HİCR SÛRESİ TEFSİRİ – ALİ KÜÇÜK TEFSİRİ

HİCR SÛRESİ TEFSİRİ – ALİ KÜÇÜK TEFSİRİ

 

         Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 15, nüzûl sıralamasına göre 54, ikinci miûn  grubunun ilk sûresi olan Hicr sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 99 dur.

 

“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”

 

Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.

 

         Adını 80. âyetten almış Mekke’de kavminin Resûlullah efendimizin mesajını kabule yanaşmadıkları, hattâ yalanlama, dışlama, alay ve işkencelerini artırdıkları bir dönemde nâzil olmuştur. Onların bu tavırlarından ötürü Resûlullah Efendimizin çok üzüldüğü, yorgun düştüğü ve Rabbimizin bu sûrede onu teselli ettiğini görüyoruz. Sûre şu iki ana konu etrafında oluşmaktadır:

 

         1- Resûlullah Efendimizin dâvetini reddeden, reddetmenin de ötesinde onun tebliğinin önünü tıkayabilmek için var güçleriyle saldırıya geçen müşrikler uyarılmaktadır.

 

         2- Onların bu insanlık dışı tavırlarına karşı peygamber efendimiz teselli edilmektedir. Peygamberim, bu adamlar senin mesajına kulak vermiyorlar diye sakın üzülme, cesaretini, ümidini kaybetme. Onlar yakında; keşke bizler de müslüman olsaydık diye temennide bulunacaklar. Unutma ki, ilk defa sen değilsin yalanlanan. Senden önceki elçilerimiz de aynı şekilde karşılanmışlardır. Sen sabret ve görevini yerine getir. Benim onlara ne yapacağımı yakında göreceksin buyrulmaktadır. İşte bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım inşallah.

 

         Rabbimiz bu sûresinde de sözlerine Huruf-ı Mukatta âyetiyle başlıyor:

1,2. “Elif, Lâm, Ra. Bunlar Kitabın ve apaçık olan Kur’-an’ın âyetleridir. İnkâr edenler, keşke müslüman olsaydık temennisinde bulunacaklardır.”

 

         İşte bunlar, bu âyetler, bu Allah sözleri, kitabın ve apaçık olan Kur’an’ın âyetleridir. İşte bu âyetler Rabbiniz tarafından rahmet kapısı olarak size indirilen, size açılan apaçık, net bilgilerdir. Kapalılığı olmayan, herkesin anlayabileceği âyetlerdir. Her şeyi bilen, bilgisi tam olan, bilginin kaynağı olan, geçmişi ve geleceği bilen, geçmiştekilerin yapmamaları gerekirken neleri yaptıklarını, yapmaları gerekirken de neleri yapmadıklarını bilen, şu anda bizlerin neleri yapmamız, neleri yapmamamız konusunda bilgisi tam olan dünyanın ve âhiretin sahibi olan Allah’ın yasalarıdır bunlar. Rabbimiz rahmeti gereği bu âyetlerini, bu bilgilerini bize açıyor, bizi kendi bilgileriyle bilgilendiriyor ki yaşadığımız bu hayatı müslümanca değerlendirebilelim, imtihanı kazanabilelim ve yarın Rabbimizin huzuruna pişmanlık içinde çıkmayalım. Bize sonsuz merhametinden dolayı işte Rabbimiz bu âyetlerini bize gönderiyor.

 

         Bu apaçık âyetinin sonunda da diyor ki Rabbimiz: Siz bilirsiniz. İsterseniz size açtığım bu rahmet kapılarından istifade etmeyin. İsterseniz bu kitabın âyetlerini örtüp bir hayat yaşayın. Ama unutmayın ki kâfirler nice kereler müslüman olmayı temenni edip isteyecekler. Dünyada yaşadıkları bu hayatın bitiminde Rablerinin ölüm yasasına boyun büküp teslim olurlarken, melekler Allah’ın kendilerinde emaneti olan canlarını almaya geldiklerinde bütün çıplaklığıyla gerçeği anlayıp teslimiyet gösterecekler. Tamam, biz teslim olduk. Biz müslüman olduk diyecekler. Ama geçmiş olsun artık. Ölürken ortaya koydukları bu teslimiyetlerinin onlara hiç bir faydası olmayacaktır. Sonra yine mezara girdikleri anda teslimiyet arz edecekler. Biz teslim olduk Rabbimizin kitabına. Biz teslim olduk Rabbimizin yasalarına. Biz müslüman olduk diyecekler. Hesap kitap dönemi kabirlerinden yeniden dirildikleri zaman yine teslim olacaklar. Mahşerde teslimiyette bulunacaklar.

 

Evet ebedî azap mahalleri olan cehenneme yuvarlandıkların-da yine müslüman olmayı dileyecekler. Ya Rabbi, ne olur bizi dünyada bir daha geri çevir de müslüman olalım. Âyetlerini dilimizden düşürmeyelim. Âyetlerin istikâmetinde sâlih ameller işleyelim. Müslümanlardan olalım diyecekler. Ama artık geçmişler olsun. Bunu bu dünyada diyeceklerdi, bu dünyada müslüman olacaklar, müslüman-ca bir hayat yaşayacaklardı.

 

         Bize merhametinden dolayı Rabbimiz yarın olacakları bugünden haber veriyor. Bize karşı rahmeti geleceği gözlerimizin önüne seriyor. Ve diyor ki: Ey insanlar! Ey kullarım! Gelin akıllarınızı başlarınıza alın! Gelin yarın pişmanlık duyacağınız bir hayatı bugünden yaşamayın! Yarın eyvah diyeceksiniz. Yarın pişman olacaksınız. Keşke müslüman olsaydım. Keşke Rabbimin çağrısına kulak verseydim. Keşke Rabbimin kitabına, Rabbimin elçisine teslim olup müslümanca bir hayat yaşamış olsaydım diyeceksiniz. Ben size bütün bunları bu dünyada anlatıyorum. Gelin bunları bugün dinleyin. Değilse yarın hiç bir itiraz hakkınız kalmayacak buyuruyor.

  1. “Bırak onları yesinler, zevk alsınlar; ümit onları avundursun; ileride öğrenecekler.”

 

         Peygamberim, Rabbinin bu apaçık âyetlerini dinlemeyen, senin apaçık dâvetine icabet etmeyen bu zalimleri bırak, bu dünyada yiyip, içip eğlensinler. Bırak biraz demlensinler, faydalansınlar bakalım. Boş emeller peşine takılıp oyalansınlar bakalım. Allah vahyinden habersiz, Allah dininden habersiz kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde yaşadıkları bir dünya hayatının boşluğunda bocalayıp dursunlar. Yeme içme, giyim kuşam, at araba, çek senet, borç dert, güç saltanat, altın gümüş hesapları içine gömülüp âhiretten, hesaptan, kitaptan habersiz sarhoşça bir hayatın içine gömülüp kendilerini kaybetsinler. Onlar yakında bilecekler nasıl boş bir hayatın içinde olduklarını. Yaşadıkları bu boş hayatın kendilerini nereye götürdüğünü yakında anlayacaklar onlar. Bu hayatın boş bir hayat olmadığını, Allah’ın bu hayatı, bu varlığı laf olsun diye yaratmadığını, oyun eğlence olsun diye yaratmadığını yakında anlayacaklar.

 

4,5. “Yok ettiğimiz herhangi bir kasabanın elbette belli bir yazısı vardır. Hiç bir ümmet kendi süresini öne de alamaz, geciktiremez de.”

 

         Biz hiçbir ülkeyi, hiçbir kenti, hiçbir karyeyi helâk etmedik ki onların belli bir yazısı, belli bir yazgısı, kaderi olmasın. İşte bakın tarihe. Bu kitabın sayfaları arasında bir gezinti yapın. Biz hiç bir kenti, hiçbir toplumu helâk etmedik ki o toplumun bir yasası olmasın. Bir helâk yasası olmasın. Hepsinin mutlaka bir ecel yasası olmasın. Hepsinin mutlaka bir eceli vardır ki Biz onu belli bir kitapta, Levh-i Mahfuz’da yazmışızdır. Biz onu bir kader olarak belirlemişizdir. Ve hiçbir toplumun, hiçbir ümmetin eceli öne alınmamıştır, geriye de bırakılmamış, tehir de edilmemiştir.

 

         İşte Nuh (a.s)’dan buyana benimle savaşa tutuştukları için helâk edilmiş, helâk yasamın mahkumu olmuş tüm toplumlar gözünüzün önünde duruyor. Nuh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi, Lût kavmi, Firavunlar, diğerleri, diğerleri. Ne oldular? Onlar Bizim kendileri için takdir ettiğimiz ecelin mahkumu olmadılar mı? Bitmediler mi? Şimdi Rabbinizin bu yasaları üzerinde derin derin düşünüp O’na teslim olmaya, müslüman olmaya, O’nun istediği gibi bir hayat yaşamaya yönelmek dururken niye başka şeylerin peşine düşüyorsunuz? Niye tarihi değerlendirip akıllarınızı başlarınıza almıyorsunuz. Niye Allah’tan, Allah’ın âyetlerinden, Allah’ın elçilerinden, Allah’ın hayat programından habersiz boş bir hayata talip oluyorsunuz. Niye Allah’ın size bir şeref, bir zikir, bir gündem, bir örnek olarak gönderdiği elçisiyle ilgi-lenmiyorsunuz? Niye onun gibi olmaya çalışmıyorsunuz? Niye ona karşı acımasız bir tavır takınıyorsunuz?

6,7. “Onlar: “Ey kendisine Kitap indirilen kimse! Sen mutlaka delisin. Doğrulardan isen melekleri bize getirsene” dediler.”

 

         Dediler ki ey kendisine şeref indirilen kişi. Ey kendisine gündem indirilen, hayat programı, zikir indirilen kişi. Ey kendisine Kur’an indirilen, kendisine şan ve şeref verilen, elçilik verilen kimse, muhakkak ki sen delisin. Eğer deli sen değilsen, eğer sen ne dediğini bilmez birisi değilsen, yalancı değilsen, doğrulardan isen haydi melekleri bize getir bakalım.

 

Allah’ın Resûlüne böyle diyorlardı. Çok garip değil mi? Yâni böyle şerefli bir elçiye denecek şey midir bu? Emin bir elçiye denecek şey midir bu? Toplumun en akıllısına, toplumun en güvenilir insanına söylenir mi bu? Onu çok iyi tanıyorlardı. Çocukluğu, gençliği aralarında geçmişti. Muhammed’ül Emin diyorlardı ona. Tüm emanetlerini ona teslim ediyorlardı. İyi bir dosttu, iyi bir eşti, iyi bir komşu idi o. Mekke’de herkese kucak açan, her kesin yardımına koşan bir kimseydi. Allah’ın sevdiği ahlâkla ahlâklanmış bir kimse olduğu için Rabbimiz de onu seçip destekledi, ona elçilik verdi. Onu yeryüzünde sözcü seçti. Ona kelâmını, vahyini indirdi. Kıyâmete kadar gelecek tüm insanlığa onu rehber kıldı. Onunla yeryüzünde istediği adâleti, huzuru, dengeyi kuracaktı. Onunla kullarını cehennem yolundan engelleyip cennet yoluna kazandıracaktı. Onunla yeryüzünde her türlü zulmü, her türlü haksızlığı, her türlü kötülüğü, her türlü bozuk düzeni, hırsızlığı, soysuzluğu, ahlâksızlığı kaldıracak, kullarına en büyük rahmet kapılarını açacaktı.

 

         Ama insanlar bunu anlayamadılar. Kendilerine açılan bu rahmet kapısının kadrini, kıymetini bilemediler. Pislik içinde bir hayattan yana olanlar baktılar ki bu ahlâklı, bu şerefli, şerefi üzerine Allah tarafından şeref katılan, ahlâkı Allah tarafından güzelleştirilen, temizliği, eminliği, akıllılığı bizzat Allah tarafından tescil edilen Muhammed (a.s)’a karşı acımasız bir tavır takınıverdiler. Delilik suçlamasında bulunuverdiler. Sen ancak bir delisin, biz senin sözlerine itibar etmeyiz, seni kale alamayız deyiverdiler.

 

Tabii bunu söylediler ama söyledikleri bu söze kendileri de inanmadılar. Hem deli dediler, hem de tedbir üstüne tedbirler aldılar. Madem ki o bir delidir, öyleyse bırakın dilediği gibi konuşsun, dilediği gibi yaşasın. Bir delinin sözlerine kim itibar edecekti de? Kim gidecekti de böyle bir delinin arkasından? Bu korkunuz, bu telaşınız niye ya? Bugüne kadar hangi deliden bu kadar korktunuz? Hangi deli için bu kadar tedbir aldınız? Niye ona engel olmaya çalışıyorsunuz? Aman onun okuduğu Kur’an’ı insanlar duymasınlar, aman insanlar onu dinlemesinler diye niye ödünüz kopuyor? Niye Kâbe’de namaz kılmasına engel oluyorsunuz? İşte pek çok deli var aranızda dolaşan. Bırakın o delilerden birisi olarak o da keyfine göre bir hayat yaşasın. İnsanları uyarmayacaksın, evinde sesli Kur’an okumayacaksın, toplumu Allah bilgisiyle karşı karşıya getirmeyeceksin diye niye yasaklar koyuyorsunuz ona? Doğrusu sormak lâzım o günkü kâfirlere ve kıyâmete kadar aynı yolu izleyen kâfirlere. Madem ki bu peygamber deli, madem ki bu din saçma o halde bu korkunuz niye? Bu yasaklamalarınız niye? Bu telaşınız niye?

 

         Diyorlar ki bakın: Ey peygamber, eğer gerçekten sen içimizde doğrulardan isen haydi bize melekleri getir de görelim. Bize melekleri getirmen gerekmez miydi? Çok garip ve mantıksız bir istek. Yâni nereden çıkarıyorlar bunu? Böyle bir şey mi vaadetmişti Allah’ın Resûlü onlara? Yâni eğer Allah’a iman ederseniz, benim elçiliğimi kabullenir ve benim gibi bir hayat yaşarsanız, ben size melekleri getireceğim. Sizi meleklerle tanıştıracağım, konuşturacağım. Sizi göklere çıkaracak, yeryüzüne indireceğim. Size bağlar, bahçeler, altınlar, gümüşler vereceğim. Sizi ekonomik refahlara ulaştıracağım mı demişti? Halbuki ne o, ne de ondan önceki Allah elçilerinden hiçbirisi insanlara böyle şeyler vaadetmemiştir. Nerden çıkarıyorlar bunu? Bakın böyle cahilce şeyler isteyen, cahilce tavırlar takınarak peygamberden onun gücünün yetmeyeceği şeyler isteyen kâfirlere Rabbimiz şöyle cevap veriyor:

  1. “Biz melekleri ancak gerekince indiririz. O takdirde de ceza görecekler asla geri bırakılmazlar.”

 

         Biz melekleri ancak hak olarak indiririz. Melekleri ancak Biz indiririz ve gerekince indiririz. Biz bir kere meleklerimizi gönderdik mi o zaman artık onların işleri biter, defterleri dürülür de kendilerine hiçbir mühlet de verilmez.

 

Halbuki meleklerini göndermemekle Rabbimiz rahmeti gereği onlara mühlet tanıyor. Belki adam olurlar diye onlara fırsat tanıyor. Melekler geldiği anda artık işleri bitmiş olacak onların. Bunu anla-mıyorlar mı? İşte okuduğumuz bu sûrenin ileriki âyetlerinde Rabbimiz Lût kavmine ve öteki kavimlere meleklerin gelmesiyle onların nasıl yerle bir edildiklerini anlatacak. Sizler de ey Mekkeliler, tıpkı onlar gibi sonunuzu mu bekliyorsunuz? Meleklerim geldiği andan itibaren artık size mühlet tanınmayacak, bunu anlamalısınız diyor Rabbimiz. Ya bu istedikleri melek kendi aslî sûretinde gelecek ve onlar buna tahammül edemeyerek helâk olacaklar veya bu melek kendileri gibi bir insan sûretinde gelecek, içlerinde doğup büyüyen tanıdıkları bir peygambere inanmayanlar tanımadıkları o Meleğe haydi haydi inanmayacaklar ve helâki hak edecekler, işleri bitirilecektir.

  1. “Doğrusu Kitabı Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Biziz.”

 

         Evet muhakkak ki zikri, Kur’an’ı, gündemi, hayat programını Biz indirdik, onun koruyucusu da elbette Biziz. Onu Biz indirdik, onu koruyacak olan da elbette Biziz. Bu peygamberi Biz görevlendirdik ve elbette onu koruyacak, onu başarıya ulaştıracak olan da Biziz. Bu dini, bu İslâm’ı, bu teslimiyet dinini son peygamberiyle birlikte gönderen Allah’tır. İlk insan, ilk peygamber Hz. Adem (a.s) dan bu yana tüm elçilerini aynı dinle, aynı teslimiyet diniyle gönderen Allah şimdi de aynı dini tüm insanlığa açıklamak, tüm insanlığa tebliğ etmek üzere son elçisine görev vermiştir.

 

Ve gönderdiği bu son elçisini, son elçisine gönderdiği bu kitabı, bu dini koruma işini de Rabbimiz bizzat kendi üzerine almıştır. Yâni bu dinin, bu kitabın, bu peygamberin sahibi Allah’tır.

 

Evet zikir kitaptır, Kur’andır, zikir peygamberdir, zikir Allah’ın kitabı ve peygamberiyle yeryüzünde kullarından istemiş olduğu gündemdir, hayat tarzıdır. Ve kesinlikle bilesiniz ki bu dini koruyacak olan da Allah’tır. Kıyâmete kadar bu dini, bu kitabı bu peygamber yolunu koruyacak ve insanları bu kitap ve bu peygamber bilgisiyle şereflen-direcektir Rabbimiz.

 

         Gerçekten bu insanlık için en büyük bir lütuftur. Tüm dünya bu kitaba, bu dine ve bu peygambere düşman kesilse, bu dini, bu kitabı ve peygamberi ortadan kaldırmaya, ilga etmeye, bozmaya, saptırmaya, tahrif etmeye soyunsa kimsenin asla buna gücü yetmeyecektir. Allah bu dini, bu kitabı kıyâmete kadar korumayı üzerine almıştır. Kimse bu kitabın bir tek harfini bile ortadan kaldıramayacak, değiştiremeyecektir. Kıyâmete kadar bu Kur’an ve bu Kur’an’ın pratiği olan Rasulullah efendimizin Sünneti, örnek hayatı dimdik ayakta duracaktır. Tamam yeryüzünde bu dinin, bu kitabın, bu peygamberin düşmanı kâfirler olabilecektir.

 

Zaten Adem (a.s) in İblisle kavgasından beri yeryüzünde iki grup hep olagelmiştir. Zaten Rabbimiz elçisini görevlendirirken yeryüzünde bir tek kâfir kalmayacak şeklinde görevlendirmemiştir. Ve Rab-bimiz İblisin istediği izni de kendisine vermiştir. Bundan da anlıyoruz ki peygamber yolu da, İblis yolu da kıyâmete kadar hiç bir zaman eksik olmadan yeryüzünde devam edecektir. İnsanlar ya şeytan tarafında yer alacaklar, ya peygamber safında. Mü’minler de olacak, kâfirler de. İblis-peygamber kavgası, iman-küfür kavgası kıyâmete kadar devam edip giderken Allah elçilerini gönderecek, onlara vahiyde bulunacak, desteğini gönderecek ve şeytanın hedefleri hep boşa çıkacak, ona tabi olanlar cehenneme akarlarken Allah ve Resûlünün yolunu takip edenler de dünyada başarıdan başarıya koşarlarken öbür tarafta da cennete uçacaklar.

 

10,11. “Ey Muhammed! Andolsun ki, senden önce çeşitli ümmetlere peygamber göndermiştik. Onlara gelen her peygamberi alaya alıyorlardı.”

 

         Muhakkak ki peygamberim, Biz senden önceki ümmetlere, toplumlara da peygamberler gönderdik. Asla vahiysiz, peygambersiz bırakılmamış olan o toplumlar her ne zaman ki kendilerine bir elçimiz geldi, hemen onunla alay ettiler. Onu alaya aldılar. Ona iman etmediler.

 

Öyleyse bilesin ki ey peygamberim, sen ilk değilsin. İlk alaya alınan, ilk yalanlanan sen değilsin. Senden öncekilerin tamamının kaderidir bu. Senden önceki toplumlar da kendilerinin kurtuluşu için gelmiş, kendilerinin dünyada mutlu bir hayat yaşamaları, âhirette de cennete ulaşmaları adına gelmiş elçilerini yalanladılar, alaya aldılar, dinlemediler, değer vermediler, eğlenceye aldılar. Kendileri için açtı-ğımız rahmet kapılarından istifade etmek istemediler. Kendileri için takdir ettiğimiz şerefle ilgilenmediler. Zikirle yol bulmadılar.

12,13. “Aynı şekilde biz de Kitabı suçluların kalplerine sokarız, ama ona yine de inanmazlar. Oysa kendilerinden öncekilerin uğradıkları meydandadır.”

 

         İşte böyle. Onlar böyle yaparlar, böyle yaptılar, ama Biz de kitabı o günahkârların, o suçluların kalplerine sokarız. Biz bu kitabı onların kalplerine ilka ederiz de onlar yine iman etmezler. Evet Biz bu kitabın âyetlerini onların kalplerine işletiriz, duyururuz, gösteririz ama onlar yine de iman etmeyerek yanlışlarını sürdürmeye devam ederler. Biz Peygamber vasıtasıyla, peygamber yolunun yolcusu mü’minler vasıtasıyla bu kitabın âyetlerini onların kalplerine kadar ulaştırırız, gönüllerini bu âyetlerle ezeriz, orada operasyonlar gerçekleştiririz, oradaki küfür ve şirk hücrelerini öldürürüz, ama yine de o kâfirlerden kimileri vardır ki iman etmezler.

 

         Halbuki kendilerinden öncekilerin başlarına gelenler ortadadır. İşte eskilerin Sünneti ortadadır. Ben bu kitapta onu size anlattım. Siz biliyorsunuz ki onlar kendilerine gönderdiğim elçilerimi kabule yanaşmadılar. Bunca ayetlerime, bunca mûcizelerime, bunca uyarılarıma rağmen kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya devam ettiler de sonunda başlarına gelenler geldi. Şimdi de senden farklı âyetler isteyenler, meleklerin gelmesini isteyenler de tıpkı onlar gibi bir yasaya mahkum olacaklar.

14,15. “Onlara gökten bir kapı açsak da, oradan çıkmağa koyulsalar: “Gözlerimiz döndü, biz herhalde büyülendik” derler.”

 

         Evet kâfirlerin iman etmeyişlerinin, hakkı kabule yanaşma-malarının sebebini anlatıyor Rabbimiz. Yâni eğer onlara gökyüzünden bir kapı açmış olsak, açtığımız bu kapıdan onlar gökyüzüne çıksalar, semaya yükselseler, bundan daha büyük bir mûcize olur mu? Tabii ki bunu bir beşer olan Rasulullah efendimiz yapmayacaktı. Onun böyle bir olmazı oldurması mümkün değildi. Önceki peygamberlerden hiçbirisinin de böyle bir şeye güçleri yetmezdi. Bunu her şeye güç yetiren Allah yapacaktı. Allah böyle bir şeyi yapıp onları gökyüzüne yükseltseydi yine de; bizim gözlerimiz döndü. Galiba bizim gözlerimiz sarhoş oldu. Herhalde bizim gözlerimiz bozuldu da biz bir sihrin mahkumu olmuş bir topluluğuz derlerdi.

 

Yâni kendilerine böyle bir mûcize göstermiş olsaydık bunu da anlamazlar, anlamaya yanaşmazlardı, iman etmezlerdi. Peygamber (a.s)’a verilen bu Allah desteği karşısında, bu Allah mûcizesi karşısında da farklı bir yorumda bulunurlar, ya bizler sarhoş olmuşuz, yahut da ne yaptığımızı bildiğimiz yok derlerdi. Veya bu adam gerçekten çok büyük bir sihirbazdır derlerdi. Yâni yine de peygambere iman etmezlerdi.

 

         Evet bu muannit kâfirlerin iman etmeyişlerinin sebebi işte bu kibir ve inatlarıdır. Kibirleri ve iğrenç inatları yüzünden onlar bu kitabı reddediyorlar, peygamberi reddediyorlar. Bu yüzden kitaba ve peygambere karşı ilgisiz davranıyorlar. Kitabımızın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki bu kâfirler bu inatları ve kibirleri yüzünden eğer Rab-bimiz bu kitabını peygamberine onların gözleriyle göremedikleri bir yolla, vahiy yoluyla değil de elleriyle dokunabilecekleri, gözleriyle gö-rebilecekleri kitaplar halinde indirmiş olsaydı yine de bu gerçeği ka-bul etmezler, bu apaçık bir büyüdür derlerdi. Kibirleri, inatları ve ce-haletleri galebe çalar yine de iman etmezlerdi.

 

Öyleyse ey peygamberim, ve ey peygamber yolunun yolcuları, sakın ha bu tip insanlar karşısında üzülmeyin. Bunlar karşısında sakın morallerinizi bozmayın. Çünkü bunların iman etmeyişlerinin sebebi ne âyetlerin, delillerin azlığıdır, ne de sizin onlar karşısında örnekliğinizin yetersiz olmasıdır. Değilse eğer âyet istiyorlarsa, delil istiyor-larsa işte bir âyet, işte bir delil:

 

16,18. “Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları bakanlar için donattık. Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş onu kovalar.”

 

         Andolsun ki Biz gökyüzünde burçlar yarattık. Andolsun ki Biz göklerde milyarlarca yıldızlar, yıldız kümeleri var ettik. Onları onlara bakan kimseler için bir ziynet bir süs yaptık. Kullarımızın bedii zevkini okşasın diye semanın simasını yıldızlarla donatıp süsleyiverdik. İşte şu başınızın üzerindeki semayı güneşle, ayla, yıldızlarla, gezegenlerle tezyin ettik ki bütün bunlar Rabbinizin olarak Bizim size lütfettiğimiz en güzel görüntülerdir.

 

Ve üstelik o gökyüzünü de her bir taşlanmış, rahmetten kovulmuş şeytanlardan koruduk. Ama buna rağmen o şeytanlardan kim bir kulak hırsızlığı yaparsa, Levh-i Mahfuz’u, kaderi, kâinatın hayat programını yazan bizim görevli meleklerimizin konuştuklarından, yaz-dıklarından bir şeyler çalmaya gayret ederse apaçık bir yıldız, bir ateş onu takip eder ve yakalar. Böylece o şeytanlar oradan alacakları bir bilgiyi de, bir bilgi kırıntısını da, kendilerini de yakıp kül ediverir.

 

         Evet Rabbimiz bu âyetinde bize gökyüzünde yarattığı yıldızlarını tanıtıyor. Demek ki neymiş bu yıldızların fonksiyonu? Yâni ne için var etmiş Rabbimiz onları? Bir, onlar semamızın süsüdürler. Bakan kulları zevk alsınlar, güzel bir görüntü görsünler diye yaratılmıştır onlar. İkincisi gökyüzünü şeytanlardan korumak için yaratmıştır Rab-bimiz onları. Kaderi yazan meleklerin konuşmalarından bir bilgi sızıntısı alamasınlar, yâni gaybını kimseye ezdirip bozdurmamak için şeytanlara atma konusu olarak yaratmıştır onları. Yine kitabımızın bir başka âyetinin beyanıyla karanın ve denizin karanlıklarında onlarla yol bulalım, yolumuzu görelim diye yaratmıştır Rabbimiz onları. İşte yıldızlarla alâkalı bunların dışında olur olmaz söz söylemek de caiz değildir. Şimdi de gözlerimizi yeryüzüne çeviriyor Rabbimiz:

 

19,21. “Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik. Orada sizin ve rızık veremeyeceğiniz kimseler için geçimlikler meydana getirdik. Hazinesi Bizim katımızda olmayan hiç bir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz.”

 

         Yeryüzünü de Biz yaydık. Yeryüzünü de sizin yaşamanıza müsait hale Biz getirdik. Yeryüzünün dengesini sağlamak için de orada sabit dağlar yerleştirdik. Orada her bir şeyi belli bir ölçüye göre bitirdik. Her şeyi sizin ihtiyacınıza göre bitirdik. Sizin için orada geçimlerinizi, maişetlerinizi temin ettik. Vefat edeceğiniz ana kadar orada ihtiyacınız olan her şeyi var edip hazırladık. Tüm hayat şartlarınızı hazırlayıverdik. Anladınız mı? Hazinesi bizim yanımızda olmayan hiç bir şey yoktur. Her şeyin hazinesi bizim katımızdadır. Her şeyin sahibi, mâliki biziz. Her şey bizim elimizde, Bizim mülkümüzdedir. Mülk bizde, güç bizde, egemenlik bizde, yetki bizde, saltanat bizde, altın, gümüş bizde, ekmek su bizde, yerin hazineleri bizde, göğün hazineleri bizdedir…

 

Ama Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz. Sizin isteğinize göre değildir onun inmesi. Kimsenin bir yetkisi yoktur bu konuda. Hiç kimse Allah dilemedikçe hiçbir şeye mâlik olamaz. Yetki elinde olan Allah her şeyi belli bir ölçüde indirmektedir. Herkese ihtiyacı kadar indirir. Herkesi düşünür Rabbimiz. Azmayacağımız kadar verir. Şımarıp kendisini unutmayacağımız kadar verir. Aynı zamanda isyan etmeyeceğimiz kadar verir. Çok az verip de bizleri isyan edecek noktaya da getirmez Rabbimiz. Ne çok verip azdırır, ne de az verip isyan ettirir, her şeyi belli bir ölçüde bize rahmetinin eseri olarak gönderir.

 

Evlerimizi yıkacak, tarlalarımızı silip süpürecek kadar gönder-mez yağmurlarını. Hayatımızı felç edecek kadar göndermez rüzgarlarını. Bizi yakıp kavuracak kadar göndermez güneşinin ışınlarını. Donduracak kadar da kısıvermez onu. Tüm hazinelerin sahibi olan Rab-bimiz her şeyi belli bir ölçüyle gönderir. İnsanların ihtiyacına göre, ya da yeryüzündeki hayatın devamına gerekli olan kadar gönderir.

  1. “Rüzgarı aşılayıcı olarak gönderdik; yukarıdan su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu toplayamazdınız.”

 

         Evet biz rüzgarları göndeririz ki bitkiler arasındaki ilkahı, tohumlaşmayı, tozlaşmayı sağlasın diye. Bitkiler arasındaki çoğalmayı, üremeyi sağlasın diye biz rüzgarları göndeririz. Bir de bulutlar arasında döllenmeyi sağlasın, izdivacı gerçekleştirsin de yağmuru yağdırsın diye. İşte böylece semadan suyu indirdik de onunla sizleri suladık. İşte sizin için gökyüzünden tatlı bir su indiriyoruz da en büyük nîmetlerimizden birini tadıyorsunuz. Eğer biz size rahmetimizin gereği olarak sizin için böyle bir su indirmeseydik siz asla ona sahip olamazdınız, mâlik olamazdınız. Siz asla onu gökten indiremezdiniz. İndiremediğiniz gibi, ihtiyacınız anında kullanmak üzere onu yeryüzünde biriktiremezdiniz.

 

Öyle değil mi? İçtiğiniz sudan bir damla indirebilecek birileri var mı? Rabbiniz kesiverse sularınızı ne yaparsınız? Kime gidersiniz? Kimden yardım istersiniz? Kimin gücü yeter buna? İşte Rabbiniz sizi, sizin asla sahip olamayacağınız, güç yetiremeyeceğiniz rızıklarıyla rı-zıklandırmaktadır. Yetki O’nun elinde, güç O’nun elinde, hayat O’nun elinde, rüzgar onun elinde, yağmur O’nun elinde, bulut O’nun elinde, gökler ve yerler her şey O’nun elindedir. Hayat da, ölüm de O’nun elindedir.

23,24. “Doğrusu dirilten ve öldüren Biziz; hepsinin gerisinde de Biz kalırız. Andolsun ki, sizden önce geçenleri biliriz; andolsun ki, geri kalanları da biliriz.”

 

         Doğrusu dirilten de, öldüren de Biziz. Hayat veren de Biziz o hayatı alan da. Biz hepsinin gerisinde kalanız. Biz vâris olanız. Her şey ve herkes ölecek sonunda Allah kalacaktır. Herkes ve her şey fânidir, bâki olan sadece Allah’tır. Evet hayat O’ndandır. Hayatın sahibi O’dur, ölümün sahibi de O’dur. Gökler O’nundur, yerler O’nundur, güneş, ay, yıldızlar, bulutlar, rüzgarlar, dağlar, taşlar, bitkiler, insanlar, hayvanlar O’nundur. Bizi yaratan, bizi var eden, bizim rızkımızı veren, bizim ekmeğimizi, suyumuzu gönderen ve sonunda hepimizi öldürecek olan da O’dur. Bize ve tüm varlığımıza, tüm varlıklara vâris olacak olan da O’dur. Öyleyse böyle bir Rabbi kabulden başka çaremiz yoktur. Böyle bir Rabbe kul olmaktan, teslimiyetten başka bir çaremiz yoktur.

 

         Biz sizden ileri gidenleri de, öne geçenleri de biliriz, arkada kalanları da biliriz. Sizden kim kulluk ve teslimiyette ileri gidiyor, kim geride kalıyorsa Biz onu biliriz. Siz ne kadar müslümansınız? Ne kadar isyancısınız? Ne kadar muttakisiniz? Ne kadar zalimsiniz? Ne kadar müşriksiniz? Ne kadar iyilik yaptınız? Ne kadar kötülük yaptınız? Ne kadar hayır işlediniz? Ne kadar şerre bulaştınız? Ne kadar yaşayacaksınız? Ne kadar ömrünüz var? Şu anda neredesiniz? Nereye doğru gitmektesiniz? Bunların hepsini bilen, takdir eden Allah’tır. O’nun bilgisine sınır yoktur. Öyleyse Ona teslim olmak zorundayız. O’nun istediği bir hayatı yaşamak zorundayız.

  1. “Doğrusu Rabbin onları diriltip bir araya getirecektir. Şüphesiz O Hakîmdir her şeyi bilendir.”

 

         Muhakkak ki onların hepsini diriltip huzurunda toplayacaktır. Yaşadıkları bu hayatın hesabını sormak üzere, yaptıklarının faturasını sormak üzere Rabbin bir gün onların tamamını mahkeme-i kübra-sında haşr edecektir. Onlardan istediği gibi bir hayat yaşayanlara cennetini tattırmak, ebedî nîmetleriyle onları ebedîleştirmek, istediği gibi bir kulluk hayatı yaşamayanları da cehenneme doldurup orada akıl almaz azapların mahkumu etmek üzere herkesi toplayacak Rab-bin.

 

Rabbinin bu haşrinin karşısında, bu kararının karşısında hiç kimse direnemez. Hiç kimse buna karşı gelemez. Hiç kimse kendisini kurtaramaz. Rabbin kararını vermiş, ecel yasasını belirlemiştir. Eceli geldiği zaman herkes ölecek. Kıyâmet geldiği zaman her şey bitecek. Kalkın buyurduğu zaman da herkes kalkıp huzurunda toplanacak. Herkes O’nun huzurunda hesaba çekilecek. O’nun mahkemesinde cenneti kazananlar ebedîyen cennete uçup giderken, cehennemlik görülenler de cehenneme akıp dolacaklar. Kimse O’nun kararına itiraz edemeyecek. Çünkü O Allah Hakimdir, her şeye hükmedendir, hâkimiyet elinde olandır, yaptığı her şeyi hikmetle yapandır ve her şeyi bilendir. Her şeyden haberdar olan ve dosdoğru karar verendir Allah.

26,27. “Andolsun ki, insanı kuru balçıktan, işlenebilen kara topraktan yarattık. Cinleri de, daha önce dumansız ateşten yarattık.”

 

         Muhakkak ki Biz insanı kuru bir balçıktan, kuru bir çamurdan, sonra işlenebilen, sertleşmiş, vurulduğu zaman ses getiren bir topraktan yarattık. Ondan önce cinleri de dumansız bir ateşten yarattık.

 

         Evet bundan önceki âyetlerde göklerin ve yerin yaratılışını öğrendik. Rabbimiz önce gökleri ve yerleri yarattı. Yeryüzünde dağlar, taşlar, bitkiler, madenler yaratıldı. İnsanoğlunun yaratılışından önce dumansız bir ateşten cinler de yaratıldı ve yaratılış zincirinin son halkasını insan teşkil ediyor. Yâni kıyâmet öncesi son yaratılan varlık insan oluyor. Ve insanı yeryüzünde yaratmayı murad edip kararlaştırdığı zaman Rabbimiz hem meleklere, hem de cinlere şöyle buyurdu:

 

28,31. “Rabbin meleklere: “Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın” demişti. Bunun üzerine, İblisin dışında bütün melekler hemen secde ettiler. O, secde edenlerle beraber olmaktan çekindi.”

 

         Hatırlayın, hani Rabbin meleklere buyurmuştu ki, Ben çıplak ve cıvıklaştırılmış bir çamurdan bir beşer yaratacağım. Ben balçıktan, işlenebilen, vurulduğu zaman ses getiren kara topraktan bir insan cinsi yaratmaya karar verdim.

 

Onu tesviye edip, elini, ayağını, gözünü, kulağını ve organlarını düzenleyip insan haline getirdiğim, adam ettiğim ve kendisine bir ruh üfürdüğüm, bir canlılık verdiğim zaman da hemen ona karşı secdeye kapanın. Evet hatırlayın ki işte Rabbiniz meleklere böyle buyurdu.

 

         Bunun üzerine, Rablerinin bu emrini alır almaz hemen meleklerin hepsi secde ettiler. Rablerinin emrini uygulamaya koydular. Rablerinin emrine boyun büktüler, İblis müstesna. İblis secde etmedi. O secde edenlerle birlikte olmaktan çekindi. Rabbinin emrine boyun bükenlerden olmadı. Rabbinin emrine teslim olmaktan yüz çevirdi.

 

Evet atamız Adem’in varlık sahnesine çıkışı, Rabbimizin secde emrine tüm meleklerin imtisâl edişi, İblisin bu emre başkaldırması kitabımızın önceki âyetlerinde anlatıldı. Kısaca melekler Rablerinin emrini yerine getirmişler, Rablerinin yarattığı insanı, toprak ve ruh bileşimi olan Adem’i, beşer cinsinin varlığını onaylamış, kabullenmiş, boyun bükmüşlerdir. Ama İblis Rabbinin emrine itaat etmemiştir. Rab-binin secde emrini yerine getirmemiştir. Bu beşer cinsine düşmanca bir tavır almayı hedeflemiştir. Bunun üzerine Rabbimiz buyurdu ki:

 

32,33. “Allah: “Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmaktan seni alıkoyan nedir?” dedi. O: “Balçıktan, işlenebilen kara topraktan yarattığın insana secde edemem” dedi.”

 

         Ey İblis, sen niye secde etmedin? Niye secde edenlerle beraber olmadın? Seni Rabbinin emrini dinleyip secde edenlerle beraber olmaktan alıkoyan neydi? Neden emrime boyun bükmedin? Ne mâzeretin vardı? Aslında onun içini, dışını, mâzeretinin olup olmadığını çok iyi bilen Rabbimiz bu soruyu sorarken İblise bir fırsat tanıyordu. Bir tevbe imkânı, bir özür dileme fırsatı tanıyordu ona. Çukur bir özür dileseydi. Ya Rabbi, ben ettim Sen etme! Deyiverseydi. Beni bağışla deyiverseydi belki affa mazhar olacaktı. Ama bakın İblis şöyle diyor-du:

         Ben bir beşere secde edici olmadım. Bir çamurdan, cıvık bir çamurdan, değişken bir balçıktan kurumuş bir topraktan yarattığın bir beşere ben asla secde etmem dedi. Kitabımızın başka sûrelerinde beni ateşten, onu topraktan yarattın, binaenaleyh ben ondan üstünüm ve ona secde etmeyeceğim dedi. Ben kendimden alçak olan birine asla secde edemem dedi.

 

 Halbuki secde emri için üstünlük ya da alçaklık söz konusu değildi. Kim üstün, kim alçak bunu Allah belirleyecekti. Ve bu secde emrini veren de Allah’tı. Bu emri veren Adem değildi ki üstünlük alçaklık gündeme gelsin ve İblis Adem’le kendisini kıyaslasın. Emri veren Allah’tı ve İblisin bir kul olarak hemen Rabbinin emrine boyun eğmesi gerekiyordu.

 

Öyle değil mi? Meselâ şu anda bir insan bize Allah’ın bir â-yetini okusa, Allah’ın bir emrini duyursa biz hemen ona sen kim oluyorsun ki? deme hakkına sahip değiliz. Velev ki o insan konum olarak, makam olarak bizden aşağı da olsa, yaş olarak bizden küçük de olsa. Yâni hiç bir özelliği olmayan birisi de olsa Allah’ın emrini hatırlatan kimseye itiraz etmeye hakkımız yoktur. Çünkü o emri veren o değil Allah’tır. O sadece bize Allah’ın emrini duyuran birisidir.

 

Ama işte bakın İblis böyle bir Allah emri karşısında hemen secde edecek yerde, Allah’ın emrine boyun bükecek yerde kendisini Ademle kıyaslayarak secde edenlerden olmadı. Bunun üzerine Rabbimiz şöyle buyurdu:

34,35. “Öyleyse defol oradan, sen artık kovulmuş birisin. Doğrusu hesap gününe kadar lânet sanadır” dedi.”

 

         Öyleyse haydi defol oradan! İn oradan! Çık oradan! İn o makamdan! Defol o yüce makamdan! Muhakkak ki sen kovulmuş birisin! Rahmetten tart edilmiş birisisin. Sen kovulanlardan, taşlananlardansın! Ve kıyâmet gününe kadar lânet sanadır! dedi. Kıyâmet gününe kadar lânet senin üzerinedir. Cehenneme yuvarlanacağın güne kadar sen lânetliksin dedi. Rabbimizin lânetine uğrayan, lânetin mahkumu olan İblis dedi ki:

36,38. “Rabbim! Beni hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri güne kadar ertele” dedi. Allah: “Sen bilinen gün gelene kadar bırakılanlardansın” dedi.”

 

         Ey Rabbim, beni ba’s gününe kadar, insanların öldükten sonra tekrar dirilecekleri güne kadar ertele, bana mühlet ver dedi. O zamana kadar beni öldürme, beni yaşat dedi. Güya aklını çalıştırıyor hain. Akıllılık yapıyor. Güya o zamana kadar ertelendiği zaman ölümden kurtulmuş olacak. Ölümden kurtulmak, dirilişten kurtulmak, kıyâmetin dehşetinden kurtulmak, cehennemden, azaptan kurtulmak istiyor. Bana ba’s gününe kadar izin ver, o güne kadar beni öldürme diyor. Çünkü alçak biliyordu ki diriliş var, biliyordu ki hesap kitap var, cennet cehennem var.

 

         Rabbimiz buyurdu ki haydi sen izinlilerdensin. Sen bilinen güne kadar, kıyâmet gününe kadar mühlet verilenlerdensin. Evet sana mühlet verdim ama belli bir vakte kadar. Yâni kıyâmeti aşmayacaksın, ölümden kurtulmayacaksın. İnsanların öldükten sonra dirilecekleri zamana kadar değil. Yâni sen de öleceksin diyor Rabbimiz.

 

Evet o güne kadar Rabbimizden mühlet aldı İblis ve böylece hayata başladı, Allah karşısında, Adem karşısında düşmanlıkta yerini aldı. Ve böylece yeryüzünde kıyâmete kadar sürecek bir savaş, bir düşmanlık başlamış oldu. Şu anda hiçbirimiz İblisi yok etme imkânına sahip olmadığımız gibi onunla savaşı bitirme gücüne de mâlik değiliz. Rabbimiz bunu böylece takdir buyurmuştur.

 

Öyleyse bu dünyada İblissiz bir hayat düşünmeyeceğiz. İblise rağmen, onun saptırmalarına rağmen yeryüzünde müslümanca bir hayat yaşayabilmenin, müslümanca kalabilmenin hesabını güzel yapacağız. İşte zaten bu konuyu gündeme getirirken Rabbimizin bize anlattığı da budur. Ey insanlar, unutmayın ki bu dünyada İblisle, İblis doğrultusunda bir hayat yaşayan kâfirlerle, müşriklerle, düşmanlarla karşı karşıyasınız. Buna rağmen sizler müslüman olmak zorundasınız. Müslümanca bir hayat yaşamak zorundasınız buyurmaktadır. Bunun farkında olarak hesabınızı güzel yapın buyurmaktadır.

39,40. “Rabbim! Beni saptırdığın için, andolsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulları bir yana, onların hepsini saptıracağım” dedi.”

 

         İblis dedi ki: Ey Rabbim, beni saptırmana, beni azdırmana, beni yoldan çıkarmana karşılık ben de andolsun ki yeryüzünde kullarına kötülükleri, fenalıkları, senin haramlarını süsleyecek, güzel göstereceğim. Dikkat ediyor musunuz? Ne diyor hain? Ya Rab  beni azdırmana, beni saptırmana karşılık diyor. Kim saptırmış onu? Kim yoldan çıkarmış? Kim saptırmış? Allah. Suçlu kim? Suçlu kendisi değil Allah. Suçu üzerine almıyor hain. Sapmasının, kulluktan, itaatten çık-masının faturasını Allah’a kesiyor. Kendi kibri yüzünden, gururu yüzünden çok yanlış bir yola giriyor ve de hatasını kabul etmeyerek, yaptığından pişmanlık duymayarak tevbe kapısını da kapatıveriyor.

 

Halbuki böyle yapmayıp da kendisini suçlamış olsaydı, yap-tığından dolayı bir pişmanlık duymuş olsaydı affedilecekti, ama bunu da kaybediyor. Kaderci kesiliyor hain. Tıpkı kimi kâfir ve müşriklerin Allah istememiş olsaydı, Allah izin vermemiş olsaydı ne bizler, ne de atalarımız asla O’na şirk koşamazdık. Asla şu yaptıklarımızı yapamazdık. Allah yasaları dururken bizler asla yasa belirleyemezdik di-yerek, kaderci kesilerek kendi pisliklerini Allah’a fatura etmeye çalıştıkları gibi.

 

Veya işte şu anda kimi zavallı müslümanların ne yapalım, kaderimiz böyleymiş. Ne yapalım, alınyazımız böyleymiş diyerek içinde bulundukları zilleti Allah’a fatura etmeye çalıştıkları gibi. Halbuki Allah kimseye zillet ve meskeneti yazmaz. Bu sizin kendi zavallılığınızın sonucudur.

 

         Evet diyor ki İblis, onlara yeryüzünde kötülükleri süsleyeceğim. Yeryüzünü onlara süsleyeceğim. Bu dünyayı onların gözünde hedef yapacağım, kıble yapacağım. Dünyaya tapınır hale getireceğim onları. Dünyanın ve dünyalıkların peşine takacak, Seni ve âhireti unutturacağım onlara. Dünyaya öyle bir saracağım ki onları ne Seni, ne kitabını, ne peygamberini hatırlayacak zamanları bile kalmayacak. Onların topunu azdırıp yoldan çıkaracağım. Hepsini saptıracağım. Hepsini itaatsizliğe, isyanlara, günahlara sevk edeceğim. Ancak Senin ihlâslı kulların müstesnadır. Sana samimiyetle kulluk eden kullarını azdırma, kandırma imkânım olmayacak.

 

Öyleyse hiçbir zaman unutmayalım ki bu alçağın ihlâslı kullar için, Allah’a samimiyetle kulluk içinde olanlar için hiç bir zaman herhangi bir otoritesi, herhangi bir yaptırım gücü de yoktur. İşte bizzat kendi diliyle itiraf ediyor İblis. Eğer Senin kulların halis müminseler ben onlara hiçbir şey yapamayacağım. Öyleyse biz şeytanın iğva-larına, hilelerine karşı halis müminler olmaya, yâni katışıksız, saf vahiy mü’mini, Kur’an ve Sünnet mü’mini olmaya çalışacağız. Babamızdan öyle gördük diye değil, hocamızdan böyle duyduk diye değil. Allah ve Resûlü böyle dedi, kitap ve Sünnet böyle istedi diye müslü-man olacağız. Saf ve katışıksız vahiy müslümanı olacağız. O zaman bilelim ki şeytan bize hiçbir şey yapamayacaktır.

 

Allah’a inanan, Allah’la yol bulmaya çalışan, sürekli Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin Sünnetiyle beraber olan, vahye sarılan, hayatını vahiyle düzenlemeye çalışan Allah’ın muttaki ve sâlih kulları üzerinde onun da, avenelerinin de hiçbir etkisi ve yetkisi yoktur. Bu yüzden onu ve avenesini bir şeymiş gibi gözlerimizde büyütmemize ve onlardan korkmamıza da gerek yoktur. Şurası bir gerçek ki şeytan ve avenesinden korkan onları bir şey zanneden müslümanlar onlarla savaşı göze alamazlar. Allah korusun o zaman müslümanlar şeytan ve şeytani güçlerle savaş kapasitelerini kaybederler. Rabbimiz buyurdu ki:

41,42. “Allah şöyle dedi: “Benim gerekli kıldığım dosdoğru yol budur; “Kullarımın üzerinde senin bir nüfusun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır.”

 

         İşte bu Benim Sırat-ı Müstakimimdir. İşte bu yol İslâm yoludur, peygamberler yoludur. Ve şüphesiz ki ey İblis, senin Benim kullarımın üzerinde bir gücün, bir nüfusun olamaz. Senin Benim kullarımı saptırma gücün ve yetkin yoktur. Onları Bana kulluktan uzaklaştırıp kendi cehennemine götürme gücüne sahip değilsin sen. Ancak sana uyanlar, sana tabi olan azgınlar bunun dışındadır. Senin yoluna uyan, seni dinleyen, senin vesveselerin ardınca giden azgınlar müstesnadır. Sen ancak onları saptırabilirsin. Çünkü onlar Beni bırakmışlar, Benim kitabımı unutmuşlar, Benim peygamberimi terk etmişler, senin yolunu kabul etmişlerdir. Onlar Benimle değil, seninle beraber olmuşlardır. Böyle olmayan kullarım üzerinde zerre kadar bir yetkin, bir egemenliğin olmayacaktır senin.

 

43,44. “Ve cehennem onların hepsinin toplanacağı yerdir. O cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır.”

 

         Evet kimler de Benim yolumu bırakıp senin yoluna tabi olur-sa, Benim kitabımı, Benim peygamberimi bırakıp senin vesveselerine, senin iğvalarına kapılırsa muhakkak ki onların hepsini cehennemde toplayacağım. Senin de, senin yoluna gidenlerin de toplanacakları yer cehennemdir. Cehennem onların toplantı yeri olacaktır. O cehennemin 7 kapısı vardır. Ve her bir kapı oradan girecekler için ayrılmış, belirlenmiştir. Kimlerin hangi kapıdan gireceği, o kapıların kimlere nasıl açılacağı belirlenmiştir.

Evet şeytana tabi olanlar, şeytanların felsefelerine tabi olanlar tabi oldukları şeytanların gittikleri yere gideceklerdir. Ama beri tarafta:

45,46. “Allah’a karşı gelmekten sakınanlar ise, cennetlerde, pınar başlarındadırlar. Oraya güven içinde, esenlikle girin, “ denilir.”

 

         Muttakiler, Allah’la yol bulanlar, yollarını Allah’ın kitabına ve Resûlünün Sünnetine sorarak bulanlar, hayatlarını Allah için yaşayanlar, Allah’a kulluklarının bilinci içinde bir hayat yaşayanlar ise cennetlere gidecekler.

 

Evet bu dünyada şeytanlara tabi olmayanlar, hevâ ve hevesleri istikâmetinde değil de Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayanlar, sözleri ile, amelleri ile, düşünceleri ile, tavırları ile sadece Allah için bir dünya yaşayanlar akla hayale gelmedik cennet nîmetleri içinde olacaklar. Bağlar, bahçeler, meyveler, pınarlar, güzellikler ve nîmetler içinde olacaklar. Kendilerine denilecek ki: Buyurun, girin o cennetlere. Emin olarak, güvenlik içinde, emin kimseler olarak girin oraya. Bir daha artık orada asla sıkıntı görmeyeceksiniz. Üzüntü duymayacaksınız. Mahrumiyet çekmeyeceksiniz.

 

Ve bir de orada ölüm yok. Ölümü tatmayacaksınız. Derdiniz, gamınız, çileniz olmayacak. Dünyada olduğu gibi orada size yükletilen bir görev, bir kulluk sorumluluğu da olmayacak. Namaz, oruç, zekât, cihad gibi bir sorumluluğunuz da olmayacak. Sadece zevk ve eğlence içinde sonsuz bir hayat yaşayacaksınız orada.

 

 

47,48. “Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık; artık onlar sedirler üzerinde karşılıklı oturan kardeşlerdir. Onlar orada bir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değillerdir.”

 

         Onların kalplerindeki, sadırlarındaki kıskançlık, kin, garaz ve kötü duyguların tümünü söküp çıkardık diyor Rabbimiz. Yâni mü’-minlerin birbirlerine karşı kinlerini, garazlarını, çekemezlik duygularını, bencillik özelliklerini Allah göğüslerinden söküp alıyor ki, orada bu tür rahatsızlıklar yaşanmasın. Cennette hayatlarının tadını kaçırabilecek her şeyi alıveriyor Rabbimiz. Onları tertemiz hale getiriveriyor ki, onlar orada kardeşler olarak bir hayat yaşasınlar.

 

Evet cennette mü’minler arasında ne karşılıklı, ne dünyadan taşıyıp getirdikleri, ne de orada gerçekleşecek hiçbir kırgınlık, hiçbir dargınlık olmayacak, hiçbir husûmet ve düşmanlık olmayacak. Her şeyden arınmış, arındırılmış olarak girecekler onlar cennete. 

 

         Sedirler üzerinde, yüksek tahtlar, köşkler üzerinde karşılıklı oturacaklar. Eşleriyle, dilberleriyle, kardeşleriyle, dostlarıyla, dünyada birlikte cennet kazanma kavgası verdikleri arkadaşlarıyla beraber karşılıklı oturmuşlar kadeh tokuşturup sohbet ederlerken, tomurcuk Huriler, Ğılmanlar da ellerinde kadehlerle etraflarında tavaf edip onlara zevkler sunacaklar, hizmet edecekler. Ve daha nice, nice güzel-likler yaşayacaklar. Orada onları rahatsız edecek zerre kadar bir şey olmayacak.

Ve onlar bir de orada yorgunluk da duymayacaklar. Yâni onlar orada yorgunluk, bıkkınlık nedir bilmeyecekler. Sıkıntı, keder, mahrumiyet nedir bilmeyecekler.

 

Ve onlar asla oradan çıkacak, orayı kaybedecek de değiller-dir. Öyleyse ey peygamberim:

49,50. “Ey Muhammed! Kullarıma Benim bağışlayan, merhamet eden olduğumu, azabımın can yakıcı bir azap olduğunu haber ver.”

 

         Sen Benim kullarıma haber ver. Muhakkak ki Ben kullarım için Ğafûr ve Rahîmim. Kullarım için Ben onların kusurlarını, hatalarını örten, örtbas eden, kale almayan, bağışlayanım, acıyanım. Bana kul olma niyeti, Benim istediğim hayatı yaşama çabası içinde olanlar için Ben affediciyim, ama şunu da söyle ki onlara, Beni tanımayanlar için, Bana kulluğa yönelmeyenler için de Benim azabım can yakıcıdır. Unutmasınlar ki Benim azabım can yakıcı, dayanılmaz bir azaptır.

 

Sen duyur bunu onlara peygamberim. Sizler duyurun onlara bunu ey peygamber yolunun yolcuları. Buyursunlar, hangisini seçerlerse seçsinler. Bağışlamamı mı? Cennetimi mi? Acımamı mı? Yoksa azabımı mı? Cehennemimi mi? Kendileri için ne seçeceklerse, hangisini seçeceklerse seçsinler. Hangisine karar vereceklerse versinler. Bunun ikisini de seçenlere gücü yeter Rabbimizin. Cehennemi, azabını seçenleri de sonsuz cehennemine, cennetini, rahmetini seçenleri de ebedî cennetlerine göndermeye kâdirdir Allah.

 

51,53. “Onlara İbrahim’in konuklarını da anlat: İbrahim’in yanına girdiklerinde selâm vermişlerdi. O: “Doğrusu biz sizden korkuyoruz” demişti de: “Korkma, biz sana, bilgin bir oğlun olacağını müjdelemeye geldik” demişlerdi.”

 

         Peygamberim, sen onlara İbrahim’in konuklarının, İbrahim’in misafirlerinin durumunu da anlat. Onlar, o elçiler İbrahim (a.s) in yanına girdiler ve selâm İbrahim’e dediler. İbrahim’e selâm, selâmet ve esenlik dileriz dediler. İbrahim (a.s) da onların selâmına aynıyla karşılık verdi. İbrahim (a.s) onları bilememişti. Onların Allah’ın Melekleri olduğunu anlayamamıştı. Demişti ki sizler tarafımızdan tanınmayan, bilinmeyen bir topluluksunuz. Sizlerle daha önce hiç görüşme şerefine mazhar olmadım. Biz sizden korkuyoruz, sizden çekiniyoruz. Siz kimsiniz? Beklediğimiz kimseler değilsiniz dedi. Belki de bu bölgeye yeni teşrif ettiniz dedi. Ya bunu onların yüzüne söyledi İbrahim (a.s) veya içinden söyledi, ya da evdeki ehline söyledi bunları. Yâni baktı ve pek tanıyamadı onları da kendi kendine böyle dedi.

 

         Allah’ın melekleri de bunun üzerine dediler ki, korkma ey İbrahim, Biz sana bilgin bir oğul, âlim bir oğul, Allah bilgisiyle, vahiy bilgisiyle bilgilenecek ve o bilgi doğrultusunda hayat yaşayacak bir oğul müjdelemeye geldik. Sana böyle bir oğul müjdeleriz. Başka sûrelerde bu müjdelemenin Sâre annemize yapıldığı anlatılır. Evet Allah bilgisine lâyık görülecek, vahiy bilgisiyle şereflendirilecek, ileride peygamber olacak bir oğul müjdelediler Ona.

 

Buradaki âlim bir oğulla kastedilen İshak (a.s) dır. Sâffât sû-resindeki Halîm bir oğul müjdesiyle de İsmail (a.s) kastediliyordu. Yine Hud sûresinde İshak (a.s) vasıtasıyla kendisine Yakub (a.s) gibi şerefli bir torun peygamber müjdesi de veriliyordu. Tabi İshak (a.s) ın müjdesinin verildiği bu dönemde İbrahim (a.s) yüz yaşını aşkın ihtiyar bir çağda bulunuyordu. Karısı da o yaşlarda çocuktan kesilmiş bir durumu yaşıyordu. Melekler böyle bir durumda yaşlı bir ana-babaya bir evlât müjdeliyorlardı. İbrahim (a.s) in da Sâre annemizin de böyle bir müjde karşısında tavırları şöyle oldu:

54,55. “Ben kocamışken bana müjde mi veriyorsunuz? Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?” deyince, Seni gerçekten müjdeliyoruz, umutsuzlardan olma” demişlerdi.”

 

         Bu yaşımda mı bana bu müjdeyi veriyorsunuz? Bu halimle benim nasıl bir çocuğum olabilir? Yâni olacak şey mi dir bu? Neye dayanarak bir çocuk müjdeliyorsunuz bize? dedi. Gerçekten ikisinin de yaşları belliydi. 90,100 yaşını aşmışlardı. Her ikisinden de dünya hesabına göre bir çocuğunun olması mümkün değildi. O ana kadar Rabbimizin yeryüzünde uyguladığı yasası böyleydi. Ama Adem’i topraktan yaratan, Havva’yı da Ondan yaratan Allah elbette Sâre’den de bir çocuk dünyaya getirmeye muktedirdi. Allah’ın gücünün yetmeyeceği ne var ki? Fakat İbrahim (a.s) in bu sorusunu ve hayretini de yadırgamamak gerekir. O diyordu ki yâni bu iş nasıl olacak? Ben yüz yaşında, karım da kısır.

 

Evet İbrahim (a.s)böylece hayretini dile getirince melekler buyurdular ki Seni gerçekten müjdeliyoruz. Sana hak olarak müjde veriyoruz. O çocuğun dünyaya gelmesi haktır ve sen sakın bu konuda umutsuzlardan olma. Çünkü onu senden ve karından dünyaya getirecek olan başkası değil Allah’tır. Dilediği zaman var eden, dilediği zaman yok eden O’dur. Bu âlemde insanlar ancak O’nun izniyle bir hayat yaşamaktadırlar. Göklerin ve yerin egemeni O’dur. Göklerin ve yerin sahibi O’dur. Güç O’na aittir, yetki O’na aittir. Dilediğine oğullar kızlar verir, dilediklerini de çocuksuz bırakır. O Alîmdir, O Kadîrdir.

56,57. “Zaten sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umudunu keser!” diyerek sormuştu: “Ey elçiler! İşiniz nedir?”

 

         İbrahim (a.s) dedi ki, dalâlette olanlardan, sapıtmışlardan baş-kası asla Rabbinin rahmetinden ümidini kesmez. Allah’ın Rahmetin-den sapıklar hariç kim ümit keser ki? Allah böyle buyurdu. Allah buyurmuşsa tamamdır. Allah hükmetmişse iş bitmiştir. Çünkü Allah her şeyi bilmektedir, her şeye güç yetirmektedir. Allah boşuna buyurmaz, Allah beyhude demez dediğini. Allah dilediğine hükmeder ve hükmettiğini de yerine getirir, bu konuda zerre kadar bir endişemiz yoktur dedi. Çünkü Allah göklerde ve yerde tek egemen olandır, dilediği yapandır. O’nun dilediğini kim engelleyebilir? O’nun hükmünün önüne kim geçebilir? Hayat O’na aitken, yaratma O’na aitken, dilediğini yaratmasını kim durdurabilir? Dilediğini dilediği zamanda, dilediği biçimde yaratan O’dur. Dilediğine hayat veren O’dur, dilediğini öldüren de O’dur dedi.

 

Tıpkı atamız İbrahim (a.s) gibi yıllar sonra torunu Yakub (a.s) da oğullarını yiyecek almak üzere Mısır’a gönderirken senelerce önce kaybolmuş Yusuf’unu araştırıp soruşturmalarını ve bu konuda Allah’tan ümit kesmemelerini tavsiye ediyordu. Allah’tan asla ümit kes-meyin. Çünkü kâfirler topluluğu hariç kimse Allah’tan ümit kesmez diyordu. Allah’ın elçisi Yakub (a.s) Rabbinden asla ümit kesmiyor ve Yusuf’una kavuşmayı ümit ediyordu. Çünkü Allah’tan ümit kesmek bir manada en büyük varlık olan Allah’a noksanlık izafesidir. Yâni ciddi ciddi neyi istedik, neyi arzu edip onun sebeplerini yerine getirdik de Rabbimiz onu bize lütfetmedi? Yâni Yusuf’unu aradın da bulamadın mı? Çocuklarını ıslaha sa’y ettin de onu mu beceremedin mi? Niye ümit kessin de İbrahim (a.s)? Niye ümit kessin ki Rasulullah efendimiz? İlk günlerde şartlar kötüymüş, insanlar kendisine hüsnü kabul göstermemiş, kavmi kendisini dışlamış. Ne gam? Allah var ya. En kısa zamanda Allah onları başarıya ulaştıracaktır. Onlar da Rablerinden, Rablerinin rahmetinden ümit kesmediler. Allah’ın yardımı, Allah’ın rahmeti mutlaka kendilerine gelecekti. Ve her zaman ve zemin-de müslümanlar müjdelenen kimseler olacaklardı.

 

         İbrahim (a.s) meleklerden bu müjdeyi aldı. Bir evlât müjdesi aldı. Ve tabii meleklerin gelişinin sadece bununla sınırlı olmadığını, başka işlerinin de olduğunu sezinleyen İbrahim (a.s) dedi ki:

         Ey elçiler, sizin ne işiniz var? Neye geldiniz? Ne var? Sebep ne? dedi. Ma hadbuküm? dedi. Hadb Arapça’da çok ciddi bir iş için kullanılır. Ne için gönderildiniz ey Mürseller? Özel olarak sadece bana bir evlât müjdelemek üzere mi geldiniz? Yoksa başka bir göreviniz mi var? dedi. Onlar dediler ki:

58,60. “Şöyle cevap vermişlerdi: “Biz şüphesiz suçlu bir millete gönderildik. Lût’un ailesi bunun dışındadır. Karısı hariç hepsini kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk.”

 

         Bizler mücrim, suçlu bir topluma gönderildik. Biz Lût kavmi için geldik. Rabbimiz tarafından zalim Lût kavmini yerin dibine batırmak için görevlendirildik. Rabbimizin haklarında helâk hükmünü verdiği bir kavme azap taşları atmak üzere görevlendirildik. Zalimleri yok etmeye geldik. Onların topunu helâk edeceğiz, ancak Lût’un ailesi bunun dışındadır. Karısı hariç Onun ailesini, Onunla birlik olanları, Onun safında yer alanları, tercihini Ondan yana kullananları kurtaracağız. Ama karısı bunun dışındadır. Onun geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk.

 

         Evet bu günahkâr, bu zalim, bu suçlu toplum Lût (a.s) un toplumuydu. Helâki hak etmiş suçlu bir toplumdu o toplum. Hiçbir toplumda görülmemiş bir ahlâksızlıkları vardı. Lûtîlik ahlâksızlıkları vardı. Erkekler Allah’ın kendileri için yarattığı kadınları bırakıp erkeklere gidiyorlar, erkeklerden zevk alıyorlardı. Tatminsizlikte, ahlâksızlıkta zirve noktasında rezil bir toplumdu. Hayvanları bile geride bırakacak bir toplumdu. Allah’ın elçisinin uyarılarına aldırış etmeyen, cinsel ahlâksızlığı peygambere kafa tutacak noktaya getirmiş bir toplumdu. Temizlikten, iffetten, hayâdan hoşlanmadıkları için içlerinde iffet ve hayâ abidesi olarak varlığını sürdürmeye çalışan peygamberi sürmeye çalışan bir toplumdu. İşte böyle helâki hak etmiş bir toplumu yok etmek üzere gelmişlerdi Allah’ın melekleri.

 

Başka sûrelerde İbrahim (a.s) in ey Allah’ın melekleri orada Lût var diyerek melekleri bu işten vazgeçirmek için mücâdeleye tutuştuğu anlatılır.

 

         Evet o toplumdan kurtulacak, kurtulmaya lâyık bir tek aile var, o aileden de bir kadın hariç. O kadın da kurtulanlardan olmayacak, kaybedenlerden olacak. Koskoca ülkede, koskoca kentte, şu anda Lût gölünün derinliklerinde yatan insanlardan kurtulacak sadece Lût (a.s) ve kendisine iman etmiş iki kızcağızı.

61,62. “Elçiler Lût’un ailesine gelince, Lût: “Doğrusu siz tanınmayan kimselersiniz dedi.”

 

         Elçilerimiz Lût’un ailesine geldiler. Lût (a.s) dedi ki, tıpkı az evvel anlatılan İbrahim (a.s) gibi doğrusu sizler tanımadığım kimselersiniz. Daha önce sizi görmedim dedi. Ve kitabımızın başka sûrelerinin anlatımından biliyoruz ki Allah’ın elçisi onlardan dolayı, onların bu gelişinden dolayı epey rahatsızlandı, kötüleşti. İçi daraldı. Kendi kendine şimdi bu durumda ben ne yapacağım? dedi. Çünkü o güne kadar o ahlâksız toplum kendisine evine misafir almamasını söylemişler ve kendisine en büyük zulümleri evine misafir aldığı zamanlarda olmuştu.

 

Adamların derdi kimse evine misafir almamalıydı ki dışarıdan gelenleri ekonomik ve cinsel sömürülerine alet edebilsinler. Lokantalarında, otellerinde kalmak zorunda kalan yabancıları hem ekonomik sömürülerine, hem de cinsel ahlâksızlıklarına alet etmek istiyorlardı. Zaten o toplum içinde Lût (a.s)dan başka kimse de misafir kabul et-miyordu. Onların bu ahlâksız emellerine engel olmak için Allah’ın elçisi dışardan gelenleri evine alıyordu.

 

Ve işte şimdi Onun evine yine misafirler gelmiş, belki onlarla birlikte hareket eden karısı çoktan bu haberi onlara ulaştırmış ve neredeyse evine geldi geleceklerdi. Lût (a.s) büyük bir sıkıntı içine düş-müştü. Bu misafirleri onların elinden nasıl koruyacaktı? Bu tanrı misafirlerine nasıl muhafız olabilecekti? Az sonra toplum gelecek ve o misafirlerini cinsel ahlâksızlıklarına alet edeceklerdi. Gerçekten büyük bir sıkıntı içine düştü Allah’ın elçisi. Onun bu telâşını gören Allah’ın melekleri şöyle dediler:

63,65. “Biz sana sadece şüphe edip durdukları azabı getirdik. Sana gerçekle geldik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz. Artık, geceleyin bir ara, aileni yola çıkar, sen de arkalarından git; hiç biriniz arkaya bakmasın; emrolundu-ğunuz yere doğru yürüyün” dediler.”

 

         Biz sana senin toplumun şüphe edip durdukları azabı getirdik. Kavminin Allah konusunda, Allah’ın dini konusunda, Allah’ın hayata karışması konusunda, Allah’ın kendilerine hayat programı göndermesi konusunda tereddüt içinde oldukları bir azabı getirdik. Senin kavmin Allah’ın hayat örneği, kulluk örneği olan peygamber göndermesi konusunda şüpheye düştüler. Onlar tüm bu konularda şüpheye düştükleri için biz geldik. Şüphe edip durdukları azabı getirdik biz onlara. Senin kavminin bu azaptan şüpheleri vardı. Bu yüzden seninle ve Rabbinle alay ediyorlardı. İşte bu tavırlarının karşılığı olan azabı getirdik. Ve biz sana hakla geldik, hakkı getirdik.

 

İbrahim (a.s)’a hak bir müjde getirmişlerdi. Lût (a.s)’a da hak bir azap müjdesi geliyordu. Hani önceki âyetlerde ne buyurmuştu Rabbimiz? Ey peygamberim, kullarıma Beni haber ver ki Ben onlardan Bana Benim istediğim gibi kulluk yapanlara son derece Gafûr ve Rahîmim, merhametliyim. İşte şimdi de onlardan, o iman edenlerden Lût (a.s) ve kızlarına rahmet ve kurtuluş müjdesi geliyordu. Biz doğrularız. Biz Allah’ın hükmünü, Allah’ın kararını bildirmişsek o mutlaka gerçekleşecektir.

 

         Evet korku içinde ne yapacağını bilmez bir vaziyette kıvranan Allah’ın elçisi Lût (a.s)’a melekler dediler ki, ey Lût korkmana gerek yok, biz Allah’ın elçileriyiz ve bu ahlâksızlar asla sana ulaşamazlar, sana ilişemezler, biz bu ahlâksızların defterlerini dürmeye geldik. Sen ey Lût, gecenin bir parçasında ehlinle birlikte yola çık. Ehlini al ve şehri terk et. Sen ehlinin arkasından git ki onlardan hiç birisi geride kalmasın. Sizden hiçbiriniz geriye bakmasın. Hiçbiriniz geriye iltifat etmesin. Başka sûrelerin beyanıyla karın hariç diyorlar. Karın hariç hiç kimse geride kalmasın. Hiçbirinizin o pis hayatta gözünüz olmasın. Geceleyin bu toplumu terk et.

 

Ama o kavme isâbet eden azap karısına da isâbet edecekti, çünkü o müslüman değildi. Müslüman olmadığı için o da o rezil ve rüsva azabın mahkumu olacaktı. Onların randevu zamanı, vaadleşme vakti sabah vaktidir. Onların yaşama süreleri gün doğana kadardır.

 

Allah’ın elçileri böyle diyorlar. Lût (a.s) ehliyle beraber, zaten ehlinden kendisine iman eden sadece iki kızıydı. İki kızından başka hiç kimse iman etmemişti. İki kızıyla birlikte gece yarısı şehri terk edecekler, Lût (a.s) onların arkasından gidecek, kimse geriye dönüp bakmayacak.

 

         Evet işte meleklerin haberi böyleydi. Ve biraz sonra cinsel ahlâksızlığı doruklaştıran, Allah’a ve peygambere isyanı doruk noktaya çıkaran bir kavim biraz sonra helâk olacak. Şu anda gece vakti. Lût (a.s) gecenin yarısından sonra kızlarını alıp yola çıkacak, yanında hanımı da olacak ama, o iman etmediği için, sapıkların küfrünü tercih ettiği için kavimle birlikte helâk olacak. Kurtulanlar sadece Lût (a.s) ve iki kızcağızı olacak ve bir sabah vakti bir kavmin kökü kesilecek.

 

Aman ya Rabbi, geceleyin eğlenceler, akla hayale gelmedik çılgınlıklar, akla hayale gelmedik şımarıklıklar, azgınlılklar. Tüm oyun ve eğlence merkezleri ağzına kadar dolu. İnsanlar Rablerini unutmuşlar, Rablerinin kendilerine kurtarıcı olarak gönderdiği elçisini, o elçinin uyarılarını unutmuşlar, başlarına geleceklerden habersiz çılgınca eğleniyorlar. Halbuki biraz sonra bu tavırlarından ötürü helâk edilecekler. Bir daha geri dönmemek üzere toprağın altına girecekler. Ne garip bir durum değil mi? İnsanlar kendi kurtuluşlarını değil de helâklerini seçiyorlar, helâklerine sa’y ediyorlar.

 

Şu anda tüm dünya şehirlerinin içine gömüldükleri eğlence-leri, şımarıklıkları düşünüyorum. Şu Allah’tan, Allah’ın azabından habersiz rezil ülke insanlarını düşünüyorum. Yaşadıkları küfür ve şirk içindeki hayatlarıyla helâklerine dâvetiye çıkaran dünya insanlığını düşünüyorum. Hiçbir şeyden haberleri yokken, gece gündüz çılgınca eğlencelerin içindeyken kendilerine korkunç bir azabın gelmesinden korkuyorum. O toplum da böyle bir gafleti yaşıyordu işte.

66,69. “Böylece Lût’a bunların sonlarının kesilmiş olarak sabahlayacaklarını bildirdik. Şehir halkı sevinerek geldiler. Lût: “Bunlar benim konuklarımdır, onlara karşı beni rüsva etmeyin, Allah’tan korkun, beni utandırmayın” dedi.”

 

         Evet böylece onların sonlarının gelmiş olarak sabahlayacaklarını Lût (a.s)’a bildirdik. Gaflet ve dalâlet içinde yaşayacakları son gece. Ahlâksızlar gelen misafirlerin çok güzel, çok yakışıklı erkekler olduklarını haber almışlardı. Çünkü Allah’ın melekleri Lût (a.s)’a çok güzel erkekler sûretinde gelmişlerdi. Alçaklar onlara sahip olmak arzusuyla geldiler. Onları pis arzularına alet etmek için geldiler. Öyle pis, öyle ahlâksız insanlardı ki kendi erkeklerinden de artık bıkıp usanmışlardı. Onun içindir ki ülkelerine her yeni gelenden istifade etmek istiyorlardı. Kadınlarından bıkmışlardı.

 

Ey Lût! O evindekileri bize teslim et. Biz onlara sahip olmak istiyoruz. Biz onlardan istifade etmek istiyoruz. Evet onların bu tavırları Lût (a.s)’a gerçekten çok ağır geldi. Misafirlerini kendi elleriyle bu ahlâksızlara teslim etmek durumunda kalmak onu çok üzdü ve dedi ki: Ey kavmim, bunlar benim misafirlerimdir. Allah’tan korkun da misafirlerin konusunda beni rezil rüsva etmeyin dedi. Allah’tan korkun da beni onlara karşı rezil etmeyin, mahcup etmeyin. Allah’tan korkun da beni misafirlerime karşı hüzne boğmayın, kedere boğmayın dedi. Gelin hayatınızı Allah için yaşayın da vazgeçin bu ahlâksızlıklardan dedi. Bunun üzerine ahlâksızlar dediler ki:

70,71. “Biz sana kimseyi misafir kabul etmeyi yasak etmemiş miydik? dediler. Lût: “Alacaksınız, işte benim kızlarım” dedi.”

 

         Ey Lût, biz seni âlemlerden yasaklamadık mı? Sana hiç kimsenin işine burnunu sokmayacaksın demedik mi? Biz sana misafir kabul etmeyi yasaklamamış mıydık. Kimseyi evine misafir almaya-caksın dememiş miydik. Halbuki sen dışardan gelenleri evine almayacaktın ve biz onları otellerimizde, pansiyonlarımızda, lokantaları-mızda ekonomik ve cinsel arzularımızın kucağına düşürecek, onlardan istifade edecektik. Bu şehirde senden başka misafir kabul eden kimse var mı? Sen niye bizim planlarımızı bozuyor, menfaatlerimizi engelliyorsun? Şimdi sen bu adamları evinde misafir edince, onlara yiyecek, içecek, barınacak imkânları hazırlayınca, adamlar burada yabancılık çekmeyince biz emellerimize ulaşamıyoruz.

 

Evet o yabancıları kendi sefih arzularına, rezil arzularına alet edemeyince Lût (a.s)’a gazaplandılar ve biz sana daha önce  tembih etmemiş miydik? dediler. Bunun üzerine çaresiz kalan Allah’ın elçisi onlara dedi ki: Ey kavmim, alacaksanız işte kızlarım, onları alın. Ey kavmim, işte kızlarım. Ya kendi kızları ya da ümmetin kızları. İşte bunlar tertemizdir sizin için dedi. Gerçekten evlenmek istiyorsanız onlarla evlenin de bu misafirlerime ilişmeyin dedi. İşte benim kızlarım, yahut da işte ümmetimin kadınları, eğer evlenmek istiyorsanız bu kadınlarla evlenin. Cinsel ihtiyaçlarını kadınlarınızla giderin. Tertemiz helâl yoldan ihtiyacınızı giderin. Niye böyle helâl yoldan evlenmek dururken, meşru yoldan arzularınızı tatmin etmeniz dururken Allah’ın yasakladığı sefih bir hayatı yaşamak istiyorsunuz? Hiç sizin içinizde akıllı uslu bir adam yok mu? Aklınız başınızda değil mi sizin? Vazgeçin bu misafirlerimden ve erkeklere gitmekten diyordu.

 

         Onlar dediler ki: Ey Lût, bizim ne istediğimizi sen pek âlâ biliyorsun. Bizim senin kızlarında gözümüz yoktur. Kızlarında bir hakkımız yoktur. Biz kızları değil erkekleri istiyoruz ve onları almadan da buradan bir adım bile atmayacağız. Evet alçakların kızlardan, kadınlardan yana bir arzuları kalmamış, onların gözleri erkeklerde. Bizim ne istediğimizi biliyorsun, bize nasihat edip durma! dediler.

72,73. “Ey Muhammed! Senin hayatına andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı. Tanyeri ağarırken, çığlık onları yakalayıverdi.”

 

         Evet ey peygamberim, senin hayatına, senin ömrüne andol-sun ki onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı da tanyeri ağarırken bir çığlık bir sayha onları yakalayıverdi. Rabbimiz peygamberi Muhammed (a.s) in hayatına, ömrüne yemin ederek helâki anlatıyor. Onlar böyle bir sarhoşluk içinde ne yaptıklarını, ne ettiklerini bilmez bir vaziyette peygamberlerinin evine gelmiş o güzel güzel erkeklere sahip olamamanın çılgınlığı içinde, rezil kepaze bir halet-i ruhîye içindelerken sabaha doğru bir çığlık onları yakalayıverdi.

74,77. “Memleketlerini alt üst ettik, üzerlerine sert taş yağdırdık. “Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır. O şehrin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda inananlar için ibret vardır.”

        

         Ülkelerinin, şehirlerinin altını üstüne getiriverdik. Melekler kaldırdılar şehirlerini tepe taklak getirip yerlere vuruverdiler. Ve onların üzerlerine de  çamurdan taşlaştırılmış sert taşları yağdırıverdik. Böyle bir helâk yasasının mahkumu oldukları için o kavme kitabımızın bir başka sûresinde “Mu’tefikat” ismi verilmiştir. Yâni altı üstüne getirilmiş bir toplum. Rabbimizin melekleri bu toplumu kaldırıp yere çaldıktan sonra üzerlerine yağmur göndermiş, yağmurun arasında taş yağdırmış ve her bireri beş bin kişiden ibaret olan iki şehrin altını üstüne getirivermişlerdir. Evet böyle rezil bir toplumun hayatı da böylece bitiyordu.

 

         Hani kâfirler önceki âyetlerde peygamber efendimize karşı bize bir melek getir demişlerdi. Bir melek gelsin de o zaman sana ve Rabbine iman edelim demişlerdi. Rabbimiz de Biz Meleği hak ile göndeririz, gerektiği zaman göndeririz ve melek geldi mi de artık size mühlet tanınmaz, defteriniz dürülür buyurmuştu. İşte buyurun geldi melek. Bakın yine adam olmuyorlar hainler. Meleklerden haberleri yok şaşkınlık içinde onlara sahip olmaya çalışıyorlar. Ve sonunda Rabbimizin kendilerine takdir buyurduğu azabın mahkumu oluyorlar.

 

Ey Mekkeliler! Ey şu andaki dünyalılar! Ne oluyor size? İşte size Benimle ve elçilerimle savaşa tutuşmuş bir toplumun daha feci âkıbetini anlattım. Bir helâk tablosu daha sundum. Ne oluyor? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Buy gerçekleri duyduğunuz halde yine küfürlerinize, şirklerinize mi devam ediyorsunuz? Helâk olanların yolunu sürdürmeye mi çalışıyorsunuz? Bunu mu istiyorsunuz? Kendi helâkinize mi dâvetiye çıkarıyorsunuz? Diyerek biz kullarını bize rahmeti gereği ısrarla, tekrar tekrar uyarısını sürdürüyor bu âyetleriyle Rab-bimiz.

 

         İşte bunda, bu helâk haberinde, bu helâk yasasında gözü olanlar için, görebilenler için gerçekten çok büyük ibretler, dersler vardır. O şehrin kalıntıları şu anda işlek yollar üzerinde hâlâ belirgin bir şekilde bulunmaktadır. İşte şu anda bugünkü Lût gölü ve çevresinde bunu görüyorsunuz. Burası deniz seviyesinden çok daha aşağılarda bir çukurdur ki bu toplumun yere battığının göstergesidir.

 

Ama şu anda insanlar Allah’ın bu helâk yasasını yanlış yorumlamaya çalışıyorlar. İbret almıyorlar, ders çıkarmıyorlar. Allah’ın bu helâk yasasını insanların gözlerinden gizleyebilmek için atlaslardan Lût gölünün adını bile değiştirmeye çalışıyorlar. Aman bu insanlar Lût (a.s) ve onun yere batan ahlâksız toplumuyla ilgi kurmasınlar diye buranın adına ölü deniz demeye çalışıyorlar.

 

Tıpkı şu anda Allah’ın bir deprem uyarısını çok farklı yorumlamaya çalışanlar gibi. Bu konunun Allah’la yorumlanmasına bile tahammül edemiyorlar. Bu bir tabii olaydır. Bu işlere Allah’ı karıştırmayın demeye ve insanların gözlerinden Allah ayetlerini saklamaya çalışıyorlar. Allah akıl versin, şuur versin bu adamlara, başka diyecek bir şey bulamıyorum.

 

         Evet işte ibret almamız gereken bir toplumun âkıbeti. Allah’ın elçisi kendilerine geldi. Kendilerini Allah’ın âyetleriyle uyardı, Allah’a kulluğa çağırdı, ahlâksızlıklardan vazgeçip Rablerinin istediği gibi bir hayat yaşamlarını istedi. Ama onlar peygamberi dinlemediler. Peygamberlerine karşı yan çizdiler, keyifleri ağır bastı, şehvetleri ağır bastı, menfaatleri ağır bastı da Rablerine ve Rablerinin elçisine isyan ettiler. Allah da onların defterlerini dürüverdi.

 

İşte bizler için en büyük bir ibret levhası. Ama ne gariptir ki insanlar gözlerinin önünde cereyan eden bu helâk yasasından ibret almıyorlar. Zalimlerin sonu hep böyle olduğu halde yine de insanlar onların hemen arkasından hiç bir şey olmamış gibi zalimliklerine devam edebiliyorlar.

 

         Evet bundan sonra bir başka kavme geçiyoruz. Rabbimizin bir başka rahmet ve bereketine ulaşan bir peygamberine ve yine o peygambere Allah’ın istediği gibi davranmadığı için Allah’ın gazabına ve helâkine maruz kalmış bir başka topuma intikal ediyoruz. Bu toplum da Eyke toplumudur. Eyke’liler Lût (a.s) un yaşadığı bölgenin biraz daha güney taraflarında yaşayan bir kavimdi. Onlar da tıpkı Med-yen’liler gibi ekonomik bozukluğu doruk noktada yaşayan bir toplumdu. Ekonomik güçlerini tanrılaştırmış, dünyayı kıble edinmiş, âhireti unutmuş, Allah’ı unutmuş, kulluktan çıkmış bir toplum. Paradan, dünyadan, zevkten, lüksten başka hiç bir şey düşünmez olmuş bir toplum. Solucanlar gibi zevk ve eğlencelerinin peşinde kıvranan, haram helâl sınırları tanımayan bir toplum. Bakın Allah şöyle buyuruyor:

78,79. “Eykeliler de, şüphesiz zalim kimselerdi. Bunun için onlardan da öç aldık. Hâlâ her iki memleket de işlek bir yol üzerindedirler.”

 

         Eykeliler de zalim kimselerdi. Allah’a karşı, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisine karşı zalimce tavırlarından ötürü, kendilerini Rablerine kulluk ortamından uzaklaştırarak kendi kendilerine zalimce davranmalarından ötürü onlardan da öç aldık. İşte hâlâ onlar da işlek bir yol üzerinde bulunmaktadırlar. Her ikisi de, Medyen’liler de Eyke’liler de aynı yol üzerindedirler. Her iki toplum da kaybetmişlerdir. Sizler şu anda Allah ve elçilerini kale almadıkları için, zalimce bir hayat yaşadıkları için kaybetmiş, helâk edilmiş bu iki toplumun kalıntılarının yanı başından geçiyorsunuz. Mekke’den çıkan bir kimse önce Lût (a.s) un kavminin yaşadığı, helâk edildiği bölgeye uğruyor, sonra da Eyke bölgesine uğruyordu. Onlar bu peygamberlerden ve helâk edilmiş toplumlarından haberdardılar.

 

         Kitabımızın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki bu toplum da Şuayb (a.s) ın toplumudur. Ekonomik bozukluğu zirvede yaşayan bir toplumdu. Şuayb (a.s) onları şöyle uyardı: Ey kavmim! Gelin insanların mallarını haksız yere yemeyin! Gelin malla ilişkilerinizi Allah’ın istediği şekilde ayarlayın! Gelin dünyacı olmayın! Gelin muttaki olun! Gelin Allah’ı devre dışı bırakarak bir hayat yaşamaktan vazgeçin de hayatınızı Allah için ve Allah’ın gösterdiği haram helâl sınırları içinde yaşayın! Diye ısrarla uyardı onları. Ölçüye tartıya riâyet edin! dedi.

 

Sizler dünyanın en büyük bir ticaret merkezinde bulunuyorsunuz. Allah size en büyük lütfunu ulaştırmıştır. Gelin Allah’ın helâl dedikleriyle yetinip haramlara uzanmayın! Pisi bırakıp temizle yetinin! Çalmayı, çırpmayı bırakın! İnsanların ceplerine el atarak onların paralarını, eşyalarını eksiltmeyin! Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! Fesat çıkarmayın! Enflasyon gibi haram yollarla, hilelerle insanları sömürmeye kalkışmayın! İnsanların alım güçlerini eksiltmeyin! Paralarının değerini düşürmeyin! Sizi de sizden öncekileri yaratan, tüm yaratıkları yaratan Allah’tan korkun! dedi. Onlara güzel güzel nasihatlerde bulundu.

 

         Ama onlar elçilerini dinlemediler. Şuayb (a.s)’ı büyülenmişlikle itham ettiler. Rablerinin elçisini dinlemediler de şeytanlara kulak verdiler, nefislerine kulak verdiler, hevâ ve heveslerine kulak verdiler. Ekonomimizi biz kendimiz ayarlarız dediler. Bizim ekonomi uzmanlarımız varken bu konuda asla seni ve Rabbini dinlemeyiz dediler. Ey Şuayb, sen bizim hayatımıza karışamazsın. Sen de, Rabbin de bizim ekonomik anlayışlarımıza düzenimize, dünya hâkimiyetimize burnunuzu sokup durmayın. Karışmayın bizim işlerimize. Sen kim oluyorsun da bizim düzenimizi eleştiriyorsun? diyerek Ona meydan okudular.

 

Allah’ı ve elçisini hayatlarına karıştırmayarak dediler ki; eğer doğru sözlü isen haydi o zaman gökten üzerimize bir parça indir de görelim. Haydi bize bir azap getir de görelim dediler. Kendi azaplarına, kendi helâklerine davetiye çıkardılar. Ne gelecekse gelsin de görelim dediler.

 

         Bunun üzerine Rabbimiz de kendisini ve elçisini yalanlayan, kendisine ve elçisine hayat hakkı tanımayan, kendisini ve elçisini hayatlarına karıştırmamaya çalışan bu toplumu değişmeyen bir yasası olarak bulutlu bir günün azabıyla yakalayıverdi. Gölge gününün azabı yakalayıverdi onları. Onların üzerine sanki buluttan azap yağıyordu, helâk yağıyordu. Gerçekten bu büyük bir azap günüydü.

 

80,84. “Andolsun ki, Hicr halkı peygamberi yalanlamışlardı.  Onlara âyetlerimizi verdiğimiz halde, yüz çevirmişlerdi. Dağlarda, güven içinde olarak evler yontuyorlardı. Sabaha karşı çığlık onları yakalayıverdi. Yaptıkları kendilerine fayda sağlamadı.

 

         Şimdi de sıra Hicr ashabında, Hicr halkında. Bu toplum da Lût (a.s) un yaşadığı bölgenin kuzeyinde yaşamış bir toplumdu. Andol-sun ki Hicr halkı kendilerine gönderilen elçiyi yalanlamışlardı. Onlar kendilerine yol göstermek üzere, hayat programı olmak üzere o peygamberlerle gönderdiğimiz âyetlerimizden yüz çevirmişlerdi. Âyetlerimizle ilgilenmemişlerdi. Âyetlerimizi bir kenara bırakıp kendi hevâ ve heveslerince bir dünya yaşamaya yönelmişlerdi. Dağlarda güven içinde evler yontuyorlar, bu muhkem evlerde kendilerini Bizim helâk yasamızdan kurtardıklarını zannediyorlardı. Kimse bizimle baş edemez, kimse bize bir şey yapamaz diyorlar kendilerini güvende hissediyorlardı.

 

Nuh toplumu bir suyla helâk edilmiş, Âd kavmi bir rüzgarla, Semûd kavmi onlardan ders çıkararak evlerini düzlüklerde kurmadılar. Kayaları yontarak sudan ve rüzgardan etkilenmemek için muhkem evler yaptılar. İşte bunlar da öyle yapıyorlardı. Sabaha karşı bir çığlık, bir sayha da onları yakalayıverdi de tüm bu tedbirleri yaptıkları kendilerine hiçbir fayda sağlamadı. Onlar Allah’ın bu helâk yasasıyla bir başka sûrenin beyanıyla hayvanların bile yiyemeyeceği bir kesmik kırıntısına dönüverdiler.

 

İşte Rabbimizle çatışma içine girdikleri için, Rabbimize ve elçisine hayat hakkı tanımadıkları için helâk edilen bir başka toplum. Önce Kur’an sayfaları arasında, sonra da geçmişin sahnesi olan yeryüzünde gezip dolaşarak, geçmişlerin sergüzeşti hayatlarıyla karşı karşıya gelecek ve böylece geçmişi tanıma imkânını elde etmiş olacağız. Bunu elde edince de, geçmişi yargılama, geçmişten ibret çıkarabilme imkânını da elde etmiş olacağız.

 

Bunlar ne yapmışlar? Nasıl davranmışlar da helâk olmuşlar? Nasıl bir helâk yasası gerçekleşmiş? Bunu bilecek, bundan ibret alacak ve böylece biz de onların düştüklerine düşmemeye çalışacağız. İşte Rabbimiz geçmişin bu ibret levhâlârını bize sunarken bizden istediği budur.

85,86. “Biz, gökleri, yeri ve her ikisi arasında bulunanları gereğince yarattık. Kıyâmet günü şüphesiz gelecektir. O halde yumuşak ve iyi davran. Doğrusu yaratan ve bilen ancak Rabbindir.”

 

         Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak olarak ya-rattık. Oyun eğlence olsun diye yaratmadık bunları. Gökler ve yer, ikisi arasında olan tüm varlıklar bir imtihan sebebi olarak yaratılmıştır. Göklerde ve yerlerde olan her şey yeryüzünde imtihana tabi tutulan insanının imtihanına konu olarak yaratılmıştır. Her şey, tüm varlıklar hak temeller, sağlam temeller, sağlam yasalar üzerine bina edilmiştir. Her şey belli bir hikmetle yaratılmıştır. Tüm varlıklar üzerinde Allah’ın hak yasaları işlemektedir. Hiçbir şey başıboş, sahipsiz, gayesiz ve programsız değildir. Hepsinin yaratıcısı Allah’tır. Hepsi üzerinde söz sahibi O’dur.

 

         Ve bir gün mutlaka bir kıyâmet gelecektir. Yâni Allah bir gün mutlaka bu kurduğu düzeni yıkacaktır. Yâni dünyada, semavat ve arzda şu anda kurduğu düzeni yarın yok edip yepyeni bir düzen kuracak olan da Allah’tır. Ve işte bunların hepsini bilen, hepsine güç yetiren Allah’tır. Öyleyse ey peygamberim, sen güzel bir müsamaha ile müsamaha et onlara. Onlara bütün bunları güzellikle anlat. Tatlılıkla onların akıllarını erdirmeye çalış. Çünkü anlamıyorlar bu adamlar, ne yaptıklarını bildikleri yok. Gerçekten yaratan da O’dur, bilen de.

  1. “Andolsun ki, sana daima tekrarlanan yedi âyetli Fâtihayı ve Kur’an’ı Azîm’i verdik.”

 

         Muhakkak ki Biz sana yedi âhenkli âyeti verdik. Sürekli her namazda tekrar edilen, her namazın her rekatında tekrar edilen, Kur’an’ın her bir sûresinde muhtevası tekrar edilen yedi âyetli, Fâtiha sûresini verdik sana. Azîm Kur’an’ı da verdik. Öyleyse haydi sen bunlarla uyar insanları. Ulaştır insanlara bunları. Rabbinin sana verdiği bu âyetlerle, bu sûrelerle güzel güzel insanları kulluğa çağır. Nasihatte bulun onlara. Ve sakın ha:

 

88,89. “Kâfirler içinde bazı kimselere verdiğimiz kat kat servete gözünü dikme; onlara üzülme; inananları kanatların altına al. De ki: “Doğrusu ben apaçık bir uyarıcıyım.”

 

         Gözünü Bizim o kâfirlerin kendilerine vermiş olduğumuz ziy-netlere, süslere, dünya mallarına, mülklerine, dünya saltanatlarına dikme. Sakın onlara imrenme. Sakın o dünyada kalıcı şeylere iltifat etme. Onlara üzülme. Bunlar niye bana verilmemiş de bu kâfirlere verilmiş? diye sakın mahzun olma. Bu kâfirlerin sahip oldukları şeyler karşısında sakın bir aşağılık duygusuna kapılma. Bir şahsiyet bozukluğu yaşama. Unutma ki onlar geçici dünya hayatının geçici ziynetleridir.

 

         Evet işte şu anda bu emir bizlere de verilmektedir. Bakıyoruz ki şu anda kâfirlere bizden çok fazla şeyler verilmiş. Mal, mülk, ev, bark, at, araba, para, pul, saltanat hep onların elindedir. Fıtratımızda bunlara karşı bir meyil, bir arzu olduğu için şu anda bizler de onlara bakıp bakıp imreniyoruz. Keşke şu adamların ellerinde olanlar bizde de olsaydı diyoruz. Hattâ onların ellerindekilere olan meylimizden ötürü onların ülkelerine çalışmaya, onların hizmetinde bulunma zilletine katlanmaya çalışıyoruz. Onların içinde bulundukları nîmetler karşısında ayaklarımız kayıyor. Şahsiyet bozuklukları yaşıyoruz. Allah’ın bu âyetlerinden habersiz bir hayat yaşadığımız için neredeyse kâfirliği bile temenni edecek duruma gelenleri görüyoruz.

 

Ama bakın Rabbimiz buyuruyor ki ey müslümanlar, unutmayın ki bunlar sadece dünyanın süsü ve ziynetleridir. Unutmayın ki onlar bu sahip olduklarıyla Bizi ve âhireti unutuyorlar. Unutmayın ki çok çabuk biter. Ama bitmeyen, tükenmeyen, hayırlı olan, süresiz olan Rabbinizin katındaki rızıklardır. Cennet ölümsüzdür, cennet nîmetleri sonsuzdur, cennet hayatı bâkîdir. Siz Ona yönelin, hedefiniz O olsun, sa’yiniz Ona olsun. Ve sen ey peygamberim, mü’minlere de rahmet ve merhamet kanatlarını geriver. Mü’minlere müsamahalı oluver, şefkatli ve merhametli oluver. Ve onlara de ki ben apaçık bir uyarıcıyım.

90,93. “Kur’an’ı işlerine geldiği gibi bölenlere de, kendi Kitaplarının bir kısmına inanıp bir kısmını kabul etmeyen Yahudi ve Hıristiyanlara da nitekim kitap indirmiştik; Rabbine andolsun ki hepsini, yaptıklarından sorumlu tutacağız.”

 

         Evet tıpkı daha önce kendi kitaplarının bir kısmına inanıp bir kısmını kabul etmeyen Yahudi ve Hıristiyanlara kitap göndermiş olduğumuz gibi, bu Kur’an’ı işlerine geldiği gibi, menfaatlerine geldiği gibi bölen, parçalayan, her biri kitabın belli bir bölümünü bayraklaştıran, her biri kitabın belli bir bölümüne sarılan, kitabı bölüp parça-ladıkları gibi kendilerini de bölüp parçalayan insanları uyarman için bu kitabı da sana indiriyoruz. Rabbine andolsun ki onların hepsine bu yaptıklarının hesabını soracağız. Gerek kendilerinden önce kitapla-rını parça parça edip işlerine gelenlere inanıp işlerine gelmeyenleri reddedenleri, gerekse şimdi tıpkı olar gibi Kur’an’ı bölenlerin hepsini hesaba çekeceğiz.

        

        Kur’an’ı ayıranlar, Kur’an’ı parçalayanlar, ayrımcılıktan yana olanlar da hesaba çekilecek, bu yaptıklarının cezasını çekeceklerdir. Dini parçalayanlar, kitabı parçalayanlar, peygamberi, parçalayanlar, hayatı parçalayanlar, toplumu parçalayanlar. Dini parçalayıp hayatın bazı alanlarında Allah’ın dinini, öteki alanlarında da başkalarının dinlerini, başkalarının hayat programlarını uygulayanlar. Kitabı parçalayıp her bireri kitabın bir bölümünü bayraklaştıranlar, her bireri kitabın bir bölümüne sarılıp kendilerini de parça parça edenler. Peygamberi parçalayıp, onun hayatının, onun sünnetinin bir bölümünü kabul edip, bir bölümünü reddedenler. Peygamberleri parçalayıp, bir kısmına inanan bir kısmını reddedenler. Hayatı parçalayıp bir bölümünde Allah’ın kulu öteki bölümlerinde başkalarının kulu olanlar. Hayatın her bir alanında Allah’ın kulu olduğunuzu unutmayın. Dini parçalamayın. Hiçbiriniz diğerinden ayrı bir dinin, ayrı bir dünyanın insanı olmayın. Kitabın tümüne imanla mükellef olduğunuzu unutmayın.

94,96. “Ey Muhammed! Artık sana buyurulanı açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme. Allah’la beraber başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı şüphesiz Biz sana kafiyiz. Yakında ne olduğunu öğreneceklerdir.”

 

         Ey peygamberim, emrolunduğun şeyi yapıp açıkça ortaya koy. Rabbin sana ne emretmişse, nelerle sorumlu kılmışsa onları yerine getir. Senin gibi inanmayan, senin gibi düşünmeyen, senin gibi sadece Allah’a teslim olmayan müşriklerden yüz çevir, onlara aldırış etme. Bırak onları ve sen sadece Rabbinin istediği, Rabbinin emrettiği bir hayatı yaşamaya bak. Müşriklerden olma. Onlarla beraber hareket et-me. Onların anlayışları, onların düşünceleri, amelleri, hayat programları seni asla bağlamasın. Unutma ki Biz sana yeteriz. Seni yalanlayan, seni reddeden, seni alaya alan, sana zulmetmeye yönelen kimselere karşı Biz sana yeteriz. Biz sana yetmeliyiz. Biz varken onların sana yapabilecekleri hiçbir şey yoktur, sen yoluna devam et.

 

         Onlar Allah’tan başka İlâhlar kabul ediyorlardı. Onlar Allah berisinde, Allah dışında İlâhlar, yetkililer peşinde koşuyorlardı. Allah’tan başkalarını, putları, cansız varlıkları, insanları İlâh biliyorlar, İlâh makamında görüyorlardı. Allah’la birlikte başkalarını da dinliyorlar, Allah’la beraber başkalarına da dua ediyorlar, başkalarına da kulluk ediyorlardı. Allah’ı razı etmeye çalıştıkları gibi çevreyi de, modayı da, âdetleri de, töreleri de, müdürü de, amiri de, kanunları da, yönetmen-likleri de, Allah’la çatışan tâğutları da razı etmeye çalışıyorlardı. Hem Allah’ın çektiği yere, hem de başkalarının çektikleri yerlere gitmeye çalışıyorlardı. Bazen Allah’ı, bazen başkalarını dinliyorlardı. Hayatlarında etkili olabildikleri, yol gösterebildikleri kadarıyla başka  İlâhların kulu kölesi olurlarken, onların serbest bıraktıkları, ya da gaflet edip dolduramadıkları hayat birimlerinde de Allah’ın kulu ve kölesi oluyorlardı.

 

Yâni öteki İlâhlarının boş bıraktıkları, dolduramadıkları namaz gibi, oruç gibi, zekât gibi, zikir gibi hayat birimlerini de Allah’ın dinine göre dolduruyorlardı. İşte böyle yapanları, böyle yaşayanları bırak da sen sadece Rabbinin sana emrettiklerini yapmaya devam et peygamberim.

97,99. “Andolsun ki, söyledikleri şeylerden senin gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamd ile an, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et.”

 

         Andolsun ki Biz onların söyledikleri şeylerden, onların lakır-dılarından senin göğsünün daraldığını, kalbinin sıkıldığını, üzüldüğü-nü biliyoruz. Onların işledikleri suçlardan senin sıkıntı içine girdiğini biliyoruz. Bizim haberimiz var bundan. Sen onlara en güzel bir şekilde Bizim kitabımızı, Bizim âyetlerimizi okuyorsun, duyuruyorsun, ama onlar seni dinlemiyorlar, sana kulak vermiyorlar. Onlar başka sevdaların peşindeler. Başka kitapları okumanın, başka haberleri dinlemenin, başka örneklerin arkasından gitmenin peşindeler. Sen onlara merhametinden dolayı ısrarla onları ateşten, cehennemden korumaya çalışıyorsun, ama onlar ısrarla ateşten yana bir tavır alıyorlar. Sana ve senin kendilerine okuduğun bu kitaba karşı kulaklarını tıkamışlar, kapılarını pencerelerini kapamışlar, çılgınca dünya zevklerine dalmışlar. Sen buna rağmen onların bu davranışları karşısında üzülme, canını sıkma, sıkıntı içine girme.

 

         Rabbini hamd ile tesbih et. Sübhanallah de. Elhamdülillah de. Rabbini hep gündemde tut. Rabbini hep yücelt. Hep Onu noksan sıfatlardan tenzih edip mükemmel sıfatların sahibi kabul et. Ve Rab-bine secde edenlerden ol. Rabbine boyun büküp O’nun emirlerine teslimiyet gösterenlerden ol. Namaz kılanlardan ol. Tüm bedenine Allah’ın karıştığını, tüm hayatında Allah’ın egemen olduğunu ortaya koyanlardan ol. Rabbine ibadet et. Tüm hayatını Rabbin için yaşa. Tüm hayatında O’nun kulu ve kölesi olduğunu unutma. Ta ki sana ölüm gelinceye kadar. Rabbinin ölüm yasasına teslim olup, O’nun huzuruna gelmek üzere bu dünyadan göçeceğin ana kadar hep kullukta ol. Bir an bile O’na  kulluktan uzak olma. İşte senin görevin budur. Senin görevin bu şekilde bir kulluk ve müslümanlıktır, hayatını Allah için yaşamaktır.

 

         Evet peygamberin görevi budur ve peygamber yolunun yolcusu olan bizlerin de bu dünyada görevimiz işte budur. Bizler de tıpkı pişdarımız gibi, örneğimiz gibi bize ölüm gelinceye kadar sadece Rabbimize kulluğa devam edeceğiz. Unutmayacağız ki hepimizi, her-kesi ecel takip etmektedir. Kıyâmet çok yakındır. Ölüm çok yakındır. Hayat çok kısadır. Ve işte önümüzde bize bu kulluğu en güzel bir şekilde anlatan bir kitap ve bu kitabın istediği müslümanlığı en güzel bir şekilde pratize etmiş bir peygamberin sünneti durmaktadır. Haydi buyurun kitap ve peygamber rehberliğinde ölüme kadar müslümanca bir hayata. Allah hepimizi buna muvaffak kılsın inşallah. Sübhane-kallahümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve etûbü ileyk.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir