İNSAN NEDİR?

İNSAN NEDİR?

İnsan, asırlardır ne olduğu çözülemeyen bir mu­amma olarak mı kalmıştır? Yoksa koca kainatı ayrın­tılarıyla açıklamaya çalı­şan alimler, küçük bir kainat olan insanın özüne inip, ona tam bir tarif getire­bilmişler midir? Evet insan böyle çözüleme­yen, anla­şılmaz, bilinmez bir varlık değil aksine, aleme tam bir bakış açısıyla, varlık-ların tümünü kaplayan anlama yeteneğiyle çok geniş düşüncesiyle, ilmiyle, iradesiyle, bütün varlıklar üze­rindeki idarecilik yönüyle, sonsuza uzanan emelleriyle, küçücük kalbine yerleşen sınırsız sevgi, merhamet, öfke, düşmanlık ve bunlar gibi daha birçok olumlu ve olumsuz hisleriyle kendi var­lığından çok, yaratıcısının varlığını bildiren, Al­lah(c.c.)’ın müthiş yaratıcılık sıfatının acaib bir eseri ve tüm varlıkların en üstünü ve en şereflisidir.

Evet insan, Cenab-ı Hakk’ın, şu geniş alemde yarattığı en mükemmel, en üstün ve en değerli var­lıktır. Kainat sanki insa­nın rahatı için her türlü eşya ve hizmetkarlarla donatılmakla birlikte, göz zevki için de çeşit çeşit süslerle süslenmiş koskoca bir saray, insan ise bu sarayın en kıymetli misafiridir. Allah (c.c.) bu kainat sarayını insan için, en güzel şekilde tanzim etmiş ve onun istifadesine sunmuştur. Bu Bakara suresinin 29. ayetinde şöyle ifade edilir:

“O (c.c.) ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak dü­zenledi. O (c.c.) her şeyi bilir.” [1]

İnsan şu kainatta bir meyveye benzer. Meyveli bir ağacın, kökü, gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri vesair bütün kısımları meyvesi için olduğu gibi, kainat ağacının denizleri, karaları, dağları, ovaları, çölleri, ırmakları, madenleri, ele­mentleri, or­manları, ağaçları, türlü türlü hayvanları, elvan elvan çi­çekleri, hasılı; kainatta varolan şeylerin hepsi de insan içindir.

 İnsanın fıtratını oluşturan, birbirine paralel ya da zıt birçok özellik vardır. Bunlardan birkaç tanesi şunlardır:

 İnsan acelecidir. Gerçek anlamda kar ve zararını bilemez, arzu ve isteklerinin arkasında şer dahi olsa, o arzusunun peşine takılıp sürüklenir. İstediği bir şeyi o anda almak uğruna çok şeyi kaybetmeyi göze alabilir. Ve hep gözünü, içinde bulunduğu za­manın ötesine diker ve geleceği hemencecik kucaklamak ister. Mesela; bir insan çocuk sahibi olduğunda, daha küçük­ken, ne zaman yürüyeceğini, yürüdüğünde ne zaman okula başlayacağını, daha ilkokulu bitirmeden liseyi, üniversiteyi ne­rede ve nasıl okuyacağını, nerede çalışacağını vs. hayal eder. Çünkü insan Cenab-ı Hakk’ın yüce ifadesinde;

  “İnsan aceleci olarak yaratılmıştır.”[2] buyurduğu gibi ger­­çekten çok sabırsız ve çok ace­lecidir.

 Ve insan haristir yani, hırslıdır. Bütün dünya için­dekilerle bir­likte ona verilse, ‘Daha yok mu’ diyecek kadar açgözlüdür.

Cenab-ı Hak, ona nimeti ihsan edince de cimrile­şir. İyiliği, güzelliği, hayrı hep kendine, şerri ve kötülüğü de hep başkalarına ister. Kendi menfaatine zarar gelmemesi için, başkalarının haklarını hiç acımadan çiğneyebilir. Bu yönüyle de çok zalimdir. İnsan zulüm noktasında ilerleyip, Nemrutlar ve Firavunlar dere­cesine kadar gidebilir.

  Ve insan cahildir. Daha dünyaya geldiği andan itiba­ren hep bir şeyleri öğrenmeye mecbur ve muhtaçtır. Önce konuş­mayı öğrenir, sonra yürümeyi, sonra düşünmeyi, çalışmayı, menfaatlerinin korumayı ve keza bu öğrenme işi, insanın haya­tında ölünceye kadar devam eder gider. Çünkü insan gerçekten çok cahildir.

  Fakat bütün bu olumsuz yönlerinin yanında insan, görünen ve görünmeyen alemlerin bir nümunesi, bir örneği ve Allah’ın sınırsız gücünün ve kudretinin ortaya çıkar­dığı en harika sanat eseridir.

 İnsan, cismen küçük olmakla beraber, bütün alemleri içine alan büyük bir alem ve bu alemler orta­sında bir santral bir mer­kez, bir odak noktasıdır. Sahip olduğu bu özü ve mahiyeti saye­sinde, kainatta cereyan eden olayları belli bir düzen ve tertip içeri­sinde dengeli bir şekilde idare edebilir. Çünkü insan, çok yönlü bir varlıktır ve bu çok yönlülüğü sebebiyle Allah (c.c.)’ın yeryüzünde, değişmez kanunlarını ve şeriatını uygu­laması için seçtiği tek halifesi olmuştur. İşte en üstün olmasının ye­gane sebebi de budur.

  “Bir zamanlar Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.” [3]

 Evet, insan Cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki halifesi, yani; Onun yeryüzündeki hükümlerini icra edecek tek vekilidir. Bu vazifesiyle, yeryüzünde faaliyet gösterip, varlıkların hikmetlerini araştı­racak, bu yönde çeşitli bilim yöntemleri keşfederek, bun­larla yeryüzünü yapılandıracak, bunları da Allah (c.c.)’ın iste­diği yönde ve onu yarattığı fıtrat üzerine kullanarak, Allah (c.c.)’ın ona verdiği bu rütbeye layık olacak yani;

“Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” [4] ifadesinde yer alan en güzel biçimdeki yaratılış özelliğine sahip olarak HAKİKİ İNSAN olacaktır. Aksi takdirde Cenab-ı Hakk’ın ona verdiği bu fıtri özellikleri kendi iradesiyle kötüye kullanıp, yeryüzünü imar yerine tahrip edecek, varlıkları hakikatinden uzaklaştıracak, kısacık dünya menfaati için ebedi (sonsuz) bir mutluluğu kay­bedecek, Cenab-ı Hakk’ın onu yarat­mayı dilediği zaman, bu isteğini meleklere;

  “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ifadesiyle bil­dirdiğinde, meleklerin;

 “Orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar döke­cek bir varlık mı yaratacaksın?” sorularındaki yıkıcı kişiliği ortaya çıkacak ve “Onu aşağıların aşağısına çevirdik.” [5] ayetindeki sefil du­ru­ma düşecek ve de cansız ve şuursuz olan diğer varlıklardan farkı kalmayacaktır.

 Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki, Allah (c.c.) yeryüzünün idaresini insana vermiş ve bu konuda onu özgür bırakmıştır. Çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi insan yeryüzü­nün hali­fesidir. Ve bu vasfıyla göklerin, yerin ve dağların kaldırmaktan çekindikleri büyük emaneti tereddüt etmeden yüklenmiştir. Bu emanet ise insanın sahip olduğu benliğidir. İnsan bunu en gü­zel şekilde kullanarak, bütün kapıları açıp, Allah (c.c.)’ın marife­tine ve mu­habbetine gidebilir. Yani insan kendi benliğini çözdükten sonra, onu yaratan, hiçbir şey değilken ona şekil ve su­ret veren, kainatı sırf onun faydalanması için bin bir güzelliklerle donatan yüce Allah (c.c.)’ı en güzel şekilde tanıyabilir ve O’na emsalsiz bir sev­giyle, belki muhabbetle, belki aşkla bağlanmakla, O’nun sevgisini de ken­dine yöneltebilir. Çünkü, şu alemde bitmeyen en büyük zevk, lezzet ve mutluluk O’nu tanımak, sevmek ve O’nun sev­gisini kazanmaktır. Bütün yaratılanlar arasında buna namzet olan tek varlık ta insandır. Çünkü insan Allah (c.c.)’ın arz memleketini yönetmesi için görevlendirdiği halifesidir, bu görevi nedeniyle de kendisini bu aleme çalışması için gönderen efendi­sine itaat etmek zo­rundadır. Bu yüzden Allah (c.c.), kainatı, insanın faydalanması için; insanı da kendisi için, yani; kendisini tanıması, sevmesi ve bu yolla kendisine kulluk etmesi için en büyük ve en mukaddes ismi olan İsm-i Azamına ve bütün isimlerine mahzar olarak yaratmıştır.

 Evet, insan, bu alemde Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerinin, en güzel şekilde içine yansıdığı bir ayna gibidir. Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri, insanın üzerinde görülür. Mesela; hayatında Allah (c.c.)’ın ‘HAYY’ ismi görüldüğü gibi, konuşma­sında; ‘MÜ­TEKELLİM, yaratılışında; ‘HALIK’, şeklinin ve sureti­nin kusursuz  güzelliğinde; ‘MUSAVVİR’ ismi görülür vesair…

  “O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini hakir bir sudan bir hülasadan, kıldı. Sonra onu düzeltip içine ru­hundan üfledi; hem sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yaptı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” [6]

Görüldüğü gibi insan, Cenab-ı Hakk’ın milyonlar çeşit hisve duygularla süslediği, mahiyetine sınırsız özellikler, kabiliyetler ve  yetenekler yerleştirdiği, bütün varlıkları emrine amade kıldığı ve yeryüzünün idaresini geçici bir süre için kendisine verdiği mu­kaddes ve mükerrem bir varlıktır.

 Bu sebeptendir ki Allah (c.c.) insanı bu fani alem için değil, bilakis sonsuz bir hayat için yaratmış ve onu takibe almıştır. Her yaptığı işi, her sözü, her hareketi kaydedilmektedir.

Allah (c.c.)’ın dilediği bir zamanda bunlardan sorgulanacak ve hesap görecektir.

 Dünya insan için sadece bir imtihan yeridir. İçinde, zararların ve menfaatlerin, şerlerin ve hayırların, çirkinlik­lerin ve güzellikle­rin toplanıp, hamur gibi yoğrularak birbirine karıştırılmış olduğu bir imtihan yeri… Burada sadece ahiret fidanları yetiştirilmektedir. İnsan buraya zor ve zahmetli bir hayat yaşamak ya da geçici zevklerle kendini avutmak için gelmemiştir. Dünya onun için, çalıştıktan sonra ücretini almak için mesai saatinin bitmesini bekleyeceği çalışma yeridir. İnsan buradaki işlerini ta­mamlayıp, asıl yurduna, gerçek vatanına, çalışmasına göre layık olduğu yere, yani; ahirete gidecektir.

 Öyleyse; madem ki dünya fanidir ve ömür kısadır, önem li görevler de çoktur. Ve sonsuz bir hayat burada kazanılacaktır.

Ve bu dünya misafirhanesinin çok Hakim ve Kerim bir sahibi vardır. Ve ne iyilik, ne de kötülük cezasız kalma­yacaktır. Ve dünyevi dostluklar ve makamlar da kabir kapısına kadardır. İşte bu yüzden insan bu geçici dünya hayatı için ahiretini unutma­malı, sonsuz bir hayatı, kısacık dünya hayatı için bozma­malı, faydasız ve boş şeylerle ömrünü zayi etmemeli, kendini burada bir misafir olarak görüp, misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etmeli ve selamet-le kabir kapısını açıp, sonsuz bir saa­dete adım atmalıdır.

 “ Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ger-çekten son yurt ahiret, işte halis hayat odur. Keşke bilselerdi.” [7]

[1]    Bakara 29

[2]    Enbiya 37

[3]    Bakara 30

[4]    Tin 4

[5]    Tin 5

[6]    Secde 7-9

[7]    Ankebut 64

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir