Kim bu Fârâbî? – İbrahim Kalın
Bizim medeniyetimiz hezarfen insanlar üzerine yükselmiş bir medeniyet ve bu hezarfenlik yani çok yönlü olmak sadece bireysel deha ile açıklanabilecek bir şey değil. Kültürel vasatın, o toplumun, kültürün, medeniyetin ürettiği bir vasat var. Onun üzerine bu insanlar, bu yıldızlar yükseliyorlar. Bunun en çarpıcı örneklerinden bir tanesi de Farabi’dir. Bizim Türk kökenli filozofumuz olan Farabi, 10. yüzyılda yaşamış, bugünkü Kazakistan topraklarından çıkmış önemli bir düşünür. Kendisi Bağdat civarına geldiğinde şöhreti ulema arasında duyulur oluyor. Herkes merak ediyor, kim bu Farabi? Mantık biliyor diyorlar, Yunanca biliyor diyorlar. Felsefe biliyor diyorlar, kozmoloji biliyor diyorlar. Farklı ilimlerde kendini çok yetiştirmiş, bahir, derinlikli bir alim, filozof düşünür diyorlar. Kim bu adam diye, işte Bağdat uleması, bir rivayete göre Şam uleması, Şam’da geçtiği de söyleniyor bu hadisenin. Merak ediyorlar ve biraz da şunun boyunun ölçüsünü alalım diye bir gün sultanın huzurunda bir ilim divanına davet ediyorlar.
Farabi de daveti kabul ediyor. Davet vakti geliyor, büyük bir salon, sultan, halife salonun öbür ucunda biraz yüksekçe bir yerde oturuyor. Etrafında da bütün Bağdat uleması, dilciler, fakihler, mantıkçılar, filozoflar, tarihçiler, siyerciler, tefsirciler hepsi oturmuşlar. Kapıdan giren kara, kuru, zayıf adama bakıyorlar. Farabi öyle ince yapılı bir adammış ve rivayete göre de bir abayayla. Ya da bir çoban şeyiyle gezermiş. Çok mütevazi bir hayatı varmış kendisinin de. Salona girince oradaki mihmandar, hoş geldin, bu mecliste ilmen layık olduğun yer neresi ise, neresi olduğunu düşünüyorsan git oraya otur der. Farabi salonu bir baştan öbür başa kadar yürür. Sultanı yerinden kaldırır. Ve oraya oturur. Bir anda salonda büyük bir gürültü, patırtı, homurdanmalar. Bu ne cüret? Kim bu küstah adam? Kendini sultandan bile yüksek görüyor diye. Sultanın adamları hemen davranırlar kılıçlarına. Durun, durun. Bir görelim bakalım kimmiş, neymiş bu adam?
Der ama o sırada yanında sadece o bölgede kendi aralarında kullandıkları lehçede bir Arapça ile eğer bu adam toplantının sonunda rüştünü ispat etmezse kellesini istiyor. Var mı bu adam? Farabi aynı lehçede cevap verir. Sultanım merak etme. Göreceksin der. Tekrar bir hayrete düşer herkes. Bu dili bu lehçeyi nereden biliyor bu? İlmi minazara başlar. Önce adet olduğu üzere ulumün nakliye yani dini ilimler, nakli ilimler alanında sorular sorulur. Fıkıh, tefsir, hadis, siyer. Farabi bütün sorulara çok çarpıcı cevaplar verir. Birinci fasıl tamamlanır. Ulema der ki, tamam, Evet, ulumun akliyede belli ki ciddi birikimi olan bir adam. Ulum akliyeye geçerler ikinci fasılda. Yani akli ilimler, felsefi ilimler. Burada felsefe, mantık, kozmoloji ve diğer ilimlerle ilgili sorular sorarlar. Farabi gene bunlara son derece yetkin cevaplar verir. Tabii ikinci faslın sonuna doğru ulema biraz hafif homurdanmaya başlar.
Çünkü sultanın huzurunda biraz zor duruma düşüyorlar. Boyunun ölçüsünü alamıyorlar. Ne sorsalar çok yetkin cevaplar geliyor bu adamdan. Bir ara verilir. Bu arada birkaç kişi aralarında toplanır der ki, bu adam gerçekten birçok alanda çok ilim sahibi birisi. Belli ki biz bunu pek köşeye sıkıştıramayacağız. Öyle bir şey düşünelim ki, yani böyle ilmi, nakli ve akli ilimlerin dışında çok farklı bir alandan birkaç soru soralım biz buna. O zaman kesin köşeye sıkıştırırız. Tamam diyorlar. Ne olabilir? Ne olabilir diyorlar. Üçüncü oturum başlıyor. Üçüncü fasıl. Birisi söz alıyor. Diyor ki, Farabi Efendi belli ki sen nakli ve akli ilimlerde gerçekten kendini çok iyi yetiştirmiş birisin. Peki biz sana farklı bir alanda bir soru soracağız. Gerçekten alim olup olmadığını şimdi anlayacağız. Buyurun diyor Farabi. Müzik hakkında ne biliyorsun diyor. Farabi hafif şöyle bir tebessüm ediyor. Ve başlıyor anlatmaya.
Makam sistemi budur. Harmoni sistemi şudur. Pitagoras’tan gelen harmoni kavramı budur. Desgah sistemi şudur. Müzik şöyle ortaya çıkar. Titreşim budur. Farklı makamlar bunları anlatır. Farklı makamlar farklı halleri ifade eder. Hayretler içerisinde dinliyor ulema. Tabi Farabi’nin beş çitli Kitab-ül Musika-el-Kebir kitabını yazdığını bilmiyorlar. Farabi de o yüzden tebessüm ediyor. O konuda çok ciddi bir birikim var. Kitabını da yazmış zaten. Artık ulema teslim olmak üzere. Ne sorsak bu adam her şeyi cevaplıyor. Ama biz de zor bir durumdayız. Ne yapacağız, ne yapacağız diye düşünürken bir tanesi diyor ki tamam diyor anladık sen bütün nazari ilimleri yemiş yutmuş bir adamsın. Çok bilgilisin. Pratikte bir müzik çalabilir misin diyorlar. Farabi gene tebessüm ediyor. Abayasın da bir şey var. Abayasın altından bir rivayete göre bir kaval, bir rivayete göre bir ney, bir nefesli çalgı çıkartıyor.
Ve üflemeye başlıyor. Taşıması da kolay olduğu için o nefesli çalgılar rahat taşınır. Çok böyle sevimli, sevinçli bir makamda bir şeyler çalıyor ve herkes el çırparak ritim tutuyor. Daha sonra Farabi, Farabi makamı değiştiriyor. Çok hüzünlü bir makamda birkaç eser icra ediyor ve herkes ağlıyor. Ondan sonra Farabi makamı değiştiriyor. Hiç kimsenin duymadığı, bilmediği bir makamda öyle bir eser icra ediyor ki herkes uykuya dalıyor. Farabi tasını tarağını topluyor. Salona girdiği gibi bir ucundan bir ucuna doğru yürüyerek gidiyor ve bir daha da Bağdat’a uğramıyor.
Bu hikayenin Farabi için anlatılmış olması çok manidardır. Onun farklı ilim dallarında kendini nasıl yetiştirdiği ve bütün bu bilgileri sentezleyerek nasıl bir varlık, insan, düşünce tasavvuruna ulaştığını göstermesi açısından çok anlamlı bir hikayedir. Bu hikayenin bir başkası değil de, işte Farabi hakkında anlatılmış olması da çok anlamlıdır.
Tarihi olarak, bilimsel olarak olay gerçekten böyle mi oldu, başka türlü mü oldu, bunun çok bir önemi yok. Önemli olan bu hikayenin onun hakkında sonraki nesiller tarafından anlatılmış olmasıdır. Bu da işte o bütünlüklü bakış açısının, yani ilmi nakli ilimlerden akli ilimlere, teorik ilimlerden pratiğe kadar her alanda varlığa bir bütün olarak bakabilme kabiliyetinin en güzel örneklerinden birini teşkil eder. Ve bizim bu Farabi, genellikle erdemli şehir kavramının mucidi olarak, kaynağı olarak hatırlanır. Ama biliyoruz ki eserlerinden, mantıktan felsefeye, kozmolojiden siyaset bilimine kadar her alanda çok köklü eserler bırakmış ve Aristo’dan sonra düşünce tarihinde ikinci hoca, muallim-i sani olarak bilinmiş büyük bir filozoftur, büyük bir düşünürdür. Büyüklüğü de her şeye bu bütünlük zaviyesinden bakabilmesinden geliyor. En temel siyaset felsefesi eseri olan El-Medinetü’l-Fazıla’nın tam ismi Mebâdi-i Âra-i Ehl-el-Medinetü’l-Fazıla’dır.
Yani erdemli şehrin sakinlerinin görüşlerinin temel ilkeleri. Ve çok uzun bir risale değildir bu 60-70 sayfalık, 80 sayfalık farklı edisyonlara göre. Risalenin üçte ikisinde Farabi, varlık, metafizik, ontoloji, epistemoloji, bilgi, kavram bütün bunları anlatır insan, insanın ortaya çıkışı. Ancak kitabın son üçte birlik bölümünde, son 15-20 sayfasında bugün siyaset felsefesi dediğimiz şehir, şehir türleri, yönetim, adalet gibi kavramları anlatır. Verdiği mesaj çok nettir. Köklü bir metafizik olmadan siyaset olmaz. Gökleri anlamadan yerdekini yönetemezsiniz. Sema ile bağ kurmadan yerde adaleti tesis edemezsiniz. Başınızı göğe çevirmeden yeryüzüne nizam veremezsiniz. Bu kitap boyunca da Farabi hep bu mesajı verir. Bugün bizim bu bütünlüklü bakış açısına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.