NEDEN İSLAM?
Selamun aleykum, merhaba. az yaklaşın hele beşer evlatları; zannedildiğinin aksine dindarların sayısının azalmadığını, bir dine ve tanrıya olan inançsal eğilimimizin doğuştan geldiğini ve İslam’ın neden tanrı vahyi olması gerektiğini (delilleriyle) anlatmaya çalışacağım.
Aslında varoluş amacını sorgulama gereği bile duymayan, tek derdi instagram’a hikâye atarak riya abidesi benliğini tatmin etmek olan, ilgi çekecem diye girmediği şekil kalmayan, toplum tarafından dışlanırım korkusuyla popüler olan ne varsa mal bulmuş mağribi gibi üzerine atlayan, diğer insanlar tarafından onaylanacağım ve takdir edileceğim arzusuyla aslında hiç olmadığı biri gibi görünmeye çalışan, okumayan, akletmeyen, düşünmeyen; “tüket, itaat et ve öl” triosunda ot gibi yaşayan boş kimselerin ekseriyetini oluşturduğu böyle bir mecrada bunları aktarmak pek akıllıca değil gibi ama ne yapalım, meramımızı anlatabileceğimiz ve Allah’ın üzerimize yüklediği tebliğ misyonunu yerine getirebileceğimiz neresi var ki başka?
Dileyen okur. 3 olur, 5 olur, hiç olmaz, benim açımdan problem yok. Dileyen de gider x popçu ile y aktörü arasında cereyan eden mülevves ilişkiyi falan takip eder. Herkesin kendi seçimi, tanrınız ben değilim, hesabını bana vermeyeceksiniz. Ama şunu bilir, şunu söylerim: inanç mevzuları şakaya ve savsaklamaya gelmez. Çünkü sahip olduğunuz inanç; neticesi ebedi saadete yahut ebedi hüsrana uzanma ihtimali bulunan sonsuz ahiret hayatınızın belirteçi niteliğini taşıyor. Tekrarlıyorum: bu dünyada edindiğiniz inancın, mutlak adaletin gerçekleşeceği “sonsuz ahiret” hayatınızı etkileme ihtimali var. Umarım olayın ciddiyetini kavrayabilmişsinizdir.
Son kez rica ediyorum; bu yazıyı sabırla, istintak ederek, sindire sindire ve üzerine düşüne düşüne okuyun. Çünkü sahip olduğunuz hayat, dünyevi metaların peşinde heder olup rölantide ve bomboş yaşamanızdan fazlasını hakediyor. O yüzden okuyun, farkındalığınız artsın. Bu yazıyı okumak için vereceğiniz 15-20 dakikadan fazlasını alacaksınız, sizi temin ederim. Ben, manevi ihtiyaçlarımızı din dışında hiçbir şeyin karşılayamayacağına inananlardanım. Hatta inanmaktan ziyade, bunu bilenlerdenim. Zaten durumun bu şekilde olması nedeniyle bilimsel keşiflerin/buluşların insanlara sağladığı şımarıklık ve kibir hissine rağmen bir yaratıcıya olan inancımız ortadan kalkmadı.
Pozitivist-materyalist düşüncenin 200 yıllık bütün dediğim dedik ön görüsüne rağmen “din” kavramı güncelliğini korudu ve insanlığın gündeminden düşmedi. Çünkü dinin yok olduğu düşünüldüğünde, insanların hayatlarında açılacak olan manevi boşluğu dolduracak herhangi bir alternatif idea yok bilimi ilah edinmiş seküler kesim her ne kadar “dinler yok oluyor” şeklinde sayıklasa da, bu söylem ıslak bir rüya olarak kalmaya devam edecek.
Dini açıdan dünya toplumunu en geniş perspektifte inceleyen, demografik araştırmalar ve anketler yapan, bu alanda en muteber sayılan kurumlardan biri olan pew research canter’ın yapmış olduğu kapsamlı bir araştırmaya göre: -2050 yıllında Müslüman nüfusu hrsitiyan nüfusuyla eşitlenecek, 2070’de geçecek. -ateist, deist ve agnostik kimselerin sayısı dünya genelinde azalacak -Avrupa’daki Müslüman nüfusu %10’u geçecek -abd’de hristiyan nüfusu azalacak ama Müslüman nüfusu artacak.
Kaynak:https://www.pewforum.org/2015/04/02/religious-projections-2010-2050/
Sosyal bilimler profesörü Rodney Stark da aynı gerçeği dillendiriyor ve Müslüman nüfusu başta olmak üzere kendilerini bir dine nispet edenlerin sayısının hızla arttığını/artacağını söylüyor.
Uzatmayacağım. Görüldüğü gibi, “dinler yok oluyor, insanlar dini terk edip diğer seküler akımlara kayıyor” tarzı iddiaların hiçbir temeli yok. Dindarların sayısı azalmak şöyle dursun, hızla artıyor. İlgili araştırmaların şablonlaştırılmış halleri, buyrun:
İngiliz düşünür Terry Eagleton’ın, “din asla pes etmez” başlıklı yazısından: “ölüm, yaşam, acı, felaketler, sorumluluk, özgürlük gibi ahlaki ve varoluşsal meselelerde söyleyecek anlamlı bir sözünüz yoksa dinlere yönelteceğiniz eleştiriler cahilce ve içi boş olmaya mahkûmdur.”
Din/inanç, hayatı anlamlandırmanın yegâne ve vazgeçilmez aracıdır. Dine, daha da öz bir ifade ile herkesin yaptıklarının bedelini gramı gramına alacağı ve mutlak adaletin gerçekleşeceği ebedi ahiret hayatına atıfta bulunmaksızın, sonsuz hiçlikten gelen ve sonsuz hiçliğe giden şu 60-70 yıllık kısacık ömrümüzü anlamlandırmanın mümkünatı olamaz. Bu dünya ancak ve ancak sonsuz ahiret hayatımızın tarlası olarak düşünüldüğünde mahiyet kazanır. Dediğim gibi, bir yaratıcıya olan ihtiyaç, ilk oluşum aşamalarından itibaren insanoğlunun fıtratına kazınmıştır. Yaratıcımız, fıtratımızı bu şekilde inşa etmiştir ve bizi, ancak kendisine yöneldiğimiz takdirde iç huzurumuzu sağlayabileceğimiz şekilde tasarlamıştır. Zaten yaratıcı ve din üzerinde imtihan edilen insanın fıtri açıdan bu fenomenlere eğilim göstermesi olağandır hatta elzemdir.
Bana göre tanrı’nın varlığının en doyurucu delillerinden biri olması hasebiyle tekrarlıyorum: İnsanoğlunun dine ve bir yaratıcıya olan ihtiyacı/eğilimi doğuştan geliyor. Bunu yalnızca Kuran’ı Kerim değil, modern bilimsel araştırmalar da söylüyor. Antropoloji ve zihin merkezi araştırmacısı Dr. Justin Barrett, doğumlarından itibaren çocukların, “dünyanın kudretli bir yaratıcı tarafından tasarlandığı ve belirli bir amaç için yaratıldığı” fikrine sahip olduklarını söylüyor. Prof. Dr Roger Trigg bu kapsamda yapılan araştırmalar hakkında şöyle söyler: “Bu araştırmalar doğrultusunda din, ölüm ötesi gibi inançların farklı kültürlerde de olsa insanlığın doğal bir ortak noktası olduğunu gösteriyor.”
Paul Bloom, Jesse Bering ve Emma Cohen tarafından yürütülen araştırmalarda da çocukların içlerinde “ruhun var olduğu ve insanın ölse bile yok olmayacağı” inançlarını barındırdıklarını gözlemlenmiştir. Bu tip araştırmalar, “her çocuk inançsız doğar, tanrı ve dini inançlar sonradan öğretilir” fikrinin bilimsel olmadığını gösterir. Özetle; “yaratıcıya ve bir dine olan eğilimimiz” doğuştan gelir ve hep var olduğu gibi bundan sonra da var olacaktır. Bu durum, tanrının ve tanrının gönderdiği bir dinin varlığının “gerçek” olduğuna dair sağlam bir delildir.
Şimdi, Kuran’ın neden bir insan tarafından yazılmış olamayacağına dair bir kaç çıkarım sunacağım, ama öncelikle bir an olsun düşünün; okuma yazma bilmenin dahi lüks sayıldığı; abuk subuk ritüeller ile putlara tapan, doğan kız çocuklarını babalarının yüz karası olmakla suçlayan, kıytırık kabile kavgaları ile uğraşmak dışında hiçbir meziyeti bulunmayan, cahil ve son derece eğitimsiz bedevilerden oluşan hicaz gibi bir beldede doğuyor Hz Muhammed Peygamber. Hal böyleyken, inkarcıların, nasıl tutturduğunun izahını yapmak zorunda oldukları onlarca hüküm veriyor. Onlarca muhtelif konuda ”bu böyledir” şeklinde net direktifler ile hüküm veriyor ve ”bu böyledir” dediği şeylerin, sahiden de öyle olduklarını zaman bizlere gösteriyor: ”Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra anlayacaksınız.” (sad 88)
Mesela;
1) Toplumun tabulaşmış normlarına ve geleneklerine cephe alıyor. Zaten içki, fuhuş ve kumar gibi ritüellerin tanrı tarafından yasaklandığını söyleyerek, yıllar yılı alışkanlık edindikleri hazlardan vazgeçmeleri gerektiğini emrettiği yetmiyormuş gibi; namaz, zekat, oruç vb insanı maddi ve bedeni açıdan yıpratacak fiillerin, Allah tarafından farz kılındığını söylüyor. E mantıken taraf toplaması lazım değil mi? Neden kurucusu olduğu dini zorlaştırsın? Neden bu denli meşakkatli icraatları zaruri kılıp insanları kışkırtsın?
Septiklerin de dediği gibi, kendisine vahiy indiğine dair iddiada bulunmasının tek sebebi, çölle kaplı bir yarım adayı fethetmek olduğunu ve gözünü iktidar hırsı bürümüş bir megaloman olduğunu var sayalım. Neden tabilerine “yanılmazlık imajı” çizmek yerine, kendi yazdığı kitapta, kendi hatalarını zikretsin? (abese 1-4) Neden Allah’ın ağzından kendisini kınayıp azarlasın ve yazdığı kitabın kendisine odaklanması gerekirken, diğer peygamberlerin ismini (İsa(as) , Musa(as), İbrahim(as) vs) kendi ismimden fazla ansın? Üstelik kendisinin aksine, onların hatalarına ve kusurlarına da kitapta yer vermesin?
2) Gördüğü zulüm, elem, acı, işkence, muhasara ve boykotlar yüzünden kaçmak zorunda kaldığı beldeye, yakında tekrar döneceğini ve kılıç bile kullanmadan fethederek elini kolunu sallaya sallaya gireceğini söylüyor… (fetih 27) Peki neye dayanarak böyle bir iddiada bulunabiliyor? Bu özgüveni nereden alıyor? İşin garibi sahiden de öyle oluyor. Birkaç yıl geçmeden, ellerini kollarını sallaya sallaya; türlü eziyetler görüp göç etmek zorunda kaldığı, perişan olduğu, ezildiği yurduna geri dönüyor Hz Muhammed Peygamber…
3) Nasıl “…birbirlerine destek de olsalar, gene de onun benzerini getiremezler.” şeklinde cüretkâr bir duruş sergileyip Allah adına topluma meydan okuyabiliyor? (isra 88) Kendi halinde ümmi bir insan, kendisiyle eşit ya da kendisinden daha ileri edebi yeteneğe sahip diğer insanların yaptığını yapmaması/yapamaması için nasıl bir dinamik var ortada? Kaldı ki tarih boyunca sürekli bu tür girişimlerde bulunuluyor fakat her seferinde sonuç hüsranla neticeleniyor. (bakınız: the furkan) 4)
O döneme kadar filozof ve düşünürlerin hararetle tartışmasını yaptığı, “evrenin başı ve sonu var mı yoksa ezeli ve ebedi mi?” münazarasına; sanki “big bang” ve “entropi”den haberi varmışçasına, adeta bir kozmogoni uzmanı edasıyla noktayı koyuyor. Araf 54, İbrahim 19 ve daha birçok ayette, evrenin “başı” olduğunu; müminin 59 ile Araf 187’de ise- “o saat bize gelmez” diyen müşriklere evrenin sonunun geleceğini söylüyor. Hatta bu söyleminden dolayı “mecnun” yaftası bile yiyor. Çünkü 6. yy’da yaşayan bir arabın gözünden dünyaya bakıldığında: dedesi, dedesinin dedesi, onların dedeleri vs hep aynı dünyayı görmüşlerdir. Güneşe ve aya bakıyorlar, her gün düzenli olarak aynı paradigmasında doğup batıyor. Ucunu bucağını göremedikleri yeryüzü, ayaklarının altında sapasağlam duruyor. Hatta bırakın 6. yy’da yaşayan müşrik bedevileri; materyalist kesim bile, hubble 19. yy’da gelip kendilerine şamarı yapıştırana kadar maddenin (yani evrenin) ezeli oluşunu savunuyorlardı. Peki, 14 asır evvelinden, böyle muğlâk ve ağır deney ve gözlem gerektiren bir hususta nasıl bu kadar mutlak direktifler ile hüküm verebiliyor Hz Muhammed Peygamber? Çöl kumlarının altında teleskop mu sakladı? Uzaya sputnik’i aslında o mu yolladı?
5) Enbia 30’da, resmen büyük patlama’dan haberi varmışçasına, yerlerin ve göklerin birleşik olduğunu ve Allah tarafından sonradan ayrıldığını; zariat 47’de ise -kozmik fon radyasyonundan haberi varmışçasına- evrenin sürekli genişlemekte olduğunu söylüyor. Bu veriler ışığında günümüz biliminin ileri sürdüğü evren modeli ile 1400 yıl evvel Kuran’ın çizdiği evren modeli taban tabana paralellik gösteriyor. İlginç değil mi? modern bilime göre evren: – başı var – tek bir noktadan meydana geldi – sürekli genişlemekte – sonu var Kuran’a göre evren: – başı var (Araf 43, yunus 3 vs) – tek bir noktadan meydana geldi (enbiya 30) – sürekli genişlemekte (zairat 47) – sonu var (müminun 59, Araf 187 vs)
6) Sanki hidrojen ve helyumun sıkışması sonucu yoğunlaşarak gezegen ve yıldızların oluştuğunu biliyormuşçasına, evrenin önceden gaz bulutu hâlinde olduğunu bildiriyor. (fussilet 11) Yine bu söyleminden dolayı müşrikler tarafından “mecnun” gibi ağır ithamlarda bulunuluyor. Çünkü “kaskatı” dünyanın, yıldızların, güneşin ve ayın bir zamanlar buhar gibi gaz halinde olduğu iddiası, doğal olarak o dönemde insanlara absürt geliyor. Fakat Müslümanlar, diğer ayetlerin hatırına, zihnen kavrayamadıkları bu habere de iman ettiler. Müşrikler de sırf, tasavvur edememeleri sebebiyle alay edip ”bunlar eskilerin masallarıdır” dediler. Bugün bilime boyun eğen ve gök cisimlerinin bir zamanlar gaz halinde olduklarını kabullenmek zorunda kalan materyalistler de o dönemde yaşamış olsalardı tıpkı müşrikler gibi alay ederlerdi.
Hz Muhammed peygamber sürekli sözlü tacize maruz bırakılıyor, kılıçla öldürülmeye çalışılıyor, aynı zamanda müşriklere tevhid inancını aşılamak için canı pahasına çırpınıyor, sonra onca işin gücün arasında “evren önceden gaz halindeydi” şeklinde bir ayet uyduruyor… Böyle bir şey aklen mümkün mü? Hadi bu bilgiye o dönemde erişebilmesinin imkânsız oluşunu geçtim, elin sığır arabı ne anlasın kozmolojiden? 7. yy. bunu söylemenin peygambere ne gibi faydası olmuştur ki?
7) Aristo fiziğinden beri süre gelen, “yıldızların sonsuza kadar yanacağı” inancını yıkıyor ve yıldızların söneceklerini söylüyor. (tekvir 2, murselat 8, necm 53, infitar 82) ne hikmetse Hz Muhammed peygamber’in attığı “zar” yine düşeş geliyor. 20. yy’da sahiden de yıldızların enerjilerinin tükenip yok oldukları/olacakları anlaşılıyor
8) Güneş ve yıldızlar için ışığı kendisinden olan cisimlere kullanılan “ziya”, ay için ise ışığı dışarıdan olan cisimlere kullanılan “nur” tabirini yakıştırıyor. Nuh 16, yunus 5, Furkan 61
9) Yasin suresi 36. ayette; güneşin, kendisi için belirlenen yere kadar/doğru “akıp gittiğini” bildiriyor. Güneş sistemi deyince hepimizin aklına şu geliyor değil mi: ?
https://twitter.com/i/status/1159899343857618945
Bu model eksiktir, modern kozmolojiye göre aslında sistem şu şekilde işler:
https://twitter.com/i/status/1159899365571538950
Akıp gitmek… Ne müstesna bir benzetme ama… Ayrıca güneş, ay ve dünyadan bahsederken, “…her biri, bir yörüngede yüzüp gidiyor” diyor ve hepsinin ayrı eksenler üzerine yol izlediğinin haberini veriyor. (enbiya 33)
10) Adeta bir okyanus bilimci edasıyla; birleşmelerine rağmen denizlerin birbirleri ile karışmadıklarını söylüyor. (rahman) bakın, bu ayetleri iyice anlamaya çalışın: “iki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salı vermiştir. Aralarında bir engel vardır, karışmazlar.” rahman 19-20
Bugün modern bilim; farklı deniz kütlelerini birbirlerinden ayıran engellerin bulunduğunu söylüyor, tıpkı kuran gibi… Hz Muhammed peygamber’in bırak inceleme fırsatı bulmasını, hayatı boyunca kaç defa deniz görmüştür veya görmüş müdür meçhul. Tatlı ve tuzlu su birbirine karışmaz. Şiddetli dalgalara, rüzgârlara ve nehirlere rağmen karışmazlar. Allah bu kanunu koymasaydı, içtiğimiz tatlı su nehirleri deniz suyuyla birbirine girerdi. İçindeki canlılar ve biz de yok olup giderdik: “iki denizi birbirine salıveren o’dur. İşte şu susuzluğu gideren tatlı bir su, diğeri de tuzlu ve acıdır. Allah aralarına, birbirlerinin sınırlarını aşmasınlar diye engel koymuştur.” (Furkan 53)
11) Yükseklik arttıkça atmosfer basıncının düştüğünü, oksijen seviyesinin azaldığını, dolayısıyla yükseldikçe nefes alıp vermenin zorlaştığını ve göğsünün daraldığını söylüyor. (en’am 125) “Muhammed düşünmek için dağa çıkıyordu” gibi bir itiraz gelebilir fakat işe bakın ki Arap Yarımadası’ndaki en yüksek dağ 3 bin metre bile değil. Ayrıca ayette ”tepeye çıkılıyor gibi” değil, ”göğe yükseliyormuş gibi kalbine darlık ve sıkıntı verir” ibaresi geçiyor.
12) Adeta bir botanikçi edasıyla bitkilerin de cinsiyetlerinin bulunduğunu söylüyor. (Taha 53, rab 3) ayrıca “rüzgârı aşılayıcı (dölleyici) olarak gönderdik…” diyor ve bitkilerin tozlaşarak ürediklerine işaret ediyor. (hicr 22)
13) “…hareket eden her canlıyı sudan yarattı, …sudan bir insan yarattı” diyerek, biyolojik olarak her canlının yapısında su bulunduğunun ve suyun vecizesinin altını çiziyor. (nur 45, Furkan 54) 14) “.damlacığı asılıp tutunan bir şeye dönüştürdük. Asılıp tutunan şeyi bir çiğnemlik et hâline getirdik. Bir çiğnemlik et parçasını, kemik olarak yarattık. Kemiğe et giydirdik” diyerek, insanın embriyodaki oluşumunun (et>kemik>et) sıralamasını en doğru şekilde yapıyor müminun14
15) İnsanın topraktan yaratıldığını söylüyor. (müminun 12, secde 7 vs) yine o dönemdeki müşriklere absürt gelmiştir bu ayet. Çünkü insan gibi komplike bir varlığın ham maddesinin, toprak gibi sade ve basit bir öz olduğu söylemi uçuk bir iddia. Ama bugün biyolojinin de ilerlemesiyle, toprağın ve insan vücudunun analitik analizi yapıldı ve toprakta bulunan elementlerin istisnası tamamının insan vücudunda da bulunduğu gözlemlendi. Kuran, bir kez daha haklı çıktı.
16) Sebe toplumunun ve nasıl helak olduğunu en doğru şekilde tanımlıyor. (sebe 15, 16, 17) İnkârcılar, kuran bazı kavimlerin helak oluşlarını haber ederken, ”Muhammed, Tevrat ve İncil’den alıntıladı bunu” ya da “Sümer tabletlerinde vardı” şeklinde iddialarda bulunurlar. Fakat gelin görün ki, saba Suresi’nde geçen bu ayetler, inkârcıların ellerini kollarını bağlar. Çünkü sebe toplumunun helakı milattan sonra gerçekleştiği için, bu olay yalnızca Kuran’da zikredilir. Ne Tevrat’ta yazar, ne İncil’de, ne de başka bir diğer kaynakta…
17) Modern bilimin, rakımını günümüzde ancak ölçebildiği “lut Gölü”nü, dünyanın en derin bölgesi olarak niteliyor. (Rum 3) google denen basit arama motoruna ”dünyanın en derin bölgesi” yazıp taratın. Söyleyeceklerim bu kadar.
Detaylı yazım:
https://eksisozluk.com/entry/74130865
Not: ”dünyanın en derin yeri mariana çukuru” şeklinde itiraz gelebilir. Adı üzerinde, çukur… Jeolojik olarak aynı statüde bile ele alınmıyor lut gölü ile mariana çukuru. En derin çukur mariana, en derin bölge/alan ise lut gölü hafzası’dır.
18) Firavun’un cesedinin, kendisinden sonrakiler ibret alsınlar diye kurtarılacağını söylüyor. (yunus 92) firavun’un cesedi, krallar vadisi’nde, ölümünden tam 3 bin yıl sonra (19. yy’da) bulundu.
https://www.islamiclandmarks.com/egypt/body-of-firawn
19) “biz demiri ‘indirdik’ ki, onda çetin bir sertlik ve insanlar için faydalar vardır.” (hadid 25) demiri yer altından çıkarmıyor muyuz? niye ayette “indirdik” deniliyor? Hayır, demir dünyanın dışında oluşur. Güneş bile, demirin oluşumunu sağlayacak kadar sıcak değildir. Demir, süpernovalar’da oluşur. Belli bir noktadan sonra nova yıldızı bu demiri taşıyamaz ve patlar. Demir bu şekilde dünyaya düşer. Yani modern bilimin de işaret ettiği gibi, demir dünyada oluşmaz, dünyaya iner. ayrıca ayette özellikle demire dikkat çekilmesini ve çok ehemmiyetli bir madde olduğunu söyleme sebebini yine ancak 20. yy’da fiziğin, kimyanın ve biyolojinin ilerlemesiyle anlayabiliyoruz. Zira o dönemde demir ile yalnızca kılıç ve bir kaç araç gereç yapılıyordu. Mikrobiyolog Michael denton’ın bir makalesini buraya aktaracaktım da vazgeçtim, çok uzun. Fakat özetle: ”demir kadar hayati önem taşıyan hiçbir madde olmadığını” ve “demir” olmaksızın yaşamın asla oluşamayacağını söylüyor. Hz Muhammed, onca işin gücün arasında neden “demir”i övsün? Altın, elmas ve diğer değerli madenler dururken neden demir? ve neden “güneş ışınları” için kullandığı “en-zelne/انزلنا(indirdi)” kelimesini demir için de kullansın? “verdik” der, bahşettik der, sunduk der, neden inmek?
20) Bulutların aslında görüntülerinin aksine hiç de öyle pamuk gibi hafif olmadıklarını söylüyor. (araf 57, rad 12) Bugün bulutların binlerce ton ağırlığında olduğunu biliyoruz. fakat çıplak gözle bakıldığında, havada süzülen hafif su buharı kümeleri gibi bir izlenim bırakan bulutları tasvir ederken “ağır” demek, ne bileyim… ve dahası:
okuyacağınızı bilsem şu listeyi ona-yirmiye katlarım, her maddenin uzun uzun izahını da yaparım ama işte yazının hacmi artmasın. Anlayana sivrisinek saz, kafası almayana/almak istemeyene/almamak için direnene davul zurna az. ”biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki, o’nun (Kuran’ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun…” (fussilet 53) Kuran’ın bunlar ve bunlar gibi onlarca muhtelif konuda bilgi, yazıldığı dönemin şartlarıyla meçhul bilimsel veriler, tespitler ve haberler vermesi, bunca farklı konuya atıfta bulunup hiç yanılmaması, -en basit tabiri ile- ”normal” olamaz. Allah enbiya suresi 37. ayette delillerini/mucizelerini bizlere göstereceğini söylemişti. İşte delilleri, işte mucizeleri! ”…delil olarak ne getirirsen getir, biz sana inanmayacağız.” (araf 132) Allah’ın bu ayeti indirmesine sebebiyet veren kimselerden olmayın. Hz Muhammed’in herhangi bir şekilde entelektüel birikimi olmadığını biliyoruz. En sağlam rivayetlere göre yalnızca bir kaç defa hicaz bölgesi dışına çıkıyor, o da ticaret amaçlı. Birinin Hz Muhammed’in dizinin dibinde oturup 23 yıl boyunca sistematik bir şekilde onca peygamber kıssası, şeri, içtimai, hukuki, ekonomik ve sosyal hüküm, dini ve fasihin zirvesinde ebedi metin içeren derli toplu bir kitap yazdırmasını da bekleyemeyiz. Rahip bahira desen, 9-10 yaşlarındayken yalnızca bir defa görüşmüştü. Varaka bin nevfel desen, henüz peygamberliğin ilk yılında vefat etti. Varaka’sız 22 yıl boyunca nasıl din uydursun? Zaten müşriklere baktığımızda, peygamber’e ithafen “sen falanca kişiden öğreniyorsun” iddiasının üzerinde durmak yerine “mecnun” şeklinde yafta çektiklerini görürüz inanın geriye Kuran’ın Allah’ın vahyi olduğunu kabullenmek dışında hiçbir seçenek kalmıyor. Daha önce Bilal’a anlatır gibi anlattım, anlamadınız. Recep Bakkal’a anlatır gibi anlattım, “bana mısın” demediniz. Şimdi de üst kattaki Nebahat teyze’ye anlatır gibi anlattım, belki olur ekşi’de “denizi yaran adamı kovalamaya devam etmek” diye bir başlık açıp 56 iq’lu halleriyle Musa peygamber ve Kızıldeniz’in yarılması olayı üzerinden ironi yapmışlardı. Evet, ekşici, denizin yarılmasına şahit oldular fakat buna rağmen inanmadılar, evet. Muhtemelen firavun ve ordusunun yerinde olsaydınız, siz de gözleriniz ve kulaklarınız ile şahit olmanıza rağmen iman etmeyecektiniz. İçinizdeki arsızlık, dediğim dediklik, statükoculuk, nefret ve tekebbür buna mani olacaktı. Tıpkı apaçık mucizelere işaret eden kuran ayetlerini zorla eğip bükmeniz ve bu şekilde kendinizi zorla avutup kandırmanız, tatmin etmeniz gibi… Ama üzgünüm, hakikat, sizin keyfe keder kaprislerinize göre şekillenmiyor. Neyi arzuladığınızın önemi yok; hak, hak ise, isteseniz de hak, istemeseniz de. Ayrıca “onlar açık şekilde mucizelerle muhatap oldular, ben de görmek istiyorum.” şeklinde bir savunma mekanizması geliştirmişsiniz. Bu, ne şimdi, ne de Allah katında geçerli olmayacaktır. İsa peygamber zamanında tıp ileri seviyedeydi, Hz İsa’ya ölü diriltme mucizesi verildi. Musa peygamber zamanında sihir ve büyü yaygındı. Hz Musa’ya asadan yılan çıkarma ve beyaz el gibi mucizeler verildi. Hz Muhammed peygamber zamanında şiir ve edebiyat çok gelişmişti. Hz Muhammed peygamber’e de fasihin ve belagatin zirvesinde bir kitap indirildi. Günümüzde ise bilim altın çağını yaşamakta. Allah da bilimsel bazı verileri 1400 yıl evvelinden zikrederek mucizelerini gösteriyor. Her şey o kadar açık, net ve mutlak ki… Doğru olmasını istediğiniz şeylerin değil de, doğru olan şeylerin arkasından gitmeniz yeterli gelecek. Bakın, bütün bunları uzunca süre düşünmüş, deli gibi okumalar gerçekleştirmiş, dini metinleri incelemiş, zihinsel yetisini dibine kadar kullanarak muhakeme yapmış, bu gayede saçını başını dağıtmış, mahalle muhtarı gibi ellerini arkadan birleştirip saatlerce volta atmış, zihnindeki bazı sorular nedeniyle geceleri zaman zaman uykuları kaçmış, günlerce eve kapanmış hatta bir anlamda uzlete çekilmiş ve kafayı sıyıracak dereceye gelene kadar düşünmüş, sürekli düşünmüş, çok düşünmüş, sorgulamış, istintak etmiş ve nihayet doğru olduğuna inandığı kanıya varabilmiş biri olarak söylüyorum: inanç mevzuları şakaya gelmez. İyi düşünüp taşının, mukayesini iyi yapın. Ben her şeyin doğrusunu bilen, her şeyin farkında olan müneccim başı değilim. Sonuçta yaşım olmuş 22, mahallede çocuklarla misket oynarken mızıkıp duruyorum. Ben doğru olduğu kanaatine vardığım fikri beyan eder geçerim. Bu yüzden siz beni de sallayıverin. Hatta aklınız varsa herkesi ve her şeyi boş verin. Bütün ön yargılarınızdan kurtulun. Oturun ve kendi doğrularınızı kendiniz inşa edin. Araştırın, okuyun, öğrenin, bilin, bildikleriniz üzerine düşünün, felsefe yapın, karşı argümanları da irdeleyin, “acaba gerçeklik payı var mı?” deyin. Duygusal yaklaşmayın. Bu din ne mevcut despot hükümetin, ne de onlardan başkasının dini. Kimseye tepki olarak inancınızı terk etme gafletine düşmeyin. Belli bir zümreye olan kininiz ve nefretiniz, sizi hakikati inkâr etmeye itmesin bir İngiliz atasözü var: ”atı suya götürebilirsin ama oradan su içmesini sağlayamazsın.” size izah ederim ama duyumsamanızı sağlayamam tesiri oluyor mu bu söylediklerimin bilmiyorum, bilemiyorum, bilemeyeceğim. Anlatıyorum, umarım idrakine varıp söylediklerimi kavrarsınız “ancak akıl ve vicdan sahipleri anlar.” (rad 19) son olarak işin psikolojik yönüne baktığımızda din, insana müthiş bir yaşam arzusu aşılıyor mesela benim; hala müstebit kimselerin anasını bellediği şu çivisi çıkmış mütegallibe dünyanın içerisinde yaşamımı sürdürebilmemin en büyük sebebi, Allah‘ın varlığıdır. Aksi halde mutlak adaletin gerçekleşeceği bir ahiret hayatı yoksa, çekilecek gibi değil bu dünya. Münevver karabulut ile cem garipoğlu’nun aynı toprağa karışıp hiçlikte kaybolacakları inancını ciddi ciddi içimde barındırsam; “düzerim böyle işi, oynamıyorum lan ben” deyip intihar ederdim. Meryem’in de, firavun’un da aynı yere gittiği bu dünyada anlam aramaya utanırım açıkçası. Zaten vücudum serotonin kıtlığı çekiyor. Zaten demet akalın ile hande yener ortak albüm çıkarmış gibi hissediyorum, zaten mutlu olma eşiği dipleri oynayan yarı depresif bir tipim. Şu an karşıma ağzı kulaklarında dünyanın en mutlu adamını getirin, yarım saat muhabbet edelim, 31. dakikada depresyona girer. Bu dünyada zarar ediyorum ben. Memnuniyetten çok, maddi ve manevi elem duyuyorum. İnsan zarar edeceğini bile bile bir ticarete girişir mi? işte, yine aklı başında kimse, kahrın ve kederin memnuniyetten fazla olduğu bu dünyada yaşayıp zarar etmez. Sözün özü: günlerce odama kapandığımda ve aval aval tavanı seyrettiğimde, yemek yemeye bile mecalim olmadığında, acaba ellerim ayaklarım boşalır da düşer miyim tedirginliği ile olduğum yere oturmak zorunda kaldığımda, her şeyden ve herkesten bezdiğimde, bitap düştüğümde; tembelliği tenkitle yasaklayan dinim sayesinde doğruluyorum ben. “bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz başka bir işe koyulup yorul!” (inşirah 7) buyuram rabbimi dinliyorum, dinlemek zorunda hissediyorum ve kalkıyorum. okuyorum, çalışıyorum, üretiyorum, düşünüyorum… Bunların hepsini yapmak için gerekli itici gücü bana ancak din sağlıyor. Bağcıklarımı bağlamaya dahi üşenen ben, günlerimi verip yardım faaliyetlerine katılabiliyorsam eğer; ahirette Allah, “kulum, bana ne getirdin?” diye soru yönelttiği zaman apışıp kalmayayım diyedir. Sendelediğimde, hatta manen çöktüğümde, ”bismillah” deyip şükürle kalkabiliyorsam, bunun sebebi dinimdir. Yani çok uzun zamandır yalnızca Allah var diye
yaşıyorum. Gerekli motivasyonu ve yeterli dinamiği ancak din sağlıyor zira. Neyse, fazla dırdır ettim. mudara, size yalnızca mahdut bir kozmik atığa dönüşecek basit ve değersiz et yığınlarından ibaret olmadığınızı hatırlatmaya çalışıyor. Selam.