Manevi Rehabilitasyon

MANEVİ REHABİLİTASYON

Günümüz insanı, büyük bir manevi boşluk ve ruhi tatminsizlik içerisinde yaşadığından, pek çok psikolojik hastalıklarla karşı karşıya kalmaktadır. Nitekim günümüzde en çok revaçta olan klinikler de bu saha ile ilgili olanlardır.

Hâlbuki Asr-ı Saâdetʼe baktığımızda herhangi bir psikolojik rahatsızlık vakasıyla karşılaşmıyoruz; gelen rivayetlerde böyle bir kayda rastlamıyoruz. Hadis-i şeriflerde maddî hastalıklardan bahsedilip tedavisine dair bazı tavsiyeler naklediliyor. Fakat ruhi bunalımın getirdiği bir hastalık bildirilmiyor.

Zira Asr-ı Saâdet toplumunda ilâhî hakikatlerle yoğrulup olgunlaşan ruhlar, hayatın en zor şartlarına bile mukavemet edebilecek bir kuvvet, dirayet ve metanet kazanmıştı. Aşkla yaşanan imanın öğrettiği rıza, tevekkül ve teslimiyet hâli, müminleri bütün dünyevî sıkıntıları aşabilecek bir ruh kıvamına ulaştırmıştı. Bunun içindir ki mümin gönüller, fânî hayatın acı-tatlı bütün tecellilerini ilâhî bir imtihan olarak görüyor ve her hâlükârda; “Esas hayat, ahiret hayatıdır.” diyerek Cenab-ı Hakkʼa büyük bir tevekkül ve teslimiyet gösteriyorlardı.

Atâullah el-İskenderîʼnin şu niyazı, bu hâlet-i rûhiyeyi ne güzel hulâsa eder:

“Yâ Rabbi! Senʼi bulan neyi kaybetti; Senʼi kaybeden neyi buldu?!”

Roma sirklerinde aslanlara parçalatılan ilk Îsevîler, büyük ateş çukurlarına atılan Ashâb-ı Uhdûd, kolları ve ayakları çaprazlama kesilip hurma dallarına asılan Firavunʼun sihirbazları da Allahʼa tevekkül ediyor, güçlerini Allahʼtan alarak canları pahasına imanlarını koruma mücadelesi veriyorlardı.

İşte dünya ve ahirette huzur ve saadetin özü, gücünü Allahʼtan alabilmenin yoluna girebilmektir. Bilhassa gençliğin en büyük meziyeti, bu iman kuvveti olmalı ki, önündeki yollar açılsın. Günde beş vakit kıldığımız namazların her rekâtında tekrar ettiğimiz; “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senʼden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5) ayetinin muhtevasına girebilen bir insanın gözünde, bütün dünya kederleri küçülecektir.

Cemil Meriçʼin güzel bir tabiri var: “Namaz, psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O en büyük güce bağlıdır. O gücün inayeti içindedir. Namazı huşu içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz.” der.

Gerçekten de namazını tâdil-i erkân ile kılabilen bir insanın ruhi rahatsızlıklara uğraması düşünülemez. Zira namaz, kulun sonsuz kudrete hâlini ve muhtaçlığını arz ederek Oʼna sığınması ve Oʼndan yardım dilemesidir. Sonsuz bir kudrete lâyıkıyla güvenip dayanan bir kimsenin ruhu gerçek huzura erer. Namazlarını bu şuurla, kendini vererek, Cenab-ı Hakkʼa mülâkî olurcasına bir huşu içinde kılabilen bir müminin ruhu, her türlü sıkıntının üstesinden gelebilir. Hayatın iniş-çıkışları onun ruhi muvâzenesini sarsamaz. Bu sebeple namaza son derece dikkat etmemiz, ona vakit ayırmamız, namazı mecbûretiyet bertaraf eder gibi aralara sıkıştırmamamız, bilâkis hayatımızda namazın alanını genişletmemiz icap eder. Namazdan sonra bile Hakkʼın huzurunda olduğumuz şuurunu sürekli kalbimizde taşımamız gerekir.

Cenab-ı Hak namaz üzerinde çok duruyor. Müminler için; “Namazı huşu ile muhafaza ederek ve daimi olarak kılarlar.” (Müminun, 23/2,9) buyuruyor. Yine böyle bir namazın -Kurʼanî ifadeyle- “fahşâ ve münker”den, yani edepsizlik, hayâsızlık ve günahlardan koruyacağını bildiriyor.

Yine Cenab-ı Hak daima kendisine dua ve iltica hâlinde bulunmamızı istiyor. Furkan Sûresiʼnin son ayetinde; “(Rasûlüm!) De ki: (Kulluk ve) duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?..” (Furkan, 25/77) buyuruyor. Onun için dua çok mühimdir. Daima dua halinde olmalıyız. Yegâne sığınak, barınak ve dayanağın Cenab-ı Hak olduğunu unutmamalıyız.

Nitekim yüksek ruhlar, daima dua hâlinde yaşarlar. Dua da ruhu dolduran, ilâhî rahmetin ümididir. İsteriz ki Sonsuz Kudret bize merhamet etsin ve üzerimize lütfünü ihsan buyursun. İlâhî rahmetin ümidi gönüllerde bir sevda hâline gelince, dua da en yüksek keyfiyetine ulaşmış olur. Bu hâl, takvanın neticesidir. Gözyaşı ve ilâhî rahmetin buluştuğu bir dua, Kevserlerin en tatlısıdır. Hak âşıkları o Kevser’in kenarında söyleşir, yanık yürekler onun serinliğiyle ferahlar, yorgun gönüller onu içtikçe dinlenip huzur bulur.

Oruç ibadeti de bizlere nimetlerin kadrini hatırlatarak muhtaçların hâlinden anlamamızı telkin eder. Yani orucun verdiği ilk ders, merhamet dersidir. Merhametsizlikle tıkanan kalplerin damarlarını oruç açmaktadır. Zira açın hâlinden aç olan anlar. Nitekim Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Yusuf (as)’a şöyle sordular:

“–Sen, devletin hazinelerine hükmeden bir idarecisin. Neden kendini aç bırakıyorsun? O ise şu cevabı verdi:

–Karnım tok olursa açların hâlini anlayamam diye korkuyorum!”

Zira İslâm ahlâkının en mühim esaslarından biri; diğerkâmlık, yani din kardeşlerinin dertleriyle dertlenmektir. Bu meyanda her mümin ictimâîleşmek mecburiyetindedir. Ferdiyetçilik, egoistlik, bencillik, hodkamlık, bir Müslüman’ın ahlâkı olamaz. Müslüman, kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna çalışmaktan geçtiğini bilen, din kardeşinin huzuruyla huzur bulan, hüznüyle mahzun olan, diğerkâm, merhametli, fedakar insandır.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Şems bana bir şey öğretti: Dünyada bir tek mümin üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin. Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen müminler var; ben artık ısınamıyorum!”

Merhamet, îmânın ilk meyvesidir ve bir müminin kalbinde hiç sönmeyen bir ateş gibidir. Bu sebeple Allahʼın rızasını arayan ve yakınlığını isteyen bir müminin merhametsiz olması düşünülemez. Cenab-ı Hakkʼın Kurʼan-ı Kerimʼde en çok zikredilen esmâsı da; “Rahmân ve Rahîm” esmâsıdır.

Güneş için ısıtmamak nasıl imkânsızsa yüksek ruhlar için de insanlara acımamak o şekilde imkânsızdır. Zira merhamet, gerçek müminlerin tabiat-ı asliyesidir. Merhamet, insanlığımızın şahididir ve bizi kalp yoluyla Allahʼa götüren ilâhî bir cevherdir. Merhametsiz insan, en büyük hazineyi ve ebedî saadetlerin kapısını açan anahtarı kaybetmiş demektir. 

Öte yandan cömertlik de müminlerin alâmet-i farikasıdır. Mümin, zengin de olsa, fakir de olsa gani gönüllü ve fedakâr insandır. Cenab-ı Hak, pek çok ayet-i kerimede infakı emrederek müminleri maldan ve candan fedakârlığa davet etmektedir. Allah rızası için infak edilen zekât ve sadakalar, toplumda zengin ile fakir arasındaki husumeti bertaraf ederek din kardeşliğinin pekiştirilmesine de vesile olur. İctimâî huzur ve yardımlaşma duyguları gelişir. Dolayısıyla sıhhatli ve sağlam bir toplum yapısının teşekkülüne zemin hazırlar.

Cemil Meriç der ki:

“Oruç, (zekât ve infak) gibi ibadetlere devam eden bir toplumda sosyolojik patlamalar olmaz. Bunun sonucunda büyük buhranlar yaşanmaz, zulüm olmaz.”

Şu iki misal, İslâm ahlâkının bir topluma kazandırdığı huzuru ifade bakımından ne kadar câlib-i dikkattir:

Elie Kedourie’nin kaleme aldığı, Osmanlı’nın son döneminde İngiltere’nin Orta Doğu politikasına dair kitabın bir ekinde anlatıldığına göre; “19. yüzyıl sonlarında Doğu Anadolu’da müthiş bir kıtlık baş göstermişti. Bunun üzerine İngilizler, kıtlıktan hareketle bölgede Osmanlı’ya karşı bir isyan çıkarıp çıkaramayacaklarını tespit için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma neticesinde müşahede ettiği gerçek, son derece ibretli idi. Raporda deniliyordu ki: Burada kıtlık var, ama açlık yok! Çünkü herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de kıtlık, açlığa dönüşmüyor. Netice itibarıyla böyle güçlü bir ictimâî yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan çıkarmak imkânsız!..”

Meşhur seyyah De la Motraye de şöyle der:

“Osmanlı ülkesinde birisinin evi yanıp bütün aile efradının dünyalık namına nesi varsa hepsi kül olup gitse bile, diğer toplumlarda görülen kadın hıçkırıkları ve çocuk ağlamaları onlarda görülmez. Bütün servetleri böyle yok olmuş kimselerde Allah’ın takdirine karşı tam bir tevekkül ve teslimiyet görülür. Hayırsever ahali, ona derhal evin yeniden inşa edilip döşenmesine kâfi gelecek miktarda, hatta bazen lüzumundan fazla yardımda bulunur.”

Bu sebeple Yaratanʼdan ötürü yaratılana merhamet, şefkat, fedakarlık ve hizmeti tabiat-ı asliye hâline getirebilen fertlerden oluşan bir toplumda ruhi buhranlar, maddî sıkıntılar, geçimsizlikler, çatışmalar, yerini huzur ve sükûna terk eder.

Nitekim eskiden vakıflar, halkın maddî sıkıntılarına; tekkeler ve dergâhlar da manevi problemlerine çare oluyordu. O müesseseler, bir tür rehabilitasyon merkezi vazifesi görüyordu. İşi bozulan, evde ailesi ile sıkıntı yaşayan, herhangi bir problemi olan oraya gidiyor, orada manen tedavi görüyordu. Dergâhın sohbetiyle, zikriyle, ruhaniyetiyle huzur bulup dönüyordu. Günümüzde maalesef bu gibi manevi teselli imkânları azaldığı için stres artıyor, insanlar saldırganlaşıyor.

Velhâsıl, gönlünü bütün mahlukatın huzur bulacağı bir rahmet dergâhı kılabilen, hizmet ve gayret ehli, vakıf insanlara bilhassa zamanımızda çok daha büyük bir ihtiyaç bulunuyor. İnsanlık, geçmişte olduğu gibi bugün de maddî-manevi yaralarına lütuf merhemi olacak kâmil insanları arıyor…

Cenab-ı Hak, bütün niyet ve amellerimizi kendi rızasıyla telif eylesin! Elimizden, dilimizden ve gönlümüzden bütün insanlık müstefîd olsun; huzur, saadet, selâmet ve hidayet bulsun!

Âmîn…

 

Osman Nuri TOPBAŞ

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir