“Hissin Kadar Hissen Vardır” – İbrahim Kalın

“Hissin Kadar Hissen Vardır” – İbrahim Kalın

Hocam çok sevdiğim bir söz var. Hissin kadar hissen vardır. Şimdi bir tanıdığım, mesela Van Gogh’u çok seviyor. Önce resimlerine baktı. Reproduksiyonlarını gitti, gördü. Yetmedi dedi, ben bunların asıllarını görmem lazım. Gitti resimlerin asılları nerede sevgileniyorsa onlara baktı. Yetmedi, o resimlerin yapıldığı yerlere gitmem lazım dedi. İşte gitti o akıl hastanesinde durdu, o kilisenin önünden seyretti hadiseyi. O vakte bakmam, o mevsimde görmem lazım. Olmadı, yazılan her şeyi okudu o resimlere dair. Yetmedi, gidip Van Gogh’un kabrinde durdu böyle bir bağ, bir irtibat kurabilmek için. Şimdi o Van Gogh’a dair bir şey söylediği vakit ben diyorum ki tamam yani eyvallah, o öyledir yani.

Çünkü orada çok samimi bir emek var. Yani bu ünsiyet, bu irtibat çok kıymetli bir şeydir. Yani birisi bunu Van Gogh’la kurar, birisi Bach’la kurar, birisi Dede Efendi’yle kurar, birisi İbn Arabi’yle, Gazali’yle kurar, Farabi’yle kurar.

Yeter ki bu bağı kurabilelim. Aslında burada biz kendimizi keşfediyoruz. Bu eserler bize birer ayna tutuyor, ışık tutuyor. Bir tür kılavuz onlar bizim için. Biz kendimizi keşfediyoruz o yolculukta. Oradan bir şey alıyoruz, buradan bir şey alıyoruz. Kendimizi mücehhez kılarak, teçhiz ederek, donatarak bir yere doğru yürüyoruz. Tabii bu yolculukta bunları araçsallaştırırken bu eserleri enstrümantalize etmeden, kıymetini bilerek, kendi zatında değer vererek, bunlara sahip çıkmak bizim yolculuğumuzu da daha sahici, daha otantik, daha gerçekçi, daha hakikat temelli hale getiriyor. O zaman seyir ile keyif, iş ile lezzet, vazife ile duygu bir araya gelebiliyor. İşini de yapıyorsun, vazifeni de yerine getiriyorsun. Ama bunu büyük bir keyifle, neşeyle, kolaylıkla, ihtişamla yapmaya başlıyorsun. Yani bazen işin zor olanı işte dinen, manen, makbul olanıdır diye bir yanlış algı var. Tam tersine, Efendimiz demiyor mu? Zorlaştırmayın, kolaylaştırın. Yani duamızı da böyle ediyoruz değil mi?

Rabbim kolay kıl. Kolay olması onun daha az kıymetli olduğu anlamına gelmiyor ki. Kolay kıl, bu imtihanı vereyim. Kolay kıl, tadını da çıkarayım. İmanın lezzeti gibi, ibadetin tadı gibi yahut başka bir iş, herhangi bir iş yaptığınızda dolayısıyla burada böyle bir ilişkiye girdiğinizde bir eserle, onları batıda olur, doğuda olur, başka yerlerde olur, takdir etmeyi de öğreniyorsunuz. Farklı kültürlerin ürettiği eserleri anlamaya, takdir etmeye başlıyorsunuz. Onlardan bir şeyler öğreniyorsunuz. Yani ben mesela Afrika’ya gittiğimde, koca bir kıtadır Afrika tabi, Afrika sanatının ve kültürünün o kadar çok veçesi var ki, sözlü kültürün son derece güçlü olduğu, insan sesinin son derece merkezi olduğu bir kültürel vahadan bahsediyoruz. Şimdi gidip Afrika’da niye burada Louvre Müzesi gibi müze yok, niye burada işte Monet gibi, Matisse gibi ressamlar yok demek anlamsız bir soru.

Çünkü zaten Afrika kendi yaratıcı enerjisini, sanatkar dehasını bu alana yöneltmemiş ki, başka bir alana yöneltmiş. Müziğe yöneltmiş, sese yöneltmiş, tabiatla ilişkisine yöneltmiş, buralarda temayüz etmiş. Ben oraya odaklanmalıyım. Ama Afrika’da olan da Avrupa’da yok. Yani Afrika’daki seslerin, ses skalasının ne kadarı Avrupa’da var? Bir de bunu soralım. Tabiatla ilişkisinde Afrikalıların ulaştığı sofistikasyon seviyesine Avrupa’da hangi sanatçı ulaşabilmiş? Bunları birbirine karıştırmamak lazım. Yıllar önce ben bir Karadeniz’e böyle bir tura çıkmıştık ailece. Trabzon’da bir arkadaşım var. Kendisi de hem mimar hem de mimaride öğretim elemanı. Sümela Manastırı’na çıkmadan aşağıda bir serenderde kahvaltı yaptık orada. Dedi ki, burada bizim bir ev ustası var, seni onunla tanıştırmak istiyorum. Bu tamamen alaylı. Hiç okumamış. Tamamen usta çırak ilişkisiyle bu işleri öğrenmiş bir ev ustası. Tabii dedim memnuniyetle geldi. Beraber kahvaltı yaptık konuşuyoruz. Kendisi de Trabzonlu arkadaş, ev ustası.

Yaptığı işi anlattı bana. Anlattıkça hayretler içerisinde kaldım. Ağacın türlerinin ne olduğunu öyle bir anlattı ki herhalde yani herhangi bir mimarlık fakültesinde, mühendislik fakültesinde asla duymayacağınız ayrıntıları ben ilk defa o ev ustasından orada duydum. Hangi ağaç türü hangi mevsim için kullanılır? Evin güneşe bakan cephesinde hangi ağaç kullanılır? Yağmur alan cephesinde hangi ağaç kullanılır? O ağacın ömrü nedir? Kaç yılda bir bunu değiştirmek gerekir? Bir evi yaparken kaç tür ağaca ihtiyaç vardır? Eğimi ne olmalıdır? Tamamen alaylı bir tecrübe eden hareketle öğrenip uygulayan ve düşünün Karadeniz gibi 40-50-60 derece eğimli bir coğrafyaya ev yapan bir mimari deha anlatıyor. Bu benim için modern mimarinin yani Le Corbusier’den diğer bütün büyük mimarlara kadar ortaya koyduğu eserlerden daha az kıymetli bir şey değil.

Ortada öyle bir incelik var ki malzeme bilgisi, mekan bilgisi, coğrafya bilgisi, resim, iklim bilgisi o kadar derinlere ulaşmış ki o usta bunu belki akademik bir jargonla bir akademik dile, bilimsel dile aktarmadan yaşayarak öylesine derinlemesini ortaya koyuyor ki hayran kalmamak mümkün değil. Şimdi ben o mesela o kahvaltıdan sonra Karadeniz evlerine, ahşap evlere başka bir gözle bakmaya başladım. Benim hiç görmediğim, ya hepsi ağaç, ahşap dediğim şeyler bir anda ha burada şu ağaç var burada bu ağaç var, eğilimi bu başka bir şeye dönüştü. Şimdi bu incelikleri görmek kavramak da işte geleneği anlamak açısından büyük önem arz ediyor. Yani hep söylüyoruz ya işte gelenek tam böyle bir şey. Gelene ek, eklene eklene geliyor, gelecek nesillere de böyle bırakılıyor. Bir şey eklendiği zaman gelenek hayatiyetini sürdürüyor, dinamik bir şekilde yaşamaya devam ediyor. İşte o alaylı usta da arasından öğrendiği bilgiyi kendi bilgisiyle biriktirerek, tecrübesiyle birleştirerek başka bir şeye çeviriyor. Yeni bir şey deniyor. Tabiri caizse ahşap ustalığında şerh ve haşiye yazarak yeni bir eser ortaya koyuyor. Ama gelenek yaşamaya devam ediyor. Bir üstada olsam çırak bir olurdu yakın ırak. Eyvallah.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir