İDRİS GÖKALP

İslâm Daveti: Bir Ahlak İsyanı

İSLÂM DAVETİ: BİR AHLAK İSYANI
Mekke ileri gelenleri, İslâm davetini durdurmak için çareler düşünürlerken Rasülüllah (sav)’in şahsıyla ilgili, insanları kendisinden uzak tutacak ahlâki bir kusur veya eksikliği hiçbir şekilde gündeme getiremediler. O’nun çıkarcı olduğunu; kişisel veya ailevi çıkarları hedefleyen gizli niyetlere sahip olduğunu; yalancı, ikiyüzlü, güvenilmez, zorba, cimri, nankör…. olduğunu dile getirmediler, getiremediler. İftira niteliğinde bile olsa böylesi bir şeyi gündeme taşımayı akıllarından dahi geçirmediler, geçiremediler. Üstelik bunu yapmaya hazır bir ruh haline sahip olmalarına rağmen. Çünkü İslâm davetinin daha ilk yıllarında vahyolunun birçok ayetle, Mekke eşrafının kişiliği ve karakteri ortaya dökülmüş, onların insanlara karşı zorba, saldırgan, kibirli, bencil, kaba, günahkâr, hayra engel olan, yetime, fakire, yardımcı olmayan, mal düşkünü, cimri boş işlerle uğraşmayı seven, nankör kimseler oldukları gözler önüne serilerek; tüm toplumun gözünde rezil-rüsvay olmaları sağlanmıştı. Onlar, değişik gerekçelerle gizledikleri veya üstünü örttükleri ahlâksızlıklarının, problemli kişiliklerinin, düşük karakterlerinin deşifre olmasının verdiği intikam duygusuyla, Rasülüllah (s)’e yönelik benzer bir saldırıya geçebilirlerdi. O’nun için bazı ahlâki zaafları gündeme taşıyabilirlerdi. Ancak, olumsuz sıfatları nedeniyle ağır bir şekilde eleştirilen ve bu nedenle öfkeden gözleri dönmüş halde bulunan Mekke eşrafından hiç kimse, Rasülüllah (sav) ‘in karşısına geçerek kendisinin de bu özelliklerin tamamına veya en azından birisine sahip olduğunu ifade etmedi, edemedi. Rasülüllah (sav)’i hiçbir şekilde böylesi kötü, aşağılık özellik ve sıfatlarla eleştirmediler, eleştiremediler. Daha da önemlisi, düşmanlıktan akıllarının başlarından gittiği anlarda dahi Rasülüllah (sav)’in ahlâki erdemlerini ifade etmekten kendilerini alamadılar. Zira olumlu özelliklerinin, erdemlerinin Mekke’deki herkes tarafından bilinmesi nedeniyle, Rasülüllah (sav)’in şahsıyla ilgili olumsuz bir haberin hiç kimseyi etkilemeyeceğinin farkındaydılar. Rasülüllah (sav)’in kişiliğiyle ilgili başlatacakları iftira kampanyasının İslâm davetine değil; iftiralar! nedeniyle kendilerine zarar vereceğini biliyorlardı.
Rasülüllah (sav) açısından durum böyleydi. Kolaylıkla ifade edileceği üzere, Rasülullah (sav) özel birisiydi. O sadece peygamberlik döneminde değil, peygamber olmadan önce de, ilâhi iradenin müdahaleleri ile temiz kalmış birisiydi. O, dürüstlüğün, doğruluğun, doğru sözlüğün, sözüne sadık kalmanın, hakkı ve adaleti gözetmenin ulaşılamaz yüksek erdemler olarak algılandığı ve bu nedenle söz konusu erdemlere aykırı durumların yaygınlık kazandığı bir toplumda, bu erdemlerin canlı bir tanığı ve temsilcisi olmayı başarmış bir şahsiyetti. Risâlet öncesinde, kendisinin de farkında olmadığı dolaylı ilâhi müdahalelerle, risâlet döneminde ise vahiyle gerçekleşen doğrudan müdahalelerle hep “temiz olması sağlanmışt. Bu nedenledir ki, kendisini bütün özellikleriyle çok yakından tanıyan Mekkelilerce Muhammed ismiyle değil, ahlâki erdemlerinin ifadesi olarak ‘en güvenilir kişi’ sıfatıyla tanınıp, anılmıştı. O’nun en katı düşmanları en kızgın anlarında bile, O’nun kişiliği, karakteri, ahlâkı ile ilgili konularda ifade edilecek bir iftiranın işe yaramayacağını düşünebilmişlerdi; akılları duygularına teslim olmamıştı. İslâm davetini durdurma çabaları sırasında yararlanmalarını sağlayacak bir eksiklik veya kusuru Rasülüllah (sav)’in kişiliği, karakteri ve ahlâkı için söz konusu edememişlerdi.
Fakat ya diğer müminler? Onlar dün denecek yakınlıkta bir zamana kadar; İslâm’a girdikleri dakikaya kadar, şirk toplumunun bir üyesi olarak o toplumda bulunan ahlâki zaaflara sahip kimselerdi. İslâm’a girdikleri zaman toplumlarındaki birçok olumsuz özelliği üzerlerinde bulunduruyorlardı. Bundan Hz. Ebü Bekir başta olmak üzere, sadece birkaç mümin istisna edilebilecek durumdaydı. Digerleri, herhangi bir Mekkeli gibi yaşamıştı; zorba, saldırgan, kibirli, bencil, kaba, günahkâr olmak; hayra engel olmak; yetime, fakire, yardımcı olmamak; mal düşkünlüğü, cimrilik, boş işlerle uğraşmayı seven birisi olmak, nankör olmak gibi şeyler yabancısı olmadıkları özelliklerdi. Müşrik Mekke ileri gelenleri işte bu özellikleri İslâm’a yönelik girişimlerinin malzemesi olarak kullanabilirlerdi. Rasülüllah (sav)’in hakkında iftirada dahi bulunamamalarına karşılık, Rasülüllah (sav)’in davetini kabul etmiş kişilerin olumsuz özelliklerini gayelerine ulaşmada araç olarak kullanabilirlerdi. Müşrik önderler, İslâm davetini durdurmak için, Rasülüllah (s)’in çevresindeki insanların bazı ahlâki eksiklik ve kusurlara sahip olduklarını belirterek, kendilerini haklı çıkarabilirlerdi. Yoksul ve köle olanların iktidarı ele geçirip insanlar üzerinde otorite kurmak istediklerini, güçlenince insanlara zulmedeceklerini, yoksulluklarının ve köleliklerinin intikamını almak isteyeceklerini dile getirebilirlerdi. Ahlâki eksiklik ve kusurları dillerine dolayıp bu iddialarını pekiştirebilirlerdi. Fakat bunu da yapmadılar; daha doğrusu yapamadılar. Çünkü daha düne kadar her türlü ahlâki kusur veya eksikliği ile kendilerinden birisi olan bu bazı kimselerin İslâm’a girince köklü, kapsamlı bir değişime sahip olduklarını görmüşler ve görmeye de devam ediyorlardı. O müminler ‘Allah’tan başka ilâh yoktur deyip eski dinlerini, bir başka söyleyişle inançlarını ve hayat tarzlarını terk edip, vahiyle bildirilenlere mensup oldukları andan itibaren, bütün ahlâki kusur ve eksiklikleri üzerlerinden silkeleyip atmışlardı. Her biri güzel ahlâkın en güzel örnekleri haline gelmişler veya gözle görünür bir hızla bu süreci yaşamaya devam ediyorlardı. Bu şartlarda, yeni durumlarından hareketle, onların ahlâki bir eksiklik veya kusurlarından bahsetmek, bunu İslâm davetini durdurmada araç olarak kullanmak mümkün değildi. Bazı küçük eksikleri veya kusurları İslâm davetine yönelik karşıt propagandanın aracı olarak dile getirilse bile, işe yaramayacağı kesindi. Çünkü onlardaki olumlu değişimi herkes olanca açıklığıyla görüyordu. Zira onlar İslâm’a girerken, sadece bir isim değişikliği gerçekleştirmemişler; bir ahlâk isyanı başlatmışlardı. Hem kendi hâl ve gidişatlarını olması gereken en güzel biçime dönüştürmüşler ve hem de herkesi bu sürece katılmaya davet ediyorlardı. Onların şahsında yaşanan süreç, en kısa ifadesiyle ahlâksızlıktan ahlâka, bazı ahlâki ilkelerden ahlâkın en güzel ilkelerine dönüşümdü. Onların şahsında gerçekleşen, güzel ahlâkın yaşayan bedenlere dönüşmesiydi. Bundan dolayıdır ki müşriklerin ileri gelenleri Rasülüllah (s)’i veya İslâm’ı suçlamaya, aşağılamaya çalışırlarken; bu müminlerle ilgili bir eksiklik veya kusur olarak onların fakir, köle olduklarını ileri sürmekten başka iddialarına dayanak olacak bir şey bulamadılar.
Şurası açık ve kesindir ki risâlet dönemindeki müminler ve özellikle de risâletin Mekke yıllarında İslâm davetini kabul eden müminler için şirkten tevhide geçiş, herhangi bir inanç veya hayat tarzından, başka herhangi birisine geçiş türü bir değişim değildi. Gerçekleşen değişim, sadece veya daha çok bir isim değişikliği, muhit değişikliği, arkadaş değişikliği, lider değişikliği, ideoloji değişikliği, siyasal tercih değişikliği… değildi. Gerçekleşen, elbette ki bunları da kapsayan bir değişimdi; ama daha çok ve hatta en önemlisi ahlâk değişimiydi. Zira İslâm daveti, risâlet sürecinin hiçbir aşamasında, hiçbir zaman, ahlâkı arka plana atan, ahlâki değişimi geciktiren bir yaklaşıma ve eğilime sahip olmadı. Bunun en küçük bir örneğini bulmak mümkün değildir. Risâlet sürecinde, iman etmenin olmazsa olmaz şartlarından Allah’ı tek ilâh olarak bilmek, bilmekten daha çok, O’nun tek ilâh olduğu bilinciyle O’nun emir ve yasaklarına itaat anlamına geldi. Hz. Muhammed (sav)’in peygamber olduğunu kabul etmek, sadece kabul etmekten çok, O’nun bildirdiği ilke ve şartlara teslim olmayı, onlara göre yaşamayı ifade etti. Ahireti, kıyameti, hesap gününü, cenneti, cehennemi tasdik etmek, sadece tasdik etmekten çok; dünyadayken yapılan tüm işlerden hesaba çekilme bilinciyle sorumlu ve bilinçli yaşamak, davranmak demekti. Kur’an’ın vahiy olduğunu kabul etmek, Kur’an’ı kutsal bir metin kabul etmek değil, Kur’an’ı inancın ve hayatın kitabı kılmak demekti. Namaz kılmak bir tapınma eylemi değil, kötülüklerden uzak durmaktır. Mümin olmak, sadece isim değişikliği değil, hakkın şahidi olmak, hakkı insanlar arasında temsil eden olmaktı…
İlk andan itibaren vahyolunun ayetlerden başlayarak risâlet sürecinde vahyolunan ayetlerle bildirildi ki, her mümin, Allah’ın razı olduğu yegâne dinin temsilcisi sıfatıyla yoluna devam etmek ve bütün engellemelere rağmen yeryüzünde hakkın temsilcisi olmak zorundadır. Hakkın temsilcisi olmak ise sadece söylemle gerçekleşecek veya sadece isim değişikliğiyle olacak bir şey değildir. Hakkın temsilcisi olmak tamamen yaşantıyla, hâl ve hareketlerle bağlantılıdır. Bu nedenle bir müminin nasıl “hakkın şahidi olacağı”, her seferinde farklı bir tutum veya davranış örnek verilerek gösterildi, bildirildi, emredildi. Örneğin her müminin, çevresindeki yetime, öksüze, düşküne, yoksula yardımcı olması, onların ihtiyaçlarını imkânları nispetinde gidermeye çalışması gerektiği açıklandı. Bildirildi ki, her mümin ekonomik gücü dâhilinde infakta bulunmalı,kendisini bütün kötülüklerden alıkoyan namazını ikame etmede ihmalkâr davranmamalı, kulluğunu sadece Allah’a yöneltmelidir. Kâfirlerin, müşriklerin yaptığı gibi insanları ırklarına, cinslerine, sahip oldukları imkânlara göre ayırıp bunlara göre değerlendirmek, insanları aşağılamak bir müminin yapabileceği şeyler değildir. Gurur, cimrilik, mal makam tamahkârlığı, nankörlük, boş işlerle uğraşmak bir müminde bulunmaması gereken özelliklerdir. Her mümin bu ve benzeri her türlü kötü, yanlış özelliklere, tutum ve davranışlara sahip olmaktan özenle kaçınmalıdır. Bir mümin olumlu, güzel şeylerin yaşayan bedeni olurken, bu özelliklere niçin sahip olduğunun bilincinde olmalı, kendisini böyle davranmaya sevk eden İslâm’ı uygun dille başkalarına anlatmalıdır. Kötülüklerin sonunun ne olduğunu hatırlatmalı, açıklamalıdır. Fakat bunları da kendi kafasından yöntemler geliştirerek değil, bizzat Kuran’a göre davranarak yerine getirmelidir. Kur’an, her zaman başucu kitabı olmalı, onunla olan irtibatını hiç kesmemelidir.
 
Hz. Muhammed’in Hayatı, Celalettin Vatandaş, s. 84-88

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir