Fâtiha Sûresinin Tefsiri:  Kur’an’ın Kalbine Doğru

Fâtiha Sûresinin Tefsiri:  Kur’an’ın Kalbine Doğru

Kur’an-ı Kerim’in kalbine doğru bir yolculuğa niyetlendiğimizde, ilk kapımız Fâtiha Sûresi olur. Zira o, sadece Mushaf tertibinde ilk sûre olduğu için değil, içerdiği mana yoğunluğu, kulluğu kuşatan tevhid vurgusu ve bir Müslümanın hayatını baştan sona kuşatan dua ve ahit dili sebebiyle “Ümmü’l-Kitâb”, “Ümmü’l-Kur’an” ve “es-Seb‘u’l-Mesânî” gibi isimlerle anılmıştır. Fâtiha, adeta Kur’an’ın özü, Kur’an ise Fâtiha’nın açılımı gibidir. Bu sebeple Fâtiha’yı anlamaya yönelmek, Kur’an’ın tamamını anlamaya açılan bir anahtarı eline almak demektir.

Kur’an, indirildiği günden beri mü’min nesilleri yeniden inşa eden ilahî hitaptır. Ancak bu hitabın gönüllerde karşılık bulması, sadece tilavetle sınırlı kalmayan, tefekkür ve tedebbürü merkeze alan bir okuma ile mümkündür. Fâtiha Sûresi, Kur’an’ı okuyan her mü’minin gün içinde defalarca tekrar ettiği, fakat çoğu zaman alışkanlığın perdesi altında mânâ derinliğini fark etmekte zorlandığı bir ilahî hitaptır. Günde onlarca defa dilimize konuk olan bu sûre, aslında her rekâtta Rabbimize yenilenen bir ahdimizi, bir yönelişimizi ve bir niyazımızı fısıldar. Dolayısıyla Fâtiha’nın tefsiri, bir metni çözmekten öte, mü’minin Rabb’iyle kurduğu ilişkinin dilini, ruhunu ve istikametini yeniden fark etme çabasıdır.

Fâtiha Sûresi, kulluğun üç temel sütununu bir arada sunar: Marifet (Allah’ı tanıma), ubudiyet (ona kullukta derinleşme) ve hidayet (doğru yola iletilme). Sûrenin ilk ayetlerinde Rabbimizin ulûhiyet, rubûbiyet ve rahmet vasıfları tanıtılır; ardından kulun bu tanıma bilgisi üzerine inşa ettiği ibadet, teslimiyet ve dua dili gelir. Böylece Fâtiha, sadece teorik bir tevhid manifestosu değil, hayatın her anına yayılan pratik bir yöneliş haritası hâline gelir. Her “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” dediğimizde, dünya ve içindekilerin gerçek sahibini; her “Mâliki yevmi’d-dîn” okuyuşumuzda hesabın ve adaletin kaçınılmazlığını; her “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” niyazında, bu hayat yolculuğunda tek başımıza bırakılmadığımızı yeniden hatırlarız.

Tefsir ilmi, İslâm ilim geleneğinde hem en şerefli hem de en hassas alanlardan biridir. Zira tefsir, doğrudan Allah’ın kelamını anlamaya talip olma çabasıdır. Bu sebeple ilk müfessir Efendimiz (s.a.v.)’dir; o, Kur’an’ı hem sözüyle hem fiiliyle hem de sîretiyle açıklamış, ayetlerin hayata nasıl dönüştürüleceğini bizzat örneklendirmiştir. Onun ardından sahabe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn nesilleri, rivayet ve dirayet yollarıyla Kur’an’ın mânâ ufkunu açan zengin bir tefsir mirası inşa etmişlerdir. Fâtiha Sûresi, bu miras içinde ayrı bir yeri olan, üzerine en çok konuşulan, en fazla şerh edilen ve her bir kelimesi üzerinde titizlikle durulan bir sûredir.

Bu çalışmada Fâtiha Sûresi’ne yaklaşırken, İslâm tefsir geleneğinin ana omurgasını teşkil eden şu esasları kalbimizde diri tutmaya gayret edeceğiz: Kur’an’ı Kur’an’la tefsir eden yaklaşım; ayetleri Resûlullah’ın sahih sünnetiyle açıklama; sahabe ve ilk nesil müfessirlerin rivayetlerini merkeze alma; Arap dilinin inceliklerinden, belagat kaidelerinden, nüzul ortamının tarihî ve sosyal arka planından istifade etme; aynı zamanda ayetlerin bugünün insanına hitap eden yönünü ihmal etmeme. Zira Kur’an, sadece nazil olduğu döneme seslenen bir metin değil, her çağda yeniden okunmak, yeniden yaşanmak ve yeniden düşünülmek üzere indirilen ilahî bir rehberdir.

Fâtiha Sûresi üzerinden yapılacak bu tefsir çalışması, metni soğuk bir akademik inceleme nesnesine dönüştürme gayreti değil; bilakis ilmi derinlik ile kalbî canlılığı buluşturan bir yol arayışıdır. Çünkü Kur’an’ın en büyük hakkı, onun yalnızca anlaşılması değil, anlaşılmanın ötesinde hayatı dönüştüren bir rehber olarak yaşanmasıdır. Bu nedenle Fâtiha’yı tefekkür ederken, sadece kelimelerin sözlük anlamlarıyla yetinmeyecek; ayetlerin ruhunu, ahlaki ve toplumsal çağrısını, kul-Rab ilişkisini nasıl yapılandırdığını da birlikte düşüneceğiz.

Fâtiha Sûresi’nin en temel özelliklerinden biri, kul ile Rab arasındaki hitabı iki yönlü biçimde kurmasıdır. Sûrenin baş tarafında kul, Rabbini hamd, tazim ve marifet diliyle anar; sûrenin orta bölümünden itibaren ise dua ve niyazla Rabbine yönelir. Hadiste bildirildiği üzere bu sûre, kul ile Rabbi arasında paylaştırılmıştır; kul her ayeti okuduğunda Rabbinden ona bir cevap vardır. Bu idrakle okunan bir Fâtiha, artık sadece dilde dolaşan bir metin değil, kulun gönlünde yankılanan ve Rabbine yaklaşmanın şuurunu diri tutan canlı bir konuşmadır. Biz de bu tefsir çalışmasında, mümkün olduğu ölçüde bu “canlı hitap” vasfını diri tutmaya özen göstereceğiz.

Fâtiha, kulluğun bireysel boyutunu aşan güçlü bir ümmet bilinci de inşa eder. Sûrede “Ben” dili değil, “Biz” dili hâkimdir: “Sana kulluk ederiz, senden yardım dileriz; bizi dosdoğru yola ilet.” Böylece mü’min, namaz kılarken bile kendini ümmetten kopuk bir fert olarak değil, yeryüzünde tevhid sancağını taşıyan büyük bir kardeşlik halkasının parçası olarak görmeyi öğrenir. Bu yönüyle Fâtiha, yalnızlaşan, bireyselleşen, kendi nefsinin etrafında daralan modern insanın ufkunu genişletir; onu “yalnız kul” olmaktan çıkarıp “ümmetin ferdi” olmaya davet eder.

Fâtiha Sûresi aynı zamanda insan hayatının iki temel uç noktasını da dengeli biçimde önümüze getirir: Rahmet ve hesap, ümit ve haşyet, dünya ve ahiret. “Rahmân ve Rahîm” isimleriyle kalplere ümit ve sığınma kapıları açılırken, “din gününün sahibi” sıfatıyla insanın sorumluluk bilinci, hesap ve ahiret şuuru canlı tutulur. Böylece kul, ne sadece ümit sarhoşluğunda sorumsuz bir hayata savrulur, ne de yalnızca korku ve ümitsizliğin karanlığında Rabbine yabancılaşır. Fâtiha, bu iki uç arasında sahih kulluk istikametini öğretir. Bu tefsir çalışmasında, özellikle genç zihinlerin sıkça kaydığı ümitsizlik, anlamsızlık ve değersizlik duygularına karşı Fâtiha’nın nasıl bir ruh inşası sunduğunu da vurgulamaya gayret edeceğiz.

İlmi anlamda Fâtiha üzerinde yapılan çalışmalar, bize sûrenin her bir kelimesinin, hatta her bir harfinin bile başlı başına tefekkür konusu olabilecek derinlikte olduğunu gösterir. Kelime tercihleri, cümle yapıları, zikredilen ve zikredilmeyen hususlar; rahmet, rubûbiyet, hidayet, sapma ve nifak gibi temaların nasıl bir kompozisyon içinde sunulduğu, Kur’an’ın i‘câzının (mucizevî oluşunun) en berrak örneklerindendir. Bu bağlamda çalışmamızda, klasik tefsirlerde yer alan dilsel ve belagat yönlü tahlillerden de seçkin örnekler aktaracak; fakat metni ağırlaştırmadan, okuyucunun zihnini yormadan, ilmi derinlik ile anlaşılabilir bir üslup arasında denge kurmaya dikkat edeceğiz.

Fâtiha Sûresi’nin tefsiri aynı zamanda bir “dua terbiyesi” çalışmasıdır. Çünkü Fâtiha, mü’minin Rabbine nasıl yakaracağını, neyi istemesi gerektiğini, hangi sıraya göre istemesi gerektiğini öğretir. Dua, Kur’an’da müminin öz kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak anlatılır. Fâtiha, duanın önce marifetle, ardından teslimiyetle, daha sonra ise yol talebiyle şekillenmesi gerektiğini gösterir. Bu sebeple sûrenin tefsiri boyunca dua psikolojisi, kulun iç dünyası, acziyet bilinci ve ihtiyaç farkındalığı gibi konularda da durup düşüneceğiz.

Bu önsöz, Fâtiha Sûresi’nin tefsirine başlamadan önce kalbimizi ve zihnimizi hazırlayan bir giriş mahiyetindedir. Asıl yolculuk, besmele ile birlikte sûreye adım atıp, “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” hitabında gizlenen hamd ufkunu, “er-Rahmânir-Rahîm” ifadesinde tecelli eden rahmet iklimini, “Mâliki yevmi’d-dîn” ayetinde yankılanan hesap ve adalet şuurunu, “İyyâke na‘budu ve iyyâke nesteîn” cümlesinde kemale eren kulluk sözleşmesini, “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” niyazında hayat bulan hidayet talebini ve son ayetlerde çizilen yol ayrımını teker teker ele aldığımızda başlayacaktır.

Niyetimiz, bu tefsir çalışmasını, kuru bir bilgi yığınının ötesine taşıyıp, okuyucunun kalbinde Fâtiha ile yeniden dirilen bir iman heyecanı, yeniden tazelenen bir kulluk şuuru ve yeniden şekillenen bir hayat tasavvuru oluşturmaktır. Rabbimizden niyazımız, bu mütevazı gayreti kabul buyurması, hatalarımızı bağışlaması ve bizi Fâtiha’nın talep ettiği “dosdoğru yol”da sebat ettirmesidir.

Şimdi, Kur’an’ın kalbi sayılan bu mübarek sûrenin kapısından besmele ile içeri girecek, ayet ayet bu ilahî hitaba kulak verecek ve her bir mânâyı, hem kendi nefsimizin terbiyesi hem de ümmetin dirilişine katkı olacak bir rehberlik olarak yeniden okumaya çalışacağız inşallah.

 

 

“بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ”

Fâtiha sûresinin ilk âyeti, zahirde kısa birkaç kelimeden ibaret görünse de, hakikatte Kur’an’ın bütün ruhunu taşıyan bir anahtar gibidir. Müfessirler, “besmele”yi sadece bir başlangıç cümlesi değil, kul ile Rabbi arasındaki ahdi, kulluğun üslubunu ve hayata bakışın merkezini belirleyen bir söz olarak görmüşlerdir. Zira Fâtiha, Kur’an’ın özüdür; besmele ise o özün kapısını açan ilk kelimedir.

“BİSMİ” kelimesiyle âyet, kula nasıl başlanacağını öğretir. “İsm” sadece bir ad değil, bir işaret ve nişandır. İmam Taberî, Zemahşerî, Râzî, Beydavî gibi müfessirler, “bâ” harfini çoğunlukla “istinâet” yani “yardım isteme” ve “musâhabe” yani “beraberlik” mânasıyla açıklamışlardır. Buna göre kul, “Bismillâh” dediğinde aslında şunu söylemiş olur: “Bu işe kendi gücümle değil, Allah’ın adıyla, O’nun izni ve yardımıyla başlıyorum; O’nu yanımda bilerek, O’na dayanarak hareket ediyorum.” Böylece daha ilk kelimede, insanın aczine ve Allah’ın kudretine dair bir bilinç inşa edilir. Nefsine güvenen değil, Rabbine yaslanan bir kul modeli ortaya çıkar.

“ALLAH” lafza-i celâli, Ehl-i Sünnet ulemasına göre ilâhî zâtın özel ismidir; başka hiçbir varlığa verilmez, türetilmez, çoğullaşmaz. İbn Kesîr ve Kurtubî, bu ismin, Allah’ın bütün güzel isimlerini ve sıfatlarını kuşatan bir “câmi’ isim” olduğuna dikkat çekerler. Kul “Allah” dediğinde sadece merhamet eden bir varlığa değil, aynı zamanda hükmeden, rızık veren, dirilten, öldüren, bilen, duyan, gören, her şeyi idare eden mutlak ilâha yöneldiğini ikrar etmiş olur. Fâtiha’nın ilk kelimelerinde bile tevhidin omurgası bu şekilde kurulmuş olur: Hayatı, fiilleri ve niyetleri parçalayan değil, hepsini “Allah için” toplayan bir tevhid.

Ardından gelen “er-Rahmân” ve “er-Rahîm” isimleri, besmelenin kalbine rahmeti yerleştirir. Ehl-i Sünnet tefsirlerinde bu iki isim, kök itibariyle aynı “rahmet”ten gelse de mana ve tecelli alanı bakımından ince bir farkla açıklanır. Rahmân, rahmeti bütün varlıkları kuşatan, mü’min–kâfir ayırmaksızın herkese dünyada rızık, sağlık, imkan, fırsat veren genel rahmettir. Rahîm ise, rahmetini özellikle mü’minlere ve bilhassa ahirette tecelli ettiren, iman ve hidayet lütfeden, cennette özel ikramlarla tecelli eden hususi rahmettir. İmam Fahreddin Râzî, Rahmân isminin azamet ve genişlik, Rahîm isminin ise yakınlık ve sıcaklık ifade ettiğini söyler. Böylece kul, daha Fâtiha’nın kapısında, hem bütün kâinatı kuşatan bir rahmet deryasının önünde olduğunu hisseder, hem de o deryanın içinde kendisine mahsus bir yakınlık ve şefkatle muhatap olunduğunu idrak eder.

Bu, insan psikolojisi açısından son derece derin bir terbiyedir. Çünkü Rabbini sadece azapla tanıyan bir kalp ümitsizliğe, sadece rahmetle tanıyan bir kalp ise laubaliliğe sürüklenebilir. Besmele, Rahmân ve Rahîm isimleriyle kulun kalbini korku ve ümit arasında dengeler. Fâtiha, daha “Elhamdülillâh”a geçmeden önce, rahmeti merkeze alan bir ilâh tasavvuru inşa eder. Kurtubî, bu âyetin mü’mini Rabbine karşı edebi iki kanatla uçuracağını söyler: Biri haşyet, diğeri recâ. Rahmetin gölgesinde titreyen bir saygı, azametin huzurunda ümitvar bir talep…

Besmelenin Fâtiha içindeki konumu da tefsir kitaplarında genişçe tartışılmıştır. Şafiî ve birçok kıraat imamına göre besmele, Fâtiha’dan müstakil bir ayet olup Kur’an’ın bir parçasıdır. Hanefîler ise besmelenin Kur’an’dan olduğunu kabul etmekle birlikte, Fâtiha içinde müstakil bir âyet olarak saymayı gerekmeyeceğini ifade etmişler; ama namaza başlarken ve Fâtiha’yı okurken besmeleyi zikretmenin faziletine vurgu yapmışlardır. Her iki yaklaşımda da ortak olan hakikat şudur: Kur’an, besmele ile başlar; mü’minin hayatı da besmele ile başlamalıdır. İbn Kesîr’in ifadesiyle besmele, “Kitab’ın başındaki rahmet ilanıdır.”

Rivayet tefsirlerinde yer alan, “Besmele ile başlanmayan her önemli iş bereketsizdir.” anlamındaki hadis, muhaddisler arasında sıhhat bakımından farklı değerlendirilmiş olsa da, ulema bu manayı İslami adabın temel ilkelerinden biri olarak benimsemiştir. Çünkü Kur’an’ın tertibi, vahyin ilk inen ayetlerinden itibaren kulun her işe Rabbini hatırlayarak başlamasını telkin eder. Peygamber Efendimiz’in mektuplarını “Bismillahirrahmanirrahim” ile başlatması, Hudeybiye’deki antlaşma metninde bile bu ibareyi koruma hassasiyeti göstermesi, besmelenin bir “kimlik” ve “aidiyet” cümlesi olduğunu gösterir: Mü’min, yaptığı işin üzerine kendi adını değil, Allah’ın adını yazar.

Dirayet tefsirleri, besmelenin sadece dilde tekrarlanan bir söz değil, fiillerin niyetini dönüştüren bir bilinç olduğunu vurgular. İmam Gazzâlî, besmele ile başlayan bir işte aslında niyetin tashih edildiğini söyler: Kul, “Allah’ın adıyla” derken, işe sırf nefsinin menfaati veya insanların takdiri için değil, Allah’ın rızasını gözeterek başladığını ilan eder. Böylece aynı fiil, besmelesizken sıradan bir alışkanlık, besmeleyle beraber ibadet mahiyetine bürünebilir. Bir lokma ekmek yerken, bir sınava hazırlanırken, bir yazı kaleme alırken, bir yolculuğa çıkarken besmele çekmek; dünyevî görünen işleri bile uhrevî bir anlamla donatır. Fâtiha’nın ilk âyetinde bu hakikatin yer alması, Kur’an’ın hayatı bütünüyle ibadet çizgisine taşıma gayesini yansıtır.

“Bismillâhirrahmânirrahîm” aynı zamanda kulun Rabbine takdim ettiği bir hâl cümlesidir. Kul sanki şöyle demektedir: “Ey Rahmân ve Rahîm olan Allah’ım! Ben, aciz ve muhtaç bir kul olarak şimdi konuşmaya, okumaya, yol almaya niyet ediyorum; fakat bunu yalnız başıma yapamam. Senin ismini vesile kılarak, senin yardımına sığınarak başlıyorum.” Bu cümlenin içerisinde tevazu, itiraf, yöneliş ve teslimiyet birlikte bulunur. Kişi besmeleyi yalnız dilinde değil, kalbinde ve zihninde de kurduğu zaman, ego merkezli bir “ben başlıyorum” iddiası yerini, Allah merkezli bir “O’nun adıyla başlıyorum” şuuruna bırakır.

Müfessirler, besmelenin Fâtiha ile kurduğu ilişki üzerinde de hassasiyetle durmuşlardır. Fâtiha, bir yönüyle hamd, bir yönüyle dua, bir yönüyle akide metnidir. Besmele, hamdden önce Allah’ın rahmetini hatırlatır; duadan önce rahmet kapısının açık olduğuna işaret eder; akideden önce ise bu kitabın sahibinin kimliğini tanıtır. Böylece Fâtiha’nın “Elhamdülillahi Rabbil âlemîn” diye başlayan hamd cümlesi, rahmet atmosferinin içinde yankılanır. Kul, “Âlemlerin Rabbi”ne hamd ederken, O’nu sadece kudret ve hüküm sahibi olarak değil, aynı zamanda Rahmân ve Rahîm olarak tanıdığını tekrar etmiş olur. Bu da hamdin sevgiyle karışık bir tazim olmasını sağlar.

Ehl-i Sünnet tefsir geleneği, besmelenin kalpte ve toplumda inşa etmek istediği medeniyet tasavvurunu da gözden kaçırmamıştır. Çünkü rahmeti merkeze alan bir ilâh tasavvuru, hayatı kuşatan bir ahlak doğurur. Rahmân ve Rahîm olan Allah’a iman eden bir mü’min, insanlara karşı zalim, kaba, merhametsiz olamaz. Kurtubî, “Bu iki isme iman eden, kulların üzerinde Allah’ın rahmetini yansıtan bir ayna gibi olmalıdır.” der. Besmele ile başlanan işlerin, adalet ve merhametle yapılması gerektiği buradan anlaşılır. Haksızlıkla başlayan, kul hakkı üzerine kurulan, zulme yol açan işlerin başındaki “Bismillah” ise sadece dile yakıştırılmış bir süs olur; hakikatte o isimden istimdâd almayan, o ismin bereketine uygun olmayan bir kullanımdır.

Modern insanın en büyük zaaflarından biri, hayatı parçalara bölmesi ve “Allah”ı sadece belli alanlara hapsetmesidir. İbadet yaparken Allah’ı hatırlayıp, ticarette, ilişkilerde, ilimde ve sanatta O’nu unutmak, besmelenin ruhuna aykırıdır. “Bismi’llâh” hayata bütüncül bir bakış teklif eder: Bilgi Allah için, güç Allah için, ticaret Allah için, sanat Allah için… Fâtiha’nın ilk âyeti, günümüz gencine de bunu fısıldar: Ders çalışmaya otururken, telefonda bir paylaşım yaparken, arkadaşınla konuşurken, bir projeye başlarken, yola çıkarken; her defasında “Bu işin başına kimin adını yazıyorum?” sorusunu sor. Eğer gerçekten Allah’ın adını yazıyorsan, o işin içeriği de O’nun rızasına uygun olmak zorundadır.

Besmelenin dilimizde sıradanlaşması, onun kalbimizdeki derinliğini yok etmemelidir. Her namazda Fâtiha’ya başlarken dudaklarımızdan dökülen bu cümle, tekrarın ülfetinde kaybolmamalı. İbn Atâullah el-İskenderî, zikrin hakikatinin, sadece telaffuzda değil, o kelimenin manasının kalpte hâkim olması olduğunu söyler. Mü’min, besmeleyi her tekrar ettiğinde, içinden şu muhasebeyi tazeleyebilir: “Ben bu işe, bu hayata, bu güne kiminle başlıyorum? Kendime mi güveniyorum, yoksa Rabbime mi yaslanıyorum? Bu iş, Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adını almaya layık mı?” Bu iç muhasebe, Fâtiha’nın ilk âyetini sıradan bir başlangıç cümlesi olmaktan çıkarır; onu hayatı şekillendiren bir ilke hâline getirir.

Sonuç olarak “بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ”, Fâtiha sûresinin giriş cümlesi olmanın da ötesinde, Kur’an’ın tümüne yayılan bir ruh, bir mü’min kimliği ve bir hayat disiplinidir. Kul, bu âyetle, Rabbini rahmet merkezli bir tevhid ile tanır; kendini acz ve ihtiyaç içinde bir kul olarak konumlandırır; niyetini tashih eder ve yapacağı her işin başına Allah’ın adını yazma kararı alır. Fâtiha’nın sonraki âyetlerinde açılacak olan hamd, rubûbiyyet, ibadet, istikamet ve dua kapıları; işte bu rahmetle yoğrulmuş besmelenin gölgesinde anlam kazanır. Böylece mü’min, her Fâtiha okuyuşunda, hayatının da başına yeniden şu cümleyi yazar: “Ben, Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlıyorum.”

 

 

 

 “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعٰلَم۪ينَ”

Fâtiha sûresinin ikinci âyeti, Kur’an’ın kalbine yazılmış bir cümle, mü’minin hayatına ise mihver kılınmış bir şiar gibidir. Besmele ile rahmet iklimine adım atan kul, bu âyette artık bir tavır ilan eder: “Hamd olsun, bütün hamdler Allah’a aittir; o, âlemlerin Rabbidir.” Bu cümle; kelime kelime çözüldükçe insanın Allah tasavvuru, dünya algısı, kendilik bilinci ve kulluk şuuru yeniden inşa edilir.

Müfessirler, “elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” ifadesinin Kur’an’ın en kuşatıcı cümlelerinden biri olduğunu söylerler. Çünkü bu kısa âyet, hem tevhidi, hem rubûbiyyeti, hem de kulun Allah’la ilişkisinin dilini aynı anda kurar. Besmele rahmeti hatırlatmıştı; şimdi bu rahmetin sahibi tanıtılır, O’na nasıl seslenileceği, O’nun huzurunda nasıl bir dil ve hâl benimsenmesi gerektiği öğretilir.

“Hamd” kelimesiyle başlayalım. Arapçada medih, sena, şükür, hamd gibi birbirine yakın fakat nüansları farklı kavramlar vardır. Ehl-i Sünnet müfessirleri, özellikle Taberî, Râzî, Kurtubî, Beydavî gibi isimler, hamdi şöyle tarif ederler: Hamd, iradeli bir varlığın, bilerek ve isteyerek ortaya koyduğu güzellik ve kemâl sıfatlarından dolayı, onu sevgi ve ta’zimle övmedir. Yani hamdde hem bilmek vardır, hem sevmek, hem yüceltmek. Hamd, kuru bir övgü değil; bilgiyle beslenen, muhabbetle renklenen ve saygıyla yükselen bir övgüdür.

Şükür ise daha çok nimete karşı minnet ifadesidir. Nimet verene, verdiği nimet sebebiyle teşekkür etmek, ona minnetini arz etmektir. Bu yönüyle her hamdin içinde şükür kokusu bulunsa da, her şükür hamd değildir. Çünkü hamd, sadece nimete değil, nimeti verene, onun zatındaki kemale, ahlâkındaki güzelliğe, fiillerindeki hikmete yönelir. Nimet olmasa da hamd devam eder; çünkü Allah, nimet verip vermemesinden bağımsız olarak hamde lâyıktır. Müfessirlerin ifadesiyle: “Eğer Allah hiç kimseye hiçbir nimet vermeseydi bile, zatının kemâli sebebiyle hamde yine lâyık olurdu.”

Bu yüzden âyet “eşşükru lillâh” dememiş, “elhamdü lillâh” demiştir. Çünkü şükür çoğu zaman nimete bağlıdır; hamd ise nimetin ötesine taşan, doğrudan Allah’ın zatına, isimlerine ve sıfatlarına yönelen bir ta’zimdir. Kul, Fâtiha’da “elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” derken aslında şunu ikrar etmiş olur: “Ben sadece verdiğin için değil, Sen olduğun için Sana hamd ediyorum. Varlığın hamde değer, isimlerin hamde değer, fiillerin hamde değer; nimet versen de hamd Sana, imtihan etsen de hamd Sana.”

Kelimenin başındaki “el” takısı da bu hakikati derinleştirir. Arapçada “elhamd” dendiğinde, hamdin bütün cinsine işaret eden bir istigrak manası ortaya çıkar. Yani anlam adeta şöyle genişler: “Gerçek ve kemal ifade eden bütün hamd çeşitleri, aslında bütünüyle Allah’a mahsustur.” İnsanlar birbirini övdüğünde bile, hakikatte övülen, o kulda tecelli eden Allah’ın nimetleridir. Bir âlimi ilmiyle översin; o ilmi ona vereni hamd etmiş olursun. Bir sanatkârı sanatındaki zarafetle methedersin; o yeteneği ona lütfedeni takdir etmiş olursun. Bir annenin şefkatine hayran kalırsın; o şefkati kalbine yerleştireni görmeden aslında hakiki hamdi tamamlamış olmazsın. İşte “elhamd” ifadesi, hamdi kuldan alıp Allah’a iade eden bir tevhid ayarı gibidir.

“Hamd Allah’a aittir” demek, hamdin malikiyetini de, istihkakını da Allah’a tahsis etmektir. “Lillah” ifadesindeki “lâm”, hem aidiyet hem de hak ediş manasını taşır. Yani hem “bütün hamdler Allah’ındır” denmiş olur, hem de “hamdi hak eden tek zat Allah’tır” hakikati ilan edilir. Çünkü O, var eden, şekil veren, yaşatan, rızıklandıran, hidayet eden, bağışlayan, hükmeden, kalpleri çeviren, kaderleri yazan tek güçtür. Hamdi hak etmeyen bir varlık yoktur ama mutlak ve asli hamdin sahibi sadece Allah’tır.

Buradan “Rabb” ismine geçiş, son derece hikmetlidir. Fâtiha’da Allah, önce “Allah” lafza-i celâliyle zatına işaret etmiş; ardından “Rabbü’l-âlemîn” sıfatıyla mahlûkatla kurduğu ilişkiyi tanıtmıştır. “Rabb” kelimesi, terbiye eden, büyüten, geliştiren, yöneten, sahip olan, ıslah eden gibi anlam katmanlarını birlikte taşır. Taberî, “Rabb sıfatında hem mülk hem tedbir hem de terbiye birlikte vardır.” der. Yani Rabb, sadece yaratan değil; yarattığını her an gözeten, her anda onunla ilgilenen, onu başlangıcından kemaline kadar kademeli olarak olgunlaştırandır.

Rabb ismini sırf “yaratıcı” diye tercüme ettiğimizde büyük bir zenginlik kaybolur. Çünkü yaratmak bir defalıktır; fakat terbiye etmek süreklilik ister. Rabblik, anbean devam eden bir ilgi, hiç bitmeyen bir gözetim, hiç aksamayan bir tasarruf demektir. Bu yüzden “Rabbi’l-âlemîn” dendiğinde, sadece “âlemleri yaratmış olan” değil, “âlemleri her an idare eden, besleyen, koruyan, kemale erdiren, her şeyin hakiki sahibi olan” bir Allah tasavvuru inşa edilir.

Peki “âlemîn” nedir? Müfessirler bu kelime üzerinde de hassasiyetle durmuşlardır. Çoğu, “âlemîn”i akıl sahibi varlıkların oluşturduğu başlıca gruplar olarak anlamış; özellikle insan ve cin âlemlerine dikkat çekmişlerdir. Bazıları ise “âlemîn”i daha da geniş anlamış, “Allah’ın varlık ve kudretine delalet eden her yaratılmış şey” olarak tarif etmiştir. Cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar, melekler, insanlar, cinler, görünen ve görünmeyen bütün sistemler, kısacası “varlık dairelerine” ayrılmış her şey… Hepsi birer “âlem”dir; çünkü her biri, “alâmet” kökünden geldiği üzere, Allah’ın varlığına delalet eden birer işaret, birer semboldür. O hâlde “Rabbi’l-âlemîn” demek, “bütün işaretlerin, bütün varlık katmanlarının, bütün görünen ve görünmeyen dünyaların tek Rabbi” demektir.

Genç bir mü’min için bu cümlenin ne kadar büyük bir ufuk açtığını düşünelim. Bazen insan kendini yalnız zanneder; dünyanın karmakarışık hadiseleri arasında savrulduğunu hisseder. Fâtiha’nın bu ayeti, kalbe şu hakikati yerleştirir: Sen, başıboş bir evrende yaşamıyorsun. Kâinat bir kaos değil; Rabbü’l-âlemîn’in yönettiği bir nizamdır. Galaksilerden hücrelere, yağmur damlasından gözyaşına, tarihten bireysel hayata kadar her şey bir Rabbi’n gözetiminde akmaktadır. O hâlde hiçbir şey “rastgele” değildir; hiçbir acı, hiçbir sevinç, hiçbir imtihan, hiçbir başarı sahipsiz değildir. Hepsinin üzerinde “Rabbü’l-âlemîn” mührü vardır.

Rivayet tefsirlerinde Fâtiha sûresinin bu ayetiyle ilgili hadisler de dikkat çekicidir. Resûlullah’ın, “Hamd cennettekilerin sözüdür.” buyurduğu rivayet edilir; Cennet ehli, oraya kavuşunca “Elhamdü lillâhi’l-lezî ezhebe annâ’l-hazen – Bize hüznü gideren Allah’a hamd olsun.” diyeceklerdir. Dünyada hamdi dillerinden düşürmeyenler, ahirette de hamd ile konuşacaklardır. Kur’an’ın başka yerlerinde de cennet tasvirleri “dualarının sonu Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn’dir.” ifadesiyle biter. Yani bu âyet, sadece dünyada okuduğumuz bir cümle değil; ebediyette de dilimize yerleşecek bir ezgi, cennet hayatının fon müziği gibidir.

Dirayet tefsirleri ise “elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” cümlesini bir yaşam felsefesi olarak ele alırlar. İmam Gazzâlî ve onu izleyen birçok ârif, hamdi iki boyutlu düşünmek gerektiğini söyler: Dilin hamdi ve kalbin hamdi. Dilin hamdi, alışık olduğumuz “Elhamdülillah” deyişidir; kalbin hamdi ise, başa gelen her hâli Rabbinden bilip, onda bir hikmet, bir eğitim, bir terbiye boyutu görmektir. Mü’min, nimet verildiğinde de, sıkıntı geldiğinde de Rabbini unutmaz; ibadetinde, dersinde, işinde, ailesinde, yalnızlığında, kalabalığında, her hâlinde “Bu hâlin de bir Rabbi var.” der. İşte bu şuur, insanın hayata bakışını kökten değiştirir.

Modern insanın büyük bir krizi, şikâyeti standart hâline getirmesidir. Soluduğu hava, içtiği su, atan kalbi, çalışan aklı, sevdikleri, sahip oldukları binlerce nimeti “normal” sayan insan; küçük bir eksiklikte, küçük bir imtihanda, küçük bir engelde isyana meyleder. “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” bu alışkanlığı kırar. Mü’min bu ayeti namazında tekrar tekrar okurken, aslında kendine şunu telkin eder: “Şikâyeti merkeze alan bir dil değil, hamdi merkeze alan bir dil kullan. Eksiklerden önce sahip olduklarını gör. Nimetleri hatırla. Gözünü Rabbinden gelen iyiliklere kapatma. Çünkü hamd, nimeti fark edenin dilidir; gaflet ise nimeti görünmez kılan sis perdesidir.”

Bu ayetin Fâtiha’nın bütünü içindeki yerine bakınca da derin bir hikmet görürüz. Bazı âlimler Fâtiha’yı iki bölümde ele alır: İlk üç ayet marifet ve hamd, son üç ayet dua ve niyaz, ortadaki “İyyâke na’budu ve iyyâke nesteîn” ise bu ikisi arasında bir ahit, bir sözleşme gibidir. “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn”, “Er-Rahmâni’r-Rahîm”, “Mâliki yevmiddîn” âyetleri, kula Rabbini tanıtır. Dua ve niyaz kısmına geçmeden önce, kalpte sahih bir Allah tasavvuru yerleştirilir. Bir insan kime dua ettiğini bilmeden, kimin huzurunda konuştuğunu anlamadan duanın hakkını veremez. Bu yüzden Fâtiha, önce hamd ile başlar; hamdin içinde tevhid, rubûbiyyet, rahmet ve âhiret inancı yerleştirilir; ardından “yalnız Sana ibadet ederiz, yalnız Senden yardım isteriz” denilerek kulluk sözü verilir.

Gençler için bu yapı son derece öğreticidir. Zaman zaman “Niçin ibadet etmeliyim? Niçin Allah’a yönelmeliyim?” soruları kalbi yoklar. Fâtiha’nın ikinci ayeti, bu sorulara cevap veren bir temel taş gibidir. “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” diyebilen bir gönül, “Beni yoktan var eden, bana insan olma şerefi veren, her an beni besleyen, koruyan, akıl ve kalp veren, sevme ve düşünme yeteneği veren, düşüp kalkmalarımla beni olgunlaştıran, hayatımı ilmek ilmek ören bir Rabbim var.” demiş olur. Böyle bir Rabb’e yönelmek, böyle bir Rabb’e ibadet etmek, artık ağır bir yük değil; minnetten doğan bir sevgi borcu, hem aklın hem fıtratın benimsediği bir hakikat hâline gelir.

Bu âyet, aynı zamanda insana büyük bir özgürlük dersi verir. Kapitalist, modern dünyada insanlar hamdi yanlış adreslere yönlendirirler. Başarılarının tamamını kendilerine yazar; sistemlere, ideolojilere, liderlere, markalara, paraya, güce, şöhrete, alkışa hamd eder gibi bağlanırlar. Fâtiha’nın bu cümlesi, hamdi sahih adresine yönlendirerek insana içsel bir hürriyet kazandırır: Hamd edilecek yegâne merci Allah’tır. Sen kimsenin kölesi değilsin; hiçbir ideolojinin, hiçbir nefsin, hiçbir putun önünde eğilmeye mecbur değilsin. Eğileceksen, hamd edeceksen, kalpten bir övgü sunacaksan, bunu sadece Rabbü’l-âlemîn’e yapmalısın. İşte bu, tevhidin doğurduğu özgürlük bilincidir.

Son olarak, bu âyetin bizim günlük hayatımızdaki karşılığını düşünelim. Sabah gözünü açan bir mü’min “Elhamdülillah” diye nefes alırsa, güne içinde yaşadığı âlemi ve o âlemin Rabbini hatırlayarak başlar. Bir lokma ekmek yerken, bir bardak su içerken, sevdikleriyle otururken, ders çalışırken, bir sınavdan çıkarken, bir başarıya imza atarken, bir zorlukla yüzleşirken dilinden şu cümleyi eksik etmezse, hayatının rengi değişir: “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.” Bu tekrar, zamanla kuru bir alışkanlık değil, kalbin sabit bir hâli hâline gelir. Mü’minin bakışı hamdî bir bakışa dönüşür; o artık eşyanın üzerinde sadece problem, eksik, kusur değil, aynı zamanda nimet, hikmet ve rahmet izlerini de görmeye başlar.

“اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعٰلَم۪ينَ” âyeti, Fâtiha’nın gövdesinde, Kur’an’ın kalbinde, mü’minin dilinde ve ruhunda böyle bir dönüşüm başlatır. Kul, bu âyeti her okuduğunda, bir kez daha söz verir: “Benim hamdim, övgüm, minnetim, hayranlığım, şükrüm, içimdeki bütün takdir ve ta’zim duyguları sana aittir Allah’ım. Çünkü sen, sadece benim değil, bütün âlemlerin Rabbisin.” Ve işte bu söz, insanı hakiki kulluğa götüren yolun en sağlam adımlarından biri olur.

 

 

 

 “اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ”

Fâtiha sûresinin üçüncü âyeti, sanki ikinci âyette ilan edilen “Rabbu’l-âlemîn” hakikatinin kalbine çekilmiş bir yakınlık halkası gibidir. Bir önceki âyette, bütün âlemlerin Rabbi olarak tanıttığı kendisini, bu defa iki büyük isimle, Rahmân ve Rahîm olarak bize yeniden takdim ediyor Rabbimiz. Böylece azametin soğuklaştırmadığı, hâkimiyetin uzaklaştırmadığı, rubûbiyetin merhametle birleştiği bir ilâh tasavvuru inşa ediyor.

Fâtiha’nın başında besmelede bu iki ismi zaten duymuştuk: “Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.” Şimdi üçüncü âyette aynı isimlerin tekrar edilmesi, tefsir geleneğinde çokça üzerinde durulan bir inceliktir. Müfessirler derler ki: Allah Teâlâ, kulunu önce besmelede rahmet atmosferine sokar, sonra hamd âyetiyle rubûbiyetini tanıtır, ardından tekrar Rahmân ve Rahîm isimlerini zikrederek kalpte şu dengeyi kurar: “O, Rabbu’l-âlemîn’dir; evet, azamet ve hâkimiyet sahibidir. Ama aynı zamanda, Rabbu’l-âlemîn olan odur ki, rahmeti her şeyi kuşatmış, merhameti mü’min kuluna hususi bir yakınlık olmuştur.” Böylece kul, Rubûbiyet karşısında ezilmeyen, rahmet karşısında da laubâlileşmeyen bir kıvamda durmayı öğrenir.

Ehl-i Sünnet Müfessirleri Rahmân ve Rahîm isimlerini, aynı kökten (rahmet) gelmelerine rağmen mana ve tecelli alanı bakımından ince bir farkla açıklamışlardır. İbn Cerîr et-Taberî’den İbn Kesîr’e, Fahreddin Râzî’den Kurtubî’ye kadar klasik kaynaklarda en çok vurgulanan ayrım şudur: Rahmân, rahmeti bütün varlık âlemlerini kuşatan, dünyada mü’min–kâfir, itaatkâr–isyankâr ayırmadan herkese lütuf ve ihsanını ulaştıran isimdir. Rahîm ise, özellikle mü’minlere yönelen, ahirette ise en parlak tecellisini gösterecek olan hususi rahmettir.

Bu bakış açısıyla Rahmân ismini, genel, kapsayıcı ve yaratılışa bakan bir rahmet olarak; Rahîm ismini ise imanla kurulan bağa ve âhiret saadetine bakan seçkin bir rahmet olarak düşünebiliriz. Güneşin ışığı Rahmân tecellisine benzer; hiç kimsenin penceresini ayırt etmez, doğdu mu herkese ışık verir. Ama o ışığın içinden bir kulun kalbine hidayet nurunun düşmesi, onu Kur’an’la, peygamberle, imanla buluşturması Rahîm tecellisidir. Yeryüzünde dolaşan her canlının rızkını ulaştırmak Rahmân’ın işidir; ama “Allah kendilerinden razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuş” diye anılan kullarına cennette cemalini göstermek Rahîm isminin doruk noktadaki tezahürüdür.

Bir kısım âlimler, Rahmân’ın daha çok Allah’ın zâtına ilişkin, Rahîm’in ise fiillerine ve kullarıyla kurduğu özel ilişkiye bakan bir isim olduğunu söylemiştir. Onlara göre Rahmân, rahmet sıfatının zatî, Rahîm ise fiilî yönünü gösteren isimdir. Bu ince ayrım, sadece kelâmî bir tartışma değildir; kulun kalbinde şu şuurun yerleşmesini sağlar: “Benim Rabbim, özünde rahmet sahibi olandır (Rahmân); bu rahmetini bana ve benim gibi mü’min kullarına özel, derin ve sürekli bir şekilde yöneltendir (Rahîm).”

Ehl-i Sünnet itikadına göre Rahmân ismi, Allah’tan başkası için kullanılamaz. Nitekim Kur’an’da müşriklerin Rahmân ismine yabancı oluşu dikkat çekicidir; Mekkeliler “Allah” lafza-i celâlini biliyor, kabul ediyor, duada zikrediyorlardı; ama “Rahmân” adı karşısında bocalıyor, hatta “Rahmân da kimmiş?” diyecek kadar bilgisizlik gösteriyorlardı. Bu da bize şunu gösterir: İnsanlar çoğu zaman gücü, hâkimiyeti, kahrediciliği tasavvur edebilir; ama rahmeti merkeze alan bir ilâh anlayışını içselleştirmekte zorlanabilirler. İşte Fâtiha’nın üçüncü âyeti, kalbimize şunu kazır: Sizin Rabbiniz, salt güç ve iktidar sahibi bir varlık değil; rahmeti zatının esası, merhameti hükmünün temeli olan Rahmân ve Rahîm’dir.

Bu iki ismin Fâtiha’daki yerini düşünelim. İkinci âyette “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” cümlesiyle, bütün âlemlerin Rabbi olarak Allah’a hamdimizi ilan ettik. Bu cümlede azamet var, büyüklük var, hâkimiyet var. Kul, “Âlemlerin Rabbi” ifadesi karşısında, küçüklüğünü, aczini, hiçliğini derinden hisseder. Hemen ardından gelen “er-Rahmâni’r-Rahîm” ise, bu ezilme hissini ümide ve güvene dönüştürür. Sanki Rabbimiz şöyle buyurur: “Evet Ben, bütün âlemlerin Rabbiyim. Bu büyüklük seni korkutmasın; zira Ben, aynı zamanda senin Rahmânın ve Rahîminim. Gölgesi altında yaşadığın rubûbiyet, rahmetle kuşatılmış bir rubûbiyettir.”

Bu, insan psikolojisi için muazzam bir denge eğitimidir. Sadece “Rabbu’l-âlemîn” deseydi, insan Allah’ı sadece celâl yönüyle, sadece heybetiyle tanıyabilir, bunun sonucunda aşırı bir korkuya, uzaklık duygusuna, “Ben O’nun huzuruna nasıl çıkabilirim?” gibi bir ümitsizliğe savrulabilirdi. Sadece “Rahmân, Rahîm” deseydi, bu defa da azamet boyutu, hesap ve sorumluluk ahlâkı geri planda kalabilir, laubalilik, kayıtsızlık, “Nasıl olsa O çok merhametli” diye hoyratça yaşama tehlikesi doğabilirdi. Fâtiha’daki tertip, bu iki uçtan da koruyan ilâhî bir vesâyettir: Önce Rabbu’l-âlemîn ile celâl, ardından Rahmân ve Rahîm ile cemâl kalbe yerleşir; kul, korku ile ümit arasında sahih bir çizgide yürümeyi öğrenir.

Rivayet tefsirlerinde, Allah’ın rahmetinin genişliğini anlatan hadisler bu iki isimle ilişkilendirilir. Resûlullah’ın “Allah rahmeti yüz parçaya böldü; bir parçasını yeryüzüne indirdi. Annelerin yavrularına olan şefkati, hayvanların birbirine incelik göstermesi, insanların merhamet duyguları hep o bir parçadandır. Geri kalan doksan dokuz parçayı kıyamet gününde mü’min kullarına tahsis edecektir.” meâlindeki hadisi, Rahmân ve Rahîm isimlerinin nasıl bir ufuk açtığını gösterir. Dünyada gördüğümüz bütün şefkat manzaraları, aslında ilâhî rahmetten sadece bir damlanın yansımasıdır. O hâlde Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın rahmetinin genişliğini tasavvur etmek bile, akılları aciz bırakan bir ufuk işidir.

Dirayet tefsirleri ise bu iki ismi, kulun hayatına ve toplum düzenine akseden boyutlarıyla ele alırlar. Kurtubî der ki: “Rahmân ve Rahîm isimlerine iman eden bir kul, merhameti sadece Allah’tan beklemekle kalmaz; kendi ahlâkını da bu iki ismin gölgesinde şekillendirir. O, yeryüzünde Allah’ın rahmet sıfatının bir aynası gibi dolaşmalıdır.” Yani Allah’ı Rahmân ve Rahîm olarak bilen bir insan, zulmü, haksızlığı, kaba ve kırıcı davranışları, merhametsizliği, kalp kırmayı kendine yakıştıramaz. Gönlüne düşen ilâhî rahmet, diline, bakışına, muamelesine, topluma dair tavırlarına yansımalıdır.

Genç bir mü’min için bu noktada şu soru çok önemlidir: “Ben Rahmân ve Rahîm olan bir Rabbe iman ediyorum; peki benim rahmet dilim, ailemde, arkadaş çevremde, sosyal medyada, zayıfa ve düşküne davranışımda, hayvanlara, doğaya, küçüklere muamelemde hissediliyor mu?” Fâtiha’nın üçüncü âyeti, bu anlamda sadece bilgisel bir veri değil, karakter inşa eden bir cümledir.

Yine tefsirler, Rahmân ve Rahîm isimlerinin özellikle dua terbiyesi ile bağlantısına dikkat çeker. Fâtiha’nın ilerleyen âyetlerinde “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” diyeceğiz; sonra “Bizi dosdoğru yola ilet.” niyazında bulunacağız. Kulun, bu yakarışı büyük bir güvenle söyleyebilmesi için kalbinde şu inancın kökleşmiş olması gerekir: “Benim Rabbim Rahmân’dır, Rahîm’dir; Ona yöneldiğimde beni reddetmez, sesimi duyar, hâlimi bilir, beni benden iyi tanır, merhameti gazabını geçmiştir.” İşte bu sebeple, dua cümlelerinden önce Rahmân ve Rahîm isimleri Fâtiha’da ikinci kez tekrarlanır; kulun dili kadar kalbi de duaya hazırlanır.

Bir başka ince nokta da şudur: “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” âyetinde Allah’ı üçüncü şahıs olarak zikretmiştik; “Hamd olsun âlemlerin Rabbine” demiştik. “İyyâke na’budu ve iyyâke nesteîn” âyetine geldiğimizde ise artık ikinci şahsa, yani doğrudan hitap diline geçeceğiz: “Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım isteriz.” İşte bu geçişi mümkün kılan köprülerden biri, “er-Rahmâni’r-Rahîm” ifadesidir. Bir Rabb’i “Rahmân” ve “Rahîm” olarak tanıyan kul, O’na uzaktan değil, yakından, sadece bahsetmez, Ona hitap etmeye başlar. Aradaki mesafeyi kapatan, kulun “O” diyerek anlattığı Rabbine “Sen” diye seslenmesini mümkün kılan şey, bu iki ismin kurduğu rahmet köprüsüdür.

Modern insanın Rabb tasavvurunda çoğu zaman ya aşırı bir mesafelilik ya da saygı eksikliğine varan bir yakınlık problemi görülür. Kimi, Allah’ı sadece zor zamanlarda hatırlanan bir güç, uzakta, ulaşılması imkânsız bir otorite gibi algılar; kimi de O’nu sanki kendi seviyesine indirerek konuşur, aradaki azamet farkını yok sayar. Fâtiha’nın bu ayeti, bu iki uçtan da kurtarıcı bir yolu gösterir. Kul, “Rabbu’l-âlemîn”le Allah’ın büyüklüğünü, “er-Rahmâni’r-Rahîm”le O’nun kalbine yakınlığını aynı anda idrak eder ve “Sen” dediğinde edebini; “O” dediğinde de ümidini kaybetmez.

Günlük hayatımıza baktığımızda, “er-Rahmâni’r-Rahîm” cümlesinin ne kadar hayati bir ihtiyaç olduğunu daha iyi anlarız. Sınav kaygısıyla bunalan, geleceği belirsiz gören, aile içi çatışmalarla yorulan, dünyadaki adaletsizlikler karşısında yüreği daralan bir gencin kalbinde, çoğu zaman şu sorular dolaşır: “Gerçekten beni gören, duyan, anlayan biri var mı? Dünyadaki bunca acı, bunca haksızlık, bunca kırık kalp karşısında merhamet sahibi bir Rabb’in varlığına nasıl inanabilirim?” İşte bu sorular, Fâtiha’nın üçüncü âyetiyle cevap bulur. Allah, kendisini bizzat “Rahmân” ve “Rahîm” diye tanıtıyor. Biz, varlık âlemini sınırlı penceremizden, kısa ömrümüzün dar aralığından seyrediyoruz; çoğu kez bütünü göremediğimiz için hükümde acele ediyoruz. O ise geçmişi, geleceği, dünya ve âhireti birlikte kuşatan bir ilim ve hikmetle hükmediyor; rahmetini bazen kırıkları onararak, bazen düşüşleri yükselişe vesile kılarak, bazen dünyada, bazen ahirette tecelli ettiriyor.

Kul olarak bize düşen, bu iki ismin gölgesinde Rabbimize güvenmektir. Başımıza gelen her hâlde, Rahmân’ın kuşatıcı rahmetini ve Rahîm’in mü’min kuluna hususi iltifatını unutmadığımızda, ağır imtihanlar bile sarsılmaz bir sabrın ve derin bir tefekkürün vesilesi olabilir. Belki anlam veremediğimiz şeyler olur; ama emin olduğumuz hakikat şudur: “Benim Rabbim, Rahmân’dır, Rahîm’dir. Ben her şeyi göremesem de, O’nun tasarrufunda zulüm yoktur, abes yoktur. Hikmetsiz, rahmetsiz bir hüküm vermez.”

Fâtiha’nın üçüncü âyetini namazlarda defalarca okurken, aslında tekrar tekrar şu sözü veriyoruz: “Allah’ım, ben Sen’i sadece ‘kudret sahibi bir varlık’ olarak değil, aynı zamanda Rahmân ve Rahîm olarak tanıyorum. Senden korkum, rahmetine olan güvenimle dengelensin; rahmetine güvenim, hesap gününü unutturacak kadar beni gevşetmesin. Kalbimi rahmetinle diri kıl; dilimi, bakışımı, davranışlarımı, insanlarla ilişkimi de bu iki ismin bereketiyle güzelleştir.”

Böylece “اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ” sadece Fâtiha’nın içindeki bir ara cümle olmaktan çıkar; kulun Allah’ı tanıma serüveninde, imanın ve kulluğun merkezine yerleşen iki büyük isim hâline gelir. Besmele ile başlayan rahmet iklimi, hamd ile ilan edilen rubûbiyetin içine yerleşir; Rahmân ve Rahîm isimleri, kulluğu korku ile ümit arasında, azamet ile yakınlık arasında, hesap şuuru ile merhamet umudu arasında dengeli bir çizgiye taşır. Mü’min bu âyeti her okuyuşunda, kalbinde şu cümleyi tazeler: “Ben, Rabbu’l-âlemîn olan, ama aynı zamanda Rahmân ve Rahîm olan bir Rabbin kuluyum.” İşte bu şuur, insanı hem kendine hem Rabbine hem de bütün âlemlere karşı bambaşka bir seviyede diri ve uyanık tutar.

 

 

 “مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ”

Fâtiha sûresinin dördüncü âyeti, sanki kalbimizin en derin yerine yazılmak için inmiş kısa ama sarsıcı bir cümledir: “Mâliki yevmi’d-dîn” – “Din gününün / ceza ve hesap gününün sahibidir.” İlk üç âyette Rabbimizi rahmetiyle, rubûbiyetiyle, âlemleri kuşatan merhametiyle tanıyan kul; şimdi bu âyette O’nun adaletle hükmettiği, herkesin hesabını eksiksiz gördüğü o büyük güne çekilir. Rahmân ve Rahîm isimlerinin gönülde uyandırdığı ümit ve sükûnet, bu sefer “yevmi’d-dîn” hakikatiyle ciddiyet ve sorumluluk bilinciyle dengelenir.

Âyetin başındaki “Mâlik” kelimesi, Ehl-i Sünnet tefsirlerinde iki sahih kıraat üzerinden açıklanır: “Mâliki yevmi’d-dîn” ve “Meliki yevmi’d-dîn.” Kıraat imamlarından Nâfi’, Asım ve Ebû Amr’dan gelen meşhur rivayette kelime “Mâlik” (sahip olan) şeklinde; İbn Âmir, Kisâî ve diğer bazı imamların kıraatinde ise “Melik” (mutlak hükümdar, sultan) şeklindedir. Her iki kıraat da Resûlullah’tan sahih senetlerle nakledilmiş, Kur’an’ın mütevatir tilavet şekilleri arasında yer almıştır. Ehl-i Sünnet âlimleri, bu iki okuyuşun bir çelişki değil; manayı zenginleştiren, birbirini tamamlayan iki tecelli olduğunu söylemişlerdir.

“Mâlik”, mülkün gerçek sahibi, tasarruf yetkisi kendisinden başkasına ait olmayan, dilediği gibi dileyen ve dileyen hiçbir güce hesap vermek zorunda olmayan anlamını taşır. “Melik” ise, hükmeden, kanun koyan, emir veren, itaat edilmeye layık olan hükümdar demektir. Dünya hayatında insanlar “melik” sanılabilir; hükümdar, sultan, devlet başkanı diye anılabilirler. Fakat onların melikliği geçicidir, sınırlıdır; hem zamanla kuşatılmıştır hem imkânla. Ayrıca hiçbirinin “mâlik”liği mutlak değildir; ne kendilerini, ne ömürlerini, ne topraklarını, ne de kalpleri istedikleri gibi yönetecek güçleri yoktur.

Bu yüzden müfessirler derler ki: “Mâlik” kıraati, Allah’ın âhiret gününe dair tam mülkiyetini; “Melik” kıraati ise, o günün mutlak hükümranlığını ve saltanatı ifade eder. Dünyada nice zalimler, nice haksızlıklar, nice sahte ilahlar, nice sahte otoriteler ortaya çıkar; zulmüyle korkutan, gücüyle büyülenen insan yığınları oluşur. Lâkin “yevmi’d-dîn” geldiğinde, bütün bu sahte otoritelerin maskesi düşecek; Kur’an’ın ifadesiyle “Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhâr olan Allah’ındır.” hakikati ortaya çıkacaktır. İşte Fâtiha’nın bu âyeti, daha dünyanın içindeyken bize o sahneyi hatırlatır: “Bilin ki, asıl mülk, asıl hükümranlık, asıl tasarruf, hesabın görüldüğü o günde bütünüyle Allah’a aittir.”

“Yevm” kelimesi, bildiğimiz anlamda sadece yirmi dört saatlik bir süre değildir. Kur’an’da “yevme yecme’ukum li-yevmi’l-cem’” ve benzeri ayetlerde olduğu gibi “yevme’l-kıyâme”, “yevmi’d-dîn”, “yevmin azîm” tabirleri, göklerin ve yerin düzeninin altüst edildiği, mahlûkatın hesaba çekildiği, sonsuz âhiret hayatına geçiş eşiği olan o büyük hakikate işaret eder. Yani buradaki “yevmi’d-dîn”, bizim sayılarla ölçtüğümüz herhangi bir gün değil; bütün hayatların, bütün çağların, bütün gizli ve açık amellerin buluştuğu o büyük hakikat günüdür.

“Din” kelimesi ise bu bağlamda iman, şerîat, İslam manasından ziyade “ceza, karşılık, hesap ve hüküm” anlamında kullanılmıştır. Arapça’da “kemâ tedînü tudân – nasıl muamele edersen öyle muamele görürsün” atasözü, din kelimesinin “karşılık görmek, ceza ve mükâfatla muamele edilmek” anlamına işaret eder. “Yevmi’d-dîn” demek, “karşılık günü, ceza ve mükâfat günü, herkesin yaptığının tam karşılığını aldığı gün” demektir. Ehl-i Sünnet müfessirleri bu noktada ittifakla şunu vurgularlar: Allah Teâlâ, dünyada insana mühlet verir; imkân tanır, kapıları açar, imtihan eder, fırsatlar verir. Fakat bütün bu sürecin nihai bir hesabı ve sorgusu vardır. İşte o gündeki tam mülkiyet ve hüküm, yalnız Allah’a aittir.

Bu âyetin Fâtiha’daki yerine baktığımızda müthiş bir terbiye zinciri görürüz. İlk ayette besmele ile rahmet ve isim bilinci verildi: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…” İkinci ayette hamd ve rubûbiyet öğretildi: “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” Üçüncü ayette, bu Rabbin rahmet eksenli sıfatları tekrar vurgulandı: “O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” Şimdi, dördüncü ayette, bütün bu rahmet atmosferinin yanına ilahi adalet ve hesap bilinci konuluyor: “(O Allah ki) din gününün sahibidir.”

Rahmet ve hesap… Cemâl ve celâl… Ümit ve korku… Fâtiha, kulun kalbini bu iki hakikat arasında olgunlaştırır. Rabbini sadece Rahmân ve Rahîm olarak bilen ama hesap gününü unutan bir insan, günaha cesur, harama cüretkâr, zulme meyilli, sorumluluk duygusundan uzak bir hale düşebilir. Rabbini sadece hesaptan, cezadan, azaptan ibaret gören ama Rahmân ve Rahîm sıfatlarını unutan bir insan ise ümitsizliğe, karamsarlığa, dinden soğumaya, kendi nefsini affedilmez görmekten doğan bir kırılışa savrulabilir. Ehl-i Sünnet çizgisi, işte bu ayetlerle kalbimizde dengelenir: Allah, rahmeti gazabını geçmiş olandır; fakat o rahmetin, adalet ve hesap bırakmadığı bir keyfîlik, “nasıl olsa affeder” diyerek günaha koşmayı teşvik eden bir gevşeklik olmadığı da bu âyette hatırlatılır.

“Mâliki yevmi’d-dîn” ifadesi, dünya hayatındaki adalet problemlerine de cevap mahiyetindedir. Hepimiz biliyoruz ki, bu dünya eksik bir adalet yurdudur. Masumların haksızlığa uğradığı, zalimlerin elini kolunu sallayarak dolaştığı, büyük suçların çoğu kez cezasız kaldığı, nice iyiliklerin kimsenin dikkatini çekmeden unutulup gittiği bir hayat yaşıyoruz. Eğer insan, hakikati sadece bu dünya ile sınırlar ve “adalet yalnızca burada olup bitecek” zannederse, ya isyana ya inkâra ya da umutsuzluğa yönelir. Fâtiha’nın bu âyeti, kalbe şu hakikati işler: “Bu dünya nihai adalet yurdu değildir; burası imtihan alanıdır. Esas hüküm, esas mahkeme, esas mükâfat ve ceza ‘yevmi’d-dîn’de, yani karşılık gününde ortaya çıkacaktır. Ve o günün mâliki yalnız Allah’tır; kimsenin şefafatı, torpili, parası, makamı, gücü O’nun hükmünün önüne geçemez.”

Klasik tefsirlerde bu nokta özellikle vurgulanır. Allah Teâlâ dünya hayatında, sebepler perdesi arkasında hükmeder. Zâhiren insanlar karar verir, mahkemeler hüküm verir, devletler cezalandırır veya ödüllendirir. Bu sebepler âlemi, imtihan sırrının bir gereğidir. Fakat “yevmi’d-dîn” geldiğinde, bütün perdeler kalkacak; hüküm doğrudan ve açıktan Allah’a ait olacaktır. O gün, hiçbir zulmün üzeri örtülü kalmayacak; kimse “ben bilmiyordum, haberim yoktu, aslında öyle değildi” diyerek hakikati çarpıtamayacak. Zira Kur’an’ın ifadesiyle, kişinin ağzı mühürlenecek; elleri, ayakları, derileri, mekânlar, zamanlar, kayıtlar, melekler konuşacak; insanın lehindeki ve aleyhindeki her şey şahitlik yapacaktır.

“Mâlik” vasfının özellikle “yevmi’d-dîn”e izafe edilmesi de üzerinde düşünülmesi gereken bir inceliktir. Elbette Allah, dünya günlerinin de, tüm zamanın da, tüm mekânların da malikidir. Fakat burada özellikle “din günü” vurgulanır. Müfessirler derler ki: Dünyada insanlar kendilerini sahip zannederler; kimisi makamın, kimisi paranın, kimisi güç ve otoritenin, kimisi belli imkânların sahibi gibi davranır. Hatta kimi zaman, Allah’ın kullarına ait olan şeyler üzerinde, sanki kendisi mutlak tasarruf sahibiy-miş gibi buyruklar verir. İşte “yevmi’d-dîn”de bütün bu sahte malikiyet iddiaları yok olur; gerçek malikiyetin tek sahibi ortaya çıkar. Bu yüzden “Mâlik” isminin yanına “yevmi’d-dîn”in konulması, dünyevî malikiyet ve otorite iddialarının geçiciliğini ve kırılganlığını göstermeyi amaçlar. Dünyada handsız saydığın mülkün, hesabını vereceğin bir yük hâline gelir; eğer o mülkü Mâlikü’l-mülk’ün rızası doğrultusunda kullanmadıysan.

Bu âyet, bir genç için son derece güçlü bir “hesap bilinci” inşa eder. Çoğu zaman gençlik, kendini “şimdiki an”a hapsetmenin, geleceği ciddiye almamanın, sorumluluğu ertelemenin en yoğun yaşandığı dönemdir. “Nasıl olsa daha çok gencim; sonra tövbe ederim, ileride toparlarım, gelecekte daha iyi bir kul olurum.” deyip günahı hafife alma eğilimi, nefsin klasik oyunlarındandır. Fâtiha’nın dördüncü âyeti, her rekâtta tekrar ederek adeta kula fısıldar: “Unutma, seni bekleyen bir ‘yevmi’d-dîn’ var. Bugün attığın her adım, yaptığın her tercih, yazdığın her cümle, izlediğin her görüntü, kurduğun her ilişki, kurban ettiğin her değer, savunduğun her hakikat veya sattığın her ilke, o gün karşına çıkacak. Ve o günün mâliki sensin sanma; tek malik Allah’tır. Bugün serbestmiş gibi görünen alanlar, yarın sorgunun konusu olacak.”

Ehl-i Sünnet tefsirlerinde, bu âyetin Fâtiha’daki akış açısından bir başka işlevine de işaret edilir. Bir önceki âyette Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla yumuşayan, sükûnete eren kalp; bu defa hesap günü hakikatiyle uyanır, toparlanır, ciddileşir. Hemen ardından gelen “İyyâke na’budu ve iyyâke nesteîn – Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz.” cümlesi, bu zihnî ve kalbî hazırlığın ardından bir ahit ve sözleşme gibi gelir. Yani kul, önce Rabbini tanır; sonra hesap gününü hatırlar; ardından O’nun huzurunda şöyle bir söz verir: “Öyleyse ben sadece Sana ibadet edeceğim, sadece Senden yardım isteyeceğim.” Bu açıdan bakınca “Mâliki yevmi’d-dîn”, kulun, ibadet ve dua sözleşmesine hazırlanması için kalbine yerleştirilen bir “hesap bilinci”dir.

Tefsir kitaplarında, “yevmi’d-dîn” ifadesinin özellikle “din” kelimesiyle gelmesinin de ayrı bir inceliği olduğu zikredilir. Çünkü din, sadece “bir inançlar bütünü” değil; aynı zamanda “hayata bakış, ahlâk, sorumluluk, hesap bilinci, kulluk şuurudur.” “Yevmi’d-dîn”, “dinin hakikatinin tam ortaya çıktığı gün”dür de denilebilir. Bugün insanlar, din ile alay edebilir, hükümlerini hafife alabilir, ahlâkî ilkelerini görmezden gelebilirler. Kimi modern ideolojiler, “Hesap yok, ahiret yok; insan yalnızca bu dünyaya mahsus bir varlıktır, dilediğini yapma özgürlüğüne sahiptir.” şeklinde bir hayat tasavvuru dayatır. Fâtiha’nın bu ayeti, bu iddianın karşısına ilâhî bir cümleyle dikilir: “Hayır, bir yevmi’d-dîn var. Her dinleyenin, her reddedenin, her alaya alanın, her ciddiye alanın, her yaşayanın, her ölenin buluşacağı bir karşılık günü var. Ve o günün tek hâkimi Allah’tır.”

Burada bir başka eğitim yönü daha ortaya çıkar: “Mâliki yevmi’d-dîn” inancı, mü’mini intikamcı değil, adalet yanlısı kılar. Çünkü bilir ki, nihai adaleti sağlayacak olan kendisi değil; Allah’tır. Bu yüzden, haksızlığa uğradığında çaresizce “Benim hakkımı kim savunacak?” diye isyana kapılmaz; ama zulme karşı sessiz kalmaz, gayret eder, hakkı savunur. Gayretinin nihai neticesi dünyada görünmese bile, “yevmi’d-dîn”de bunun boşa gitmeyeceğine iman eder. Bu iman, onu hem pasif bir teslimiyetçiliğe hem de öfke dolu, yakıp yıkan bir intikamcılığa düşmekten korur. Ehl-i Sünnet’in adalet ve kader anlayışı, işte bu ayetin gölgesinde dengelenir: Kader bahane edilerek zulüm meşrulaştırılamaz; ama zulüm karşısındaki mücadelenin de Allah’ın hükmüne bağlı olduğu unutulmaz.

“Mâliki yevmi’d-dîn” âyetinin bireysel hayatımızdaki yansıması, “iç denetim” dediğimiz şeydir. İnsan, sadece dış denetime bağlı yaşarsa; kimsenin görmediği yerde her şeyi kendine mübah görebilir. Kamera yoksa, yetkili yoksa, kanun onu yakalamıyorsaysa; nefsine uyması çok kolaylaşır. Fakat kalbinde “Yevmi’d-dîn” bilinci taşıyan bir mü’min için, en tenha yer bile Allah’ın gözetimi altındadır; en gizli günah bile yarın ortaya çıkarılacak bir kayıttır. Bu yüzden, Fâtiha’nın bu ayetini her okuyuşumuzda içimizde şu duyuş tazelenir: “Ben sadece insanların beni gördüğü kadar değil, Allah’ın beni bildiği kadar sorumluyum.” İşte bu şuur, insanda takvâ denilen içsel koruyucu mekanizmanın temelini oluşturur.

Sonuç olarak “مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ”, Fâtiha sûresinin omurgasında, yakınlığın yanına ciddiyeti, rahmetin yanına adaleti, ümidin yanına hesap bilincini koyan bir ilâhî cümledir. Kul, bu âyeti her okuyuşunda, hem kendi nefsine hem dünyaya hem de geleceğine dair şu üç hakikati hatırlar:

Benim Rabbim, sadece rahmet sahibi değil; aynı zamanda hesap gününün mutlak sahibidir.
Bu dünya, nihai adalet yurdu değildir; görünür–görünmez bütün ameller, yevmi’d-dîn’de karşılığını bulacaktır.
Ben, bugün attığım her adımın, söylediğim her sözün, taşıdığım her niyetin, yaptığım her tercihin hesabını o gün vereceğim.

Ve nihayet mü’min, Fâtiha’nın dördüncü âyetini bitirdiğinde, kalbinde şu sükûnet ve ciddiyet birlikte yerleşir: “Ben, Rahmân ve Rahîm olan, âlemlerin Rabbi ve din gününün mâliki olan bir Rabbe kulum.” İşte bu şuurla söylenecek bir sonraki cümle, artık sıradan bir söz değil; bilinçli bir ahit olur: “İyyâke na’budu ve iyyâke nesteîn.”

 

 

 “اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ”

Fâtiha sûresinin beşinci âyeti, şimdiye kadar anlatılan her şeyi bir sözleşmeye, bir ahde, bir yönelişe dönüştüren merkez cümle gibidir. İlk dört âyette kul, Rabbini tanımış; O’nu isimleriyle, sıfatlarıyla, rahmetiyle, rubûbiyetiyle, âhirete hâkim oluşuyla öğrenmiştir. Artık bilgi, itirafa; marifet, ahde; tanıma, teslimiyete dönüşür. Bu âyet, kulluğun dilini öğretmekten öte, kulluğun özünü özetleyen bir kelime zinciridir: “Ancak Sana kulluk ederiz, yalnız Senden yardım isteriz.”

Kur’an’ın büyük müfessirleri, bu âyetin Fâtiha’nın kalbi, Fâtiha’nın ise Kur’an’ın kalbi olduğu yorumunu özellikle vurgularlar. Çünkü burada hem tevhid, hem ubûdiyet, hem tevekkül, hem ihlâs, hem de cemaat bilinci aynı cümlede toplanmıştır. Hadis-i kudsîde, Fâtiha’yı kul ile Rabbi arasında paylaştıran ilâhî beyan hatırlanır: Allah Teâlâ, “Fâtiha’yı kulum ile aramda ikiye böldüm: Yarısı benim içindir, yarısı kulum içindir, kulum dilediği kendisine verilecektir.” buyurur; “İyyâke na‘budu ve iyyâke neste‘în” kısmına gelince, “Bu benimle kulum arasındadır; kulum için dilediği verilecektir.” buyurduğu rivayet edilir. Böylece bu âyet, hamd ile duanın, marifet ile talebin, kul ile Rabbin buluştuğu eşik hâline gelir.

Cümlenin en dikkat çekici yönlerinden biri, kelimelerin dizilişindeki inceliktir. Arapçada normal söz dizimi “Na‘buduke ve neste‘înuke – Sana ibadet ederiz ve Senden yardım isteriz.” şeklinde olabilirdi. Oysa burada mef‘ûller (yani “iyyâke”) başa alınmış, fiiller geriye bırakılmıştır: “Yalnız Sana ibadet ederiz, yalnız Senden yardım isteriz.” Belâgat âlimleri, mef‘ûlün bu şekilde başa alınmasını “hasr” ve “tahsis” olarak açıklarlar. Yani anlam, sadece “Sana ibadet ederiz” değildir; “Yalnız ve ancak Sana ibadet ederiz; ibadetimizi hiçbir şeye ve kimseye ortak etmeyiz.” mânası yüklenir. Aynı şekilde “iyyâke neste‘în” cümlesi de sadece “Senden yardım isteriz” demekle kalmaz; “Hakiki anlamda yardımı yalnız Senden ister, asıl dayanacağımız merci olarak yalnız Seni tanırız.” diye bir tevhid vurgusu taşır. Böylece âyet, ibadet ve istiâne sahasında kalbi, başkasına pay bırakmayacak şekilde Allah’a tahsis etmeyi öğretir.

“Na‘budu” fiilindeki çoğul kip de ayrıca anlamlıdır. Kul, namazda tek başına bile olsa, “İyyâke a‘budu” demez; “İyyâke na‘budu” der. Yani “Ben değil, biz…” Bu, mü’minin, kendisini yalnız bir birey olarak değil, ümmetin bir parçası, kulluk halkasının içindeki bir fert olarak görmesi demektir. İnsan, tek başına Rabbine yönelse bile, o yönelişe bütün mü’minlerin secdesinin, kıyamının, duasının, yakarışının gölgesi eşlik eder. “Na‘budu” derken, Âdem’den bu yana yaşamış bütün mü’minlerin safına girer, onların çizgisini sahiplenir, “Ben tek başıma değilim, ben mü’minlerin heyetindenim.” demiş olur. Aynı zamanda “ben ibadet ediyorum” diyen nefsin gizli gururunu da kırar: “Biz ibadet ediyoruz.” diyerek kulluğu kendi benliğine mal etmemeyi, kulluğu bir lütuf, bir nasip olarak görmeyi öğrenir.

“Na‘budu” fiilinin kökünde “ubûdiyet”, yani kulluk vardır. Ulemanın ittifakıyla ibadet sadece şekil ve ritüelden ibaret değildir; ibadet, sevginin en derin hâli, saygının en yüksek tezahürü, teslimiyetin en tam biçimi, boyun eğmenin en uç noktasıdır. Fahreddin Râzî, ibadeti şöyle tarif eder: “İbadet, kendisinde itaati en yüksek derecede hak eden bir zata, sevgi ve ta‘zimle birlikte en ileri derecede itaat etmektir.” Yani ibadette sadece korku yoktur; sevgi, saygı, hayranlık ve teslimiyet birlikte bulunur. İbadet, sadece bedenin bir hareketi değil; kalbin, aklın, iradenin, arzunun bir eğilişidir. Secdeye kapanan alın, önce gönülde kapanan bir gururun, diz çöken bir benliğin dışa vurumudur.

Bu yüzden, “İyyâke na‘budu” cümlesi, sadece namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri değil, hayatın bütününü içine alır. Ehl-i Sünnet müfessirleri, ubûdiyeti şu üç ana alanda düşünürler: Kalbin ibadeti, dilin ibadeti, bedenin ibadeti. Kalbin ibadetinde niyet, ihlâs, muhabbet, haşyet, rızâ, sabır, tevekkül gibi hâller vardır. Dilin ibadetinde zikir, tilâvet, dua, tesbih; bedenin ibadetinde ise namaz, oruç, infak, cihad, amel, ahlâkî tavır ve insanlar arası muameleler. Mü’min, bütün bu alanlarda “iyyâke na‘budu” sözünü gerçekleştirmeye çalışır. Yani sadece secdede değil; alışverişinde, aile hayatında, ilim yolculuğunda, kalabalıkta ve yalnızlıkta, öfkelendiğinde ve sevindiğinde, hülasa hayatın her alanında “Ben bunu kimin kulu olarak yapıyorum?” sorusunu kendine sorar.

Âyetin ikinci kısmı, “ve iyyâke neste‘în” cümlesi, ubûdiyetin ayrılmaz bir parçası olarak istiâne, yani yardım talebini gündeme getirir. İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyim, bu âyeti uzun uzun şerh ederken şu hakikatin altını çizerler: “İyyâke na‘budu” ile ibadette tevhid; “ve iyyâke neste‘în” ile istiânede tevhid talim edilir. Yani sadece Allah’a kul olmak ve sadece Allah’tan yardım istemek, tevhidin iki kanadı gibidir. Biri eksik olduğunda, diğeri de kemalini bulamaz. Sadece ibadeti öne çıkaran, ama hayatının yükünü kendine, gücüne, çevresine, makamına, paraya havale eden bir insan, ubûdiyeti tam anlamamış demektir. Sadece “Yardım et Allah’ım” deyip hiçbir sorumluluk almayan, hiçbir edim ortaya koymayan, ibadeti, gayreti, çalışmayı ihmal eden bir insan da istiâneyi yanlış anlamış demektir. Fâtiha, bu iki alanı dengeler: “Biz, bütün hayatımızda yalnız Sana kulluk etmeye söz veriyoruz; bu kulluğu hakkıyla yaşayabilmek için de yalnız Senden yardım diliyoruz.”

“İsti‘âne”nin mânası, sadece zor anlarda “Allah’ım yardım et” demekle sınırlı değildir. O, kulun, her işinde kalben dayanma merkezini belirlemesidir. Bir mü’min doktora gider, tedbir alır, ilaç içer; ama şifayı doktordan değil, Allah’tan bekler. Öğrenci dersine çalışır, plan yapar, program uygular; ama neticeyi zekâsından, hocasından, çevresinden değil, Allah’ın lütfundan bilir. Rızık için işini kurar, gayret gösterir; ama sebeplere değil, Rezzâk olan Rabbine güvenir. İşte “iyyâke neste‘în” cümlesi, sebepleri reddetmeden, onlara tapınmadan, sebebi sebep olarak görüp, sonucu Allah’tan bilmenin tevhidî dengesini kalbe yerleştirir.

“İyyâke na‘budu ve iyyâke neste‘în” âyetinde ayrıca, kulun üçüncü şahıstan ikinci şahsa geçişi vardır ki, buna belâgatta “iltifât” denir. Fâtiha’nın ilk üç âyetinde Allah’tan üçüncü şahıs olarak bahsediyorduk: “Hamd olsun âlemlerin Rabbine; O, Rahmân’dır, Rahîm’dir; din gününün mâlikidir.” Burada “O” diye anlatılan Rabb’e, bu âyette birden bire “Sen” diye hitap edilmeye başlanır: “Ancak Sana ibadet ederiz, yalnız Senden yardım isteriz.” Bu ani dönüş, kul ile Rabbi arasındaki mesafeyi kapatan, marifetin muhabbete, bilginin muhasebeye, tasdikin duaya dönüştüğü noktadır. Artık kul, Rabbini sadece konuşulan bir bilgi konusu olarak değil, seslenilen, kendisine yönelinen, huzuruna çıkılan bir Zât olarak hisseder. Bu, Kur’an’ın kalbi eğiten üslubudur: “Sadece Allah’tan bahsetme; Allah’la konuş, O’na hitap et, O’na söz ver.”

Bu âyet, aynı zamanda insanın özgürlük ve teslimiyet dengesini de yeniden tanımlar. Modern ideolojiler, insanı ya “sınırsız özgürlük sahibi” bir varlık olarak sunar, “Kendinden başka otorite tanıma.” der; ya da onu başka beşerî otoritelerin, ideolojilerin, modaların, güç merkezlerinin kölesi hâline getirir. Fâtiha’nın bu cümlesi, kulluğu sadece Allah’a has kılarak, insana en büyük özgürlüğü bahşeder: “Biz yalnız Sana kulluk ederiz.” demek, “Hiçbir ideolojinin, hiçbir nefsin, hiçbir putun, hiçbir beşerin önünde eğilmeyiz; sadece Senin huzurunda eğiliriz.” demektir. Bu cümlenin içinde hem tevazu, hem izzet; hem teslimiyet, hem hürriyet vardır. Çünkü Allah’ın kulu olan, başkasına kul olmaktan kurtulur; Allah’tan yardım dileyen, başkasının yardımını bir tür esaret kapısına dönüştürmez.

Müfessirler, bu âyetin kalpte “ihlâs” denen saf inancı ve samimiyeti yerleştirmek için indiğini de vurgularlar. “İyyâke na‘budu” sözü, ibadetin riyadan, gösterişten, çıkar hesabından, sırf dünya menfaati için ibadetten temizlenmesi çağrısıdır. Kul, namaz kılarken, Kur’an okurken, hayır işlerken, ilim yolunda yürürken, kalbinin bir kenarında insanlar görsün, takdir etsin, övsün, alkışlasın, itibarım artsın, işlerim açılsın, makamım yükselsin gibi hesaplar taşıyorsa, bu âyet ona ayna tutar: “Sen gerçekten yalnız Allah’a mı ibadet ediyorsun, yoksa ibadetlerin içine başka beklentiler de karıştırıyor musun?” Aynı şekilde “iyyâke neste‘în” cümlesi, yardım istemeyi sadece dilde bırakmayıp, kalpteki tevekkül ve teslimiyetin yönünü düzeltir.

Bu âyetin günlük hayattaki izdüşümlerini düşündüğümüzde, ne kadar büyük bir ahlâk ve şahsiyet eğitimi verdiğini daha iyi görürüz. Mesela genç bir insan, hayatına bir rota çizerken, meslek seçerken, arkadaşlık kurarken, sosyal medyada bir şey paylaşırken, bir güzel işe niyetlenirken veya bir günahtan kaçmaya çalışırken, içinden şu soruyu geçirebilir: “Ben bunu bir kul olarak kimin rızası için yapıyorum? Bu adım, ‘iyyâke na‘budu’ sözüme yakışıyor mu? Bu noktada gerçekten ‘iyyâke neste‘în’ diyerek Rabbime dayanıyor muyum, yoksa sadece nefse, trendlere, çevre baskısına mı kulak veriyorum?” Bu iç muhasebe, Fâtiha’nın namazda sık sık tekrar edilmesinin hikmetlerinden biridir. Her rekâtta bu sözleri yeniden söylemek, aslında her gün, hatta her günün her bölümünde kulluk sözleşmesini tazelemek anlamına gelir.

Ehl-i Sünnet tefsir geleneğinde, bu âyetin Fâtiha’nın başındaki hamd ve sonundaki dua kısmını birleştiren bir köprü olduğu da ifade edilir. İlk dört âyette Allah’ı tanıdık, hamd ettik, rahmetini, rubûbiyetini, hesap günündeki malikiyetini anlattık. Sonraki âyetlerde “Bizi dosdoğru yola ilet…” diye dua edeceğiz. İşte “İyyâke na‘budu ve iyyâke neste‘în”, bu ikisi arasında kulun imzasıdır. Sanki kul şöyle der: “Ey Rabbim! Seni böyle tanıdım, böyle hamd ettim, böyle Rahmân ve Rahîm, böyle din gününün Mâliki bildim. O hâlde Sana söz veriyorum: Yalnız Sana ibadet edeceğim ve yalnız Senden yardım dileyeceğim. Şimdi bu sözümün ardından Senden bir şey isteyeceğim: Beni dosdoğru yola ilet…” Böylece dua, rastgele bir talep olmanın ötesine geçer; hamdin, marifetin ve ahdin doğal bir devamı hâline gelir.

Bütün bunların ışığında, “اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ” âyeti, sadece Kur’an metni içinde durup okunan bir cümle değil; bir mü’minin bütün ömrüne yayılması gereken bir imza cümlesidir. Mü’min, güne başlarken, zor bir işe adım atarken, büyük kararlar alırken, içinden bu cümleyi geçirirse, yönü ve niyeti berraklaşır: “Ben bugün, bu işte, bu yolda, yalnız Allah’ın kulu olarak yaşayacağım ve bu yolu yürürken de tek dayanağım O’nun yardımı olacak.”

Sonunda kul, Fâtiha’nın bu beşinci âyetini her okuyuşunda aslında şu üç şeyi tazeliyordur: Kime kul olduğunu, kime kul olmayacağını, kimin yardımına güveneceğini. “Yalnız Sana ibadet ederiz” diyerek tüm sahte ilahları reddeder; “yalnız Senden yardım isteriz” diyerek tüm sahte dayanakları kalbinden indirir. İşte böyle bir kalbin duası, bir sonraki âyette dile gelen “Bizi dosdoğru yola ilet.” niyazına, bambaşka bir derinlik ve ağırlık kazandırır. Çünkü artık bu dua, sadece dille söylenmiş bir temenni değil; tevhid ve ubûdiyetle mühürlenmiş bir sözleşmenin devamı hâline gelmiştir.

 

 

 

 “اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ”

Fâtiha sûresinin altıncı âyeti, kulun Rabbine karşı kurduğu bütün o ilim, marifet ve ahit cümlelerinin içinden süzülerek gelen bir yakarış, bir niyaz cümlesidir: “Bizi dosdoğru yola ilet.” İlk âyetlerde Allah’ı rahmetiyle, rubûbiyetiyle, din gününün mâliki oluşuyla tanıyan; ardından “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım isteriz.” diyerek bir kulluk sözleşmesi yapan insan, şimdi o sözün altını imzalamak için ihtiyaç duyduğu en temel nimeti ister: Hidayet. Çünkü hidayet olmadan ibadet de olmaz, istikamet de olmaz, söz de ayakta duramaz.

Âyetin ilk kelimesi “ihdinâ”dır. “Hüdâ” kökünden gelen bu fiil, sadece “yol göstermek”ten ibaret değildir; Ehl-i Sünnet müfessirleri hidayeti dereceler halinde anlatmışlardır. Taberî, İbn Kesîr, Râzî ve diğerleri hidayetin önce “beyan ve irşad” olduğunu söyler: Hak ile bâtılın, doğru ile eğrinin, yol ile yol olmayışın açıklanması… Sonra “tevfîk ve ilham”dır: Kulun o hak yolu hem aklıyla kavrayabilmesi, hem kalbiyle sevebilmesi, hem iradesiyle tercih edebilmesi için Allah’ın içte bir “güç” ve “istek” yaratması… Sonra da “sâbit kılma ve arttırma”dır: Bulunan yolun üzerinde kaymadan, sapmadan, bıkmadan yürüyebilmek, her adımda biraz daha derinleşmek…

Bu sebeple, Fâtiha’yı her okuyuşumuzda “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” derken aslında sadece “Bana yolu göster.” demiyoruz. Zaten mü’min olmuşuz, namaza durmuşuz, Fâtiha okuyoruz; yolu hiç bilmeyen bir kimse gibi değiliz. Buna rağmen her rekâtta “ihdinâ” dememiz, müfessirlerin ifadesiyle şu anlam katmanlarını taşır: “Ey Rabbimiz, bizi doğru yola sevk et, bu yolda sebat ettir, dinde yakîn nasip et, zayıfladığımız yerde destek ol, şaşırdığımız yerde düzelt, bildiğimiz hakikatleri yaşamaya muvaffak eyle, yaşadıklarımızı da ihlâsla derinleştir.” Yani hidayet, bir defalık verilmiş bir “adres bilgisi” değil; nefes aldığımız her an yeniden muhtaç olduğumuz, sürekli akan bir rahmettir.

“İhdinâ” kelimesindeki çoğul kip de önceki âyetteki “na‘budu”ya paralel şekilde, kulluğun şahsî olduğu kadar ümmetle birlikte yaşanan bir hâl olduğunu hatırlatır. Kul, namazda tek başına dursa bile “Beni doğru yola ilet” demez, “Bizi doğru yola ilet” der. Böylece sadece kendi istikametini değil, ailesinin, sevdiklerinin, bütün mü’minlerin ve hattâ bütün insanlığın hidayetini yüreğine dert edinir. “Ben kurtulayım da başkası ne olursa olsun.” bencilliği, bu duanın ruhuna terstir. Âyet, bize şu şuurunu öğretir: “Benim Rabbim, Rabbu’l-âlemîn’dir; ben de kendimi sadece kendi küçük dünyama hapsedemem. Benim dilimden dökülen hidayet duası, bütün bir ümmetin ve insanlığın istikamet arayışını kuşanmalıdır.”

Gelelim “sırat” kelimesine… Arap dilinde “sırat”, düz, açık, geniş, insanları emniyetle menzile ulaştıran yol demektir. Kelimenin içinde hem açıklık vardır (karanlık patika değil, belli, seçilebilir bir ana yol), hem de sağlamlık vardır (uçurum kenarında, kaygan zeminde değil, güvenli zeminde yürüyüş). Kur’an’ın başka yerlerinde de “Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyun; başka yollara uymayın ki sizi O’nun yolundan ayırmasın.” buyurularak, bir tek “sırat”ın karşısında çok sayıda “sübül”den, yani tali yollardan söz edilir. Bu da gösterir ki hak yol tektir; sapmalar, çatallaşmalar, dalâlet yolları ise çoktur. Hakikat, bir tane; onu bozan, gölgeleyen, çarpıtan ihtimaller ise sayısızdır.

“Sırat” kelimesinin belirli “el” takısıyla gelmesi de önemlidir: “es-sırâta’l-müstakîm” derken aslında “herhangi bir doğru yol”u değil, “bilinen, tanıtılan, Allah’ın katında makbul olan tek doğru yolu” istiyoruz. Müfessirler, “sırat-ı müstakîm”i tarif ederken farklı ifadeler kullanmış ama nihayette aynı noktada birleşmişlerdir. Kimisi “İslam” demiş; kimisi “Kur’an ve Sünnet çizgisi” demiş; kimisi “Hz. Peygamber’in ve ashabının yolu” demiş; kimisi “hak ve adaletten ayrılmayan, Allah’ın emir ve yasaklarıyla düzenlenmiş kulluk yolu” demiştir. Taberî, bütün bu rivayetleri topladıktan sonra şu noktada durur: “Bu tariflerin hepsi birbirine döner. Sırat-ı müstakîm, Allah’ın rızasına götüren, dünya ve ahirette kurtuluşa vesile olan, Resûlullah ve sahabenin üzerinde bulunduğu tevhid ve itaat yoludur.”

Müfessirler, Hz. Peygamber’in sahabeye yerde düz bir çizgi çizip yanlarına eğri çizgiler çizdiği ve “Bu düz çizgi Allah’ın yoludur; yan taraftaki çizgilerin her birinin başında bir şeytan vardır, insanları o yola çağırır.” buyurduğu hadisle bu âyeti yan yana okurlar. Bu manzara, âyetin içeriğini adeta gözümüzün önüne getirir: Önümüzde bir tek istikamet var; sağdan soldan çağıran çok ses var. O seslerin kimisi dünya menfaati, kimisi nefsin arzuları, kimisi dalâlet ideolojileri, kimisi modalar ve akımlar, kimisi de dinin içine karışmış bid‘atlar, taşmalar, aşırılıklar… Biz “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” derken, bütün bu çağrıların ortasında doğru hattı kaybetmemek için Allah’tan yardım diliyoruz.

“Sırat”ın sıfatı olan “müstakîm” kelimesi, eğrilikten, sapmadan, aşırılıktan uzak; dengeli, dosdoğru, tutarlı, yerli yerinde olan yol demektir. Bu, hem itikatta ifrat ve tefritten uzak kalmayı, hem amelde gevşeklik ve aşırılıktan korunmayı, hem de ahlakta dengesizliklerden sakınmayı içerir. Ehl-i Sünnet, kendisini tam da bu “istikamet” kelimesiyle tarif etmiştir: Ne kaderi inkâr eden, ne de kaderi bahane ederek sorumluluğu yok sayan; ne Allah’ın rahmetini hafife alıp sadece azap anlatan, ne de azabı görmezden gelip rahmeti ucuzlaştıran; ne zahiri bütünüyle yeter görüp kalbin tezkiyesini ihmal eden, ne de batınî iddialarla şeriatın ölçülerini hafife alan… Sırat-ı müstakîm, ilim ile takvâyı, akıl ile nakli, zahir ile batını, fert ile ümmeti, dünya ile ahireti aynı çizgide buluşturan o “orta ümmet” yoludur.

Bireysel düzlemde düşündüğümüzde, sırat-ı müstakîm; iman ile amel, sevgi ile korku, ibadet ile hizmet, zühd ile çalışkanlık arasında sağlıklı bir denge kurmaktır. Kul, ne sadece kalbinde duygularla oyalanır, ne de sadece şekle takılıp kalır. Ne yalnız “ben” der, ne de “ben”i silip atar. Ne dünyayı mutlaklaştırır, ne dünyayı tümüyle terk eder. Her şeyin bir ölçüsü, bir “kifâyet hududu” vardır. İşte “müstakîm” kelimesi, bütün bu alanlarda “ölçülü ol, orta yolu tut, Allah’ın indirdiği hudutlardan ne sağa taş, ne sola taş” diyen bir ilâhî terazi gibidir.

Bu âyet, Fâtiha’nın genel akışı içinde bakıldığında, kulun dua diline geçişinin ilk cümlesidir. İlk dört âyette hep haber cümleleri vardı: “Hamd olsun Allah’a… O, Rahmân ve Rahîm’dir… Din gününün mâlikidir…” Beşinci âyette kulluk sözleşmesini yaptık: “Yalnız Sana ibadet ederiz, yalnız Senden yardım isteriz.” Altıncı âyetle birlikte artık saf dua başlar: “Bizi dosdoğru yola ilet.” Böylece Fâtiha, hamd ile başlayan, dua ile tamamlanan bir kul-Rab konuşmasına dönüşür. Kul önce Rabbini övgüyle anar, O’nu hakkıyla tanımaya çalışır, sonra O’na söz verir, ardından ihtiyaçlarını arz eder. Bu edep, duanın kabulüne hazırlayan bir kalp eğitimidir.

“İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” aynı zamanda kulun kendi zaafını itirafıdır. Bir önceki âyette “Yalnız Sana ibadet ederiz.” demiştik. Bu, çok büyük bir iddia gibi düşünülebilir. Nefsimiz zayıf, dünya ağır, şeytan vesveseci, çevre sürükleyici iken, bu sözü söylemek kolay; ama hakkını vermek zordur. İşte Allah Teâlâ bize edebi öğretiyor: Bu sözün hemen arkasından “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” diyerek aczimizi itiraf ediyoruz. “Ya Rabbi, Sana ibadet edeceğimize söz veriyoruz ama biliyoruz ki kendi başımıza kalırsak bu sözü tutamayız. Bu yüzden bizi doğru yolda yürüt, ayağımızı kaydırma, bizi nefsimize bırakma.” Kulun en büyük gücü, kendi güçsüzlüğünü bilip Rabbinden istemesidir. Bu ayet, işte o bilincin dildeki ifadesidir.

Klasik tefsirlerde, bu âyetin niçin mü’min tarafından sürekli tekrar edildiği üzerinde de durulur. Bir kere hidayete ermiş bir mü’min neden günde onlarca kez “Bizi dosdoğru yola ilet.” der? Ulemanın verdiği cevaplar çok derindir. Derler ki: Çünkü hidayetin mertebeleri vardır ve hiç kimse, “Ben hidayetin en son mertebesine ulaştım.” diyemez. Her zaman daha iyi bilmeye, daha güzel yaşamaya, daha samimi olmaya, daha çok sevmeye, daha derin idrak etmeye ihtiyaç vardır. Bir de hidayet sadece “başlangıç” değil, “son” için de gereklidir. İmanla doğmuş, İslam’la tanışmış, ilimle hemhâl olmuş biri bile, son nefesine kadar sapma, kayma, gevşeme, ümitsizliğe düşme, dünya ile aldanma, nefsine esir düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu yüzden bu dua, başlangıç için olduğu kadar “istikamet üzere son nefes” içindir.

Ayrıca, hidayet ihtiyacı durumlara göre de yenilenir. İman ettikten sonra insan her gün yeni imtihanlarla karşılaşır. Ailesiyle, işiyle, eğitimle, gençlikle, teknolojiyle, para ile, makam ile, şöhret ile, yalnızlık ile, kalabalık ile ilgili her yeni durumda “bu durumda sırat-ı müstakîm nedir?” sorusunun cevabını bulması gerekir. Kur’an’ın hükümleri sabit olsa da, hayatın şartları değişir; bu değişim içinde “doğru duruş”u bulmak için aklın, kalbin ve fıkhın birlikte çalışması gerekir. İşte “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” bu anlamda her gün, her olay karşısında yeniden sorulan bir sorudur: “Allah’ım, tam da bu durumda Senin razı olacağın doğru tutum nedir; bana onu göster.”

Dirayet tefsirlerinde, bu âyetin kalpte oluşturduğu tevazu ve kulluk bilinci ayrıca vurgulanmıştır. İnsan, “Ben doğru yoldayım.” cümlesini çok kolay kurabilir. Hattâ farklı mezhep, cemaat, düşünce, ideoloji mensupları, neredeyse ittifakla “Biz hak üzereyiz.” derler. Fâtiha, bu yalancı güven duygusunu kırar. Her rekâtta “Bizi dosdoğru yola ilet.” demek, “Benim yolum zaten doğru.” diyerek kendini temize çıkaran nefsin gururunu kıran bir zikirdir. Kul, kendi doğruluğuna değil, Allah’ın hidayetine güvenir. Bu bakış, hem ilmî tartışmalarda hem dünyevî meselelerde, farklı düşünenlere karşı daha mütevazı, daha araştırmacı, daha adaletli olmayı kolaylaştırır.

Âyetin sonraki âyetle birlikte düşündüğümüzde kazandığı anlam halkası da önemlidir. “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” diyoruz; hemen arkasından “ni‘met verdiklerinin yolu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolu değil” diyerek, bu yolun kimlerin yolu olduğunu, kimlerin yolu olmadığını açıklıyoruz. Yani sırat-ı müstakîm soyut bir mefhum olarak kalmıyor; tarihte ve hayatta gerçek insanlar ve topluluklarla somutlaşıyor. Müfessirler, “ni‘met verilenler”i peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihler olarak açıklamış; böylece bu yolun, tarih boyunca yürünmüş, iz bırakmış, örnek olmuş bir yol olduğuna dikkat çekmişlerdir. Bu da gösteriyor ki hidayet, boşlukta tek başına yürüyen bireyin yolu değil; silsilesi olan, sahih bir gelenek içinde taşınan, cemaat boyutu olan, örnek şahsiyetlerle ete kemiğe bürünmüş bir yoldur.

Neticede “اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ”, Fâtiha sûresinin kalbinde insanın bütün dertlerini özetleyen bir cümle hâline gelir. Genç de olsan, yaşlı da; ilim ehli de olsan, sıradan bir mü’min de; zengin de olsan, yoksul da; tek bir hakikat etrafında birleşirsin: “Ben yolumu kendi aklımla bulacak kadar güçlü değilim. Ben, Rahmân ve Rahîm olan, âlemlerin Rabbi ve din gününün mâliki olan Rabbimin lütfuna muhtacım. O yüzden, her gün, her rekâtta, her hâlimde içimden şu niyazı tekrar ederim: Allah’ım, beni ve bizi dosdoğru yola ilet, o yolda sabit kıl, o yolda artır, o yoldan ayırma.”

İşte bu dua, Fâtiha’nın altıncı âyetinde sadece dilimize değil, hayatımıza da istikamet vermek için bize öğretilen ilâhî bir cümledir.

 

 

 

 “صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالِّينَ”

Fâtiha sûresinin yedinci âyeti, sûrenin başından beri örülen bütün mânâları nihai bir sonuca bağlayan, kulun kalbine “Ben kimlerin yolunda yürümek istiyorum ve kimlerin akıbetini reddediyorum?” sorusunu kazıyan büyük bir cümledir. Bir önceki âyette “Bizi dosdoğru yola ilet.” diye niyaz etmiştik. Şimdi o “dosdoğru yol” müphem bırakılmıyor; somutlaştırılıyor, tarih içinde izleri görülen, isimleri bilinen bir çizgi hâline getiriliyor. Sırat-ı müstakîm, sadece soyut bir “doğruluk ideali” değil; Allah’ın kendilerine nimet verdiği kulların yolu, gazaba uğrayanların ve sapıkların ise açıkça reddedilen yoludur.

Âyetin ilk halkası, “sırâta’l-lezîne en‘amte aleyhim” ifadesidir. Burada önce olumlu olan çizgi tanımlanır. “Allah’ım, bizi dosdoğru yola ilet; yani kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.” Nimet kavramı, Kur’an’da dar bir maddî bolluk anlamına hapsedilmemiştir. Elbette sağlık, rızık, ömür, aile, imkânlar birer nimettir; fakat Fâtiha’nın bağlamında asıl nimetin, iman ve hidâyet nimeti olduğu açıktır. Çünkü hemen arkasından gazaba uğrayanlar ve sapanlar zikredilir; bunların pek çoğu dünyada imkân, güç, servet sahibi olmuş olsalar bile, ilâhî bakışta nimetten mahrum sayılmışlardır. Demek ki “ni‘met” burada en önce, Allah’ın rızasına götüren iman, marifet, salih amel ve istikamet demektir.

Ehl-i Sünnet müfessirleri, “kendilerine nimet verilenler”in kimler olduğunu, Kur’an’ın başka bir âyetine dayanarak açıklamışlardır. Nisâ sûresinde Allah Teâlâ iman edenlere şöyle bir müjde verir: “Kim Allah’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehitlerle ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaşlardır.” Bu âyet, Fâtiha’daki “en‘amte aleyhim” ifadesinin tefsiri olarak görülmüş; nimet verilenler sınıfının, vahyin rehberliğini yüklenen peygamberleri, hakikati doğrulayan, özü-sözü doğru büyük şahsiyetleri, inancını canıyla mühürleyen şehitleri ve hayatlarını itaat ve takvâ ile donatan salih kulları kapsadığı belirtilmiştir.

Demek ki Fâtiha’nın sonunda yaptığımız dua, aslında şöyle bir talebi içeriyor: “Allah’ım, beni peygamberlerin izine, onların davet ettiği çizgiye, onların ahlâkına; sıddîkların sadakatine; şehitlerin fedakârlığına; salih kulların istikamet ve iffetine bağla. Benim hayatımı, bu büyük kervanın içine dâhil et. Beni, onların yürüdüğü çizginin dışında bırakma.” Bu, sadece teorik bir temenni değil; aynı zamanda kimlik beyanıdır. Mü’min, Fâtiha’yı her okuyuşunda, “Ben kimlerle beraber anılmak istiyorum? Kimin safında dirilmek istiyorum?” sorusuna cevap verir ve gönlünü “en‘amte aleyhim” halkasına bağlar.

Bu bağlanışın zarif bir tarafı daha vardır: Kul, kendi noksanlığını ve aczini bilmekle beraber, Allah’tan “yüksek bir arkadaşlık” ister. Peygamberlerle, büyük sadıklarla, şehitlerle aynı yolu yürümek iddialı bir talep gibi görülebilir. Ama bu, bir küstahlık değil; Allah’ın Kur’an’da bizzat vaat ettiği bir yakınlığa talip olmaktır. Nisâ’daki âyette “Onlar ne güzel arkadaştırlar.” buyurularak, mü’minin gönlüne şu iştiyak düşürülür: “Sen bu dünyada onların yolunu izlersen, ahirette de onlarla beraber olacaksın.” Fâtiha’nın bu son âyeti, işte bu iştiyakı duaya dönüştürür.

Âyetin ikinci halkasında, sırat-ı müstakîm’in ne olmadığı belirtilir: “ğayri’l-mağdûbi aleyhim ve le’d-dâllîn.” Burada dikkat çekici olan, duanın sadece “Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet.” diyerek bitmemiş olmasıdır. Bu yetseydi, âyet bu cümleyle de tamamlanabilirdi. Fakat rahmet ve hikmet sahibi olan Rabbimiz, sırat-ı müstakîm’in tarifini pozitif bir tanım ile sınırlamaz; olumsuz örnekleri de zikrederek kalbimizde net bir sınır çizer. Sanki şöyle der: “Ey kulum, sen sadece kiminle yürümek istediğini değil; aynı zamanda kimin gibi olmak istemediğini de bilmek zorundasın.”

“Mağdûb” kelimesi, “gazaba uğramış olanlar” demektir. Gazab, Allah Teâlâ hakkında, mahlûkattaki gibi ani öfke patlamaları, kendini kaybetme hâli anlamına gelmez; bilakis, ilâhî adaletin gereği olarak azabın hak edenlere yönelmesi demektir. Ehl-i Sünnet âlimleri, Allah’ın sıfatlarını izah ederken gazabı, “kulun isyanına karşılık ilâhî öfkenin tecellisi” şeklinde tarif ederler. “Mağdûb aleyhim” ise, bilerek, inatla, kibirle hakikate sırt çevirenlerin, bile bile isyanı tercih edenlerin, Allah’ın gazabını hak edenlerin genel adıdır.

Rivayet tefsirlerinde, Resûlullah’tan ve sahabeden gelen nakillerde, “mağdûb aleyhim” ifadesinin özellikle Yahudiler için kullanıldığı, “dâllîn” ifadesinin de özellikle Hıristiyanlara işaret ettiği belirtilir. Çünkü Yahudiler, gelen vahyi, peygamberleri, hakikati bilmelerine rağmen isyan etmişler, peygamberlerini öldürmüşler, Allah’ın hükümlerini bozup tahrif etmişler; bile bile yanlışta ısrar etmişlerdir. Hıristiyanlar ise, samimi bir arayış içinde olmakla birlikte, zamanla tevhide aykırı inançlar geliştirmiş, Hz. Îsâ’yı ilahlaştırarak dalâlete sapmışlardır. Bu yüzden, “mağdûb aleyhim” bilgi ile isyanın, “dâllîn” ise, bilgisizlik ve sapmanın sembolü hâline gelmiştir.

Ancak Ehl-i Sünnet müfessirlerinin büyük çoğunluğu, bu rivayetleri açıklarken önemli bir dengeye işaret ederler: Burada kastın sadece belli bir kavme mensup olmak değil, belli ahlâkî ve imanî tavırları temsil etmek olduğunun altını çizerler. Yani bir insan, Yahudi olmadığı halde, bildiği hakikati bile bile terk eder, ilmini nefsine ve hırsına alet eder, inatla ve kibirle Allah’ın hükümlerine sırt çevirirse, “mağdûb aleyhim” sıfatının alanına girmiş olur. Aynı şekilde, Hıristiyan olmadığı halde, duygusallığını aklın ve vahyin önüne geçirir, sahih bilgiye yönelmeden sırf hevâsının, hurafelerin peşinden gider, “samimi ama rehbersiz” bir gidişle istikameti kaybederse, “dâllîn” sıfatının alanına girmiş olur. Yani burada etnik bir damgalama değil, tavırların tasnifi vardır.

Bu açıdan bakınca, âyetin eğitici tarafı daha berrak görünür. Sanki bize şöyle demektedir: “Ey kul; sen ilimsiz bir dindarlığı, duygusallığı, rehbersiz iyi niyetleri yeterli görerek dalâlete düşenlerden olma. Ama aynı şekilde, ilmini bir zırh, bir kibir vesilesi hâline getirip, bildiğin hâlde yaşamayan, hakikati pazarlık konusu yapan kimseler gibi de olma. Sırat-ı müstakîm, ilim ile amelin, marifet ile teslimiyetin, akıl ile vahyin dengede olduğu yoldur. Sen kendini bu iki uçtan koruyarak dosdoğru yolu iste.”

Bu bağlamda, klasik tefsirlerde yapılan çok veciz bir tahlil vardır: “Mağdûb aleyhim” ilmi olup amel etmeyenleri; “dâllîn” ise, amele niyet edip sahih ilim olmadan yola çıkanları temsil eder. Birincisinin problemi, bildiği hakikati yaşamamasıdır. İkincisinin problemi, yaşamak istediği hâlde yanlış rehberlere, bâtıl düşüncelere teslim olmasıdır. Sırat-ı müstakîm ise, “ilim + amel + ihlâs” bileşiminin bulunduğu yoldur. Fâtiha’nın sonunda bu iki sapmanın özellikle zikredilmesi, kalbimize şu uyarıyı yazar: “Sen sadece neye inandığına değil, o inancı nasıl taşıdığına, ilimle mi kibirleniyorsun, yoksa ilimsizlikle mi savruluyorsun, buna da dikkat et.”

“Ğayr” kelimesinin gelişi ve ardından gelen “velâ’d-dâllîn” ifadesi de retoriğin inceliğini yansıtır. Birincisinde “gâyr-i’l-mağdûbi aleyhim” denilerek, sırat-ı müstakîmin bu kategoriden kesinlikle ayrıldığı ifade edilir. Yani “Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet; öyle bir yol ki, gazaba uğrayanların yolu değildir.” Sonra “velâ’d-dâllîn” buyurularak, ikinci olumsuz örnek de dışarıda bırakılır: “Ve sapmışların da yolu değildir.” Böylece sırat-ı müstakîm, hem kimlerin yolu olduğu, hem de kimlerin yolu olmadığı yönüyle iki yönden korunur. Biz, her Fâtiha okuyuşumuzda bu cümleyi tekrar ederek, adeta yüreğimize şu şablonu kazıyoruz: “Benim hedefim, nimet verilenlerin yolu; kırmızı çizgim ise, bilerek isyan edenlerin ve saparak uzaklaşanların yollarıdır.”

Bu âyetin, bir mü’minin iç dünyasında kurduğu murakabe hâli de çok önemlidir. Zira insan için en tehlikeli hâllerden biri, kendisini otomatikman “nimet verilenler” kategorisine yazmasıdır. Fâtiha ise bizi her rekâtta, her okunuşta yeniden sorgulamaya davet eder. “Ben gerçekten ‘en‘amte aleyhim’in yolunda mıyım, yoksa farkında olmadan ‘mağdûb’ ya da ‘dâll’ çizgisine yaklaşan tavırlar mı sergiliyorum?” diye düşünmeye zorlar. Mesela bildiğim hâlde ertelediğim ibadetler, hak olduğunu bildiğim hâlde konuşmaktan kaçındığım doğrular, haram olduğunu bildiğim hâlde sürdürdüğüm alışkanlıklar, ilimle beslendiği hâlde kalbi yumuşamayan ve amel üretmeyen fıkıh ve kelâm tartışmaları, beni “mağdûb” çizgisine yaklaştırıyor olabilir. Aynı şekilde, “İyi niyetliyim.” diyerek dinin ölçülerini, ilmin kaidelerini, sahih geleneğin rehberliğini ciddiye almadan, sadece duygumun hoşlandığı her şeyi “güzel” saymam, beni “dâllîn” sınıfına sürükleyebilir.

Böyle bakınca, Fâtiha’nın son âyeti, sadece “öteki”ne bakan bir eleştiri değil; en önce kendi nefsimize yönelmiş bir ayna olur. Gerçek mü’min, bu âyeti okurken parmağını başkalarına doğrultmak yerine, kalbine döndürür. “Acaba bende Yahudileşen bir damar var mı; bildiğiyle amel etmeyen, menfaatine göre hüküm veren, hakkı bildiği hâlde eğip büken, peygamberleri, âlimleri, davetçileri kendine göre yontan bir tavır taşıyor muyum?” diye sorar. “Acaba bende Hıristiyanlaşan bir damar var mı; duyguyu ölçüsüzce yücelten, sevgi ve merhamet söylemiyle her türlü akide sapmasını masum gösteren, sahih ilmi, sağlam tevhidi, ölçülü bir ibadeti hafife alan bir tutum var mı?” diye kendini sorgular. Bu sorgu, insanı hem itikatta hem amelde istikamet arayışına sevk eder.

Bu âyet, aynı zamanda bir “ümmet şuuru” da verir. Çünkü “sırâta’l-lezîne en‘amte aleyhim” ifadesi, bizim mensup olduğumuz çizginin peygamberlerden bugüne gelen büyük bir zincir olduğunu hatırlatır. Biz bu zinciri sürdürmekle sorumluyuz. “Ğayri’l-mağdûbi aleyhim ve le’d-dâllîn” ifadesi ise, ümmetin başına gelebilecek en büyük felâketlerden birinin, ya bilerek ilâhî çizgiden sapmak, ya da zamanla bilgisizliğin, cehaletin içinde hakikati kaybetmek olduğunu öğretir. Tarih boyunca Müslüman toplumların yaşadığı kırılmalar, bu iki tehlikenin ne kadar gerçek olduğunu gösterir: Bazen güç ve iktidar sarhoşluğuyla adalet terk edilmiş, hüküm nefse göre verilmiş; bazen de ilim zaafa uğramış, hurafeler, aşırılıklar, ifrat ve tefritler sırat-ı müstakîmin çevresine çöreklenmiştir. Fâtiha, her nesli yeniden şu duaya çağırır: “Allah’ım, ümmeti Muhammed’i de sırat-ı müstakîmde sabit kıl; onu mağdûb ve dâllîn çizgilerinden muhafaza eyle.”

Fâtiha sûresinin bütünüyle birlikte okunduğunda bu son âyet, sûrenin başındaki “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn” cümlesiyle de gizli bir bağ kurar. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd eden kul, Rabbini Rahmân ve Rahîm olarak, din gününün mâliki olarak tanımış; yalnız O’na kulluk edeceğine ve yalnız O’ndan yardım isteyeceğine söz vermişti. Sonra bu sözünü somutlaştıracak bir talepte bulunmuştu: “Bizi dosdoğru yola ilet.” İşte yedinci âyet, bu talebin etrafındaki bütün ihtimalleri netleştirir. “Allah’ım, ben Senin Rabbu’l-âlemîn, Rahmân, Rahîm ve din gününün mâliki olduğuna iman eden bir kulunum. Hayatıma yön veren şeyin bu iman olmasını istiyorum. Bu yüzden, beni peygamberlerin ve salihlerin yoluna ilhak et; beni bilerek isyan edenlerin ve saparak kaybolanların yolundan uzaklaştır.” Bu cümle, Fâtiha’yı bir övgü metni olmaktan çıkarır; hayat projesine dönüştürür.

Sonunda, “sırâta’l-lezîne en‘amte aleyhim, ğayri’l-mağdûbi aleyhim ve le’d-dâllîn” âyetini her okuyuşumuzda, aslında kalbimizde şu duyguyu tazeliyoruz: “Allah’ım, ben nötr bir çizgide yürümek istemiyorum. Ben, tercihsiz, yönsüz, kimliksiz bir insan değilim. Ben, peygamberler zincirine bağlanmak istiyorum. Ben, Kur’an’ın ve sünnetin istikametinde, ilim ve amel dengesinde, rahmet ve adalet terazisinde yürümek istiyorum. Biliyorum ki nefsim zayıf, şeytan hilekâr, dünya aldatıcı. Bu yüzden Senin hidayetine, korumana ve düzeltmene muhtacım. Beni nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil.”

İşte Fâtiha’nın bu son âyeti, sûrenin başından beri yükselen tevhit, hamd, rahmet, adalet, kulluk ve hidayet mânâlarını bir karara, bir saf tutuşa dönüştürür. Kul, Fâtiha’yı “Âmin” diyerek bitirdiğinde, sadece bir sureyi değil; aynı zamanda kalbini ve istikametini de yeniden tazelemiş olur

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir