Hz. Peygamber Döneminde Geçim Düzeyi: Ölçülü, Dengeli ve Sade Hayat
Hz. Âişe”nin yaşının ilerlediği zamanlardı. Resûlullah”ın vefatı üzerinden seneler geçmiş, Medine”nin hayat şartları epey değişmişti. Günün birinde müminlerin annesi, Eymen el-Habeşî isimli bir ziyaretçiyi kabul etti. O gün Hz. Âişe kalın pamuklu Yemen kumaşından imal edilmiş beş dirhem kıymetinde bir elbise giymeyi tercih etmişti. Hz. Âişe, bir etrafındaki insanların giyimine, bir de kendi giyimine baktı ve birden darlık zamanlarını hatırladı. Misafiri Eymen”e dönerek şöyle söyledi: “Eymen, başını kaldır da şu cariyeme bir bak! O şimdi benim üzerimdeki şu elbiseyi evde giymeye tenezzül etmez. Halbuki Resûlullah”ın sağlığında benim buna benzer bir elbisem vardı. Medine”de gelin olacak her hanım haberci gönderir, düğününde giymek için onu benden ödünç alırdı.”1
Gerçekten de köprünün altından çok sular geçmişti. Sahâbe-i kirâmın Hz. Peygamber”in hayatta olduğu yıllarda sahip oldukları maddî imkânlar ile vefatından sonra elde ettikleri arasında dağlar kadar fark vardı. Artık Mısır”dan İran”a kadar olan bölge ve onların hazineleri idareleri altındaydı.
Hz. Peygamber”in Mekke”de peygamberliğini ilân ettiği yıllarda Mekkeliler, kurdukları geniş ticaret ağı sayesinde Arap yarımadası ve civarındaki ülkelerle rahatlıkla iletişim kurabiliyor ve kâr elde edebiliyorlardı. İçlerinde emri altında köleleri olan, dilediği lüks tüketim maddelerini evlerinde kullanabilen zenginler zümresi de oluşmuştu. Ancak Peygamber”e iman eden bir avuç topluluğun müreffeh hayattan nasiplendiği söylenemezdi. Allah Resûlü”nün yanında yer alan Müslümanlar Peygamber”le birlikte akla gelebilecek her sıkıntıyı göğüslemeyi kabullenmiş oluyorlardı. Sayılarının azlığının yanında ilk inananların genelinin fakir, köle ve güçsüz kimselerden oluşmuş olması, bu insanları maddî yetersizliklerin yanı sıra mânevî olarak aşağılanmalara, işkencelere, dışlanmalara maruz bırakıyordu. On üç yıl boyunca Mekkeli müşriklerce dünyadan âdeta soyutlanan müminlerin yegâne endişesi hayatta kalabilmek, inançlarından dolayı işkence edilmeden yaşayabilmek idi. Öyle ki inançlarından dolayı boykot ve tecrit edildikleri dönemde bu sıkıntıları dayanılmaz hâle gelen Müslümanların yerde bir deri parçası bulduklarında “yiyecek bulduk” diye sevindikleri günler olmuştu.
Medine”ye hicret ve onu takip eden ilk yıllar da olağanüstü şartların devam ettiği bir dönem oldu. Allah Resûlü ile birlikte hicret eden Müslümanlar, sahip oldukları her şeylerini Mekke”de bırakmışlar, bu yeni şehre alışmaya çalışıyorlardı. Medine ise Hz. Muhammed”in teşrifine kadar kabile kavgaları sebebiyle siyasî birlikten yoksundu. Maddî yönden güçlü olanlar ve ticareti yönlendirenler Yahudi kabileleriydi. Nitekim Yahudi Kaynukâoğulları”nın mahallesinde bir çarşı yer almaktaydı.3 Şehrin yerlisi olan ensar, geçimini büyük ölçüde hurma bahçelerinden sağlıyordu. Muhacirler ile aralarında kardeşlik tesis edilince, ensar ailelerinin her birisi hem evlerini hem de geçim kaynaklarını, bütün varlıklarını bırakarak hicret eden muhacir aile ile ortaklaşa kullandı.4 Öte yandan Mekkeli müşrikler, Müslümanları savaşla yok etmek için hazırlıklar yapıyor, civardaki müşrik Arap kabilelerini Müslümanlar aleyhine kışkırtıyorlardı. Müminler, düşmanlarla çevrili bu ortamda hem her an savaşa hazır olmak hem de gündelik hayatlarını devam ettirmek mecburiyetinde idiler.
Olağanüstü şartlar her ne kadar Müslümanların imkânlarını kısıtlasa da Resûlullah Müslüman toplumu rahatlatacak adımlar atmakta gecikmedi. Bunlardan en dikkat çekici olanı Yahudi çarşısından ayrı yeni bir çarşı tahsis edilmesiydi. Hz. Peygamber, “Burası sizin çarşınızdır. Bu çarşı kapatılmayıp daima işler hâlde kalsın, burada kimseden vergi alınmasın!” buyurarak Medine”nin ticarî hayatını hakkaniyet esasına dayalı bir mecraya yönlendirecek, inisiyatifi Müslümanların eline verecek yeni bir piyasanın temellerini attı ve onlara kendi ayakları üzerinde durmayı öğretti. Nitekim sermaye sahipleri kervanlar kurarak bu çarşının gelişmesine öncülük ettiler, sermayesi olmayanlar da gerektiğinde üzerlerine örttükleri çulu satarak burada yerlerini aldılar. Belli mevsimlerde uğrayan kervanların yanı sıra sarraf, dokumacı, terzi, demirci gibi çeşitli meslek sahipleri de ticaret hayatında bulundular.
Düşman tehdidinin sürekli gündemde olduğu dönemde ticaret kervanlarının Medine”ye girmeye yol bulamaması, sıkça yaşanan ve gündelik hayatı olumsuz etkileyen bir durumdu. Zira dönemin Medine”sinde hurma bahçelerinden elde edilen mahsul, ihtiyacı karşılamaya yetmediği gibi şehir şartları hayvancılık yapmaya da izin vermiyordu. Gıda ve diğer temel ihtiyaç maddeleri civar ülke ve şehirlerden temin ediliyordu. Kervan gelmediği takdirde halk aylarca ne bulduysa onu yiyor, sadece elinde parası olanlar ihtiyacını zahire tüccarlarından tedarik edebiliyordu. Medine Şehir Devleti”nin kendine has para birimi olmadığından, sıradan insanlar için para bulmak kolay değildi. Hatta hicretin ilk yıllarında şiddetli bir zahire kıtlığı baş göstermişti. Dolayısıyla Şam”dan gelecek kervanın taşıdıkları son derece değerliydi. O sıralar Hz. Peygamber, bir cuma günü hutbede iken Şam kervanı çıkageldi. On iki kişi hariç bütün cemaat dışarı fırlayıp bir an önce ihtiyacını tedarik etme yarışına girdi. Nâzil olan âyetle Allah tarafından kınanan bu davranış biçimi hicretin ilk yıllarında Medinelilerin içinde bulunduğu geçim sıkıntısının boyutlarını göstermektedir.
Hz. Peygamber”in yaşadığı dönemin tüketim alışkanlıklarına bakılacak olursa geçim düzeyi hakkında daha net bir kanaat ortaya çıkar. Orta hâlli bir hanenin yiyeceği, arpa ve hurmadan ibaretti ve halis buğday unu refah işi tüketim malzemesiydi. Kimi zaman ekmek yapacak arpa bile bulunamıyor, öğünler bir iki hurma ile geçiştiriliyordu.
Her tür gıda evde üretildiği gibi un öğütme işi de el değirmenleri ile evlerde yapılıyor, hanımlar un eleği ile henüz tanışmıyorlardı. O dönemde henüz elek bulunmadığı için Allah Resûlü”nün hayatında hiç elenmiş undan yapılmış beyaz ekmek yemediği, arpanın öğütüldükten sonra üflenmek suretiyle kabuklarından ayrıldığı ve bu şekilde hamurda kullanıldığı rivayet edilmektedir. İmkân bulunduğu zaman yemek de pişiriliyor ancak pişen yemeğin malzemesi genelde arpa, kavrulmuş un ve şekerden oluşan püre, yoğurt kurusu (kurut), kabak, bitki kökleri gibi kolayca elde edilebilen maddelerden oluşuyordu. Et, sevilen bir gıda maddesi olmakla beraber, özellikle çölden gelen fakir halkın sofrasında bulunamıyordu. Bu yüzden bir süreliğine Hz. Peygamber, kurban etlerinin saklanmadan fakirlere dağıtılmasını emretmişti.
Dönemin ev yapıları ve eşyaları da hayat tarzı hakkında bilgiler vermektedir. Evlerin inşasında kullanılan ana malzeme, kerpiç, hurma kütükleri ve dallardan ibaretti. Evlerin dış kapıları tahtadan yapılabildiği gibi sadece bez perde ile örtüldüğü de olurdu. İç odalar çamur ile sıvanmış hurma yapraklarından örülmüş duvarlarla yahut hasır veya bez perdelerle ayrılırdı. Evlerde tuvalet ve banyo için yer ayrılmadığından tuvalet ihtiyacı ıssız bölgelerde giderilir, banyo evlerde ve leğen içinde yapılırdı. Dönemin Medine”sinde umumî hamamlar da yoktu.
Ashâb-ı kirâmdan bize intikal eden bilgilerden, o dönemin ev eşyaları ve döşemelerinin de son derece sade olduğunu öğreniyoruz. Resûlullah”ın ve ashâbın ev döşemesi, üzerinde oturacakları veya yatacakları hasır ile içi hurma lifleriyle doldurulmuş deri yer döşekleri ve yastıktan ibaretti. İçecekler, toprak testiler, tulumlar ve su kabağı içerisinde saklanırdı. Üzerine sofra kurmada kullanılan deri örtü, tencere, sahan ve bardak evin başlıca eşyalarıydı. Mekke”de kullanılan sedir, kerevet türü eşyalar Medine”de bilinmediği gibi masa, sehpa ve benzeri ev döşemeleri de kullanılmıyordu. Kandil dediğimiz yağ ve bez fitilden oluşan aydınlatma aracı bile gündelik hayata sonradan girmişti. Nitekim Hz. Âişe şöyle anlatmaktaydı: “Resûlullah (sav) (gece namaz kılarken) önünde uyurdum. Ayaklarım da onun kıblesi yönünde olurdu. O, secde ettiği zaman bana eliyle dokunurdu, ben de ayaklarımı toplar, (secdeden) kalkınca geri uzatırdım.” Sonra Hz. Âişe sözlerine şöyle devam etti: “O zamanlar evlerde kandil yoktu.”
Dönemin giyim tarzı da bize hayat şartları hakkında bilgi vermektedir. Medineliler kumaş ve bezleri ticaret kervanları vasıtasıyla Necrân, Yemen, Şam, Mısır, İran gibi çeşitli şehir ve ülkelerden temin ederlerdi. O dönemin insanı için giyecek elbise bulmak ciddi bir problemdi. Kaba yün kumaştan başka giyecek bir şey bulamadığı için yağmur yağdığında kötü kokanlar olduğu gibi üzerindeki tek kat cübbe ile avret yerini örtmekte zorlananlar da vardı. Namaz esnasında tek parça elbise ile namaz kılınıp kılınamayacağını soran sahâbîye Allah Resûlü, “Her birinizin ikişer elbisesi var mı ki?” diyerek cevap vermiş ve tek parça kumaştan ibaret olan elbisenin iki ucunu boyunlarına bağlayarak namaz kılabileceklerini söylemişti.Hatta erkeklerin giysilerinin avret mahallerini tam olarak kapatamamasından dolayı cemaatle namaz esnasında kadınlara, “Erkekler doğrulup oturmadıkça başlarınızı secdeden kaldırmayınız.” uyarısı yapılmıştı.
Hz. Peygamber döneminde yaşanan giyecek, yiyecek ve geçim sıkıntısının en açık biçimde gözlenebildiği kimseler Suffe Ashâbı idi. Allah Resûlü”nün “İslâm”ın misafirleri” olarak isimlendirdiği “Suffe Ashâbı” ne aileleri ne de servetleri olan, Peygamber”in mescidinde, bizzat Hz. Peygamber ve ashâbının yardımlarıyla geçimini sürdürebilen fakir talebelerdi. Suffe Ashâbı”ndan olan ve kimi zaman açlıktan kendini kaybedip baygınlık geçirdiğini söyleyen Ebû Hüreyre, arkadaşlarının giyecekleriyle ilgili şunları bildiriyordu: “Ben Ashâb-ı Suffe”den yetmiş kişi gördüm. İçlerinde ridâsı (belinden yukarısını örtecek gömleği) olan bir tek kimse yoktu. Ya izâr (peştamal) kuşanır yahut boyunlarına bağladıkları bir elbise giyerlerdi ki kiminin bacaklarının yarısına, kiminin de topuklarına ancak varabiliyordu. Her biri namazda avret yerinin görülmesini istemediği için giydiğini eli ile toplardı.”
Giyecek sıkıntısı şehir dışında yaşayan bedevîlerde de çok görülmekteydi. Nitekim yeni Müslüman olan bir kabilenin imamı olarak görevlendirilen küçük yaştaki Amr b. Seleme, kendisine vücudunu tam olarak örten bir elbise hediye edildiğinde hayatının en sevinçli gününü yaşadığını ifade etmişti. Bununla birlikte, kimi zaman Müslümanların ölüleri için kefen bulmada da sıkıntı yaşadıkları, Uhud günü şehit edilen Mus”ab”ın başı örtüldüğünde ayaklarının, ayakları örtüldüğünde ise başının açıkta kaldığı nakledilmektedir.
Şüphesiz ki geçim sıkıntısına dayalı bir hayat tarzı, Resûlullah”ın özel tercihi ya da teşviki olmayıp dönemin şartları ile yakından alâkalıydı. Zira belirsizliğin, güvensizliğin ve düşman tehdidinin hâkim olduğu, istikrarın bulunmadığı bir ortamda ne geniş arazilerde ziraat yapmaya ne de ticarî ilişkileri geliştirmeye fırsat olabilirdi. Bu durum gündelik hayata temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığı şeklinde yansıyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber, ashâbını paylaşarak birbirlerine destek olmaya teşvik ediyordu. Meselâ, Resûlullah”ın teşviki ile hanımlar bayram günü takılarını bağışlamışlardı. Hatta ashâb-ı kirâmdan Ebû Mes”ûd el-Ensârî asr-ı saadete sadaka verme arzusunu şöyle anlatıyordu: “Resûlullah (sav) bize sadaka vermeyi emrettiğinde, (imkânı olmayanlar) çarşıya gider, hamallık yapar, bir müd (yaklaşık bir kilo hurma) kazanırdı (o kazandığı ile sadaka verirdi). Bugün onlardan bazılarının yüz binlik serveti vardır. (Ama şimdi sadaka vermezler)”
Müminlerin imkânsızlıklardan kaynaklanan bu sıkıntıları çok sürmeyecek, Resûlullah”ın işaret ettiği üzere, çok geçmeden kervanların hiçbir kefalete ihtiyaç duymadan seyahat edeceği, sadaka verecek kimsenin bulunamayacağı günler gelecekti. Ashâb, gün gelip halı, kilim gibi kaliteli ev döşemeleri edinmekle kalmayacak, Hz Peygamber”in duasıyla İran”ın ve Bizans”ın ganimetlerine de sahip olacaktı. O günlerde belki de çok uzak bir geleceği çağrıştıran bu tür yaşam tarzı çok da uzun sayılmayan bir süreç içerisinde gerçek oldu. Hendek Muhasarası”nın geri püskürtülmesi ile müşrikler bir daha ordu hazırlayıp Müslümanlara saldırmaya cesaret edemediler. Bu durumun sağladığı nispi emniyet Müslümanlar açısından olağanüstü şartların yavaş yavaş ortadan kalkmasını ifade ediyordu ve bunun zamanla ekonomik açıdan da olumlu yansımaları oldu. Yahudi Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları kabileleri Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaya ihanet ederek savaşlarda müşriklere yardım ettikleri için Medine”den sürüldüler. Geride bıraktıkları hurma bahçelerini Resûlullah muhacirler arasında paylaştırdı ve onlara ensarın arazileri üzerinde hiçbir hakları kalmadığını beyan etti. Böylelikle Medine”de yerleşmiş olan Müslümanların hemen hepsinin eline yeterli maddî imkân geçmiş bulunuyordu.
Müslümanların maddî açıdan gerçek anlamda bir rahatlamaya kavuşması için hicrî yedinci yılı beklemek gerekecekti. Bu yıldan itibaren Müslümanlar, Hayber, Fedek, Vâdi”l-kurâ gibi Medine civarındaki yerleşim merkezlerini fethettiler. Fetihlerle Medine”nin çevresi emniyet altına alındığı gibi oldukça geniş ve verimli araziler ile bol miktarda ganimet Müslümanların eline geçti. Bu hızlı artış ilk bakışta refah seviyesinin yükselmesi gibi görünse de artan nüfusun çoğalan ihtiyaçları, kaynakların geniş kitlelere aktarılmasını gerektirdi. Yeni dönemde Resûlullah, elde edilen ganimetleri devlet elinde biriktirmek yerine dağıtmayı prensip edindi ve arazilerin tasarrufunda İslâm toplumunun umumî maslahatını gözetti. Meselâ, Hayber”de savaş yoluyla elde edilen arazilerin önemli bir kısmı mücahidler arasında paylaştırılmak yerine, elde edilen gelirin yarısı Müslümanlara ödenmek şartıyla eski sahiplerinin tasarrufunda bırakıldı. Bu uygulamayla toplum içerisinde savaş zenginleri veya toprak ağaları zümresinin ortaya çıkması engellendi. Hicretin sekizinci yılında gerçekleşen Huneyn Savaşı”nın akabinde Hevâzin kabilesinden elde edilen yüklü ganimetler her kesimden hak sahiplerine dağıtıldı. Ancak ele geçirilen çok sayıdaki esir, beklentilerin aksine salıverildi. Böylelikle o kabilenin İslâm”a girmesi sağlandığı gibi binlerce insan İslâm toplumuna zengin sınıfın mülkü değil mülk edinebilen hür insanlar olarak katıldılar. Bu durum aynı zamanda ekonomik imkânların toplumun bir kesimine tahsis edilmesini ve toplum içerisinde köle-efendi ayrımına dayalı bir tabakalaşmanın gelişmesini engelledi. Barışla İslâm idaresi altına giren bölgelerden de düzenli yıllık gelirler elde edildi. Nitekim Bahreyn”den gelen cizye ve zekât Mescid-i Nebevî”nin ortasına döküldüğünde küçük bir tepe oluşmuştu. Resûlullah, bunları son kuruşuna kadar hak sahiplerine dağıtmadan oradan ayrılmadı.
Emniyetin sağlanmasıyla ticaretin ve ona bağlı iş kollarının önü açıldı. Maddî imkânların genişlemesi ile ücretli işçi istihdamı imkânı arttı. Köleler, sahipleriyle anlaşarak, çalışıp kazandıkları para ile hürriyetlerini elde etme fırsatı buldu. Kaynaklarda, Resûlullah döneminde hasta tedavisinden tezgâhtarlığa, tarımdan hayvancılığa kadar birçok sahada ücret karşılığı iş yapıldığından bahsedilmektedir. Öte yandan arazi genişlemesi ve nüfus artışı, devlet memuru istihdamı ihtiyacını ortaya çıkardı. Hz. Peygamber valilik, kadılık, vergi memurluğu, hazineye ait hayvanların gözetimi gibi görevlere liyakatine güvendiği kimseleri getirdi. Ayrıca çeşitli bölgelere öğretmenler, komutanlar, elçiler, müezzin ve imamlar tayin edildi. Bu dönemde devlet teşkilatı henüz basit bir yapıya sahip olduğundan, devlet memurluğu sadece belirli görevlerin ifasına tahsis edilmiş, memurluk yapanlara maaşları ödenmişti.
Fetihlerle sağlanan düzenli gelir akışı, hiç şüphesiz ki hayat standartlarında yükselmeyi beraberinde getirmişti. Medine”nin Müslüman nüfusu hicretin ilk yılında yaklaşık beş/on bin kişiden ibaretken, birkaç yıl içinde on beş bin kişiye ulaştı. İhtiyaca binâen yeni mahalleler inşa edildi. Hz. Peygamber şehir planlamasında insan ve bineklerin rahatça hareket etmesini sağlayacak yeni düzenlemeler yaptı. Su ihtiyacını karşılamak üzere yeni kuyular açıldı. Mescid-i Nebevî zaman zaman genişletilerek yeniden inşa edildi. İnsanlar önceki yıllarda mahrum kaldıkları binek hayvanı ve hizmetçi gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabildiler.
Çölden gelerek Hz. Peygamber”den mal talebinde bulunan bedevîlerden Habeşistan”dan geri dönen muhacirlere kadar, toplumun farklı kesimlerinden sayıları gitgide çoğalan birçok insana Peygamber Efendimiz devletin elde ettiği gelirlerden mal dağıtmıştı. Bu kimseler arasında Hz. Peygamber”in hanımları da yer almaktaydı. Fakat toplumda her gün yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarken, Allah Resûlü aile fertlerinin lüks içinde yaşamalarını değil de mütevazı bir hayat sürdürmelerini tercih etti. Bu yüzden hanımlarının da bazı maddî isteklerini geri çevirdi. Bu durum Resûlullah ile eşleri arasında kısa bir süre dargınlığa sebep olsa da müminlerin anneleri nihayetinde Allah ve Resûlü”nün verdiği paya razı olduklarını bildirdiler. Allah Resûlü”nün kendisi de maddî imkânların kullanımında herkesten hassastı. Öyle ki vefat ettiğinde terekesinde birkaç eşya ve bir miktar arpadan başka bir şey yoktu. Ayrıca Peygamber Efendimizin sevgili kızı Hz. Fâtıma”nın çeyizinde bulunanlar da Allah Resûlü”nün ve ailesinin sade hayat tarzını göz önüne sermektedir. Zira onun çeyizi kadife kumaş, su tulumu ve içi izhir otuyla doldurulmuş bir yastıktan ibaretti.
Hz. Peygamber, İslâm”a yeni girenleri ısındırmak için kimi zaman fazladan hediyeler verdi. Bu tarz bir ekonomik politika, Resûlullah”ı sahiplenerek onunla birlikte bütün sıkıntılara göğüs geren ensar arasında, Hz. Peygamber”in artık kendilerine ihtiyacı kalmadığı izlenimini uyandırdı ve huzursuzluğa yol açtı. İşte bu dönemlerde Hz. Peygamber, “…Eğer (bütün) insanlar bir vadi ve dağ yolunu tutsalar, muhakkak ben ensarın vadisini veya dağ yolunu tutardım.” diyerek İslâm toplumunun inşasında önemli hizmetleri olan ensarın gönlünü aldı. Böylece ganimetten elde ettikleri miktarın, onların İslâm toplumundaki yerini belirlemede bir ölçüt olamayacağını ifade etti. Nitekim Muâz b. Cebel gibi önemli görevlere getirilen birçok şahsın, dönemin en muhtaç kesimi olan Suffe Ashâbı arasından seçilmesi, Peygamberimizin bu konudaki tutumunun göstergelerindendir.
Risâletin son yıllarındaki gelişmeler, Müslümanların maddî endişelerini tümüyle kaldıracak seviyedeydi. İnsanlar artık kurban etleri gibi gıda ihtiyaçlarını evlerinde rahatça depoluyorlar, açlık endişesi duymuyorlardı. Nitekim Sevgili Peygamberimiz barışla ele geçirilen Bahreyn”den düzenli gelirlerin elde edilmesi ile “Vallahi, artık sizin için fakirlikten korkmuyorum.” demiş ve akabinde dünyalık peşine düşüp de birbirlerine girmemeleri hususunda ashâbını uyarmıştı.Aslında onun tüketim ve maddî imkânların kullanımı konusundaki ikazları bundan ibaret değildi. Dönemin para birimi olan ve ticarî hareketliliği sağlayan altın ve gümüşün ev eşyası yapımında kullanılması, erkeklerin ipekli elbiseler giyerek veya altın takılar kullanarak abartılı tüketime yönelmeleri gibi durumları tasvip etmedi. Resûlullah”ın ekonomi siyaseti ve tüketim hususundaki ikazları ilk dönem İslâm toplumunu şekillendirmiş, Resûlullah”ın vefatından önce Mekke ve Medine”de daha önceleri görülmeyen tarzda ev döşemelerinden, kat kat elbiselerden yahut gündelik hayatın çehresini değiştiren aşırı tüketim alışkanlıklarından uzak durulmuştur.
İslâm toplumu yirmi üç yıllık risâlet döneminde çok büyük değişimler geçirdi. Şartlar ve imkânlar yıldan yıla farklılaştı ancak toplumun maddî imkânları daima güvenliğin teminine ve genel hayat şartlarının iyileştirilmesine seferber edildi. Resûlullah”ın vefatından önceki son birkaç yılda sağlanan nispi refah, hayat standartlarında iyileşmeyi beraberinde getirdiyse de toplumun yapısını değiştirmedi, dengeleri sarsmadı. Bu dönemlerde ne sınıf atlayan zümreler ne de toplum içerisinde zengin-fakir ayrımını derinleştirecek uçurumlar ortaya çıktı. Zira Sevgili Peygamberimizin rehberliğinde insanlara sunulan İslâm”ın değerler sistemi sayesinde hayat şartları iyileşti. Hak ve adalet zeminine oturan, infak ve yardımlaşma felsefesine dayanan din kardeşliği ile sağlıklı bir İslâm toplumu meydana getirildi. Bu toplumda o dönemin şartlarından kaynaklanan, teknik imkânların kısıtlılığı ve az gelişmişliği dikkat çekmekle birlikte, maddî ve mânevî anlamda baskı altında bulunan inananların hayatlarındaki değişim ve gelişim göz ardı edilmemelidir. Zira maddî yönden geçim düzeyleri çok iyi olmayan bu insanların Hz. Peygamber”in getirdiği davet ile birlikte imkânları artmıştır. Buna bağlı olarak Allah Resûlü döneminde şartlar iyileşip bir şehir devleti kurulsa da ölçülü, dengeli ve sade hayat tarzı hiçbir zaman terk edilmemiş, elde edilen zenginlik; aşırılık, kibir ve israf gibi ölçüsüzlükleri doğurmamıştır. Gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğunu bildiren Allah Resûlü”nün maddeye verdiği değer, hiçbir zaman hayatın mânâsına dair insanlığa getirdiği değerlerin önüne geçmemiştir.
Hadislerle İslâm Cilt 7