bilelim ki Al­lah’ın istediği imanda, Al­lah’ın ortaya koyduğu İslâm’da ibâdet kastı bulunmayan hiç bir beşerî faaliyet yoktur. Kulluğun dışında sayabileceğimiz bir tek davranış yoktur. Ve İslâm bidâyetinden ni­hâyetine kadar insan hayatında bu ibâdet mefhumunu gerçekleş­tirmeyi en büyük gâye edinmiştir. İnsa­nın birey-sel hayatında, in­sanın Allah’la ilişkilerinde, insanın insanla ilişkilerinde, insanın çevresiyle ilişkilerinde, ekonomisinde, iktisadî ha­yatında, ceza hu­kukunda, medenî ve aile hukukunda, bütün emir ve yasalarında İslâm’ın bundan başka bir hedefi yoktur. İslâm hayatının tümün-de insanın Rabbine kul olmasını, Rabbine kulluk içinde olma­sını is­temektedir. Kur’an baştan sona bu kulluğu anlatmaktadır. Bu dinin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman ibâdet ve mu-amelâtın ayrı ayrı şeyler olmadığını görürüz. Çünkü İlâh tektir. Aksi takdirde insanın hayatına karışıcı iki ilâh kabul etmek zo­runda kalırız ki işte bu da şirktir. İbâdette ayrı bir ilâh, muamelâtta ayrı bir ilâh dü­şünmek şirkin taa kendisidir.

Hayatı parçalayanlar, hayatın bir bölümünde Allah yasalarını, öteki bölümlerinde de birtakım Allah tanımaz tâğutların, otoritelerin yasalarını uygulamaya çalışanlar, bu halleriyle de müslüman olabile­ceklerini zannedenler, kesinlikle bilmelidirler ki bu dinden uzaklaşıp büyük bir sapıklığın içine düşmektedirler. Öyle değil mi? Bir itikadı ta­nımayan bir insan nasıl olur da o itikadın sahibi olabilir? Bir dinin özünü, mahiyetini tanımayan bir insan nasıl olur da o dinin mensubu ola­bilir?

Eğer ibâdetten maksat sadece hayatın bir bölümünü Al­lah’a ayırmak olsaydı, eğer ibâdet sadece namaz, oruç, hac, ze­kat gibi belli şekiller ve hareketlerden ibaret olsaydı bunca peygam­berler kafilesi­nin bu kadar eziyetler çekmesinin mânâsı kalmazdı. O zaman asla Allah elçileriyle Allah düşmanları arasındaki bunca kavgalar olmazdı. Halbuki çekilen bunca eziyetler, dökülen bunca kanlar beşeri kullara kulluktan kurtarıp tek bir Allah’a kul yapabil­mek içindi. Hayatın her bir alanında sadece Allah’a kul olmaları için, Allah berisinde tüm sahte Rableri, tüm yapay tanrı ve tanrı­çaları reddetmek için bu kadar müca­deleler olmuştur. Hayatın bazı bölümlerinde hak iddia eden, egemen­lik iddia eden sahte rablerin, sahte tanrıların otoritelerini kırmak, ulû-hiyet ve rubûbiyetlerini yok edip, ellerini Allah kullarının üzerinden çekip, hayatın tümünde yalnız Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirmek içindi. Hayatın tümünde Allah’a kulluğu gerçekleştirmek içindi.

Eğer peygamberler böyle bir taksime razı olsalardı; tamam, hayatın bazı bölümlerinde insanlar Allah’ı dinlesinler, öteki bölümlerin-de de sizi dinlesinler. Hem size, hem de Allah’a kulluk yapsınlar de­selerdi vallahi hiç birisinin burnu bile kanamazdı. Sahte rablerin, sahte tanrıların bu kadar gazaplanmalarına ve Allah elçilerine karşı savaş açmalarına da gerek kalmazdı. Çünkü ne Ebu Cehiller, ne Nemrutlar, ne Firavunlar böyle hayatın bazı bölümlerinin Allah’a ve­rilmesine karşı değillerdi. Meselâ insanların hayatlarının ibâdet bölü­münde Allah’ı dinlemelerine karşı değil­lerdi onlar. Tamam hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı da dinle­yebilirsiniz. İlâhlardan bir İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah yasalarını da uygulayabilirsiniz. Ama hayatın tümüne karışıcı tek İlâh olarak Allah’a hayır diyorlardı. Çünkü bizler de varız di­yorlardı. Bizim yasalarımız, bizim emirlerimiz, bizim arzularımız da dinlenmeli. Biz de egemen olmalıyız hukukta. Biz de egemen ol­malıyız ekonomide. Biz de egemen olmalıyız kılık kıyafette ve sosyal yasalarda diyorlardı.

Ayrıca dün de, bugün de bu yapay tanrılar tıpkı Allah’ın kulla­rına yaptığı gibi kendi kullarına cennetler ve cehennemler de vaad ediyorlar. Kendi vahiylerini kabul edip uygulayanlara cen­netler, red­dedip uygulamayanlara da cehennemler vaadediyorlar. Kendilerini Allah makamında görüyorlar. Biz tanrıyız! Biz İlâhız! Mülk bizimdir! Saltanat bizimdir! Egemenlik bizimdir! Bilgiyi biz dağıtıyoruz! Şifayı biz dağıtıyoruz! Rızkı biz veriyoruz! Hayatınızı, düzeninizi biz sağlıyoruz! İstikbalinizi biz sağlıyoruz diyerek in­sanları kendi egemenliklerine, kendi kanunlarına, kendilerine kulluğa çağırmaktadırlar.

Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir! Eğer bizim kanunları-mıza itaat etmezseniz sizi yok ederiz! Rızık bizdedir, eğer bizim de­diklerimizi yapmazsanız rızkınızı keseriz! Maaşınızı keser, tayi­ninizi çıkarır, sizi sürgün ederiz! Şifa bizdedir, eğer bizim arzuları­mıza kul­luk etmezseniz, size türlü hastalıklar musallat ederiz. İlim bizdedir, eğer bizim dediklerimizi yapmazsanız sizi cahil bırakırız! Size diploma vermeyiz, sizi doktor yapmayız, size doçentlik payesi vermeyiz! Ege­menlik bizdedir, güç kuvvet bizdedir! Eğer bize kul­luk etmezseniz dünyayı size haram ederiz! Eğer bizim hâkimiyetimizi kabul etmezse­niz sizi kodese tıkar, güneşi size haram ede­riz! Hayatı size zindan ederiz! Diyorlar.

Tıpkı bugün böyle diyerek Allah kullarını kendilerine, kendi ya­salarına kulluğa çağıran sahte tanrılar ve tanrıçalar gibi dünün üçkâ­ğıtçılarının karşısında da eğer Allah elçileri böyle bir hayata, böyle bir kulluğa, böyle bir taksime razı olup susuverselerdi, inanın değil sür­güne maruz kalmak, değil ölümle kucaklaşmak, burunları bile kana­mazdı.

işte Fâtiha sûresinin bu bölümünde Rabbimize böyle bir ahitte bulunuyoruz.

Ya Rabbi! Hayatımızın sadece bir bölümünde değil, her bölü­münde sadece sana kulluk ederiz, sadece seni dinleriz, sa­dece senin istediğini yaparız, sadece sana sığınırız. Daraldığımız, bunaldığımız zaman sadece sana dua eder, sadece senden yar­dım isteriz. Çünkü bir kişinin Allah’tan başka birini, şu sebepler ni­zamı üzerinde müessir zannederek, etkili ve yetkili görerek ona dua etmesi, felâketler karşı­sında ondan medet beklemesi, ona sığınıp, onu kurtarıcı bilmesi o ki­şiye ibâdet anlamına gelmektedir.

Evet, insanlardan kimileri böyle kendilerinde bir nane görüp dua ettiklerinin, sığındıklarının kuludur. Allah’a yapılması gereken kulluğu bunlara yaparak ibâdet etmektedirler. Kimileri yasalarını uy­gulamaya çalıştıkları tâğutların kuludur, kimileri fısıltılarına, ves­vese­lerine kulak verdikleri, gösterdiği yoldan gittikleri şeytanın kuludur, ki­mileri aşırı derecede sevip saydıkları dehaların, liderle­rin kuludur. Ki­mileri Allah yerine oturtup putlaştırdıkları nefislerinin, heva ve heves­lerinin kulu, kimileri Allah yasaları yerine ikame et­tikleri modanın kulu, kimileri Allah’ı darıltma pahasına da olsa uy­maya çalıştıkları âdetlerin kulu, kimileri asla karşı gelinmez zan­nettikleri toplumun, çevrenin kulu, kimileri yönetmeliklerin kuludur. Gerek itikâdî anlamdaki kulluk olsun, gerek teşrî anlamındaki, kanun koyma konusundaki kulluk ol­sun, gerekse bilinen mânâdaki ibâdet şeklindeki kulluk olsun hepsi de birdir. Bunların tamamı  kulluktur ve tamamı sadece Allah’a yapılma­lıdır.

İşte onun için burada diyoruz ki:

“Allah’ım! Ben bunlardan hiç birisine kulluk yapmam! Bunlar­dan hiç birisine itaat edip irademi, hürriyetimi teslim etmem! Ben bunlardan hiç birisine boynumdaki ipi teslim etmem! Ben an­cak sana ibâdet ederim! Ben ancak seni dinler, sana itaat eder ve senin çekti­ğin yere giderim!” diyoruz.

İşte İslâm’ın esası ve özü budur. İnsanın kul olması demek, kul­luk yapması demektir. Her kulun bir efendisi vardır. Biz, bu sö­zü­müzle kendimizi Efendimize satıyoruz. Satılan şeyin ikinci defa bir başkasına satılması, hem de bizi satın almak isteyen nefis, şeytan ve tâğutlar eğer bizi efendimizin aleyhinde kullanmak iste­yenlerse, bu gerçekten çok ayıp bir şeydir. Bu suçu dünyada, herhangi bir dünyalık adına işleyen kişi için bile mah­keme açılır. Yâni sattığı bir malı ikinci defa bir başkasına satmaya kalkışan kimseye ceza verilir. Öy-leyse kelime-i şahâdet söyleye­rek, ya da günde kırk defa namazlarımızda bu âyeti okuyarak kendimizi Allah’a satmışken, artık bir başkasına satılamayız.

Allah-kul, Rab-âbid, efendi-köle ve kulluk. Esasen demin de ifade ettiğim gibi Kur’an’ın tamamı işte bu konuyu anlatır. Kur’an baştan sona bu üç konuyu anlatır. Kur’an efendiden bah­seder, efen­dinin sıfatlarını anlatır. Sonra kuldan, köleden ve bu iki varlık arasın­daki ilişkiden, yâni kulluktan söz eder. O halde ta baştaki sözü bir daha tekrar ediyorum, demek ki Kur’an’ın tamamı Fâtiha sûresinde toplan-mıştır.

Fâtiha’da ifade ettiğimize göre bizim tek bir efendimiz var­dır. Biz köleyiz ve tek efendimize kulluk ediyoruz diyoruz. Burada kendi kendimize bir soru soralım: Acaba gerçekten biz bunun far­kında mı­yız? Acaba gerçekten Fâtiha’nın bu bölümünde ne dedi­ğimizin far­kında mıyız? Acaba gerçekten biz böyle miyiz? Acaba şu anda bizim efendimiz bir tane midir? Acaba bugün tüm haya­tımızda yalnız O’nu mu dinliyoruz? Acaba hayatımızda dinleyip itaat ettiğimiz, teslim olup hizmet ettiğimiz başka rablerimiz, başka ilâhlarımız yok mu?

Burada bunu anlayabilmek için müsaadenizle bir tespitte bulu­nalım: Bizim şu andaki kulluğumuz şuna benzer. Bir hizmetçi, bir köle düşünün ki, aklının erdiği kadarıyla, babasından anasın­dan gördüğü kadarıyla, çevresinden aldığı görgü kuralları çerçe­vesinde efendisine hizmet ediyor. Meselâ sabahleyin bir düşünü­yor, herhalde efendim benden bir sabah kahvaltısı ister diyor ve efendisine becerebildiği bir kahvaltı hazırlayıp ikram ediyor. Bun­dan sonra, “Eh artık efendi öğ­le-ye kadar benden bir şey istemez” di­yor ve sabahtan öğleye kadar ki zamanı efendiden uzakta, nefsinin arzuları istikâmetinde, Ayşe’nin, Fatma’nın hizmetinde, para kazanmanın peşinde, dedikodu peşinde ya da başka efendilerin hizmetinde koşturuyor. Öğle vakti olunca he­men efen­diyi hatırlıyor ve onun yanına gidiyor. “Galiba efendim bu vakitte benden bir öğle yemeği bekler” diyerek bir yemek ikram edi­yor. Kısa bir süre onunla meşgul olduktan, onun hizmetinde bulun­duktan sonra “artık işim bitti” diyor ve yine başka efendilerin hizme­tine dönüyor. Akşam olunca da “her halde efendim benden bir ya­tak ser­memi bekler” diyerek efendisine bir de yatak serince hepten onunla işi bitiyor. Ne dersiniz? Acaba bu köle sizce iyi bir köle mi­dir?

İkinci bir hizmetçi daha düşünün ki; bu biraz daha ötekisin­den gayretli, görgülü. Ötekisinden fazla olarak efendisinin hayva­nına ba­kıyor, sabahla öğle arasında bir saat kadar onunla meşgul olduktan sonra, “her halde efendi benden biraz fıkra anlatmamı ister” diyerek yirmi dakika kadar efendiye fıkra anlatıyor. Veya “efendi her halde yatmadan önce benden kendisine biraz kaval çalmamı bekler” diyerek on beş da­kika kadar kaval çalıveriyor tamam. Bu hizmetçi nasıl sizce?

Bizim şu anda efendimize yaptığımız aynen bunun gibi değil mi? Sabahleyin efendi bizden bir sabah namazı bekler her­halde diye­rek sarhoşça, ne dediğimizi, ne okuduğumuzu, hangi taahhütlerde bulunduğumuzu bilmeden bir sabah namazı kılıyo­ruz. Diyoruz ki ta­mam artık bundan sonra öğleye kadar efendinin beklediği başka bir şey yoktur. Sanki bu anlayışla, bu edeple efendinin huzurundan ayrı­lıp Ayşe’nin, Fatma’nın, nefsin, şeyta­nın, şehvetin, tâğutların, paranın, pulun, şöhretin, dünyanın, dük­kanın, tezgahın peşine takılıyoruz. Öğle vakti yaklaştığı zaman efendiyi hatırlıyoruz, herhalde efendi benden bir öğle namazı bekler diyoruz, yine sarhoşça bir namaz kıl­dıktan sonra yine efen­diyi unutup  başka efendilerin, başka Rablerin peşine takılıyoruz. Bizim hizmet anlayışımız, kulluk anlayışımız işte budur.

Halbuki İslâm’ın kulluğu bu değildir. Allah’ın istediği kulluk bu değildir. İslâm’ın kölelik anlayışı bu değildir. Şunu hiç bir za­man hatı­rımızdan çıkarmayalım ki İslâm’daki kulluğun şartı zama­nın tümünü efendiyle birlikte geçirmektir. Sabah O’nunla beraber, öğleye kadar O’nunla beraber, öğle O’nunla beraber, namaz kılar­ken O’nunla be­raber, ticaret yaparken O’nunla beraber, yemek yerken O’nun kulu, giyinirken soyunurken O’nun kulu, severken küserken O’nun kulu, yatarken O’nun kulu, hanımıyla beraberken O’nun kulu, tırnak keser­ken O’nun kulu, hâsılı hayatın tümünde O’nun kulu ve O’nunla bera­ber olmaktır. Efendiden ayrı bir tek sa­niye bile düşünülemez. İşte Al­lah’ın istediği kulluk budur. Çünkü Allah kulunun hayatında boşluk bı­rak-maz.

Ve işte biz, Fâtiha sûresinin bu bölümünde hayatın tümünü kul­luk olarak Allah’a takdim ede­ceğimize dair Allah’a söz veriyoruz. Ya Rabbi söz veriyorum, ben hayatımın tümünde sadece sana kulluk edecek, sadece seni dinleyeceğim diyoruz. Ama bu gerçekten zordur. Hayatın tümünde Allah’ın kulu olup, sadece O’nu dinlemek ger­çekten zordur. Çünkü piyasada bizi Allah’a kulluktan koparıp ken­dilerine kulluğa çağıran yığınlarla varlık var. Nefis, şeytanlar, tâğutlar, çevre, baba, ana, toplum, yasalar, yönetmelikler, müdür amir vs vs. Bizi sa­de-ce Allah’a kulluktan, sadece Allah’ı dinleyip O’nun istediği gibi ya­şa-maktan koparıp kendilerine de kulluğa ça­ğıran yığınlarla varlık var. İşte tüm bu aleyhteki unsurlardan kur­tulup sadece Allah’a kulluk ya­pabilmek için, bu zoru başarabilmek için de burada Rabbimizden yar­dım istiyoruz. Yâni kendisine yapacağımız kulluk konusunda da ken­disinden yardım istiyoruz. “Ancak sana ibâdet eder, ancak senden yardım bekleriz” diyoruz. Onun içindir ki namaz Allah’tan yardım is­teme konusuymuş. Ebu Davut’un rivâyetinde şöyle buyurulur:

“Allah’ın Resûlü ne zaman bir şeye üzülürse he­men namaza dururdu.”

Bir başka rivâyette de hadîseler onu üzüp, bitkin hale geti­rin-ce:

“Bizi serinlet ey Bilal!”

 

Yâni; “Bir ezan oku ey Bilal! Bir namaza duralım da rahatlaya­lım” buyururdu. İbni Cerir rivâyet eder: “Allah’ın Resûlü karnı ağrıyan bir adam gördü de ona şöyle buyurdu: “Kalk na­maz kıl! Çünkü onun şifası namazdır” Buyurdu.” Yine rivâ­yet edilir ki; “İbni Ab-bas’a kardeşinin vefat haberi verilince önce istirca etti, sonra da he­men bir kenara çekilip iki rekat namaz kıldı. Böyle bir durumda Al­lah’tan yadım dilemeyi ihmâl etmedi.” Na­mazla Allah’tan yardım dile­mek.

Öyleyse biz de öyle bir namaz kılalım ki; Allah bize yardım et­sin, anlamına gelecektir bu. Yâni Allah’ın yardımını celp edecek bir namaz kılmalıyız. Eh ben namaz kıldım. Ya Rabbi hani bana beş bin lira verecektin! Olmayacağına göre namazın bizzat ken­disi yardımın gereğidir. Yardımın anahtarıdır yâni. Bir de peygam­berimiz diyor ki “Namazla Allah’tan şifa isteyin” Demek ki şifa konusunda da yardım namazla olabilecek, namazla istenebi­lecektir. Artık ne tür bir şifadır bu? Sosyal dertlere mi? Bedenî dertlere mi? Ailevî dertlere mi? Bunları erbab-ı namaz bilir diyoruz.

Herhalde Allah’ın istediği biçimde bir hayat süren adam, acıları da pek o kadar duymayacaktır. Meselâ şu anda Bosna’dakiler veya Çeçenistan’dakiler, eminim bizden daha rahatlar. Bazen kolu gidiyor, bazen ayağı kopuyor, bazen arkadaşı ölüyor gözü­nün önünde, ama adam hiç tınmıyor bile. Niye? Belki de o ortamı daha bir yakın görüyor ve yaşıyor da ondan. Eh şimdi namaz de­mek; kişinin Allah’la bera­berliği demek olunca, elbette Allah’tan yardım dilemesi de, şifa dile­mesi de mümkün olacaktır.

Namaz Allah’tan yardım isteme sebebidir. Namaz “talim-i mesele”dir. Yâni Allah’tan istemeyi öğretendir. Allah’tan nasıl iste­neceğini öğretendir. Veya Allah’tan istenmesi gerekeni isteme maka­mıdır namaz. Ve, işte Fâtiha sûresinin bu âyetiyle Allah’tan yardım dileme makamında oluyoruz. Evet, günde kırk defa biz na­mazla Al­lah’tan yardım istiyoruz.

Ya Rabbi tüm hayatımda sadece senin kulun olacağım! Sa­dece seni dinleyecek ve sadece senin git dediğin yere gidece­ğim! Boynumdaki ipin ucunu sadece senin eline vereceğim! Ama bu ger­çekten çok zor bir şeydir. Beni senden koparıp kendilerine kulluğa çağıran binlerce sahte rabler var. Bu konuda da yardımı senden bekliyorum! Bana yardım et Allah’ım! diye Allah’tan yardım isteme maka­mıdır namaz. Namaz kılmayan bir adam, yâni bu du­ayla günde kırk defa Allah’a iltica etmeyen bir adamın tüm hayatı bozuk demektir. Namaz kılmayan bir kişi oruç ta tutamaz. Namaz kılmayan bir kişinin, Allah’ın istediği biçimde giyinmesi de mümkün değildir. Namaz kılma­yan bir kimse zekatı da veremez. Namaz kılmayan bir kişinin çocukla­rını Müslümanca eğitmesi de mümkün değildir. Namaz kılmayan bir kişinin Allah’ın istediği biçimde müslümanca bir hayat yaşaması da mümkün değildir. Namaz kılma­yan bir kişinin tüm hayatı bozuktur. Neden? Çünkü Allah, ona yar­dım etmeyecek demektir. Namaz kılarak ve namazında ya Rabbi tüm hayatımı Müslümanlaştıracağım, tüm hayatımda senin istedi­ğin biçimde sana kulluk yapacağım, ancak bu konuların tümünde yardımı senden bekliyorum, diye günde kırk defa dua etmeyen bir adam Allah’ın yardımından mahrumdur. Ve elbette Allah’ın yardımından mahrum olan bir kişinin hayatının düzgün olması da mümkün de­ğildir.

Derken, bunu ortaya koyuyoruz. Ya Rabbi! Tüm kulluğu­muz sa­nadır. Tüm hayatımızı kulluk olarak sana sunuyoruz. Ha­yatın tü­münde senin kulun olduğumuzun farkındayız. Ama üzüle­rek ifade edeyim ki şu anda pek çoğumuz ne dediğimizin farkında değiliz. Biz sanki böyle değil de şöyle diyoruz: “İyyake Na’budu”sanki“İy-yake nüsalli ve iyyake nestaiyn” di­yoruz. Yâni ancak sana kul-luk yaparız ve ancak yardımı senden bekleriz yerine. Ancak sana namaz kılarız ve ancak senden yar­dım bekleriz diyoruz. Veya: “İy-yake nesumu ve iyyake nestaiyn” diyoruz. Yâni ya Rabbi ancak sana oruç tutarız ve an­cak senden yardım bekleriz diyoruz. Veya: “İyyake nehuccu ve iyyake nestaiyn” diyoruz. Yâni ya Rabbi ancak senin için hacceder ve ancak senden yardım bekleriz di­yoruz. Niye böyle di­yoruz? Çünkü bizim ibâdetten anladığımız sadece bunlardır da ondan. Hayatın tümünün kulluk olduğunun farkında deği­liz, far­kında olanlarımız da hayatın tümünde Allah’a kulluğu gerçek­leşti­remiyor da ondan böyle diyoruz. Evet bu âyetle de alâkalı bu ka­dar söz yeter. Bundan sonra bizim Efendimizden, Rabbimizden tale­bimiz geliyor.

Ancak bakın burada bir nefes alıyoruz. Çünkü sûrenin bu bö­lümünde, bu altıncı âyetin sonunda bir “Tı” durağı geliyor. Bu da bu­rada duruşun vacip olduğunu anlatıyor. Yâni şöyle durup bir nefes alıp Rabbimizden ne isteyeceğimizi bir düşüneceğiz. Durup düşünü­yoruz. Acaba ne istesek Rabbimizden? Dururken bunu düşüneceğiz, ama esa­sen kendisinden ne isteyeceğimizi de bize bırakmayarak Rabbimiz söyleyecek.

Hani bir hadis-i kutside Rabbimiz; “Ben Fâtiha’yı kulumla kendi aramda taksim ettim” buyurarak bundan ön­ceki bölümün kendisine ait olduğunu, bundan sonraki bölümün de kuluna ait olduğunu anlatı­yordu. Kulum Fâtiha sûresi­nin buraya kadar ki bölümünde beni över, bana senâ eder, kullu­ğunun, köleliğinin sadece bana olduğunu, ben­den başkasının önünde eğilmediğini, eğilmeyeceğini, benden başka­larının arzula­rını yerine getirmeyeceğini, benden başkalarının yasala­rını hamd etmeyeceğini ortaya koyar. Bundan sonraki bölümün de kuluna ait olduğunu anlatır Rabbimiz. “Kulum beni övdükten sonra, bana karşı kulluğunu, köleliğini ihraz ettikten sonra, benim rızamı ka­zan­dıktan sonra, bundan sonraki bölümde kulum benden ister ve ben de onun istediğini kuluma veririm” buyurmaktadır.

Peki acaba biz, Rabbimizden ne isteyeceğiz? Yâni buraya ka­dar söylediklerimizle, ortaya koyduklarımızla tam Rabbimizin rızasını kazanmışken, Rabbimiz bizim böylece kendisine takdim ettiğimiz ahitlerimizin sonunda bizden razı olup şöyle buyurmuşken: “İste artık ey kulum! Benden ne ister­sen vereceğim!” buyurarak tüm rahmet ka­pı-larını aç­mışken acaba böyle bir durumda biz O’ndan ne isteyelim? Ama üzülmeyin, bizim kendisinden neler isteyeceğimizi, bizim neye muhtaç olduğumuzu bizden çok daha iyi bilen, bizim hayrımızı, men­faatimizi bizden çok daha iyi bilen Rabbimiz, ne isteyeceğimizi de bu­rada beyan ediveriyor. Bakın kendisinden ne isteyecekmişiz? Ne di­yecekmişiz burada?

6: “Bizi doğru yola hidâyet eyle!.”

 

“Ya Rabbi bizi sırat-ı müstakime hidâyet et. Bizi doğru yola ilet ya Rabbi. Bize hak yolu, doğru yolu göster ya Rabbi.” İşte Rab reh­berliğinde, efendi mihmandarlığında kulun talebi buymuş. Rabbimiz bizden, bunu dememizi, bunu istememizi istemektedir. Eğer Rabbimiz Fâtiha’nın bu bölümünde kendisinden ne isteyeceğimiz konusunda bize bilgi ulaştırmasaydı, bunu bize bıraksaydı neler neler istemezdik değil mi? Ya Rabbi bize para ver, mark ver, dolar ver, at ver, avrat ver, fiyat ver, murat ver, sap ver, saman ver, ver, ver, ver. Çok şükür ki Rabbimiz, bunu bize bırakmamış. Bu konuda her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilen, bilgisi mutlak olan Rabbimiz, bu bilgisiyle bizim neye muhtaç olduğumuzu bizden daha iyi bilen Rabbimiz hemen bize yol göstermiş ve burada ne iste­yeceğimizi kendisi ortaya koyuvermiş­tir.

Ya Rabbi bizi doğru yola ilet. Bizi sırat-ı müstakime ulaştır. Ta-bi zaten kendisi sırat-ı müstakimde olan birisi için sırat-ı müsta­kimde daim kıl, sırat-ı müstakimden ayırma anlamınadır bu. Çünkü şu anda sırat-ı müstakimde olsak bile yarın ne olacağımızı, nasıl bir çizgi takip edeceğimizi bilmiyoruz. Eğer şu anda sırat-ı müsta­kimde değil­sek bizi ona hidâyet et, sırat-ı müstakimdeysek, onda bizi daim eyle ya Rabbi, diyoruz.

“İhdi”  Hidâyet mastarından emirdir. Hidâyet et demek; yol göster demektir. Bu sığa ile yukarıdan aşağıya, yâni büyükten küçüğe vuku bulan fiile emir, aşağıdan yukarıya, yâni küçükten büyüğe karşı gerçekleştirilen talebe de dua denir. Müsaviden mü­saviye yapılana da iltimas denir.

Hidâyet irşattan, mihmandarlıktan farklıdır. Yolu sadece göste­rivermeye irşat denir. Ama yolu göstermekle, tarif etmekle birlikte yol soranın elinden tutup, önüne düşüp yolun sonuna ka­dar götürüver­mek, yolda sebat vermek, yolda tutmak ise hidâyet­tir. Bir de hidâyet hayır talebine mahsustur. Hırsıza, soysuza yol göstermek hidâyet de­ğildir. Bu mânâda Hâdî sadece Allah’tır. Al­lah’tan başka Hâdî yoktur. Rabbimizin isimlerinden birisi de Hâdî­dir

Rabbimiz, rahmeti gereği insanı hidâyeti isteyebilecek, onu ta­lep edebilecek, hidâyeti kabullenebilecek, bir fıtratta yaratmıştır. İşte biz, fıtratımız gereği Rabbimizden sırat-ı müstakime hidâyet istiyoruz.

Sırat, yol demektir. Müstakim sırat da dosdoğru yol demek­tir. Hiç bir eğriliği, yamukluğu, inişi, yokuşu olmayan dosdoğru yol de­mektir. Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle ortaya konulmuş din demektir, Şeriat demektir, Kur’an demektir, sünnet demektir.

Rabbimiz, kitabının başka yerlerinde buyurur ki: “İşte bu be-nim dosdoğru yolumdur. Sizi dünyada huzura, âhirette de cennete götürecek yol budur. Ama bu, benim yolumun dışında da yollar vardır. Sakın o yollara uymayın. Yol tekdir. Yol Allah’ın yoludur. tâli yollarsa şeytanların yollarıdır. Eğer benim yolumu bırakır da onların yollarına uyarsanız, onlar sizi Rabbinizin yolundan ayırıp saptırırlar.”

Allah kendi yolunu, dosdoğru yolunu kitabında ortaya koymuş-tur. Öyleyse bütün mesele Allah’ın kitabına uymak ve kitaba göre ya­şamaktır. Kitapla yol bulmaktır. Yolunu kitaba ve sünnete sorarak bul-maktır. Takva da budur işte. Takva, Rabbimizin yukarıda tarif bu­yur-duğu esaslara göre hayat yaşamaktır. Rabbimizin, kitabında an­lattığı bu emir ve yasaklara riâyettir takva. Rabbimiz bizim muttaki ol­mamız için, bizim böylece bir hayat yaşayarak cennete ulaşmamız için, yollarını göstermiştir. Kitabın ve sünnetin dışında takva yolu da yoktur. Kim ki kitap ve sünneti bırakır da başka şeylerin, başka yolla­rın peşine takılırsa, o mutlaka sapmak zorunda kalacaktır.

Allah’ın Resûlü bu konuyu anlatırken elindeki bir çöple, yere bir çizgi çizdi ve buyurdu ki; “İşte bu, Rabbimin dosdoğru yolu­dur.” Sonra onun sağına ve soluna başka çizgiler çizerek; “İşte bunlar da şeytanların yollarıdır. Sakın sizler bu yollara gitmeyin, çünkü o yollar­dan her birisinin üzerinde sizi ona çağıran, sizi sırat-ı müstakimden uzaklaştırmak ve saptırmak isteyen şeytanlar var­dır” buyurdu.

Evet, her bir yolun üzerinde oturan şeytanlar, insanları o yol­lara çağırmaktadırlar. İnsanları tâli yollara çağırıyorlar ve bu yolların sırat-ı müstakim olduğunu söylüyorlar. Tabi bu şeytanlar iman etmiş, sırat-ı müstakime girmiş mü’minleri bu yoldan çıkıp kendi yollarına girmeye çağırdıkları gibi henüz bu yola girmemiş, ama girmeye ha­zırlanan insanları da bu sırattan uzaklaştırmaya, bu sırata girmemeye çağırıyorlar.

Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken bir hadislerinde şöyle buyurur: “Kul Müslüman olmak ve atalarının yolunu terk ederek sı­rat-ı müstakime girmek ister. Şeytan, böyle bir kulun yolunun üze­rine otu­rur ve atalarının dinini terk etmemesi için ona telkinlerde bulunmaya başlar. Ne kötülüğünü gördün ki atalarının yolunu terk ediyorsun? Di­yerek, onu bu işten engellemeye gayret ederken, bu konuda kararlı olan kul, şeytanı elinin tersiyle iteler ve sırata çıkar. Ama kulun yeni girdiği, henüz yeni yeni öğrenmeye çalıştığı bu İslâm yolunda, bu defa da şeytan onun karşısına hicret yolunda dikilir.” Çünkü o Müslüman bulunduğu ortamda Allah’a kulluğu Al­lah’ın istediği biçimde icra ede­meyince mutlaka buna imkân vere­cek bir ortama gitmeyi deneyecek­tir.

İşte kulun, hicret yoluna dikilen şeytan, ona şöyle demeye başlar: “Bu yaptığın bir kaçış değil mi? Bu bir korkaklığın ifadesi değil mi? Atalarının yurdunu, doğup büyüdüğün vatanını terk edip nereye gidiyorsun? Bundan daha güzel bir yurt mu bulacaksın? Hem bundan sonra gittiğin yerde başına nelerin geleceğini biliyor musun? Seni çok büyük sıkıntılar beklemektedir diyerek” onu bu yoldan engellemeye çalışır. Fakat bu ko­nuda kararlı olan kul, şeytanı iterek biraz daha yola girer. Elbette bu bir kaçış değil, bir korkaklık alâmeti değil, tabiri caizse bu bir dönüş hareketidir. Uzun bir engeli atlayabilmek için biraz geri çe­kilme hareketidir bu.

Şeytan bu konuda da muvaffak olamayınca, bu defa Allah yo­lunda cihada çıkan kulun karşısına, cihad yolunda çıkar ve ona şöyle demeye başlar: “İyi kardeşim, tamam anladık, îlâ-i kelimetullah da pe-ki hanımını, çocuklarını kime emanet ettin sen? Dükka­nını-tezgâ­hını, işini aşını, markını dolarını, vatanını toprağını kime bırakıp gidi­yor­sun? Birilerini kurtaracağım diye, birilerinin imda­dına yetişece­ğim diye evdekileri, malını mülkünü tehlikeye atma­nın anlamı var mı yâni? Sen gittiğin o diyarlarda bir hiç uğruna kör bir kurşuna hedef olup ölüp gideceksin de yıllarca emek sarf ede­rek kazandığın, uykula­rını terk ederek, rahatına kıyarak elde etti­ğin bu paralarına, bu malına mülküne kimler konacak? Bu dinin sahibi sen misin? Senden başka bu işi yapacak yok mu yâni?” di­yerek o mü’mini girdiği cihad yolundan da alıkoymak ister. Adam şeytanı bir daha iterek yoluna devam eder.

Bu defa Allah’ın Resûlü buyurur ki; “Artık bu mümin nasıl ölürse öl­sün, nerede ölürse ölsün Allah ona bakmaksızın kesinlikle onu cen­netine ko­yacaktır. Bu kul, ister yatağında ölsün, ister düşman karşı­sında muharebe meydanlarında ölsün, ister suda boğularak ölsün değil mi ki, en büyük düşmana karşı galip gelmeyi becerebilmiştir ve artık Cenâb-ı Hak üzerine, bu kulu cennetine koymak vacip olur” bu­yuruyor. Çünkü artık bu kul, kesin sırat-ı müstakimdedir ve artık lânet şey­tanın ona yapabileceği bir şey yoktur.

Evet, sürekli sırat-ı müstakimde olmaya, bu yolda kalmaya çalı­şacağız. Dilimizle bunu istediğimiz gibi, hayatımızla, amellerimizle de bu yolda olmaya çalışacağız. Bu konuda sürekli Rabbimize dua edeceğiz. Bu öyle bir sırat ki:

7: “O kendilerine nîmet verdiğin mutlu kimselerin yoluna. O gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna de­ğil.”

 

Evet ya Rabbi! Kendilerine inam ettiğin, nîmet verdiğin, nî­met­lerine ulaştırdığın peygamberlerinin, salih kullarının yoluna bizi ilet. Nîmet, insanların kendisiyle lezzet bulduğu şeydir. Allah’ın, kullarına in’am buyurduğu nîmetler sayılamayacak kadar çoktur. Nîmetleri önce ikiye ayırıyoruz:

a- Uhrevî nîmetler,

b- Dünyevî nîmetler diye.

Uhrevî olanlar Rabbimizin imtihanı kazanan kullarını cen­nete koyması ve orada gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akılların alamayacağı nîmetleriyle onlara in’am etmesidir.

Dünyevî nîmetleri de ikiye ayırıyoruz:

a- Vehbî olanlar.

b- Kesbî olanlar.

Kesbî nîmetler, mal kazanmak, nefsi pisliklerden korumak ve arındırmak, ilim elde etmek, ahlâk kazanmak gibi nîmetlerdir.

Vehbî olanları da ikiye ayırıyoruz:

a- Maddî olanlar.

b- Manevî olanlar.

Maddî olanlar idrak, fehim, anlayış, nutuk, konuşmak gibi nî­metlerdir.

Manevî olanları ise, insana ruh üfürülmesi, akıl verilmesi, yara­tılması gibi nîmetlerdir.

Burada dikkat edilecek bir husus da şudur ki; Rabbimiz, pey­gamberler ve salih kullarının dışındakilere de bu nîmetlerinden ver­miştir. Ama başı nîmet gibi görülüp de sonu hüsranla biten nî­metlerin hiç birisi gerçek mânâda nîmet değildir. Başı cefa ve mahrumiyet gibi görünse de sonu safa ve mutluluk ile biten nîmet, nîmettir. Onun için­dir ki, burada; “Kendilerine nîmet verdiğin pey­gamberlerinin yoluna ilet!” diyoruz ve de; “Gazap ettiklerinin, dalâlette bıraktıklarının yoluna değil” diyoruz.

Evet, Rabbimizden sırat-ı müstakim istiyoruz. Çünkü sırat-ı müstakim, nîmet-i uzma’dır. En büyük nîmettir. Nîmetlerin en bü­yü-ğüdür. En önde istenmesi gereken nîmettir. Çünkü unutmaya­lım ki, herhangi bir nîmetin yoluna, usulüne, kanununa nail olmak, o nîmete sadece bir kere değil, sürekli nail olmak demektir. Meselâ birisinden on bin lira istemek yerine ondan on bin liraya ulaşabile­cek bir yolu, bir usulü istemek çok daha evlâdır. Çünkü karşıdaki belki bir kere vere­cektir, iki kere, üç kere verecektir on bin lirayı ve bitecektir. Ama on bin liraya ulaşmanın yolunu öğrenmek de­mek, her zaman ona ulaşma imkânına sahip olmak demektir.

Veya meselâ bir problemin çözümü konusunda sizden yardım isteyen bir çocuğa, o problemi çözüverme­nizle o problemin çözüm yolunu, usulünü göstermeniz elbette farklı olacaktır. Problemi çözüvermek yerine, o ve benzeri tüm problemleri her zaman çözebileceği bir yolu, bir usulü öğretirseniz, artık o çocuk her defasında çözüm için size gelmeyecek, her zaman kendisi çöze­bilecektir.

İşte eğer biz burada, Rabbimizden bir kısım nîmetler istesey­dik, ya Rabbi bana şu nîmeti ver, bu nîmeti ver deseydik, bu talep gerçekten çok küçük bir talep olacaktı. Ya Rabbi her şeyi ver desey­dik, yine küçük bir talep olurdu. Çünkü böyle bir dua ka­bul olduğu za-man belki bir kaç defa o nîmeti verirdi Rabbimiz, ama nîmetin de­vamı mümkün olmazdı. Fakat burada olduğu gibi, ya Rabbi bize nî­metlerin yolunu, usulünü göster diye dua edince, bir kere değil sürekli o nîmetlere ulaşma imkânını elde etmiş ola­cağız demektir. Bunun en kısa, en öz ifadesi de sırat-ı müstakim­dir. Çünkü bu yolda nîmetlerin tamamı vardır. Bu yola giren kişi her ân tüm nimetlerle beraber olma imkânına sahip olacaktır.

Peki biz bunu nereden bildik? Nasıl bildik ki, Rabbimizden bunu istiyoruz? Hayır, biz bilmedik, Rabbimiz bildirdi bunu bize. Böyle dememiz gerektiğini, Fâtiha sûresini indiren Rabbimiz öğretti bize. O-nun içindir ki, bu sûreye talim-i mesele denir. Yâni isteme­nin usu­lünü, yolunu gösteren sûre anlamına. Bir nîmetin yolunu bilmek, her zaman o nîmete ulaşmamız anlamına gelecektir.

Rabbimizden sırat-ı müstakim istiyoruz, ama burada bir is­tis-na yapıyoruz. “Nîmet içinde yüzüp de haktan, sırat-ı müsta­kimden sa-pıp gitmiş, bu yüzden de gazaba uğramış ve dalâlette kalmış in­san-ların yoluna bizi iletme ya Rabbi!”

Kendilerine gazap ettiklerinin ve sapmışların, sapanların, sa-pıkların yoluna değil. Biliyoruz ki; tarih içinde sırat-ı müstakimden iki sapma ol­muştur. Birisi yahudi’nin sapması, öbürüsü de hıristiyanın sap­ması. Biri madde lehine, mânâ aleyhine bir sapma. Mânâyı inkâr ederek, mânâyı, ruhu reddederek materyalistçe bir sapma, diğeri de mânâ lehine, madde aleyhine bir sapmadır. Yâni maddeyi inkâr ede­rek, maddeyi reddederek, mânâcı kesilerek, ruhçu kesilerek bir sap­madır. Bunlardan birincisi yahudi’nin sapması, ikincisi de hı­ristiyanlık dünyasının sapmasıdır. Yahudiler mânâyı, ruhu redde­derek, insanı sadece maddeden ibaret zannederek materyalistçe bir anlayışı ya­sallaştırarak sapmış, hıristiyanlar da insanın mad­desini, bedenini, be­deninin ihtiyaçlarını bile reddederek ayakları yerden kesilmiş, ruhçu bir anlayışın savunucusu kesilerek sap­mıştır.

Bunların birisi ifrat, diğeri de tefrittir. İslâm bunun ikisini de red­deder. İslâm ikisi arasında dengeyi kuran bir dindir. İslâm, Allah’ın di­nidir. İnsanı yaratan, onu herkesten iyi tanıyan Rabbimiz; onun bede­nini de, ruhunu da, bedeninin ihtiyaçlarını da, ruhunun ihtiyaçlarını da inkâr etmez. İnsanın dünyadan oluşan çamur yö­nünü de, Allah’tan gelme ruh yönünü de göz ardı etmeyen bir dindir. Ve İslâm’ın ortaya koyduğu yol, sırat-ı müstakim, bu iki sap­manın ikisini de reddeden bir yoldur.

Bir de bu sapmayı şöyle de anlayabiliriz. Yahudi’nin sapma-sında ilim var amel yok, hıristiyanın sapmasında da amel var ilim yok. Böyle bir sapma. Bu ümmet içinde ilmi olup ta amel işlemeyenler ya-hudi’ye, ilimsiz eğri büğrü amel işleyenler de hıristiyanlara benze­mek-tedir. Ve işte böylece Fâtiha sûresiyle günde en azından kırk defa bu tür sapmalardan ve sapanlardan Allah’a sığınmaktayız. İlimsiz amelden de, amelsiz ilimden de, böylece ortaya konan sapıklıklardan da Allah’a sığınıyoruz.

Evet böylece  Rabbimizin bir sûresini daha ta­nıma imkânı bul­duk. Bundan sonra kılacağımız namazlarımızda inşallah Fâtiha bilen birileri olarak bunun şuuru içinde namazları­mızı kılalım. Namazda Rabbimize verdiğimiz sözlerimizi, namaz sonrası hayatımızda muha­faza ederek, Fâtiha’nın muhtevasına uygun bir hayat yaşamaya çalı­şalım. Namazda verdiğimiz bu sözlerimizi, namaz sonrası hayatı­mız-da unutmayalım inşallah. Velhamdü lillahi Rabbil Âlemin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir