İDRİS GÖKALP

Sezai Karakoç Bir Meşaledir

SEZAİ KARAKOÇ BİR MEŞALEDİR

Burak Tekiner kardeşime…

Türk edebiyatının son yüzyılda çıkardığı nadide isimlerden birisi hiç şüphesiz Sezai Karakoç’tur. Konuşunca bir nehir çağlar gibi, yazınca ötelerden bir mührü kazır gibi olur. Resimleri, görüntüsü pek yoktur, hep aynıları döner durur. Ama yürüyünce, hasbelkader bu yansıyınca bir makineye, onunla beraber nice yitirdiklerimizi de yürür görürüz: samimiyeti, adanmışlığı, hesapsızlığı…
Bir kişi daha fazla okusa onu, bir kişi daha fazla tanısa; belki biraz daha yeşerir umudumuz, belki biraz daha gür çıkar sesimiz. Anadolu’nun, Müslüman Anadolu’nun hikâyesine bir satır daha eklenmiş olur. Bir genç daha âşık olur belki Monna Rosa‘ya, bir fitil daha ateşlenir direniş saflarında…
Diriliş… Eğer onu bir kelimeyle hatırlayacaksak bu kelime ‘diriliş’ olurdu elbette. “Diriliş Neslinin Amentüsü” onun kaleminden çıktı, çünkü “Diriliş Muştusu”nu bize o taşıdı. “İslâmın Dirilişi”nin“İnsanlığın Dirilişi”nin, “Ruhun Dirilişi”nin de güncel reçetelerini o yazdı. İsmet Özel, 1974 yılında onun Diriliş dergisinde “Amentü” dedi ve haykırdı dirildiğini. Diriliş Yayınları kim bilir ne kadar insanın dirilişine vesile oldu.
Mehmed Âkif”i, “Yunus Emre”yi, “Mevlana”yı bir de onun kaleminde okumalı, görmeli farkı. “Hızırla Kırk Saat” geçirip, onunla çıkmalı “Samanyolunda Ziyafet”e ki mübarek Ramazan’ı gerçekten idrak etmeli. Yeniden “Kıyamet Aşısı” ile “Yitik Cennet”e ulaşmalı. “Varolma Savaşı”mızda bir hatta üç “Çıkış Yolu”nu bulmalı onda. Gün batmadan tanışmalı “Gün Doğmadan”la. Hâsılı o ne yazdıysa, bunları ve diğerlerini “Dirilişin Çerçevesinde” yazdı, okumalı.
Sezai Karakoç’u bir yapıya benzetmek gerekse bu herhalde Topkapı Sarayı olurdu. Onun gibi sade ama heybetli, gösterişsiz ama ihtişamlı… İçinde farklı farklı odalar, onun farklı türlerdeki eserleri gibi. İstanbul’un siluetindeki Topkapı’nın yeri gibi işte, eksikliği hemen fark edilir, çünkü doldurduğu yer mühimdir. Topkapı gibi geniş, ferah, huzurlu; Topkapı gibi fethin yadigârı sanki…
Onunla aynı çağda ve aynı coğrafyada yaşıyor olmak güzel bir nimet. Kimse kalmasa bir o kalır herhalde kapısı çalınacak. Kimse olmasa bir o olur herhalde gönül çalacak… Modern zamanlara fiili bir reddiye Karakoç, mücessem bir meydan okuma Batı’ya. O, tavizsiz bir İslam anlayışının estetiği, fasılasız bir mücadelenin belleği.
Biz, bu yazımızda Sezai Karakoç’un çokça okunmuş, konuşulmuş ve yorumlanmış bir şiirini kendi penceremizden anla(mlandır)maya çalışacağız: “Ağustos Böceği Bir Meşaledir”. Bu şiir kurgusu, şiir dili, batılı kapitalist/maddeci anlayışa reddiyesi gibi birçok açıdan önemli ve üzerindeki ilgiyi hak eden bir şiirdir.
La Fontaine’nin meşhur Ağustos Böceği ve Karınca masalının tersten okuması gibi olan bu şiirinde Karakoç sanki kendini anlatıyor gibidir. Şiirde ağustos böceği de tıpkı onun gibi çalışkan, kâinat ayetlerini okuyan, özgürlüğün peşinde, istifçiliğin karşısında, sabırlı, uyarıcı, muştucudur ve daha birçok yönden ona benzer.
“Böcek ki akıtıyor damla damla ağzından
Üzüm ballarında süzülmüş ağustosu
Titreyen şıngırdayan bir çocuk oyuncağı
Ağustos bu seste
Bu durmayı unutmuş seste”
Üzüm ballarında süzülmüş ağustosun böceğin ağzından damla damla akması ve ‘durmayı unutmuş ses’ tamlaması ister istemez kaleminden bal damlayan ve 90 yıla yaklaşan ömründe adeta durmayı unutmuş gibi işleyen, bize mısralarıyla, satırlarıyla seslenen şairi çağrıştırmakta.
“Çam diyor ağustos böceği
Çamlara kasideler söylüyor
Tanrı’ya yakarıyor nesli tükenmesin diye
Bu hanedanın
Ağaçlar içinde şah ağaç olan bu hanedanın”
Neden çam diyor olabilir ağustos böceği, diye bir soru akla gelebilir. Bunun cevabı elbette şairdedir. Arapların “el-ma’nâ fî batnı’ş-şâ’ir” dediği gibi, “mana, şairin karnındadır” yani anlam elbette şaire aittir. Ancak bazı tahminlerde bulunmak mümkündür. Öncelikle; ağustos böcekleri yavru olarak toprağın altında yıllarca kalıyorlar ve bu süreçte ağaç köklerinden besleniyorlar. Dolayısıyla yeryüzüne çıktıklarında da bir bebeğin anne demesi gibi ‘çam’ diyor, çamlara kasideler söyleyerek ona olan minnetini dile getiriyor ama hayat kaynağı olarak yaratıcıyı yine unutmuyor ve bu çam hanedanının yok olmaması için O’na yakarıyor. Bir diğer arka planla okuyacak olursak çamlar uzun ömürlü ve dayanıklı ağaçlar. Şair burada sahip olduğu medeniyeti çamla ifade edip onun yok olmaması için dua ediyor olabilir. Yahut da ağustos böceği doğanın güzel bir parçası olan çamları görüp onu bir kâinat ayeti olarak okuyarak yaratıcıya şükran duygularını dile getiriyor.
“Ey masalcı adam iftira ettin sen
Bu harikalar harikası böceğe
Onu suçladın tembellikle
En çalışkan onu görüyorum ben
Hiçbir karşılık beklemeden
Yazı ağustosu çamı çınarı
Tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı ve çınarı”
 
La Fontaine, batılı bakış açısıyla çalışkanlığı veçhesiyle karıncayı yüceltmiş ve tembel olarak gördüğü ağustos böceğini kötülemiştir. Oysa şair buna katılmamakta, o çalışkan böceğe iftira ettiğini belirtmektedir. Çünkü ağustos böceği bir sanatçı gibi güzellikler ortaya koymaktadır. Tıpkı Karakoç gibi. Masal şiirinde de geçtiği üzere: Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara / Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda / Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda…
“Ağacın dalında güneşe doğru yaklaşarak
Suyun, bir damla suyun değerini altın ediyor
Çiğ damlası bir zümrüttür diyor
Susadıkça eşsiz sesiyle şarkılar söylüyor
İlahiler okuyor güneşe gönderiyor
Sen bunları levha levha kızart diyor
Bir daha yanmayacak şekilde kızart diyor
Kıyamete kadar kalsın insanlığa uzat diyor”
Ağustos böceği yine Karakoç gibi değersiz görünen ama su gibi en değerli şeylerin değerini bize hatırlatıyor, bir damla su hatta bir çiğ damlası. Susuyor ama suya kanmak yerine yanık ciğeriyle şarkılar söylüyor. Söylediği ilahileri -ki bunları şairin şiirleri olarak düşünebiliriz- güneşe gönderiyor, bunları levha levha, bir daha yanmayacak şekilde kızartmasını istiyor ki kıyamete kadar insanlığa kalsın. Kendinden sonra bile insanlar onu okusun, anlasın anlaması gerekenleri.
“Güneşi yakıcı güneş bilen gölgeyi reddeden
Gölgede saklanma kurnazlığını reddeden
Aç kalma pahasına olsa da öten
Susamanın armonilerini en iyi bilen
Matemden alevden bir gömlek giyen
Yapraktan bir saray ören
Sesini bir şehir gibi boşaltan nehre
Dağlara kırlara ve ormanlara zerre zerre”
Her şeyi olduğu gibi kabul ediyor ağustos böceği, Karakoç gibi. Hasreti, yalnızlığı, zor zamanları… Zor zamanlarda sinmiyor bir köşeye, aç kalırım diye söyleyeceklerini söylemekten çekinmiyor, ötmeye -yani yazmaya, söylemeye- devam ediyor. Susamak nedir en iyi o biliyor, kaybettiklerimizin matemini en iyi o taşıyor, kanaati sayesinde sahip olduğu yaprak misali değersiz maddi imkânları saray biliyor ve sesini yani sözünü zerre zerre, nakış nakış her yere işliyor.
“Sonra kış gelince karıncalar saklanır toprak altına
Herkes bir önlem almıştır o hariç
O hep iyiyi güzelliği yaşamış
Özgürlüğe dalıp çıkmış yalnız özgürlüğe
Öbürleri hep gerçeklik taslamış
Ama o hep gerçeği aramış
Gerçeği aramağa çağırmış
Ve gerçeği yaşamış”
Ağustos böceği de Karakoç gibi tedbirsizdir, çünkü o aşk eridir. İbnü’l-vakt olmuş, iyiyi güzelliği yaşamıştır. Hesap yapmamış, ten kaygusundan azade olmuştur. Özgürlük karakteridir onun, hiçbir prangaya tutulmamış, gerçeğin peşinde ömrünü geçirmiştir. Tıpkı Karakoç’un onlarca eseriyle, dergisiyle, sesiyle yaptığı gibi gerçeğe çağırmış ve gerçeği yaşamıştır.
“Sizin acımanıza gülüp geçiyor
Sizi gidi faydacılar çıkarcılar sizi
Üzülmeyin evi yok yuvası yok diye
Kışlık erzak biriktirmemiş diye
Sizin acımanıza yok onun ihtiyacı
– Sahtedir zaten acımanız
Siz ancak alay edersiniz acımasız–
Özgürlüğün sesidir o ürkmez korkmaz
Titremeden geçer gündüzden geceye”
Ne kadar da biz ve ne kadar da o değil mi? Faydanın, çıkarın peşinde koşan bizler, onun yanındakiler ve o. Belki de üzülmüş gibi yapıyor dile getiriyorlardı üstada bu hiçbir şeye sahip olamayışına! Evi olmayışına, belki bir yuva kuramayışına. Kış için, yarın için, ‘lazım olur’ için bir köşeye bir şeyler koymayışına. Oysa onun bu sahte acımalara ihtiyacı yok. İhtiyacı olan bizleriz. Özgürlüğün sesini kaybeden, ürken, korkan, gündüzden geceye titreyerek geçen bizler, diğerleri!
“Bir başka ağustosta yeniden doğacaktır
Ağaçların tepelerinde güneşe en yakın yerde
Tanrı’nın sırrıyla bir mucizeyle
–Oysa nesli kesilmeliydi size göre–
Ama hiç bir zaman hiç bir yerde
Sönmez tanrının yaktığı meşale
İstersen bir böcekte olsun o meşale”
Hz. Peygamber’e müşriklerin ‘ebter’, soyu kesik demesi geldi aklıma. Belki şaire de böyle dediler! Oysa bırakın binleri, milyonlar, milyarlarca takipçisi oldu Efendimiz’in. Şairin de böyle izini sürecek, fikirlerini fikir bilecek geniş bir manevi evlat topluluğu oluştu. Çünkü tanrının yaktığı meşale bir böcekte olsa da sönmez. Maddi, bilimsel anlamda da gerçekten ağustos böceklerinin neslinin kesilmesi zor açıklanıyor. Çünkü ağustos böcekleri kaçmıyor, ısırmıyor, sokmuyor ve zehirsizler. Çok sayıda hayvan için kolay ve lezzetli bir avlar. Ama ilginç bir şekilde 13-17 yıl toprağın altında kaldıktan sonra 4-6 hafta toprağın üstünde yaşıyor, eşleşiyor, yumurta bırakıyor ve ölüyorlar. Buna rağmen nesli tükenmeden yaşamaya devam ediyor bu canlılar.
 
Şimdi yine şu mısralara Sezai Karakoç’u anlatıyor nazarıyla bir bakalım. Bakalım yanılıyor muyuz?
“Temmuzda ağustosta ağaçlar cayır cayır yanarken
Yalnız o, odur teselli eden dayanın diyen
Yaşamanın en büyük ilkesi sabrı öğütleyen
Yavru kuşlara masallar anlatarak geceye serine götüren
Adeta güneşle onların arasına bir perde geren
Şırıl şırıl sesiyle onları serinleten
Gözlerine ışıltılı vahalar gösteren
Çeşmelerden su sesleri alıp getiren
Sesiyle – o ufacık gövdesinden tüten–
Dağ gibi sessiz korumasız bahçeyi örten
Herkese her yere mutluluk saçan sevinç serpen
Dünya cehennemine cenneti karşı diken
Işık kıyametine mızraklar havale eden
Harbeler gönderen oklar atan sesinden
Ağustos böceği deyip hor gördüğümüz
Minik göğsünde bir koskoca orkestra taşıyan”
Şiirin sonuna yaklaştığımız bu mısralarda evet ağustos böceğinde ibret almaya çağırılıyoruz. Peki, bize hep dirilişi muştulayan, bizi hep batıla karşı uyaran Karakoç’u nereye koyacağız?
“Hiç yere hiçbir şey yaratmamış olanın
Bize gönderdiği bir muştucu o yaratık
Uyarıcı ve muştucu bir yaratık
– Tanrı boş yere bir şey yaratmamıştır
Anlayan için muştucu duyan için uyarıcı –”
Dursun Ali Tökel hocamız 2016 yılında bir ziyaretinde üstâda sorar; Efendim Ağustos Böceği Bir Meşaledir şiirinizde ağustos böceğini pek yüceltiyorsunuz ama karıncaya bir şey demiyorsunuz. Karıncaya bir şeyler söyleyelim mi?
Uzun bir sessizlikten sonra söyledikleri arasında şunlar vardır Karakoç’un: “Ben burada ağustos böceğine yapılan haksızlığa karşı çıktım. Bu böcek sanatın, özgürlüğün sembolüdür; onu küçülterek sanatı küçültmüş oluruz. O’nun temsil ettiği Doğu’yu, onun ortaya koyduğu maddeperestliğe karşı duruşu alaya almış oluruz. Allah, onun varlığıyla bize pek çok şifreler aktarmaktadır. Onun eylemlerini yücelterek ihmal ettiğimiz, bir kenara ittiğimiz sanata, özgürlüğe, Allah’ın yaratmasının eşsiz hikmetine sahip çıkmış olduğumu söylemek istedim. Bu şiir, karıncanın aleyhine değil; ağustos böceğini horlayanların aleyhine, sadece maddeye tapanların aleyhine, sanata sırtını dönenlerin ve onu küçük görenlerin aleyhinedir.”
Ve son söz yine şiirin; şair ateşle, güneşle dansına devam ediyor, unutulmaz bir ömrü, şiir gibi bir ömrü arkasında bırakıyor. Allah, bir meşale gibi yolumuzu aydınlatan üstâda hayırlı ömürler, bize de onu anlamak, gayelerine samimiyetle sarılmak nasip etsin.
“Ateşle dans eder o güneşle dans eder
Çırçıplak çıkar güneşin karşısına
Belki yaşayamaz güneşi eksik kışta
Fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır.
 
Dr. Mustafa Sefa Çakır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir