İDRİS GÖKALP

Öpülesi, Kucaklanası Çocuklar

Öpülesi, Kucaklanası Çocuklarımız

Alman İmparatoru 2. Frederik, insanların doğuştan getirdiği dili merak etmişti. Bu merakı gidermek için verdiği emirle, yeni doğan 50 bebek üzerinde bir deney yapıldı. Bebeklere bakıcılar sadece mamalarını verdi, altlarını değiştirdi ve bakımlarını yaptı. Ancak onlarla hiç konuşmadılar, onlara dokunmadılar, onları kucaklamadılar. Peki, bu bebekler hangi dili konuştu? Kimse bilemedi, çünkü konuşacak yaşa gelmeden, elli bebeğin ellisi de öldü.

Bugün artık biliyoruz ki, konuşulmayan, dokunulmayan, kucaklanmayan, öpülmeyen, koklanmayan bebekler hayatta kalamıyor. Miami Tıp Fakültesi Dokunma Araştırma Enstitüsü’nden Dr. Tiffany Field’in 2001 yılında yayımlanan Touch (Dokunma) adlı kitabında, yetimhanelerde ve çocuk bakımevlerinde yaptığı gözlemler sonucunda şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Bebeklerin sağlıklı gelişimi için dokunulmaları, öpülmeleri ve onlarla konuşulması gereklidir. Bu gereksinimler, onların hayatta kalması için vazgeçilmezdir.

Çocuk, doğumundan altı saat sonra “örtük bellek” olarak adlandırılan dil öncesi belleğe kayıt yapmaya başlar. Onunla konuşup konuşmadığımız, nasıl konuştuğumuz asla boşa gitmez; bebek, her şeyi kaydeder. Ağlasa da, bağırsa da, gülse de ona ilgi göstermediğimizde, “ben istenmiyorum” mesajını alır. Hipokampus bu mesajı güçlü bir şekilde kaydettiğinde, bebek beyninin hayatta kalması için gerekli olan yararlı salgıları durdurur. Yavaş yavaş beyni ölen bir bebeğin bedeni, her türlü hastalığa dirençsiz hale gelir.

Bebek, kendisiyle nasıl konuşulduğunun da farkındadır. O, varoluşun zekasıyla donanmış durumdadır. Sevgi dolu sesleri, okşayışları, sevgisiz ve toksik dokunuşlardan ve seslerden ayırt edebilir. Daniel Siegel, The Developing Mind (Gelişen Zihin) adlı kitabının alt başlığını “Kişilerarası Deneyimin Nörobiyolojisine Doğru” olarak koymuştur. Prof. Siegel’in çalışmalarının sonucunda, çocuğun zihinsel gelişimindeki en önemli etkenin aile içindeki sevgi dolu olumlu etkileşim olduğu ortaya çıkmıştır.

İçimi acıtan bir gözlemimi sizinle paylaşmak istiyorum. Feribotla Yenikapı’dan Bandırma’ya gidiyorum. Arkadaşım ile birlikte bir masada kitap okuyoruz. Ben Daniel Siegel’in kitabını okuyorum. Bir bebek sesi duyuyorum; on günlük ya var ya yok. Döndüm baktım, telaşlı bir anne, yaşlı bir kadınla birlikte yeni doğan bebeği bir yerlere götürüyorlar, belki de büyükbabaya. Anne telaşlı, bebeği susturmaya çalışıyor; “pışş pışş” diye sevgi ve ilgi dolu bir sesle birlikte sallıyor.

Bu annenin neden bu kadar telaşlı olduğunu düşünüyorum, çünkü bebek, bebek olmanın ötesinde hiçbir yanlış yapmıyor. Bebek son derece sevilesi sesler çıkarıyor. O sesleri duydukça içim ısınıyor. Ama çevreme bakıyorum, insanların yüzleri donuk, gülümseyen kimse yok. Anne telaşlı, “bebeğim insanları rahatsız ediyor” diye düşünüyor olmalı. Kaygıyla “pışş pışş”ların sayısı ve şiddeti artıyor, ama bir yandan da çocuğuna kıyamıyor. Yanında oturan yaşlı kadın, hışımla bebeği kucağına alıyor ve “hışşşt hışşşt” demeye başlıyor, bebeği sarsarak sallıyor. Çocuk sarsılıyor, şok verilmiş gibi kasılıyor, korkuyor, gözleri açık donup kalıyor, susuyor.

Bir çocuk daha, “Bende bir bozukluk var, ben sevilecek biri değilim” mesajını hipokampüsüne kaydetti. Gözleri kaygı dolu, kendine güveni olmayan, ezik ve mutsuz bir vatandaş daha topluma katılma yolunda. Yazık!

Bu yazı, sevgi ve dokunuşun çocuk gelişimi üzerindeki hayati önemini vurgulayan bir hatırlatmadır. Çocuklarımızı öpmek, kucaklamak, onlara dokunmak ve onlarla konuşmak, onların sağlıklı gelişimi için gereklidir. Çocuklarımız, öpülesi, kucaklanası varlıklarımızdır; onlara gösterdiğimiz sevgi, onların hayatta kalma ve başarılı birer birey olma yolunda en büyük desteğimizdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir