Sosyal Medya ve İletişim Psikolojisi
1.BÖLÜM: İletişim ve Sosyal Medya Psikolojisi
İletişim teknolojileri açısından özellikle son 20 yıl adeta başımızı döndürdü. Yeni teknolojilere adeta yetişemiyoruz. Bir uygulamayı henüz öğreniyorken, ertesi gün yeni bir yazılımla karşılaşıyor ve eskisinin güncel olmadığını anlıyoruz. Bu yeni medya teknolojileri kullandığımız iletişim araçlarıyla ilişkilerimize etkiliyor ve onlara harcadığımız zamanı daha da uzatıyor. Öte yandan saatlerimize harcadığımız yeni medya teknolojileri sadece medya araçlarına olanlarla bağımlılığımızı artırmakla kalmıyor, aynı zamanda birbirimizle, ailemizle ve toplumla olan iletişimimizi de etkiliyor, başkalaştırıyor. Bu nedenle iletişimi sadece fikir ve duygu alışverişi olarak tanımlamak da eksik kalıyor. Artık bu davranışın altında yatan duyguyu ve bilişsel süreci de bilmek gerekir. Çünkü etkili iletişim bir yandan bizlerin evde, ofiste, çalışma ortamlarımızda, ailedeki ilişkilerimizi güçlendirirken, diğer yandan dijital medya teknolojileri sayesinde dünyanın herhangi bir yerindeki insanlarla ilişkimizi de şekillendirmektedir.
Bu nedenle psikolojik bilgiye dayalı bir iletişim, sanal platformlarda ya da gündelik hayatımızda, çatışmaların çözümünü hızlandıracak, olumsuz mesajlarla nasıl başa çıkacağımız konusunda bize yardımcı olacak ve bizlere muhataplarımızın duygu ve motivasyonlarını tanımamıza yardımcı olacaktır. Şüphesiz, bu iletişimlerimizin birbirimize, değişen bu araç ve insan iletişimi psikologların da dikkatini çekiyor ve bununla ilgili yeni çalışmalar yapılıyor. İletişim psikoloji ve ilgili uzmanlık alanlarında çalışan akademisyenler ve araştırmacılar, bu çerçevede yeni çalışmalar yapıyor ve güncel bilgi ve insan davranışlarına yönelik teoriler üretiyorlar. Bu araştırmalar, bireyin iletişim teknolojileriyle olan etkileşimini ve bu etkileşimin psikolojik dinamiklerini ortaya çıkarıyor. Yeni medya teknolojileriyle iletişim ve psikolojinin ortak yönlerine yapılan vurgu daha yoğunlaşmış olsa da, iletişim psikolojisi çalışmaları 20. yüzyılın başlarına kadar gider. Özellikle Hitler ve İkinci Dünya Savaşı’ndaki propagandist tutumu ve kitleleri harekete geçiren iletişim yöntemleri, iletişim teorisyenleri ve psikologların temel hareket noktalarından olmuştur.
İletişim süreçlerinin birey, grup ve topluluklar üzerindeki güçlü etkileri, psikoloji, sosyoloji ve siyaset gibi alanlardan araştırmacıların da ilgisini çekmiş, her biri kendi alanlarından iletişimi tanımlamaya çalışmış ve yorumlamışlardır. Bu nedenle iletişim sosyolojisi, psikolojisi ve siyasal iletişim gibi spesifik çalışma alanları ortaya çıkmıştır. Söz gelimi aile içi sorunların çözümü için aile iletişimi çalışmaları yapılırken, siyasal vaat ve propagandanın topluluklar üzerindeki etkisini araştırmak için de siyasal iletişim çalışmaları yoğunlaşmıştır. İletişim psikolojisi bu bağlamda iletişim süreçlerini daha iyi tanımlamak için yola çıkmıştır. Gönderici, alıcı, mesaj ve kaynak gibi temel dört ögeyi ve bu ögelerin aşamalarını anlamaya çalışan iletişim psikolojisi, aslında daha çok mesajın göndericiden alıcıya gidene kadar içinden geçtiği bilişsel süreç ve etkileşimlerle ilgilidir. Farklı bir deyişle iletinin gönderici tarafından kodlanması ve mesaja muhatap olan tarafından kod açılımı ve geri dönüt kısmına odaklanır.
Böylece iletişimin duygusal, zihinsel ve konuşmayla ilgili bir süreç olduğuna ve etkili bir iletişimin oluşması için söz konusu süreçleri her birinin anlamlı ve enerjisinin yüksek olması gerektiğine işaret eder.
İletişim ne zaman gerçekleşir?
İki insanın bir araya gelmesi ve bir husus üzerinde duygu ve mesaj paylaşımı yaptığı zaman, yani iletişimin zihinsel ve davranışsal boyutu var. Tam burada psikoloji ile kesişiyor. Beden dilinin etkin kullanımı, diksiyon, kelime seçimi, tonlama ve prozodi gibi iletişimi başarılı kılan faktörlerin yanında psikolojik motivasyonların da bilinmesi, iletişime bir bütün olarak anlamlılık ve profesyonellik katar. Sonuçta iletişimin amacı, derdimizi karşımızdakine anlatabilmek, sorunlarımızı çözmek ve gereksinimlerimizi karşılamaktır. Bu nedenle, karşımızdaki insanın duygularını bilmek, onun yaklaşımlarına saygı göstermek, empati kurabilmek, içinde olduğu durumu dikkate almak gibi yaklaşımlar, psikolojik tutumlarımızdır ve iletişim kurma çabamıza pozitif katkı sunar. Sahnede ya da bir arkadaş ortamında bir konuyu anlattığınızı düşünün.
Sizin konuşma yapıyor olmanız, dinleyicilerinizle kurmaya çalıştığınız iletişimin bir yarısı. Diğer yarısı da, dinleyicilerinizin sizi anlayıp anlamadığıyla ilgili. Gönderdiğiniz mesajları etkin bir ifade ve beden diliyle aktarıyorsanız ve katılımcılar da bunu anlıyorsa ve sonunda size olumlu ya da olumsuz bir değerlendirmede bulunuyorsa, orada iletişim gerçekleşmiş demektir. Şüphesiz, iletişim psikolojisi sadece dinleme ve konuşma, üzerine tesis edilemez. Yani sadece görünen ya da dışa vurulmuş bir iletişimle ilgili değildir. Aynı zamanda duygusal alışverişe, bilinçsiz ya da bilinçli, sözsüz davranışları da kapsar. İki kişi ya da gruplar arasındaki sözsüz iletişim de iletişim psikolojisinin alınına girer. Hatta diğer canlılarla olan etkileşimimiz hakkında da bir şeyler söyler. Unutmamalı ki iletişim, algı, biliş, motivasyon, duygu, üretkenlik ve hafızalık, hıza gibi zihinsel süreçleri içerir. İnsanın kişiliği, duygusu ve cinsiyeti dahi mesajların iletilme biçimlerini etkiler.
Ya da bireylerin içinde bulunduğu gruplar, sosyal rolleri, kültürel, dini ve ideolojik yapıları hem davranış kalıplarını hem de mesajları anlamlandırmaları üzerinde etkili olur ve onların iletişim becerilerini geliştirmesine yahut zayıflatmasına neden olur.
İletişim hayatımızın merkezinde yer alır. Ancak unutulmamalı ki bazen dışarıdan görüldüğü kadar basit ve kısa bir süreç değildir. Aksine kimi zaman tarafların da psikolojik, politik ve sosyolojik arka planları ve ön kabulleri nedeniyle karmaşık ve zor bir hale dönüşebilir ve iletilerin yanlış anlaşılmasına ve iletişim aralığının oluşmasına neden olabilir. Bu nedenle iletişim çabamızın amacına ulaşabilmesi ve aktarmak istediğimiz mesajların hedeflerini bulması için iletişimimizi kurgularken psikolojik teori ve bilgilerden faydalanmak gerekir. Böylece hangi davranışımızın ya da hangi iletişim biçimimizin hangi sonuçları doğuracağını önceden bilebilme şansımız olur. Elbette her çabamız pozitif bir biçimde sonuçlanmayabilir ve bu bizi yıldırmamalıdır.
Ancak dikkatli bir şekilde hareket etmek, bir tecrübeye ve bilgi dağarcığına dayanarak adım atmak en azından muhtemel zararları askerleştirir.
Sosyal medyada var olmanın psikolojisi
Toplumun geneli güçlü ve ünlü kişilerle ilişki içinde olmak ister. Çünkü ortalama bir kişinin hayatı bomboş ve sıkıcıdır. Kitle iletişim araçları ün satarak geçinirler. Böylece herkes, narsistler, kamuoyu ve ün tüccarları doyuma ulaşır. Hiç düşündünüz mü sosyal medya neden bunca hayatımızın içinde? Uzaktakilerle iletişime geçerken yakınlarımızı unutuyor muyuz? Sosyal medyadaki etkileşimlerimiz günaydın demekten annemize sabah öpücüğü vermekten neden daha önemli bizim için? Bilgisayarda bir sosyal medya mecrasını henüz kapatmışken neden hemen telefonumuzdan da açıyoruz? Yatağımıza uzandığımızda neden kitap okumak yerine telefonlarımıza bakıyoruz? Gecenin bir yarısı, en çok hassas olduğumuz uykumuzu bölüp neden sanal dünyada gezintiye çıkıyoruz? İletişim yerine neden çevrimiçi etkileşimi tercih ediyoruz? Elbette yeni medya platformlarındaki varlığımız her zaman olumsuzlanamaz.
Google’dan bilgi alıyor, YouTube’dan videolar seyrederek bir şeyler yapabiliyor, Facebook aracılığıyla arkadaş ve tanıdıklarımızla iletişim kuruyor, WhatsApp’tan grup sohbetlerine dahil oluyor, Twitter’dan kendimizce dikkate alınması gerekenleri takip ediyor ve Instagram’dan, merak ettiğimiz hayatları izliyor, bazen de alışveriş yapıyoruz. Bir anlamda çevremizdeki dünya ile sosyal medya sayesinde iletişim kurabiliyoruz. Böylece bir yandan küreselleşmeden etkileniyor, yani kültürel benzeşmeye muhatap olabiliyoruz ama diğer yandan da bize özgü olanı koruyarak farklı kültürlerin birbirini tanımasına katkı sunuyoruz. Yine de sosyal medya mecralarının herhangi birinde neden paylaşım yapmaya kendimizi mecbur hissediyoruz? Neden orada var olmayı kendi varlığımızla eşdeğer tutuyor ve paylaşıma gelen etkileşimleri ciddi anlamda önemsiyoruz? Birazdan anlatacağımız döngü de gördüğümüz gibi. Mesela Twitter’a giriyor, bir şeyler yazıyoruz. Zaten orada herkes her konuda uzman. Bazen de Google’dan kopyala yapıştır yapıyoruz. Sonra gelecek etkileşimi bekliyoruz. Biri like atarsa, diğeri retweet ederse mutlu oluyoruz.
Sonra yine paylaşım yapıyoruz. Hele Instagram’da bir fotoğrafı paylaşana kadar saatlerimizi harcıyoruz. Beğeniler de geldi mi yine devam ediyoruz. Bu döngü aynı şekilde devam ediyor ve vazgeçemiyoruz. Peki neden? Sosyal medya. Aktif ol. Yaz, çek, yorum yap, paylaş ve devamı. Sonra etkileşim bekle. Beğen, retweet, repost ve devamı. Sonra etkileşimle mutlu ol. Sonra tekrar sosyal medya. İşte sosyal medya döngüsü. Sanırım sosyal medyada var olma ihtiyacımız gerçek hayattaki duruşumuz ve duygularımızla yakından ilgili. Yani sosyal çevremizdeki psikolojik hallerimiz nedeniyle sosyal medyada da var olmaya çalışıyoruz. Özgüven ve kendimizle olan barışıklığımızla alakalı. Olumsuz nedenler de içeriyor çoğu zaman. Mesela narsizme, kaygıya, depresyona, yalnızlığa olan eğilimlerimiz bizi sosyal medyada var olmaya zorluyor olabilir. Bu nedenle çevrimiçi ortamlarda gelen etkileşimleri, beğenileri ziyadesiyle önemsiyoruz. Böylece de varlığımızın bir anlamı olduğunu düşünüyoruz. Fakat sadece sosyal medya etkileşimiyle beslenen kişiliğimizde ilerleyen zamanlarda önemli sorunlar baş gösterebiliyor.
Etkileşim aldıkça daha çok akıllı telefonlarımıza bağlanıyor ve sosyal medya mecralarında daha fazla zaman harcayarak günlük sorumluluklarımızı ve iletişimsel gerekliliklerimizi aksatabiliyoruz. Sosyal medyada var olmak aynı zamanda gündemi takip etmeye olan arzumuzdur. Bu gündem sadece politik gündem değil elbet. Kendi dünyamızdaki gündemden de kopmak istemiyoruz. Arkadaşlarımız veya ilgi duyduğumuz kişiler neredeler, nasıl vakit geçiriyorlar, kimlerle takılıyorlar. Onları bazen gizliden de olsa takip ediyoruz. Staltlıyoruz yani. Böylece gündemden kopmuyor. Herkes ve her şeyden haberdar oluyoruz. Buna gündemden kopma korkusu deniyor. İngilizcesi fear of missing out. Kısa yazımıyla FOMO. Bu korku sosyal medya mecralarına araba kullanırken, karşıdan karşıya geçerken dahi bakmamıza neden oluyor. En önemli anlarımızda dahi arkadaşlarımızla yazışmayı ihmal etmiyoruz. Mesela ders dinlerken, iş görüşmesindeyken bile Twitter’a bakma ihtiyacımız bundan kaynaklanıyor. Orada daha önemli şeyler olabilir ve biz bunu kaçırmak istemiyoruz.
Hepimiz biliyoruz ki sosyal medya mecralarına başvurmamızın temel nedenlerinden biri de kendi tanıtımımızı yapmaktır. Facebook’ta ya da diğer hesaplarda resimlerimiz, ilgilerimiz, yaptıklarımızı, düşüncelerimizi paylaşıyor ve çoğu zaman üzerinde oynadığımız, edite ettiğimiz fotoğraflarımızı takipçilerimize yazıyor. Bu nedenle sosyal ağları kullanma motivasyonlarımızı aynı zamanda psikolojik ihtiyaçlarımız içinde olan sosyal gereksinimler, aidiyet, kendimizi ifade etme ve kişisel sunum olarak sıralayabiliriz. Sosyal medya platformları böylece kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlamakta ve kimi zaman sıkıntılarımızdan kısa bir süreliğine de olsa kurtulmamıza vesile olmaktadır. Bu da bizim kendimizi önemli hissetmemize yol açacaktır. Bu çerçevede özellikle duygusal açıdan istikrarlı olmayanlar, çevrelerinden sosyal ağlardaki etkileşim vesilesiyle destek bulmakta ve olumsuz duygularını tamir etmeye çalışmaktadırlar. Belki de bu yüzden kullanıcılar kendilerini olduklarından daha iyi göstermeye çalışmakta ve kendileri hakkında pozitif paylaşımlar yapmayı yeğlemektedirler. Sonuçta telefondaki uygulamalar ve teknik olanaklar hesap sahibine istediği bilgiyi kontrol etmektedir.
Bu da kullanıcıların kendisine yönetme gücü vermekte ve ürettiği içeriği arzu ettiği oranda ve biçimde değiştirme fırsatı sunmaktadır. Yani bir anlamda kullanıcı kendisiyle ilgili içeriği tetizlikle düzenleyebilmekte ve sanal takipçi ve arkadaşlarına kendisini kendi istediği biçimde gösterebilmektedir. Aynada kendimizi gördüğümüzün aksine üretebildiğimiz ve değiştirebildiğimiz içerik sayesinde kendimize güvenimiz artmaktadır. Ne var ki zamanla, gerçek varlığımızla, sosyal medya varlığımız arasındaki farkı görmemekte ve yanılgıya düşebilmekteyiz. Orada alkış alıyor, övülüyor ve tehlikesiz bir dünyada kendimizi var etmeye çalışıyoruz. Bir bakıma kendi gerçek benliğimizden sıyrılarak, kusursuz ve her şeyi bilen yeni bir ben yaratıyoruz. Sosyal medyadaki aktivitemizin bir diğer sebebi de kendimiz gibi insanları aramamız ve bir konu hakkında bir karar verebilme, bir yargıya ulaşabilme isteğimizdir. Dini, kültürel, düşünsel ve fikri açıdan kendimize yakın olanlarla bir arada olmaktan mutlu oluyoruz. Aslında bu da insanın benzerlerini sevmesiyle ilgili bir durum.
Homofili yani benzerseverlik. Sonuçta bizim gibi düşünenlerle beraberken kendimizi daha rahat hissediyoruz. Rahatımızı bozmak istemiyor, konfor alanımızın dışına çıkmak istemiyoruz. Son bölümde de detaylıca aktarıldığı gibi, kendimiz gibi olanlarla yakınlık kurma ihtiyacımız aslında kendimizi bir yandan da dış dünyaya kapatmak anlamına geliyor. Oysa internet platformlarının en önemli ve faydalı özelliklerinden biri, bizleri kendimiz gibi olmayan insanlarla karşılaştırarak farklı kültürler, ideoloji ve düşüncelerle bir arada yaşamayı öğretmesidir. Ancak bizler kendimizi sadece bizden olanlarla bir arada olmaya adeta zorluyoruz. Sosyal medya algoritmalarının da, desteğiyle bizim gibi düşünenleri takip ediyor, onların ürettiği içeriği paylaşıyor, savunduğumuz fikirlere yakın olan görüşlere kendi sayfalarımızda yer veriyoruz. Böylece kendi sesimizin veya bizim gibi seslerin yankılandığı fanüslerin içine hapsoluyoruz. Bu da yanlış dahi olsa kendi fikrimizin doğru olduğu yanılgısını doğuruyor. Sonra herkesin bizim gibi düşündüğünü sanıyoruz ve bizim inandığımızın en gerçek bilgisini, bu bilgi olduğunu iddia etmeye başlıyoruz.
Oysa içinde bulunduğumuz filtre baloncuğunun dışında bizim gibi düşünmeyen onlarcası var ve biz aslında onların sesini de duymak durumundayız. Çünkü ancak farklı yaklaşımları dinleyebilme başarısı gösterdiğimizde, kendi fikrimizin bazen de yanlış olabileceğini fark edebiliriz. Söz konusu çalışmaların sosyal medya ile ilgili bize anlattığı konuyu şöyle açıklayabiliriz. Kişiliğimizi ve saygınlığımızı, sosyal medya paylaşımları üzerine inşa etmemeliyiz. Aksine gerçek hayatta var olan, bize mutluluk verecek hobiler ve beceriler kazanabilmeliyiz. Kendimizle barışık olmamızı sağlayan, benliğimizi alkışlayacağımız daha derinlikli ve istikrarlı bir duygusal ve bilişsel tutum geliştirmeliyiz. Günün sonunda rahatsız edici şu gerçekliğin farkında olmalıyız. Sanal dünyadaki temsilimizi biraz şişiriyor ve kusursuzluk filtrelerinden geçiriyoruz. Oysa hayat, kusurlarla ve eksikliklerle de hayattır. Diğer yandan, Facebook, Instagram ya da Google profilimizden gelen pozitif yorumlar ve beğenilerle kendimizi geliştiremez ve öz saygınlığımızı kazanamayız. Bu da bir tür Google bilgisi gibidir. Alır, kopyalar yapıştırır ve unuturuz. Sosyal ağlarda kurduğumuz benliğimiz de bizi ancak kısa süreliğine tatmin eder ve gerçek olgunluğa ulaştırmaz. Gelen beğeniler ve etkileşimler, kısa süreli mutluluk hazzı veren bir tür madde yahut ilaç gibidir. Bizi belirli bir süre uyuşturur, gerçekliğe uyandığımızda ise o hazzın geçici olduğuna yanarız.