Modern insan ve sürekli genişleyen konfor alanı
Vejdi Bilgin, modern insanın kendi kurduğu gündelik hayat örgüsü içerisinde konfor alanlarına hapsolduğunu ifade ediyor.
Rahat yaşam paradoksu
Zemheri soğuklarında, çatısında biriken kara rağmen tavanının akma ihtimali bulunmayan bir dairede oturan, banyo dahil olmak üzere bütün odalarda doğalgazla ısınan, güçlü alt yapıdan dolayı elektrik kesintisini hemen hiç yaşamayan, istediği her saat duş alabilen ve çamaşır yıkayabilen, köşe başındaki marketten temel ihtiyaçlarını karşılayabilen bir kişi için “rahat yaşam” bir hedef olmaktan öte hayatın kendisidir. Oysa çok değil, bir kuşak öncesinde, yani 1980-1990’larda büyük şehirlerde yaşayanlar bile çoğunlukla tek odanın ısındığı evlerde oturur, her sonbahar mutlaka evin bodrumuna odun-kömür taşır, sık sık elektrik ve su kesintileriyle karşılaşır, mutfak için tüp alıp takmakla uğraşır, ev hanımları haftanın bir gününü leğenlerde elleriyle çamaşır yıkamaya ayırırdı. Gündelik hayata dair bir kuşakta gerçekleşen bu değişimlere rağmen daha da rahat yaşamak istiyoruz: Evlerimizi ve işyerlerimizi klimalarla dolduruyor, özel araç ediniyor, hatta alış verişimizi markete gitmeden yapıyoruz. Hepsinde de bahanemiz hazır: Havalar tahammül edilemeyecek kadar sıcak, toplu ulaşım binilemeyecek kadar kalabalık, markete gitmek vakit kaybı. İnsanın rahat yaşam arayışı şu anda aklımıza bile getirmediğimiz yeni ihtiyaçlarla devam edecek gibi görünüyor.
Peki, macera nasıl başladı?
Maslow “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” olarak bilinen meşhur kuramında insanın temel ihtiyaçlarının öncelikle “fizyolojik” olduğunu söyler. Bu ihtiyaçlarını gideren birey bu kez bir üst basamakta yer alan “güvenlik” ihtiyacını karşılamaya çalışır. Bunları daha sonra sırayla “aidiyet ve sevgi”, “saygı” ve “kendini-gerçekleştirme” ihtiyaçları takip eder¹. İnsanlığın ilk evresindeki temel amaç hayatta kalabilmekti. Bu da insanın karnını doyurabilmesi, vahşi hayvanlara ve diğer insanlara karşı güvende olmasıyla gerçekleşiyordu. Bunu başaran insanın bir sonraki amacı ise hayat şartlarını kolaylaştırmaktı. Temel alet ve gereçlerin icadı; hayvanların evcilleştirilmesi, ziraat, barınakların inşası insanlığın hem hayatta kalmak hem hayatı kolaylaştırmak için attığı ilk adımlardır. Bundan sonra insan hayatına konfor getirecek olan tekerlek, çıkrık, kumaş, cam gibi ürünler çıkacak; demircilik, marangozluk, inşaat ustalığı gibi beceriler gelişecektir. Yine de gündelik hayat Batıdaki büyük teknik atılıma, yani 19. yüzyıla kadar bugünkü konforundan oldukça uzaktır. Ne kadar zengin olursa olsun insanlar yine at sırtında veya at arabalarında yolculuk etmekte, konutlar bugün bildiğimiz anlamda asla ısıtılamamakta ve aydınlatılamamaktadır. Orta ya da alt tabakalardan olan kişiler sürekli beden kuvvetlerini kullanmak zorundadırlar.
Gündelik hayata dair sıradan insanları dahi etkileyen en önemli değişim evleri ve sokakları aydınlatan elektrikli ampuller ile uzakları yakın eden lokomotifler ve otomobillerdir. Ampul, insanın biyolojik ritmini bozan ve gündelik hayatını değiştiren en önemli icattır. Böylelikle geceler aktif olarak insan hayatına girdi; akşam oturmaları, akşam gezmeleri, gece eğlenceleri, gece vardiyaları başladı. Oysa insanın biyolojik ritmi güneş battıktan bir süre sonra uyumayı gerektirir. Ampul, insanların uyumalarını geciktirdiği gibi yapay olarak ışıklandırılmış bir dünyada kaliteli bir uykunun gereği olan mutlak karanlığı da yok etti.
Sürekli genişleyen konfor alanı
19. yüzyıl ve sonrası önü alınamayan büyük bir değişim sürecini ifade eder ve her şey insanın konforunu artırmaya yöneliktir. Buradaki ilk problem insanın konfor arayışındaki sınırın ne olduğudur. Tam olarak ne gerçekleştiğinde insan “Artık rahat bir yaşama ulaştım,” diyecektir?
Son birkaç yüzyılda yaşanan gelişmeler insanın konfor alanını sürekli genişlettiğini gösteriyor. İnsanın temel ihtiyaçlarının belli olmasına rağmen konfor alanının sürekli genişlemesinin nedeni yeni ihtiyaçların üretilmesi ve daha sonra bu ihtiyaçların mümkün mertebe en kolay yolla karşılanma düşüncesine dayanıyor. Örneğin geçmişte bir kişinin haftada bir yıkanması gayet olağan bir durumdu. Ki Orta Çağ ve Yeni Çağ Avrupası’nda insanların nadiren banyo yaptıklarını biliyoruz. Örneğin Orta Çağ’da Paris’te var olan umumi hamamların çoğu Yeni Çağ’da kapanmıştı. İnsanlar banyo yapmak yerine bezlerle silinmeyi tercih ediyorlardı.² Şüphesiz geçmişin insanları günümüze göre oldukça daha fazla efor sarf ediyor, vücutlarından ter atıyorlardı. Ancak bu terlemeye bağlı olarak insanda oluşan koku anormal görülmüyordu. Şimdi günlük banyolar yapılıyor, çamaşırlar/elbiseler değiştiriliyor ve gerekçe olarak da toplu ulaşım araçlarında, kapalı büyük işyerlerinde çok yakın bir şekilde bir arada bulunmak zorunluluğu gösteriliyor. Yine örneğin çok yakın zamana kadar beş çocuklu bir ailenin sofrada kullandığı tabak sayısı sınırlı idi ve ev hanımları mevcut kirli tabakları/sahanları kolay bir şekilde yıkayabiliyordu. Şu anda iki çocuklu bir ailenin kullandığı günlük tabak ve bardak bir önceki nesilden çok daha fazladır. Dolayısıyla şofbenler, çamaşır ve bulaşık makineleri günümüz insanı açısından konforun merkezinde yer alıyor.
Burada akla gelen soru şofben, çamaşır ve bulaşık makinesi gibi araçların insanın ihtiyacına binaen mi üretildiği yoksa bu araçlar sayesinde mi konfor anlayışımızın değiştiğidir. Şüphesiz bu üç araç da insanın kadim ihtiyaçlarına cevap olarak üretildi ancak yine hiç şüphesiz bir şekilde bizim ihtiyacımızı çok büyük ölçüde değiştirip yeniden biçimlendirdi. Nitekim Basalla, Nikolaus A. Otto’nun 1876 yılında içten yanmalı dört zamanlı motoru geliştirmesinden önce böyle bir ihtiyacın olmadığını, otomobilin üretilmesinden itibaren on yıl boyunca (1895-1905) insanların bu yeni icadı bir eğlence aracı olarak gördüklerini söyler. Oysa bugün otomobil herkes tarafından zorunlu bir ihtiyaç olarak görülüyor.³
İnsanların haber alma ve tebrikleşme ihtiyaçları da çok eskidir. Ancak bugün anlaşıldığı kadarıyla yurttan ve dünyadan bilgileri toplamak, çok uzak diyarlara tebrik mesajları göndermek modern bir durumdur. 17. Yüzyılın başında ilk gazetelerin çıkması ve 18. Yüzyılda yaygınlaşması (4), posta teşkilatının gelişmesi, 19. Yüzyılda posta kartlarının kullanılmaya başlanması modern insan için yeni ihtiyaçlar doğurdu. Fakat haber ve köşe yazısı okumak için bayiye gitmek gerekiyordu; aynı şekilde tebrikleşmek için kartpostal almak, yazmak ve postaneye gitmek. 1980-90’larda yılbaşı ve dinî bayramlar öncesi şehirlerin büyük caddelerinde seyyar kartpostal sergileri açıldığını yaşı olanlar hatırlar. Çevresi geniş olanlar buralardan onlarca kart seçer, özenle doldurur ve postaya verirdi. Bugün gazetemizi bayiye gitmeden bilgisayar veya cep telefonundan okuyor, akşam dizi seyrederken tek bir bayram tebriğini yüzlerce kişiye gönderebiliyoruz. Üç beş kuşak önceki atalarımızın başlattığı bu ihtiyacı bugün hiç zahmetsiz bir şekilde karşılıyoruz.
Kazanılamayan vakitler
Kadim veya yeni, her türlü ihtiyacımızı kolay bir şekilde karşılamak bize ne kazandırıyor? Hemen herkes bu soruya “vakit” cevabını verecektir. Bazıları da bedenen daha az yorularak daha fazla iş yaptıklarını söyleyecektir. Fakat paradoksal bir şekilde günümüz insanının en fazla şikâyet ettiği konuların başında vakit problemi geliyor. Günlerimiz sürekli olarak saate bağlı şekilde, koşuşturma içerisinde geçiyor ve hemen hiçbir işi yetiştiremiyor ya da zamanında yapamıyoruz. Aslında bunun temel sebebi de konforumuzu artıran teknolojinin kendisidir. Yeni ulaşım araçları çıkınca ev-iş, ev-okul arasındaki mesafeler de uzadı; ayrıca trafik problemi denen yeni bir sorunla yüzleşmeye başladık. Dolayısıyla günümüz insanı atalarına göre yollarda daha fazla vakit harcamak zorunda. Teknoloji aynı zamanda bize yeni meşgaleler sundu. Örneğin takip etmek zorunda hissettiğimiz çok sayıda dizi, program, sosyal medya hesabı söz konusu ve bunlar günün önemli bir bölümünde bizi meşgul ediyor. Ev içinde artan çamaşır ve tabak kullanımı, modern birey için günlük olarak çamaşır-bulaşık makinesini doldurma, boşaltma, asma, dolaba yerleştirme gibi meşguliyetler üretiyor. Benzer şekilde ütü cihazından dolayı sürekli ütü yapmak, elektrikli süpürgeden dolayı her gün evimizi süpürmek zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla geçmişte bu işlere ayrılan süre ile günümüzde ayrılan süre eşitleniyor; hatta bazı bireylerde bu günlük rutinler zamanla obsesif-kompulsif bir hal aldığı için çok daha fazla vaktin harcanmasına neden oluyor.
Artan konfor, bedenimiz ve mental yapımız
İnsan bedeni ağır işlerde yıprandığı gibi hiç çalışmadığı zaman da yıpranıyor. Vücudun belirli oranda harekete ihtiyacı bulunuyor. Geçmişte gündelik hayat, yapısı gereği bireyin hareket etmesine dayalı idi. Oysa bugün yerimizden hemen hiç kalkmadan ihtiyaçlarımızı halledebildiğimiz için hekimlerin yaptıkları uyarıların başında hareket etmek geliyor. Modern dünyada insan hayatını etkileyen obezite, kalp-damar rahatsızlıkları, şeker gibi hastalıklarının artışındaki temel faktörlerden birisi hareketsiz hayat tarzı. Çok yakın bir zamanda, 1950-1955 yılları arası doğumlarda beklenen yaşam süresi 46,5 yıl idi. 2000-2005 arasında bu rakam 66 yıla çıktı (5). Bu gelişmenin sebepleri arasında bebek ölüm oranlarının düşmesi, koruyucu sağlık hizmetleri, yaygın sağlık sistemi, hastalıkların erken teşhisi ve tedavisi… sayılabilir.
Fakat hiçbir doktor hareketsizliği uzun yaşamın bir sebebi olarak görmüyor, aksine tehdit olarak kabul ediyor. Kırklı yaşlardan sonra daha sık görülmeye başlanan kalp krizleri, tansiyon ve şeker problemleri, diğer kronik rahatsızlıklar bireylerin uzun yaşam sürelerinde hayat kalitelerini önemli ölçüde olumsuz etkiliyor; bireyler haplara ve doktorlara mahkûm bir şekilde yaşıyorlar. Hareketin pek çok hastalığın oluşumunu önlemede veya tedavisinde son derece etkin olduğu (6) bilinse dahi radikal tedbirler alınmadıktan sonra toplumun çoğunluğunun teknolojinin sağladığı konfordan vazgeçmesi de mümkün değil. Ayrıca pratik zorluklar da söz konusu. Her gün işinize gitmek için 10 km. yürüyemezsiniz; marketten aldığınız poşetler dolusu eşyayı 20 dakika elinizde taşıyamazsınız; çocuklarınızı her zaman mahalledeki en yakın okula veremezsiniz. Bundan dolayı günümüzde yürüme bantları, bisikletler gibi evlerde kullanılan araçlar ortaya çıktı; yeni belediyecilik anlayışında yürüme yolları düşünüldü. Yine de bu tür yollara başvuran insan sayısının toplumun çok çok küçük bir oranını oluşturduğunu rahatlıkla gözlemliyoruz.
Konforlu hayat tarzı aslında ciddi olarak mental yapımızı da tehdit ediyor. Sıradan insanların hayatları bile yapmaları gereken pek çok şeyle doldurulmuş vaziyette; bunların takibi ve yetiştirilmesi ciddi zihni mesai istiyor. Hayatı kolaylaştırdığını düşündüğümüz teknolojik aletlerin bakımı, kullanımı, arızası, yeniden alımı insanları zorluyor; üstelik insanlar her bir aleti yenilediklerinde yenisine adapte olmakla uğraşıyorlar. Bir ocağın yakılması yüzyıllar boyunca hep aynı kalmışken, bir insan hayatı boyunca defalarca yeni özelliklere sahip olan klimalarla muhatap oluyor. Futurist Toffler 1970’te yayınlanan Gelecek Şoku isimli kitabında, orta yaşlı bir insanın kendi doğduğu güne, Jul Sezar’ın dünyasına olduğu kadar yabancılaştığını söyler. Değişimin böylesine çok hızlı yaşandığı toplumlarda, geleceğin zamanından önce hayatımıza girmesi sonucu oluşan bir gelecek şoku ortaya çıkar (7). 1970’ler için abartılı görülebilecek bu yorum herhalde günümüzde (2021) tam olarak karşılığını buluyor. Hareketsizlik aynı zamanda mental yorgunluğun nedenlerinden birisi olarak gösteriliyor. Mental yorgunluk ve diğer ruhsal problemlerin tedavisinde aktif bir şekilde egzersizden faydalanılıyor. Ancak mevcut şartlar içerisinde, diğer faktörler yanında, hareketsizlik-mental problemler-hareketsizlik kısır döngüsünü kırmak o kadar da kolay olmadığı için psikiyatrik ilaç sektörü gittikçe büyüyor. Nitekim OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) üyesi 18 Avrupa ülkesinde antidepresan ilaç kullanımı 2000’den 2012’ye iki katına çıkmıştır.(8)
İnsanın konforu, çevre ve rahat yaşam paradoksu
İnsanın konforunun en büyük zararı çevreye dokunuyor ve rahat yaşam paradoksu da burada ortaya çıkıyor. Yüksek teknolojinin çevreye büyük bir maliyeti var ve artık tabiat kendi mekanizması ile bu zararı telafi edemiyor. Her şeyden önce atmosfere zararlı gazlar salıyoruz. Şehirlerin üzerinde yoğun hava kirlilikleri oluşuyor. Kırsal kesimde şehirdeki konfor elde edilemeyeceği için yerleşim amaçlı olarak şehirlerin sınırlarının dayandığı ormanları kesiyor, verimli ovaları işgal ediyoruz. Şehirlerin ve yolların yoğun ışıklandırılması hem insanların hem diğer canlıların yaşamı açısından olumsuzluklara neden oluyor. Buna bir de elektromanyetik dalgaları eklendi. Yerleşim yerlerini görünmez ağlarla kuşatan bu dalgalar da insan ve diğer canlıların yaşamı için riskler barındırıyor (9). Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak tabiattaki canlı türleri yavaş yavaş tükeniyor. Günümüz insanı, aynı zamanda, tüketimiyle değerlendiriliyor. Tüketimin temel göstergelerinden birisi de artan çöpler. Gerek tüketim eşyalarının kendisinde gerekse ambalajlarında sentetik/plastik materyallerin yükselişi çöplerin geri dönüşümünü hayati bir mesele haline getirdi. Artık küresel manada havanın, toprağın ve denizlerin kirliliğinden bahsediyoruz.
Şüphesiz Orta Çağ Avrupası’nda da marangozluk, demircilik gibi mesleklerden dolayı ormanların tahribi, yoğun kömür kullanımından dolayı bazı kentlerde hava kirliliği söz konusuydu. Londra, 13. Yüzyılın sonlarına doğru hava kirliliği yaşayan ilk şehir olarak bilinir (10).
Ancak küresel anlamda çevrenin etkilenmesi Sanayi Devrimi ile başladı. Aslında evimizde kullandığımız elektrikli eşyaların gelişimine baktığımızda bunu rahatlıkla kavrarız: Önce pilli, sonra elektrikli radyolar, televizyon, buzdolabı, elektrikli ütü, elektrikli fırın-ocak, elektrikli mutfak aletleri, elektrikli süpürge, ısıtıcı, vantilatör, elektrikli şofben, çamaşır ve bulaşık makineleri, kombi, çamaşır kurutma makinesi, bilgisayar, tablet, cep telefonu, klima ve yeni yeni evlere giren robot süpürgeler, nem alma cihazları. Bu arada mutfaklarda ve kişisel bakımda kullandığımız elektrikli aletler de gittikçe artıyor: Artık kahveyi makinede yapıyor, hamurumuzu makineyle yoğuruyor, saç kurutma makinesinin dışında elektrikli saç düzleştiriciler, şarj edilen diş fırçaları kullanıyoruz. Tabii biz evlerimizde ve ev dışında bu kadar çok elektriğe bağlı araç kullanırken bunların üretimi için de yine yüksek enerji maliyetleri çıkıyor. Aşağıdaki tabloda dünyadaki elektrik tüketiminin yıllar içerisinde nasıl yükseldiği, gelişmiş ülkelerde sanayi elektrik tüketiminde bir gerileme olsa da tüketimin yine de kırk yıl öncesine göre çok yüksek olduğu açık bir şekilde görülmektedir (11):
Şüphesiz konforumuz için ne kadar enerji kullanırsak aynı zamanda tabiatı o kadar fazla tahrip ediyoruz. Bu tahribatın sonuçları ile mücadele edebilmek için de daha çok enerji kullanıyoruz. İşte rahat yaşam paradoksu burada ortaya çıkıyor: Enerji için tabiatın tahribi küresel iklim değişikliklerine neden oluyor, yazlar daha sıcak geçiyor, serinlemek için daha fazla klima kullanmak zorunda kalıyoruz (işyerleri dışında evlere, hatta her odaya klimaya almaya başlıyoruz); netice olarak biz serinlediğimizi düşünürken tabiatı daha fazla tahrip ediyoruz ve küresel ısınma artıyor. Küresel çaptaki bu paradoks bireysel hayatımızda da gözleniyor. Konforumuz için daha fazla teknolojik araç kullanıyor, onları kullandığımızda daha az hareket ediyor, sağlığımızı bozuyor, neticede çok daha fazla teknolojik araç kullanmaya ihtiyaç duyuyoruz.
İnsanlar, adını koyamasalar da rahat yaşam paradoksunun farkındalar, ancak her geçen gün daha fazla enerji tüketimine sebep oluyorlar. Zira konfor gündelik hayatın merkezi amaçlarından birisi olmuş ve kısa süreli tecrübeler (örneğin birkaç gün ormanda kamp kurma veya yeni bir eve yerleşme) dışında insanlar konforlarından vazgeçmek istemiyorlar. Ayrıca problemler öteleniyor ve sonraki nesillere bırakılıyor. Daha bilinçli olan bireyler farklı yollar deniyorlar, örneğin çevreci hareketlere katılıyorlar, minimalist dünya görüşüne uygun yaşamaya çalışıyorlar. Ancak problem tek tek bireylerin veya küçük toplulukların çözemeyeceği kadar büyük bir mesele ve katlanarak büyüyor. Bu durumda hem birey hem de toplum olarak hükümetler tarafından uygulanacak radikal tedbirler almak gerekiyor. Buradaki radikal tedbirlerden kastım yüksek vergilendirme yoluyla caydırıcı önlemler değil, mücbir önlemlerdir. Örneğin bütün şehirlerin aydınlatmalarının gece birden itibaren kapatıldığını, vitrin ışıklandırmalarının tamamen kaldırıldığını, işyerlerinin akşam sekizden itibaren çalışmadığını düşünelim. Bu durumda önemli ölçüde enerji tasarrufu yapılacak, bireyler gece yataklarına daha erken gireceklerdir. İmar planları ile şehirlerin büyümelerinin durdurulması, göçün belirli kriterlere bağlanması kent içindeki mesafelerin gittikçe artmasını ve daha fazla enerji tüketimini engelleyecektir. Hatta bu çerçevede her ailenin sadece bir araca sahip olmasına izin verilip, ikinci bir araç edinmesi engellenebilir. Aynı şekilde ev içindeki klima, ısıtıcı sayısı sınırlandırılabilir.
Burada artık bir distopyaya girdiğimin, enerji, çevre ve insan sağlığını koruma bahanesinin arkasına sığınan katı bir gözetim/denetim mekanizmasını ön gördüğümün farkındayım. Bu tür bir devlette, parası olanların parası olmayan kişiler üzerinden ikinci, üçüncü araçlarına sahip olabileceği, farklı başka problemlerin ortaya çıkabileceği şeklindeki itirazların da geleceğini biliyorum. Kanaatimce dünya büyük bir felaketin eşiğine gelmeden hiçbir demokratik devlet böyle bir yapılanmaya gidemez, siyasi partiler böyle bir seçim vaadinde bulunamaz, vatandaşlar ikna edilemez. Öyleyse ne olacaktır? Dünya rahat yaşam paradoksu içerisinde hayati limitlere ulaşıncaya kadar konforunu devam ettirecektir. Buna insanın kendi eliyle kendi kıyametini hazırlaması demek de mümkündür.
1)Abraham Maslow, Motivation and Personality, 3. Bs, New York: Harper Collins, 1987, s. 15-23.
2)Georges Vigarello, Temiz ve Kirli: Ortaçağ’dan Günümüze Vücut Bakımının Tarihi, çev. Zühre İlkgelen, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1996, s. 30-38
3)George Basalla, Teknolojinin Evrimi, çev. Cem Soydemir, 7. Bs., Ankara: TÜBİTAK Yayınları, 2000, s. 8.
4) Peter Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi, çev. Mete Tunçay, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2001, s. 168-169.
5) A. Mandıracıoğlu, “Dünyada ve Türkiye’de Yaşlıların Demografik Özellikleri,” Ege Tıp Dergisi, Cilt: 49, Sayı:1, 2010, s. 41
6) Bkz. Ayşe Zengin Alpözgen, Arzu Razak Özdinçler, “Fiziksel Aktivite ve Koruyucu Etkileri,” Sağlık Bilimleri ve Meslekleri Dergisi, Yıl 2016, Cilt: 3, Sayı: 1, 2016, ss. 66 – 72.
7) Alvin Toffler, Gelecek Korkusu: Şok, çev. S. Sargut, 3. Bs., İstanbul: Altın Kitaplar, 1981, s.16-17, 19.
8) M. Kemal Temel, “Modern Psikososyoklinik Etmenlerin Eseri ‘Antidepresan Kullanım Bozukluğu:’ Tıp Etiğince Sorun Teşkil Eden Bir Olgu,” Anadolu Kliniği Tıp Bilimleri Dergisi, Cilt: 24, Sayı: 3, 2019, s. 208
9) Zehra Deniz Yakıncı, “Elektromanyetik Alanın İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri,” İnönü Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Dergisi, Cilt: 4, Sayı:2, 2016, s. 49-51
10) Jean Gimpel, Ortaçağda Endüstri Devrimi, çev. Nazım Özüaydın, 8. Bs., Ankara: TÜBİTAK Yayınları, 2005, s. 73-80.
Prof. Dr. Vejdi Bilgin / Sabite