ÖLÜM: EBEDİ HAYATA AÇILAN KAPIMIZ
Ölüm hayatın zıddı, ruhla bedenin birbirinden ayrılması, dünya hayatının sonu. Yüce Allah’ın bize verdiği hayat geçicidir. Allah’tan geldik ve neticede her birimiz tekrar O’na döneceğiz. İster inansın, ister inanmasın herkes, ölüm gerçeğini mutlaka tadacak ve kıyamet günü yüce Yaratıcının huzuruna çıkacaktır. Ölüm, görünüşte hayatımızın sona ermesi, cesedin dağılması, bedenin yok olması gibi düşünülse de o, bizim için yokluk, hiçlik değil, bir rahmet, nimet ve ebedî âleme açılan bir kapıdır. Hepimizi ölümden sonra sonsuza dek sürecek olan ebedi bir hayat beklemektedir. Kur’an-ı Kerim’de “Her canlı (nefis) ölümü tadacaktır” (Ankebût, 29/57) buyrulmaktadır. Bir müslüman için bu dünya bir misafirhane, kendisi de bu misafirhanede kalan bir yolcu durumundadır. “Ölüm belirli bir süreye göre yazılmıştır.” (Âl-i İmran, 3/145) buyuran Yüce Allah süresi geldiğinde hiçbir kimsenin ecelini asla ertelemez (Münâfikûn, 63/11). Öyle ki ölümden kaçmak, saklanmak ve kurtulmak mümkün değildir. Rabbimizin beyanı ile “Nerede olursanız olun, isterse sağlam ve muhkem kaleler içinde bulunun yine ölüm gelip sizi bulacaktır.” (Nisa, 4/78).
Beşerin ölümlü oluşu ve ölümün tüm yaratılmışlar için gerçekliği, özellikle, bir peygamber bile olsa sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’in ölümsüz olmadığı vurgusuyla hatırlatılmaktadır. Eğer ölümden kurtulan biri olsaydı, hiç şüphesiz sevgili Peygamberimiz olurdu. Nitekim Allah Teâlâ bir ayette Hz. Peygamber’e hitaben, “Ey Muhammed!) Şüphesiz sen öleceksin ve şüphesiz onlar da öleceklerdir.” (Zümer, 39/30) buyurarak, bu gerçeği açık bir şekilde ifade etmiştir. Bir başka âyette de “(Ey Peygamberim!) Biz senden önce hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar?” (Enbiya, 21/34) buyuran Yüce Allah kimseye ebedî olarak yaşama imkânı vermemiştir. Ölüm mutlaka geleceğine göre, insanlar ölümden kurtulmanın çarelerini düşünmek yerine, ölümden sonra kendilerini rahata ve ebedi mutluluğa erdirecek olan salih ameller yapmaya gayret göstermelidir. Çünkü ölüm, iyiler için bir kurtuluş vesilesi, sevdiklerine kavuşma yolu ve fani hayattan ebedi hayata göç etmektir. Kötüler için ise, kabirden başlamak üzere ebedi azaba doğru yol almak için atılan zorunlu bir adımdır.
Müslüman, kabrin ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukur olduğuna, ahirette kurulacak mahkeme-i kübrada her çeşit işlerinden sorgulanacağına, kötülerin cehenneme, iyilerin ise cennete gireceklerine inandığı için, bu dünyayı ahretin tarlası olarak değerlendirip bu dünyanın geçici zevklerine dalmaz, Allah ve kul haklarına dikkat eder ve ömrünü güzel işler yapmakla geçirir. Yüce Allah dünyada insanların güzel işler yapma hususunda birbirleriyle rekabet etmelerini sağlamak, kimlerin kendi emir ve yasaklarına uyarak daha güzel işler yapacağını ortaya çıkarmak için ölümü ve hayatı yarattığını bildirmektedir (Mülk/67/2).
Hayatın ve insanî değerlerin korunması, dünyanın imar edilmesi ve ebediyet için gerekli hazırlığın yapılabilmesi için Allah insana hayatı sevdirmiş, ölümü ise acı ile karşılanır bir niteliğe büründürmüştür. Nitekim bazı âyetlerde ölümden musibet olarak bahsedilmiştir (Bakara, 2/156; Mâide, 5/106). Her insan doğar, büyür ve sonunda ölüm dediğimiz gerçekle karşılaşarak geldiği yere döner. Hayatımız, ölüm denen hakikate doğru durmadan akmaktadır. Kısa bir misafirliğin ardından, her gün binlerce insanın bu dünyadan ölümle başka bir âleme göçmesi, hepimiz için en büyük ibret ve etkili bir öğüttür. Bu bağlamda, ölüm gerçeğinden uzak olarak sürdürülen hayat, bir anlamda yitik ve ziyan edilmiş bir hayat demektir. Dünyaya hiç ölmeyecekmiş gibi bağlananlar, aldananlardır. Her şeyde olduğu gibi bunda da ifrat ve tefriti uygun bulmayan dinimiz, bir gerçeğe parmak basmakta ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, ama yarın ölecekmiş gibi ukbâya çalışmayı emretmektedir. O halde müslüman, ölümü unutarak veya yok sayarak değil dünya ile ahiret arasında dengeli bir hayat yaşayarak, Allah’ın ihsan ettiği nimetlere şükredip bir gün bu nimetlerin elinden gideceğini bilerek ahiret hayatına hazırlık yapmalıdır. Ahiret için ne hazırladığımız, amel sandığımıza neler koyabildiğimizdir. Konuyla ilgili Kümeyl b. Ziyâd’ın anlattığı şu hadise çok manidardır:
“Bir gün Ali b. Ebû Tâlib ile geziye çıktık, mezarların bulunduğu alana vardığımızda kabristana yönelerek;
– “Ey kabir halkı! Ey çürümüş ahali! Ey yalnızlık mensupları! Siz de ne haberler var? Bizdeki haberler şunlar: Mallarınız bölüşüldü, çocuklarınız yetim kaldı, eşleriniz kocaya vardı, kocalarınız yeni eşler aldı! Bizdeki haberler bunlar, sizden ne haber?” dedikten sonra bana dönerek;
– “Eğer onlara cevap için izin verilse; ‘Azığın hayırlısı Allah korkusudur,’ derler,” diyerek ağladı ve şöyle dedi: (M.Yusuf Kandehlevi, Hayatus-sahabe, 3/170)
– “Ey Kümeyl! Kabir, amel sandığıdır, ölünce orada neler saklandığını anlarsın!”. Bu hadiseden anlaşılıyor ki herkes orada hazırladığı hayır ve şerri bulacaktır. Bu durumu Yüce Allah Kur’an’da şöyle açıklamaktadır: “Herkesin yaptığı iyiliği ve yaptığı kötülüğü hazır bulacağı günde kişi, kötülükleri ile kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister.” (Âl-i İmrân, 3/30).
Şunu da unutmayalım ki, sağlığımız, gençliğimiz, malımız, mülkümüz, ailemiz, kısaca sahip olduğumuz tüm servetimiz, bizlere bir emanet olarak verilmiştir. Bunlardan mutlaka hesaba çekileceğiz. Dünya hayatında sahip olduğumuz hiçbir şey, bize ölümü ve sonrasındaki ebedî hayatı unutturmamalıdır. Nitekim Yüce Allah bizi gelmesinde şüphe olmayan hesap gününe karşı şöyle uyarmaktadır: “Öyle bir günden sakının ki o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez.” (Bakara, 2/48).
Sevgili peygamberimizin şu hadisi o gün yaptıklarımızla baş başa kalışımızı ifade etmektedir: “Kişiyi ölürken üç şey uğurlar: sevdikleri, malı ve yaptıkları. İlk ikisi geri döner ve o yaptıkları ile baş başa kalır.” (Buhârî, “Rikak”, 42; Müslim, “Zühd”, 5). Dolayısıyla herkes kendi amellerinden sorumlu tutulacağı hesap gününe karşı tedbirli olmalıdır. Zira o gün, kişinin canından, malından, yaptıklarından ve yapmadıklarından hesaba çekilecektir. Ve o gün hiçbir dostumuz ve yakınımız bizim için aracılık yapamayacak. Şu ayette Rabbimiz bu durumu açık bir şekilde anlatmaktadır: “Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı gün kulakları sağır edercesine şiddetli ses geldiği vakit, işte o gün onlardan herkesin kendini meşgul edecek bir işi vardır.” (Abese, 80/33-37). Mademki o gün yaptıklarımızla karşılaşacağız ve onlardan hesaba çekileceğiz, o zaman bize düşen güzel ameller işlemeliyiz. Mademki ölüm, hepimiz için kaçınılmaz bir gerçek ise, bizi yoktan var eden ve kendisine kulluk için yaratan Rabbimize gönülden iman ederek, ibadetle bir hayat geçirmeli ve her an öleceğinin farkında olarak ahirete hazırlık gayreti içinde bir ömür sürmeliyiz. Bu durumda ölüm ebedi mutluluğun müjdecisi olup bizi cennete götürecektir. Aksi takdirde ölüm bizler için azaba açılan bir kapı olacaktır.
Öyleyse “Ya Rabbi beni biraz geciktirsen de senin yolunda harcasam ve salihlerden olsam” (Münâfikûn, 63/9-11) diyeceğimiz gün gelmeden önce Rabbimizin şu çağrısına kulak verelim: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın, Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Haşr, 59/18). Allah Teâlâ insanların bu gerçekten habersiz ve gaflet içinde yaşadıklarını haber vermekte ve hesap günü için uyarmaktadır (Enbiya, 21/1). Dünya meşguliyeti, zaman zaman asıl var oluş nedenimiz olan kulluk görevimizi unutturabiliyor, hiç ölüm/hesap gelmeyecekmiş gibi büyük bir hırsla dünyaya bağlanabiliyoruz. İşte Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette bizlere kıyameti, ahret/hesap gününü, mizanı, cennet ve cehennemi hatırlatarak, dikkatlerimizi çekmekte ve bizi gafletten kurtulmaya çağırmaktadır. Her şeyi bu dünyadan ibaret görme anlayışı bize Allah’ı, ölümü, hesabı kısaca sorumluluğumuzu unutturacak ve gerçek görevimizi yapmaktan alıkoyacaktır. Oysaki Allah’ı unutan, yaratılış ve varlık amacından sapabilir. Sevgili Peygamberimiz “Lezzetleri yok eden ölümü çok anın” (Tirmizî, “Zühd”, 14) buyurarak bize gerçeği hatırlatmakta ve bizi o güne karşı uyarmaktadır. Dünyadayken hayatı ve dini konuları ciddiye almayıp, bunları birer oyun ve eğlenceden ibaret gören, dünyanın aldatıcılığına kapılarak, asıl sorumlu oldukları konulara kulak tıkayıp ahireti ve Allah’a hesap vermeyi unutanlar, ilahi rahmetin tecelli edeceği gün unutulmuş muamelesi göreceklerdir (Tâ-hâ, 20/124-126; Câsiye, 45/34). Yüce Kitabımız, ibadet etmek ve emirlerini yerine getirmek suretiyle Rabbimizi andığımız takdirde, O’nun da bizi anıp hatırlayacağını haber vermektedir (Bakara, 2/152).
Ölüm hususunda insanlar müşterek olmakla beraber, ölümü karşılama ve algılama biçimi insanların durumlarına göre farklılık arz eder. Her şeyini dünyaya bağlamış, ahiret inancı taşımayan bir kimse için ölüm en büyük korku ve felakettir. Zira dünya için çalışan, ahiret için bir hazırlık yapmayan, yaptığı kötülükleri ve işlediği günahların hesabını verme sıkıntısı olan kişiler ölümden korkarlar (Bakara, 2/95-96). Fakat Allah’a inanan ve bu doğrultuda yaşayan mümin için durum farklıdır. O her ne kadar bir anlık dünyadaki sevdiklerinden ayrılma üzüntüsü taşısa da onun için ölüm, sevgiliyle buluşmadır, Rabbine olan vuslattır. İman ve istikametle yaşayıp Rablerinin huzuruna varan bu müminler için ölüm anında, kabir hayatında ve hesap gününde korku ve hüzün yoktur. Çünkü Allah, meleklerini onlara yardımcı dost olarak gönderecektir. Cennette ise, istedikleri her şey, Allah tarafından onlar için “konukluk” olarak hazırlanmıştır (Fussilet, 41/30-32; İbrahim, 14/27). Bir hadise göre mümin öleceğini hissettiği anda Allah’a kavuşmayı her şeye tercih eden bir duyguya sahip olur (Müslim, “Ẕikir”, 14-18; Tirmizî, “Cenâiz”, 67, “Zühd”, 6). Büyük İslâm alimleri, inanan için ölümden korkmaya gerek yoktur, derler. Çünkü o her an ölüme hazırdır. Darağacında, Allah’ın huzuruna varacağından, kendisine orada yetecek kadar azık bulundurur. Nitekim ölümden korkmayan Mevlânâ gibi daha nice gönül erleri için ölüm adeta bir Şeb-i Arûs yani “düğün gecesi”dir. Bazılarının ölümden korkması ise onların bu büyük buluşmaya hazırlıksız olmalarından kaynaklanmaktadır. Ne var ki ancak bu defa da korkunun ecele faydası olmayacaktır.
Hz. Peygamber, “Allah’a kavuşmayı arzu eden kimse ile Allah da buluşmayı murat eder, bunu arzu etmeyen kimseyle buluşmayı ise kerih görür” buyurmuş, bunu duyan Hz. Âişe’nin hiç kimsenin ölmeyi hoş görmediğini söylemesi üzerine Resûlullah şöyle demiştir: “Senin zannettiğin gibi değildir. Bir mümine ölüm hali gelince ilâhî rıza ve lutufla müjdelenir. Artık onun için hiçbir şey âhiret yolculuğu kadar sevimli değildir. Kâfire ölüm hali gelince karşılaşacağı azap kendisine bildirilir. Artık onun için de hiçbir şey ölüm kadar sevimsiz olmaz. Kâfir, Allah’ın huzuruna çıkmaktan hoşlanmadığı gibi Allah da onunla mülâki olmayı murat etmez” (Buhârî, Riḳāḳ, 41; Müslim, Ẕikir, 14-18).
Öte yandan “Müminlerden en zeki, en akıllı kişi kimdir, ya Resûlüllah?” diye soran bir kişiye Peygamber efendimiz: “Ölümü çok düşünen ve ona karşı hazırlığını tamamlamakla meşgul olan kimsedir; işte onlar en zeki insanlardır” cevabını vermişlerdir (İbn Mâce, “Zühd”, 31). Mevlânâ Hazretlerinin tespitine göre de herkesin ölümünü işitip de kendi ölümünü hiç hatırına getirmemek kişide ahmaklık belirtisidir. Bu durumun asıl sebebi nefsinin esiri olan insanın ölümsüzlüğü arzulayıp dünyada ebedi kalmak istemesi ve ölümden bahsedilmesine bile dayanamamasıdır. İster müslüman ister kâfir, ister itaatkâr ister isyankâr olsun her insanın mutlaka öleceğine ölümün de yok olmak anlamına gelmediğine göre insanın dünyada mümin, müttaki ve salih bir insan olarak yaşaması imanını son nefesine kadar koruması ve müslüman olarak ölmesi gerekir. Yüce Rabbimiz Kur’an’da müslüman olarak ölmemizi istemektedir. “İbrahim bunu (Müslüman olmayı) kendi oğullarına vasiyet etti. Yakup da öyle: “Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. Siz de ancak Müslümanlar olarak ölün” dedi” (Bakara, 2/132). Bir başka ayet-i kerimede de Yüce Allah “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün” (Âl-i İmran, 3/102) buyurmaktadır.
Kâfir olarak ölenlerin ebedi hüsrana uğrayacağını Kur’an-ı Kerim bize şöyle haber vermektedir: “Şüphesiz inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, dünya dolusu altını fidye verseler bile bu, hiçbirisinden asla kabul edilmeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.” (Al-i İmran, 3/91). Birçok ayette kâfir olarak ölenlerin hem ölüm esnasında, hem ölüm sonrasında ve hem de ahirette sıkıntı çekecekleri, yardımcılarının olmayacağı, affedilmeyecekleri ve azaplarının hafifletilmeyeceği beyan edilmektedir. Müslüman olarak ölebilmek için insanı küfre götürecek inanç, söz, eylem ve davranışlardan sakınmak, iman edip salih ameller işlemek, ibadetlere aralıksız devam etmek ve haramlardan sakınmak, Allah’ın rızasına uygun bir hayat sürmek gerekir.
Şu gerçeğe inanmaktayız ki, dünya hayatımızın tamamı, hiçbir eksik ve atlama olmadan Allah’ın melekleri tarafından kayda geçirilmektedir. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir: “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız. Üstelik biri insanın sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp kaydetmektedir.” (Kaf, 50/16-17). Şu ayeti kerime de kıyamet günü amel defterimizin önümüze geleceğini ifade etmektedir: “Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız. ‘Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter’ denilecektir.” (İsrâ, 17/13-14). Bu itibarla yaşadığımız hayatın bir imtihandan ibaret olduğunu ve bu imtihanda başarılı olabilmenin yolunun da yüce Mevlâ’mızın ilahî mesajlarını ciddiye alarak, sorumlu bir hayat sürmekten geçtiğini unutmamalıyız. Şunu da unutmayalım ki, öldükten sonra tekrar diriltileceğiz ve bu dünya hayatımızın hesabını vereceğiz. Bu imanın şartlarından biridir ve her müslüman buna inanmalıdır. Ahirette pişman olmak istemiyorsak, yüce kitabımız Kur’an’ın ve sevgili Peygamberimizin emir ve tavsiyelerini daima yerine getirmeliyiz. Aksi takdirde hesap günündeki pişmanlık hiçbir fayda sağlamayacaktır. Bize düşen ölmeden önce “Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin.” (Hûd, 11/90) emrini dikkate alarak hatada ve günahta ısrar etmemek ve O’ndan bağışlanma dilemektir.
Yüce Rabbimiz bizlere olan rahmeti, acıması ve sevgisinin sonucu olarak bizleri hemen cezalandırmamakta, tövbe etmemiz için zaman tanımaktadır. Tövbe, Yüce Allah’ın, günah işleyen insanlara, işledikleri günahlardan kurtulmaları için tanıdığı bir çıkış yoludur. Bu bakımdan insan ne kadar çok günah işlerse işlesin ümitsizliğe düşmemelidir. Kur’an-ı Kerim’de ifade edildiği üzere Allah’ın rahmetinden ancak inanmayanlar ümit keserler. Müslümanın işlemiş olduğu günahlar için her zaman telâfi imkanı vardır. İlahi rahmete açılan ve hiç kapanmayan bu telafi kapısı tövbedir. “Hepiniz Allah’a tövbe edin, ey mü’minler! Belki böylece korktuğunuzdan kurtulur, umduğunuza nail olursunuz” (Nur, 24/31). Sevgili Peygamberimiz “tövbe eden hiç günah işlememiş gibidir” (İbn Mace, Zühd, 30) buyurmaktadır. Mü’minin son nefesindeki tövbesinin de geçerli olacağı umulursa da tövbeyi bu kadar geciktirmek hiç doğru değildir. Hatanın hemen peşinden tövbe etmeli, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmet ve mağfiretine sığınmalıdır.
Tövbe kapısı ümit kapısıdır. Ümidimizi kaybetmemeliyiz. Daima ümitvar olmamızı sağlayacak olan şu ayete kulak verelim: “De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Azap size gelmeden önce Rabbinize dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.” (Zümer, 39/53-54). Hz. Peygamber de bir hadisinde Allah’ın kullarının tövbesinden hoşnut olacağını şöyle açıklamaktadır: “Allah, sizden birinizin tövbe etmesiyle o kimsenin yitiğini bulduğu zamanki sevinmesinden daha çok sevinir” (İbn Mâce, Zühd, 30). Biz kullarına olan rahmeti gereği bizlerin tövbe etmesine sevinen Allah’ın, mağfiret kapılarını daima açık tuttuğunu unutmadan işlediğimiz zulmün, günahın ardından tövbe edip halimizi düzelttiğimizde tövbemizin kabul olunacağına inanmalıyız (Maide, 5/39).
Diğer taraftan insan hangi durum ve sıkıntıda olursa olsun ölümü temenni etmemeli. Çünkü insan dünyada yaşadıkça ibadetler, hayır ve hasenat, sabır ve sebat ile sevap kazanır. Peygamberimiz bunu “Sizden biriniz ölümü temenni etmesin. Eğer kişi iyi bir insan ise hayır işleyerek sevabını artırır. Eğer kötü bir insan ise belki tövbe edip Allah’tan af ve mağfiret diler” (Nesâî, Cenâiz, 1) şeklinde dile getirmiştir. Ölümü temenni etmemekle beraber ölümü düşünerek bundan ibret almalıyız. Ölümü düşünmek, bizim Yaratıcı ile olan bağımızı kuvvetlendirir. Bu hayatı anlamlı bir şekilde ve değerlendirerek yaşamaya, ömrümüzün muhasebesini yapmaya vesile kılar. Bu manada kabirleri ziyaret etmek, İslâm’ın geldiği ilk dönemde çeşitli mazhzurlar sebebiyle nehyedilmişken daha sonra Peygamberimiz ahireti hatırlatması gayesiyle kabirlerin ziyaret edilmesinde bir sakınca olmadığını beyan etmiştir (Müslim, Cenâiz, 106). Dolayısıyla kabir ziyareti bize dünya hayatının ve lezzetlerinin bir gün mutlaka sona ereceğini, zamanın kıymetini, ömrümüzün anlamını hatırlatır. Bu nedenle hesabını verebileceğimiz bir hayat yaşamak hedefimiz olmalıdır.
Ölüm sonrası bir hayatın mutluluk perdesini aralamak için dini görevlerimizi, sosyal sorumluluklarımızı yerine getirelim. Ölümün bize hiç de uzak olmadığını, ölümle hayat arasındaki çizginin çok ince olduğunu, hayata bağlanmanın gerçekten de pamuk ipliği kadar zayıf ve basit bulunduğunu göz ardı etmeyelim. Netice itibariyle ölüm, görünüşte her ne kadar sona ermek, yok olup gitmek ise de, hakikatte ikinci bir doğuştur. Tıpkı anne karnındaki bebeğin müddeti dolunca dünyaya ve yeni bir hayata erdiği gibi ölümle de insan yeni ve ebedi bir hayata kapı aralamaktadır. Bu fani hayatı, ebedi bir hayatın tarlası olarak gören ve ona göre değerlendirenlere ne mutlu!
Şüphesiz dönüşümüz Allah’adır. Yaşadığımız hayatın bir imtihandan ibaret olduğunu ve bu imtihanda başarılı olabilmenin yolunun da Yüce Allah’ın rızasına uygun yaşamanın gerektiğini unutmamalıyız. Zira ahiretteki mevkimiz dünyadaki çalışmamızın bir nevi ürünü olacaktır.
Dr. Emine Gümüş Böke, Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi