İslam Eğitim Sisteminin Yetiştirmek İstediği İnsan Profili: İnsan-ı Kâmil
Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem, tebliğe başladığında;
-Mekke’de Hulfulfudul’a katılacak kadar hayırsever ve toplumsal ahlak açısından cesaret timsali insanlar vardı. Hem hayırda bulunur hem hayrı korurlardı.
-Mekke’nin ahlaklı tüccarları yok değildi. Başlarını verir, kimseyi aldatmazlardı.
-Mekke’nin daha sonra İslam ordularına komuta edecek kadar askerî başarılara yatkın gençleri vardı. Karşılarına çıkacak orduyu yenebilecek hem cesaret hem planlama yeteneğine sahiptiler.
-Mekke’nin soylu kadınları namusluydu; canlarını verir, namuslarına halel getirmezlerdi.
Öyleyse Mekke’de eksik olan neydi, Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem neyi tebliğ edecekti?
Sorunun cevabı gayet açıktır ve o cevap, bugün ne yapılması gerektiğini de beyan etmektedir:
-Mekke halkı muvahhit değil, müşrikti.
-Mekke’de iyiliği dava edinen kimse yoktu.
Orada iyilikle tevhit arasındaki bağ kopmuştu. Orada herkesin iyiliği kendineydi. Kimse iyiliği yaymayı dert edinmezdi, sözde dert edinse pratikte iyiliği yaymanın sorunlarına katlanmazdı.
Mekke’de bir eksik daha vardı:
Mekke’de hayatın bütün evrelerinde her tür insan parçalıydı.
Hayırsever ve ticaretinde dürüst bir tüccar, aynı zamanda zalim bir köle tüccarı kimliğine sahip olabiliyordu.
İyi bir anne, söz konusu kabile savaşları olduğunda en merhametsiz bir savaş kışkırtıcısına dönüşebiliyordu.
Kahramanca savaşacak bir genç, düşmanına her tür eziyeti edecek bir zalim adayıydı aynı zamanda.
Bu toplumsal hâl karşısında İslam davetinin iki çağrısı hatta öylesine bütünleşik ki adeta tek çağrısı vardır: İman edip salih amel işlemek.
Bütün mesele bu kadar basit, bu kadar sadedeydi.
Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in yüce daveti, parçalılığa son veriyordu.
Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in daveti, iman ile salih ameli buluşturuyordu.
Bunu anlamak hiç zor değildi:
Salih amel işleyenin amelinin kabulü iman etmesine ve iman edenin imanının işlevselleşmesi salih amel işlemesine bağlıydı.
Parçalanma kanatır, kanama öldürür. Toplumun atomu bireylerdir. Birey parçalıyken toplum manen ölmüştür veya ölüm yolundadır. Toplumun yaşaması, gelişip büyümesi, yol alıp dünyada yerini alması için kâmil insanlara ihtiyaç vardır.
İnsan-ı kâmil, en basit anlatımla bütünlüğü bulmuş insandır. Onda birbirini tamamlayan yönler bir araya gelmiş ve bir denge içinde buluşmuştur. Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in Mekke’de yetiştirdiği mü’min, davetinin işaret ettiği insan tipi, bu yanıyla insan-ı kâmildir.
Şimdi Yermûk Savaşı günlerine gidelim ve imanın bütünleştirdiği, kemâle ulaştırdığı insanı orada görelim:
Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh’ın hilafetinden Hz. Ömer radiyallahü anh’ın hilafetine tam geçiş noktasında yaşanan o savaşta İslam orduları ile Bizans orduları karşı karşıyaydılar.
Bizans ordusunun içinde Şam’ın Hıristiyan Arapları ve Anadolu’nun Ermenileri de vardı. Onlar düne kadar Arabistan ehlini puta tapan ve yaşam koşullarını nefsâni arzularına uygun dizayn etmekten başka dertleri olmayan insanlar olarak biliyorlardı. Her kabilenin bir putu vardı. Bunun için her topluluk kendineydi; toplum parçalıydı, bir araya gelmez, gelemez, dolayısıyla Bizans gibi güçlere karşı da koyamazdı. Öte yandan bütün dünya nefsâni arzuları tatminden ibaret olunca insanların topluma, dünyaya yansıyan bir davaları da söz konusu olmazdı.
Müşrik Araplar nasıl bir değişim geçirmişlerdi de sadece müşrik Arabı değil, Hıristiyan Arabı, Hıristiyan Rum ve Ermeni’yi dahi batıl yolda görüyorlar ve onu hakka davet ediyorlardı? Bu sorunun cevabı da çok basitti. Dünün müşrik savaşçı Arabı savaşır ve savaşından elden ettiğini şarap ve eğlenceye verirdi. Tabiri caizse gece yağmalar, gündüz eğlenirdi. Onun bir davası yoktu ve o ne ölçüde kahraman olursa olsun Bizans için bir tehdit değildi. Zira o, kendi kendini parçalamış ve bitirmişti.
Acaba Yermûk’teki Müslüman Arap nasıl biriydi? Bu sorunun cevabı aynı zamanda savaşın neticesini de belirleyecekti? Zira kişilerin vasıfları onların başarılarını belirler.
Henüz Yermûk öncesiydi, Bizans kralı Heraklius bir tüccara sordu:
-Sen Ebû Bekir’i gördün mü?
-Evet, gördüm hatta benden dört dirhem karşılığında bir kumaş aldı ve omzunun üzerine attı. Onlardan biri gibi giyinir. Çarşıda yalnız dolaşır, halk arasında bulunur, hakkı haksızdan alır, zayıfa verir.
Heraklius verilen cevap karşısında irkilir. “Ben, Rumları doğruya, iyiye davet ettim, beni dinlemediler. Benim saltanatım yıkılacak.” der.
Onu ürküten neydi? Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh’taki kemâldi, üstün niteliklerin buluşmasıydı. Roma’da imparator olan halktan ayrışırdı. Hâlbuki Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh, hem devlet başkanı hem halkın arasındaydı.
O günün dünyasında bugünkü cahiliyede olduğu gibi devlet başkanları bir güç odağına dayanırlardı, bunun için her biri farklı bir güç odağı adına zulümde bulunurdu. Oysa Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh, zalimden alıp mazluma veriyordu. Devlet başkanı olmakla güçlüydü ama tutumu mazlumdan yanaydı. Bu güç ile güçsüzlüğün bütünleşmesi idi ki kemâl de böyle farklı yönlerin buluşmasından hâsıl olurdu. Rum’da bu yoktu, Rum parçalıydı. Bütün olan, parçalı olanı yener. Dolayısıyla Rum yenilecekti. Heraklius bunu fark etmiş ve bundan ürkmüştü.
Güç ve varlık; cahiliyede zulüm ve günaha kapı açar. Hâlbuki Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh, ashaba gönderdiği mektupta “Sizin gibi kimseler azlıktan dolayı yenilgiye uğramazlar. Fakat on binlerce kişi günahlarından dolayı yenilgiye uğrar. Bu sebeple kendinizi günahlardan iyi koruyunuz!” diyordu. Ashab da onun gibi inanıyor, onun gibi yaşamaya çalışıyordu. Onlarda güç ve varlık, zulüm ve günaha değil, adalet ve iyiliği vesile olmuştu. Ki insan-ı kâmilin bir vasfı da onda güç ve varlığın adalet ve iyilikle buluşmasıdır.
Yine Yermûk sürecinde Heraklius sordu:
-Size yazıklar olsun, sizinle savaşan şu kimseler, sizin gibi insanlar değil midirler?
Soru, hakikaten can alıcıydı, zira her iki grup da insan olduğuna göre çok olan, az olanları yenerdi.
Orada bulunanlar krallarının sorusuna, “Evet” diye cevap verince Heraklius bu sefer,
-Siz mi çoksunuz onlar mı, diye sordu.
– Her yerde biz onlardan kat kat fazlayız, dediler.
Heraklius:
-O hâlde size ne oluyor da onlarla her karşılaşmanızda mağlup oluyorsunuz?
İçlerinden Müslümanları yakından tanıyan yaşlı bir adam cevap verdi:
-Onlar gece namaz kılar, gündüz oruç tutarlar. İyiliği emredip kötülükten sakındırırlar. Birbirlerine insaflı ve âdil davranırlar. Ahitlerini yerine getirirler. Biz ise içki içer, zina eder, haram işler, ahitleri bozar, kızar, zulmeder, Allah’ı öfkelendirecek şeyleri emreder, razı olacaklarını da yasaklarız. Yeryüzünde fesat çıkarırız.
Savaş sırasında ise Bizans komutanı Mahan, Müslümanların durumunu araştırmak üzere Hıristiyan bir Arabı casus olarak Müslümanların arasına gönderdi. Casus ona;
“Ey komutan, öyle bir kavmin yanından geliyorum ki geceleri namaz kılar, gündüzleri oruç tutarlar, iyiliği emredip kötülükten alıkoyarlar. Gecelerini ibadetle geçirir, gündüzleri aslanlar gibi savaşırlar. Aralarından biri hırsızlıkta bulunsa en büyükleri bile olsa elini keserler, zina etse recmederler, onların hevaları asla hakkın önüne geçmez. Aksine hak, daima onların işlerine hâkimdir. Komutanları, en yoksulları gibidir. Ama ona karşı itaatkârdırlar. Oturursa oturur, kalkarsa kalkarlar. Emelleri savaşmaktır. Arzuları (şehvetleri) size hücum etmektir, muratları sizinle savaşta şehit olmaktır. Savaşmakta gecikmeleri, ilk taarruzu sizden beklemelerindendir.”
Mahan, onu dinleyince “Galip gelecek olan onlardır” dedi.
İşte bütün mesele, bu rivayetteki gecelerini ibadetle geçirir, gündüzleri aslanlar gibi savaşırlar, sözünde saklıdır. Müslümanlar, sonraları kendilerindeki bütünleşmeyi anlatmak için “gece abid, gündüz mücahid” ifadesini bulmuşlardır. Ayrıca kâmil mü’minleri anlatmak için “zengin ve zahid” ya da “yoksul ama şükürdâr” ifadeleri de kullanılır. İnsan-ı kâmil, işte böyle biridir.
Öncekiler, ya abid ya savaşçıydılar. Mü’min, hem abid hem mücahittir. Öncekiler zengin iken musriftiler, mü’min hem zengin hem tutumludur. Öncekiler, yoksul iken isyankârdılar. Mü’min yoksul iken de şükürdârdır.
İSLÂMÎ EĞİTİM İNSANI DAVA SAHİBİ YAPAR
Çağın cahiliye sisteminde eğitim, yine parçalı bir insan yetiştiriyor; insanın dünyasını inşa ederken onun ahiretini harap ediyor. Ona bilim insanı vasfı kazandırdıkça onu ilimden ve alim olma sıfatından uzaklaştırıyor. Öyle ki çağdaş cahiliyenin eğitim sisteminde kişi bilgilendikçe cehalete daha çok saplanıyor. Böyle bir sistem içinde insan eğitildikçe daha çok bunalabiliyor, daha çok huzursuzluğa itilebiliyor. Nitekim yapılan araştırmalarda bunalım ve intihar oranının okumuş kesim arasında oldukça yüksek olduğunu gösteriyor.
Buna karşı çözüm, insanı bütünlüğüne yeniden kavuşturan bir eğitim sistemidir. O eğitim sisteminin örnek nesli Seyyid Kutub’un ifadesiyle Ashab-ı Kirâm’dır. Öyleyse Ashab gibi bir nesil yetiştirecek bir eğitime yönelmek gerekir.
Tevhide iman ile iyilik arasındaki ilişkiyi ihya eden bir eğitim… Muvahhit ve iyilik ehli bir insan yetiştiren bir eğitim… İmanla salih ameli buluşturan bir eğitim… Mana ile maddeyi birbirine zıt görmeyen, ikisini kaynaştıran bir eğitim… Dünyadaki makam ve birikimleri ahiretteki makamlar için merdiven gören bir eğitim…
Cesaretle merhameti buluşturan bir eğitim… Varlıkla zühdü bir araya getiren bir eğitim… Yokluk anında şükürden yoksun bırakmayan bir eğitim… Abid ve mücahid olmayı buluşturan bir eğitim… Ufku geniş, gönlü zengin bir insan tipi yetiştiren bir eğitim…
Hülasa;
İnsanı hak üzere dava sahibi kılan bir eğitim… Davası olmayan eksiktir. Davası batıl olan zulmün hizmetkârıdır. İslâmî eğitim, insanı dava sahibi kılar, onu hak davanın hizmetkârı hâline getirir. Kişinin değeri davası kadardır. Mü’min hakkı dava edinmekle hak üzere yücelen insandır. Davasız kişi, kusurludur. Batıl bir davaya saplanan sadece kusurlu değildir, aynı zamanda kusurun hizmetkârıdır.
Mü’min, hak davanın hizmetkârı olmakla sadece insanı parçalayan kusurlardan uzaklaşmış değildir, aynı zamanda insanlardaki kusurları gidermek için mücadele eden kişidir.
İslâmî eğitim, insanı Yermûk’teki Ashab misali dava sahibi kılar. Onun Mekke cahiliyesinin dehlizlerinden, hile pazarlarından, sarhoş naraları ile inleyen meyhanelerinden alır, en mukaddes değerler uğruna canını veren bir kahramana dönüştürür.
Bu, insanın saadeti için zaruri bir eğitimdir. Bunun dışındaki her eğitim, parçalar ve bunaltır, bozup yozlaştırır.
İnsan için zaruri olan lüks değildir. Bugün İslâmî bir eğitim istemek de lüks değildir, uçlaşmak da değildir. İyi tefekkür ettiğinde bütün dünyanın istediği insanı yetiştirmektir İslâmî eğitime sarılmak. Zira bütün dünya şahsiyette kemale ulaşmayı kutsamaktadır ve İslâmî eğitim, insanı kemale ulaştırır.
ABDULKADİR TURAN